TÜRK EDEBİYATI
Alm. Türkische Literatur (f), Fr. Littérature (f), turque, İng. Turkish Literature. Türk milletinin târih içinde ortaya koyduğu edebiyat. İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki ana devreye ayrılan Türk Edebiyatı, İslâmî devir içinde gerek coğrafya, gerekse bâzı medeniyetlere katılma bakımından başka şekillerde de sınıflandırılmıştır. Fakat asıl sınıflandırma yukarda ele aldığımız şekilde olup, İslâmî devrin içinde Türk Edebiyatının Batı medeniyetine yönelmesiyle (Lâle devriyle) başlayan fakat, eserlerini Tanzimâttan sonra veren, gazete ve tiyatro ile cemiyete açılan YeniTürk Edebiyatı, bu devir içinde başlı başına bir mevkiye sâhiptir. Bu durum diğer sahalardaki Türk kardeş edebiyatları için de aynıdır.
Mesele dil bakımından ele alınınca, İslâmiyetten Önceki Türk Edebiyatı bir tarafa bırakılırsa, ortaya çıkan edebî şîvelere göre de sınıflandırmak mümkündür. Bunlar; Doğu Türkçesinin edebiyatı olan Ortaasya Türkçesi Edebiyatı, Osmanlı Türkçesi Edebiyatı ve Azerî Türkçesi Edebiyatıdır. Aslında bugün; Türkiye, Sibriya ve Altay, Doğu ve Batı Türkistan, Kafkas ve İran, İdil-Ural, Kırım, Lehistan ve Romanya Türkleri adı altında beş ana dala ayrılan, fakat ellinin üstünde olan Türk kavimleri gözönünde bulundurulursa (Türkiye, Âzerî, Kırgız, Özbek vs. gibi), bugünkü Türk Edebiyatının dallanıp budaklanarak kardeşlendiği görülür.
Ayrıca yine dili kullanış yönünden, yüksek zümre edebiyatı ve halk edebiyatı şeklinde adlandırmak da mümkündür. Fakat burada başlangıcından beri târih içinde çeşitli kültür merkezlerinde ortaya çıkan ve kendisine göre husûsiyetleri bulunan Türk Edebiyatından bahsedilecektir.
I. İslâmiyetten Önceki Türk Edebiyatı:
İslâmiyetten önceki Türk Edebiyatının Göktürk ve Uygur gibi iki dâiresi vardır. Ancak bu devir edebiyatını daha önceki devirlere kadar çıkarmak gerekir. Türk Edebiyatının şimdilik karanlık kalan ve Göktürk devrinden önceki zamanı, daha çok Çin metinlerinden öğrenilmektedir. Çin kaynaklarında Hunlara âit Türkçe kelimelere ve bâzı mektuplarla Hun türküsünün tercümesine rastlanmıştır. Bu durum Hunların mutlaka bir edebiyatlarının olduğu, gerek şifahî gerekse yazılı olarak bu edebiyatın devam ettiği fikrini vermektedir.
1. Göktürk devri Türk Edebiyâtı:
Bu devrin ele geçen yazılı metinleri daha çok mezar taşlarıdır. Bunlardan başka dikili taşlar, aynalar, paralar ve kâğıt üzerine yazılmış metinler de vardır. Ancak Göktürk devrinin ele alınan ve gerçekten edebî ve târihî değer taşıyan metinleri Orhun Âbideleri’dir. Orhun Irmağının eski yatağı ile Koşu Çaydan Gölü havâlisinde olan ve Göktürk târihini aydınlatan bu kitâbeler Tonyukuk, Kültigin Han ve Bilge Kağan adına dikilmişlerdir.
İlteriş Kağan ile Kapağan Han zamânında baş vezir ve büyük devlet müşâviri olan Tonyukuk’un adına dikilen kitâbe Tonyukuk Yazıtı olarak adlandırılmıştır. Tonyukuk Yazıtı 720 târihlerine doğru ölümünden önce kendisi tarafından yazdırılmış bir âbidedir. Âbide’de İlteriş ile Kapağan Kağan devirlerinde devletin durumu anlatılmış ve bâzı öğütler verilmiştir. Bilge Kağan’ın da kayınbabası olan Bilge Tonyukuk bu îtibarla Türk târihini ilk defâ kaleme almış ve edebiyatımızda târih şuurunun hâkim olduğu bir hâtırât da yazmıştır.
Kültigin Yazıtı bu devir edebiyatının ikinci mühim eseri durumundadır. 20 günde yazılan bu âbide 732 yılında dikilmiştir. Kültigin adına yazılan âbidedeki sözler Bilge Kağan ağzından verilmiş ve ikinci Türk tarihçisi Yulug Tigin tarafından yazılmıştır.
Bilge Kağan Yazıtı’na gelince, bu âbide Göktürk Kitâbeleri içinde en mühim mevkii işgâl eder. Yulug Tigin tarafından yazılan ve 735 târihinde dikilen Bilge Kağan Yazıtı kısa cümlelerle yazılmıştır. Bilhassa tekrir sanatını ihtivâ etmekte, târih, dil ve edebiyat bakımından üstün bir değere sâhip bulunmaktadır. Bu âbidelerde Türkçenin bir hayli işlenmiş olduğu görülmektedir.
Âbideleri ilk defa Danimarkalı Wilhelm Thomsen 1893 yılında okumuş, Ondan iki yıl sonra 1895’te de aslen bir Alman olan meşhur Rus araştırmacısı Wilhelm Radloff çözmüştür. Her iki araştırmacı da yazının okunmasında âbidelerdeki Çince tercümeden faydalanmışlardır. Bizde ise ilk olarak Necib Asım, daha sonra Hüseyin Nâmık Orkun, Nihal Atsız, Talat Tekin, Osman Nedim Tuna, Osman Fikri Sertkaya ve Prof. Dr. Muharrem Ergin âbideler üzerinde çalışmalar yapmışlar ve gerek dil incelemesi, gerekse metin neşri olmak üzere yayınlarda bulunmuşlardır.
2. Uygurlar devri Türk Edebiyâtı:
Göktürk Devletinin yıkılışından sonra idâreyi ellerine alan Uygurlar devrinde Türk Edebiyâtı eskiye nispetle gelişme göstermiş ve birçok mevzuda eserler yazılmıştır İlk devri 745-840 yılından olmak üzere iki kısımda ele alınan Uygur devri dil yadigârları bir hayli zenginlik gösterir. Bu metinler Uygurların mensup olduğu dinlere göre; Mani, Burkan (Buda) ve İslâm muhiti eserleri olmak üzere üç kısımda ele alınabilir. Bu devirde Türk Edebiyâtında; koşug, kojang “şarkı, türkü”, koşma, taşkut “beyit”, takmak “türkü, bulmaca”; ır, yır “şarkıcı”, küg “aheng”, şlok, soluka “manzume”, padak “mısra”; kavi, kavya “şiir”, baş, başik “ilâhi” gibi bir kısmı Sanskritçeden alınmış edebî terimleri de görmek mümkündür. Bundan başka Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sınku Seli Tutung, Ki-Ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu ve Yusuf Has Hacib gibi şâirler eserleriyle görülürler. Bunlardan son ikisi İslâmî devirdeki Türk edebiyatı içine girmektedir. Çuçu adındaki şâire Kaşgarlı Mahmûd Dîvânü Lügâti’t-Türk adlı eserinde yer vermiştir.
Dokuz ve 10. asırlarla 11. yüzyılın ilk yarısını içine alan Uygur Türk Edebiyatı da, yazıtlara yer vermiştir. Bunlardan ilki Uygurların ikinci hükümdarı Moyuncur adına dikilmiştir. Moğolistan’ın Şine Usu Gölü civârında bulunan yazıt, Kutlug Bilge Kül ve Moyunçur devirlerinden bahsetmektedir. Sekizinci asra âit olan bu yazıt, daha çok Şine Usu adıyla anılmıştır. Bu kitâbe de dil ve yazı bakımından Göktürk Âbidelerine benzemektedir. Eser Ramstedt ve Hüseyin Nâmık Orkun tarafından neşredilmiştir.
Uygurların ikinci devresinde ortaya konan eserlerde mühim değişiklikler görülür. Her şeyden önce Göktürk yazısı bırakılmış, Soğd alfabesiyle eserler verilmiştir. Bunun sebebi dindir. Maniheizmin kabulüyle Maniheist olan Soğdların yazısı alınmış, fakat Göktürk yazısı az da olsa kullanılmıştır. İkinci bir sebep 840 yılından sonra Uygurlar yerleşik bir medeniyete geçmişlerdir. Dil, gerek, sentaks gerekse yabancı kelimelere açıldıkları için, bozulmuş ve açıklığını kaybetmiştir. Bu devirde Nasturiliğe âit metinler de olmakla birlikte daha çok Budizm ve Maniheizm dinlerine âit eserler ağır basarlar. Ayrıca hukuk, tıp, târih ve coğrafya ile ilgili kitapların bulunduğunu zikretmek gerekir. Bu eserlerin bâzıları tercümedir. Belirli bölgelerde parça parça bulunan metinler toplama olarak belirli isimlerde, eser olarak ele geçenlerse taşıdıkları adlarla neşredilmişlerdir.
Prof. W. Bang, V. Gabain ve büyük Türk filologu Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat’ın birlikte çalışmalarının sonucu on cüzden meydana gelen ve Berlin Prusya Akademisi yayınları arasında yer alan Turfan Türk Metinleri; yine Turfan’da Bulunan İki Kazık Üzerindeki Yazılar; Hoça’da Bulunan Türkçe Mani Metinleri; dört cüzden meydana gelen ilk üçü Müller, dördüncüsü Gabain tarafından hazırlanan ve Prusya Akademisince neşredilen Uygurica; Radloff’un hazırlamaya başladığı ve Prof. Malov’un 1928 yılında neşrettiği yedisi Buda, ikisi Mani ve biri Hıristiyanlığa âit olan Uygur Dili Yâdigârları; Von le Cog’un 1910 yılında Berlin Akademisi yayınları içinde neşrettiği Mani Dînine Âit Bir Metin Parçası; Bang ve Reşit Rahmeti’nin birlikte 1932 yılında neşrettikleri Eski Turfan Şarkıları ve Reşit Rahmeti Arat tarafından neşredilen Tıbba Dâir Eserler parça parça eserlerdir.
Bunlardan başka Altun Yaruk ile İki Kardeş Hikâyesi başlı başına eser olarak Uygur Türk Edebiyatı içinde husûsî bir değere sâhiptir. Altun Yaruk 1697 yılında istinsah edilen Budist Sarı Uygurlara âit olan bir eserdir. Prof. Malov tarafından bulunan eser Budizm’e âit olup, bu dînin akide ve ahlâkla ilgili esaslarından bahsetmektedir.
1908 yılında Kansu vilâyetinde bulunan İki Kardeş Hikâyesi’nin aslı Paris’te Bibliothèque Nationale’dedir. Eser ilk önce Cl. Huart, 1914 yılında da Pelliot tarafından neşredilmiştir. Türkiye’de Hüseyin Namık Orkun, Pelliot neşrine dayanarak Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesinin Uygurcası adıyla Dil Kurumu yayınları arasında bastırmıştır. J.R. Hamilton ise eserin Le Conte Bourdhique adıyla son ve mükemmel neşrini yapmıştır.
Turfan Türk Metinleri adlı eserin bunlar içinde ayrı bir yeri vardır. Bilhassa 8. cüzde yer alan Sekiz Yükmek adını taşıyan metin, kelime zenginliği bakımından dikkati çeker. Ayrıca açık bir ifâdenin hâkim olduğu metinde yer alan mefhumların Türkçede karşılanışı esere ayrı bir değer katar.
İslâmiyetten Önceki Türk Edebiyatının örneklerini veren Göktürk ve Uygur metinleri şüphesiz sâdece bunlar değildir. Ele geçmeyen ve geçmesi muhtemel metinlerin de olduğunu düşünmek gerekir. Zâten âbidelerde kullanılan dilin bir hayli işlenmiş edebî bir dil olması çok öncelerde Türk dili yâdigârlarının bulunması gerektiğini düşündürmektedir.
Yalnız Uygurların edebiyatlarının bir devâmı olarak teşekkül eden İslâmiyetten sonraki eserlerde Uygur yazısı kendisini uzun müddet korur. İslâmiyetin kabulüyle alınan İslâmî Türk yazısıyla atbaşı yürüyen ve ikili bir alfabenin içine giren Türklük âlemi, eserlerinde her ikisine de yer verir. Uygur yazısını bilen kâtipler “bahşı” adıyla anılır ve Uygur yazısı paralarda da görülürdü. Hakâniye Devletinde, Moğol İmparatorluğunda, İlhanlılar zamânında, Timurlular ve Altınordu Devletinde İslâmî Türk yazısına yer verilmekle birlikte, resmî kitâbette dâima Uygur yazısı kullanılmıştır. Hattâ Anadolu Türkleri de bu yazıyı bilip kullanmışlar ve bu durum Fâtih zamânına kadar kendini korumuştur. Bilindiği üzere Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında bâzı yarlıklar bu harflerle yazılmıştır.
Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvânü Lügâti’t-Türk adlı eseri bir tarafa bırakılırsa, İslâmî Türk Edebiyatının başlangıcında yer alan eserler Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakâyık, Bahtiyarnâme, Miracnâme, Tezkiretü’l-Evliyâ ve Mîr Haydar’ın Mahzenü’l-Esrâr tercümesi Uygur yazısıyla yazılan eserlerin başında gelmektedir. Fakat bu eserlerin İslâmî Türk yazısına yer veren nüshalarını da zikretmek gerekir.
II. İslâmiyetten Sonraki Türk Edebiyatı:
İslâmî devir içinde Türk Edebiyatı ilk mahsullerini 9. asrın ikinci yarısında vermeye başlamıştır. Bunlar içinde ilk büyük eser olarak Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i görülür. İkinci olarak Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvânü Lügâti’t-Türk’ü yine aynı devrin eseri olmakla birlikte İslâmiyet öncesi Türklükten çeşitli manzûmeler, atasözleri vs. gibi türlü metinlere yer vermektedir. Kaşgarlının eseri her yönüyle zenginlik gösterir. Türk dilinden, Türk boylarına, Türk töre ve âdetlerine, gelenek göreneklerine ve coğrafyasına geniş yer ayırır. Kutadgu Bilig ise cemiyet hayâtını ele almakla birlikte daha çok bir siyâset kitabı durumundadır. Her iki eser de Hâkâniye Türkçesiyle yazılmıştır. Fakat Kaşgarlı Mahmûd, Hâkâniye Şîvesinin yanında ikinci bir edebî şîve olarak Oğuz Türk Şîvesine yer vermektedir.
Oğuzlar 10 ve 11. yüzyıllarda oldukça geniş bir alana yayılmışlar; İrtiş’ten Volga’ya dayanan sınırları Hazar Deniziyle Mâverâünnehr arasındaki bütün bir bozkır sahasını içine almıştır. Böylece Orta Türkçe ilk devresinde Hâkâniye ve Oğuz edebî şîveleriyle görünüyordu. On iki ve 13. yüzyıllarda ise artık Müşterek Orta-Asya Türkçesi eserlerini verirken, Türklüğün batıya olan göçleri sâyesinde Oğuz Türk Şîvesi yalnız Selçuklu tebaasında konuşulmaktaydı. Devletin büyük bir cihan hâkimiyeti fikriyle hareket etmesi, Müslüman olup, halîfeye bağlılığı, İranlıların da aynı bölgede yer alması gibi düşünceler, belki Arapça ve Farsçanın Türkçeye nispetle öne geçmesini sağlamış olabilir. Ancak askerî Türk unsurlardan meydana gelen bir devlette Türkçe, halka ve orduya bağlı olarak yaşamıştır. Böylece Oğuz şîvesiyle bu devirde kalıcı bir eser bırakılmamış, bırakılanlar da günümüze kadar ulaşamamıştır. Aynı şîve dâiresi içinde Müşterek Orta-Asya Türkçesinin doğu ağzı olan Kaşgar ve batı ağzını meydana getiren Harezm ve Sirderya Irmağının güneyindeki yerlerle Yedisu, Merv, Buhara sahası birer kültür merkezi durumuna gelmişler ve pekçok eserin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Aslında bu bölge çeşitli dillerin de kavşak noktası gibi bir husûsiyeti muhâfaza etmiştir. Bunun yanında Müşterek Orta-Asya Türkçesinin İran ağızları bilhassa Türkmen Türkçesi zikre değer bir gelişme göstermiştir. Altınordu ki kuzey-doğuda Bulgar Devleti, Harezm, Teşt-i Kıpçak bozkırları ile Kırım’dan Bakü’ye kadar uzanan saha, bu Türk illeri içine dâhildir. Türkçe burada da geniş bir yayılma sahası bulmuş ve Kıpçak Şîvesiyle pekçok eserler verilmiştir.
Yesevî ve onun muakkiblerinden sonra, 13. yüzyıldan îtibâren Çağatay Türkçesi, Eski Türkçenin bir devâmı olarak bütün bunların merkezi durumuna geçmiş ve Doğu Türkçesi adıyla, kuzeydeki Kıpçak Türkçesini daha sonra kendisinde toplayarak gelişmesini devam ettirmiştir.
Bu durumda İslâmî devir içinde Türk Edebiyatını;
1. Batı Türkçesinin ortaya koyduğu edebiyat;
2. Müşterek Orta-Asya Türkçesinin takip ederek Kuzey-Doğu Türkçesinin meydana getirdiği edebiyat, olarak ikiye ayırmak icab etmektedir.
Selçukluların dağılmasına kadar bir varlık gösteremeyen ve sâdece konuşma dilinde kalan Oğuz Türkçesi, Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü üzerine, ortaya çıkan beyliklerin hükümet merkezlerinde birden bire serpilmeye başlamış ve yeni yeni eserler ortaya çıkarmıştır. Orta Türkçenin Oğuz Kolu böylece Selçuklu Türkçesinden sonra yerini Eski Anadolu Türkçesine bırakmıştır.
Tavâif-i Mülûk devri diye adlandırılan bu devrede Anadolu’da çeşitli kültür merkezleri teşekkül etmiş, halkın kültüre yönelmesi, tebaanın terbiyesi müellifleri Türkçe yazmaya zorlamış, beyler de bu hâle yardımcı olmuşlar ve Türkçeye gereken değeri vermişlerdir. Karamanoğlu Mehmed Beyin Türkçe üzerinde durmasına rağmen, beylikler içinde kültür faaliyetlerinin en yoğun olduğu beylik Osmanlı ve Germiyan beylikleri olmuştur. Ayrıca bir şâir veya müellifin zaman zaman eserlerini birden fazla beye sunduğu da görülmüştür. On üçüncü yüzyılın son çeyreğinde Türkçe, resmî yazışma dili olarak kendisini göstermiştir. Bu şîve yukarıda bahsettiğimiz Kaşgarlı Mahmûd’un, iki Türk şîvesinden biri olan, Osmanlı ve Âzerî gibi iki kolu bulunan Oğuz şîvesidir. Yukarıda zikrettiğimiz durumlardan başka eserlerin Türkçe olarak yazılmasında; tarîkât büyüklerinin halkı irşâd maksadı, müelliflerdeki Türkçe şuuru, ibret alma düşüncesi, mevzuda çeşitlilik arama, meslek gayreti, hayır duâ ile anılma ve unutulmama fikri, tercüme gayretleri vs. gibi sebepler büyük rol oynamıştır.
On üçüncü yüzyılda verilen eserler; pek mahdut olmakla birlikte Anadolu Türk birliğinin kurulamaması, aksine pek fazla bir dağınıklık ve başıboşluk yüzünden, çeşitli bölgelerde bir parıltı durumunda kalırlar. Zaten Anadolu’da Türk Edebiyatının ne zaman başladığı da kesin olarak bilinmemekle birlikte; Selçuklular zamânında bir şifahî (sözlü) edebiyatın varlığı dâima mevcuttur. Buna kıyasla yazılı edebiyattan söz etmek gerekir. Fakat bu bölgede ilk eserlerin neler olduğu, Türk kültür târihinin mechulüdür. Devrin içinde bulunduğu kargaşa, öyle sanıyoruz ki, bütün yazılanları almış götürmüş veya yazmaya fırsat vermemiştir. Böylece Anadolu sahasında 11 ve 12. yüzyıla âit eserlere tesâdüf edilememiştir.
Ancak 13. asırdan sonradır ki, Anadolu sahasında bâzı eserler ortaya çıkacak, asır asır gitgide genişleyecek ve Osmanlıların Anadolu Türk Birliğini kurmalarından sonra bütün bu kültür faaliyetleri Osmanlı sarayına taşınacak ve neticede kesintisiz devam eden ve Türklüğün en büyük yazı dili olan Oğuz Türkçesiyle sayısız eserler vücûda getirilecek, böylece Osmanlılar Türk kültürünün hâmisi olarak târihteki yerlerini alacaktır. Hattâ Türk dili devlete izâfeten Osmanlıca olarak adlandırılacaktır. Osmanlı edebiyatını hazırlayanların, hangi bölgede bulunurlarsa bulunsunlar, beyliğin kuruluşundan önce ve sonra da olsa, zikredilmesi gerekmektedir. Çünkü Selçuklu ile birlikte gelen kültür mîrası bu devirde her beyliğe ışık tutmuş ve Klâsik Türk Edebiyatının inkişafına temel teşkil ederek geniş rol oynamıştır.
Oğuz Türkçesi bu devirden îtibâren batıda Osmanlı, doğuda Âzerî olmak üzere iki edebiyat ortaya koymaktadır. Ancak bu edebiyatın 15. asra kadar olan zamanı aynı dâire içine alınmaktadır. Daha sonra dilde görülen ikili kullanışları her saha kendine göre umûmîleştirmiş ve bâzı ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Dildeki bu ayrılıklarda coğrafya da göz önüne alınırsa, gitgide daha geniş ve belirli farklılıkların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Onun içindir ki, Batı Türkçesi Osmanlı ve Âzerî edebiyatı gibi iki edebiyat ortaya koymuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türklüğün en büyük yazı dili olan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türk Edebiyatının tesiri bütün Türk illerinde her zaman varlığını korumuştur. Bunun yanında Osmanlı şâirleri, diğer Türk illeriyle irtibatı kesmemek gayreti ve düşüncesine binâen Doğu Türkçesiyle şiirler de yazmışlardır.
A. Osmanlı Türkçesi Edebiyatı:
On üçüncü yüzyılda karşılaştığımız simâların başında, eserlerinde yer yer Türkçe kelimelere ve mülemmâlara yer veren Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (1207-1273) görülmektedir. Bunu tâkiben oğlu Sultan Veled’in (1226-1312) Türkçe manzûmeler yazması, ayrıca hakkında pek fazla bilgi bulunmayan, Behâeddîn Veled’in talebelerinden olduğu söylenen Ahmed Fakih’in, dünyânın geçici ve rüyâ olduğunu konu edinen 83 beyitlik Çarhnâmesi ile Evsâf-ül-Mesâcid adlı mesnevîleri, bu asırda zikredilmesi gereken eserlerin başında gelmektedir. Şeyyâd Hamza ise ilk defâ Yusuf ile Zeliha mesnevîsini vermek ve dinî şiirler yazmakla bu asrın bir başka simâsıdır. Ayrıca 79 beyiti bulunan Dâsıtan-ı Sultan Mahmûd adlı mesnevîsi zikre değer bir eserdir. Diğer yandan tasavvufî ve dînî konuları işlemekle birlikte İran şiir husûsiyetini taşıyan, gazellerinde mazmunlara yer vererek Klâsik Edebiyâtın temelini ve nüvesini teşkil eden ve Divan Şiirinin ilk temsilcisi sayılan Hoca Dehhânî bu asrın kayda değer şâirlerindendir.
Yine bu yüzyılda Seyyid Battal Gâzinin hayâtını ele alan Battalnâme ile Dânişmend Ahmed Gâzi etrâfında teşekkül eden destânî eser Dânişmendnâme yazıya geçirilmiştir ve Hoca Nasreddin ise (1208-1284) keskin zekâsıyla asrı süslemiştir.
Yunus Emre (1204-1320) ise 13. asrın ikinci yarısı ile 14. yüzyıla taşan, yalnız devrinin değil, her zaman ve her yerde kendisini kabul ettiren, edebiyatımızın en büyük şâirlerinden biridir. Bize yâdigâr olarak bıraktığı, dili pek açık ve anlaşılır olan Dîvan’ına bakılırsa onun tahsili, İslâmî ilimlere vâkıf bir Türk dervişi olduğu, pekçok yerleri dolaştığı kanaatine varılır. Risâletü’n-Nushiyye adlı ikinci eseri öğretici (didaktik) bir mesnevî olup, 573 beyit ihtivâ etmektedir. O, en çok eserlerinde ilâhî aşkı, varlık-yoklukla hayat ve ölümü işlemiştir. Bilhassa ölüm temasını onun kadar içli ve samimi işleyen şâir pek azdır. Yalnız kendisinden sonra bâzı Yunuslar ortaya çıkmış ve şiirleri onlarınkiyle karıştırılmıştır. Bunlar içinde Âşık Yunus ve Derviş Yunus başta gelmektedir.
On üçüncü yüzyılın bir başka eseri, Şeyyâd İsâ’nın 343 beyiti ihtivâ eden Ahvâl-i Kıyâmet adlı mesnevîsidir. Bütün bunlara ilâve olarak Şeyh Sanan’ı anlatan Şeyh Abdurrezzak Destanı’nı belirtmek gerekir.
On dördüncü yüzyıl edebiyatı:
On üçüncü asra nispetle eserlerin bir hayli çoğaldığı görülür. Konuda ve türde çeşitlilik artmış, bu yüzyılda artık edebiyatımızda Yunus’tan sonra başka divanlar da görülmeye başlamıştır. Bilhassa mesnevî vâdisinde yazılan eserler bu devrin edebî hareketine çeşitlilik kazandırmışlar ve canlılık getirmişlerdir. Gerçekte bu yüzyıl Klâsik Türk Edebiyatının kuruluş çağıdır. Dînî-tasavvufî, ahlâkî konular dışında eser veren şâirler çoğalmış ve din dışı mesnevîler bir hayli fazla yazılmıştır. Manzum aşk ve mâcera hikâyeciliğine yer verilmesi, mesnevî tarzının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu fikirden hareket edersek Klâsik Türk Edebiyâtı, dîvânla değil mesnevîyle başlamıştır denilebilir. Çünkü pekçok mesnevînin yanında görülen dîvânlar çok azdır. Yunus Emre eserleriyle bu asra da taşmıştır. 1307 yılında yazdığı 562 beyti bulan Risâletü’n-Nushiyye’si asrın ilk mesnevîsi olarak karşımıza çıkar. Yalnız bâzı mesnevîlerin gazellere yer vermeleri belki dîvânların ortaya çıkmasında bir basamak teşkil etmiş olabilir. Dînî-destânî mesnevîler edebî ve ilmî mâhiyetteki mesnevîlere nispetle daha fazla görülür. Fakat bâzı mesnevîlerin, başta Hurşidnâme olmak üzere bir siyâset kitabı hüviyetinde oldukları da bir gerçektir.
14. yüzyılda yazılan mesnevîlerin sayısı, ele geçmeyenler hâriç, elli sekizi bulmaktadır.
Bu mesnevîlerden bâzıları beyler adına yazılmıştır. Bunlardan; Kastamonulu Şâzi’nin Maktel-i Hüseyn’i, Candar hükümdarı Celâleddîn Şah Bâyezîd’e (ölm. 1385); Kemaloğlu İsmâil’in Ferâhnâme’si Mîr Gâzi’ye, Tabiatnâme Aydınoğlu Umur Beye (1309-1348) sunulmuştur. Fakat asrın iki büyük mesnevîsi, her ne kadar Germiyan sahasında yazılmışsa da, Osmanlı sarayına intisap eden şâirler tarafından Osmanlı hükümdârlarına sunulmuştur. Bunlardan biri Şeyhoğlu Mustafa’nın yazdığı Hurşidnâme olup, Yıldırım Bâyezîd Hana sunulmuştur. Diğeriyse Germiyan beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlanmış, fakat Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emir Süleyman (1402-1410)a sunulmuş olan, arkasında büyük bir Osmanlı Târihi’ne de yer veren Ahmedî’nin İskendernâme’sidir. Yine devrin siyâsetnâmeleri arasında mühim mevkii olan ve Şeyhoğlu Mustafa tarafından yazılan Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı eser, önceleri Germiyan sonraları Osmanlı sarayında vazife gören Paşa Ağa bin Hoca Paşaya sunulmuştur. Bu eser ihtivâ ettiği manzûmelere bakılınca kısmen bir tezkire hüviyetine sâhiptir.
Bu yüzyılda Türkçecilik şuuruyla karşılaşılmaktadır. Şâirlerin hemen hepsi bu açıdan eserlerini vermeye çalışırlar. Onlar yepyeni bir edebiyat vücûda getirirken asrın Türkçecilik cereyanı içine ister istemez girmişler ve Türkçe hakkında, eserlerinde, çeşitli görüşlere yer vermişlerdir. Bu îtibârla Anadolu’da bir millî edebiyat çağının açılmasında rol oynamışlar ve millete değer vererek, kalıcı eserler bırakmayı başarmışlardır.
Anadolu sahasında olmaları bakımından, siyâsî birliğin yanında ve sonradan Osmanlıların gayretiyle kültürde de sağlanan birlik gözönüne alınınca bu asrın bütün şâir ve müelliflerini, hangi sahada olursa olsunlar, Osmanlı Türk Edebiyatına bir başlangıç olarak almak gerekecektir. Yukarıda da belirtildiği gibi 14. yüzyıl eserleri de mesnevî vâdisinde gelişmiştir. Bu asırda, müellifi ve telif târihi bilinen, sâdece müellifinin belli olduğu ve her ikisinin de şüpheli olarak kaldığı mesnevîlerin sayısı 58 civârındadır. Buna mukabil dîvan sayısı ona ulaşmaz.
Türkçecilik şuuruyla eser veren müelliflerin başında asrın Türkçe âşığı şâir Gülşehrî gelmektedir. Kırşehirli olan Gülşehrî’nin hayâtı hakkındaki bilgiler katî değildir. Türkçe yazmakla ve eser bırakmakla övünen bu şâir, Feleknâme’sini 1301 (H.701) ve Mantıkuttayr’ını 1317 (H. 717) yılında yazmıştır. Kırşehir’de zâviye sâhibi ve müridi oldukça fazla olan bir şeyhtir. Mantıkuttayr’ını yazdığı zaman yaşı bir hayli ilerlemiştir. 1317 târihinden îtibâren hayatta olup olmadığı da belli değildir. Hulvî Mahmûd Cemâleddîn 1653 (H. 1064) Lemezât adlı eserinde onu Ahi Evren’in halîfesi olarak göstermiştir. Mantıkuttayr her ne kadar Feridüddîn-i Attâr’ın eserinden tercüme gibi görünür ve onun ismini taşırsa da Gülşehrî eserini aynen tercüme etmemiş, te’lifî bir yol tutmuştur. Bunun yanında Mesnevî-i Şerîf, Kelîle ve Dimne, Kâbusnâme ve Esrârnâme gibi eserlerden aldığı, parçalarla Mantıkuttayr’ı zenginleştirmiş ve konusunu genişletmiştir. Aruz vezniyle yazılan eserin diğer adı Gülşennâme’dir. Gülşehrî eserini Türkçenin kudretini ölçmek için yazmıştır. O hemen her bendin sonunda kendi ismine övünerek yer vermiş, Türkçeyi ve dilini de ortaya sürmeyi ihmâl etmemiştir. Buradan da ondaki Türkçe sevgisinin hiçbir şâir ve nâsirle kıyaslanmayacak derecede oluşu ve dil sevgisi; sonradan gelecek şâir ve nâsirlere de sıçramış olabilir. Asrında ve daha sonraki yüzyıllarda Türkçe yazan şâir ve sanatkârlar, eserlerinde bâzı özürlere yer verirken, Gülşehrî Türkçe yazmakla övünmekten kendini alamaz. O,
“Sözü Gülşehrî diliyle söylerüz”
derken, Türkçe yazmakta bir çığır açtığını da ihsâs ettirmekte ve kendisinden sonra gelen şâirlere bir öncü durumunda karşımıza çıkmaktadır. Belki bir buçuk asır sonra başlayacak olan Türki-i Basît cereyânının ilk mübeşşirlerinden olmak şerefi de Gülşehrî’ye âittir.
Mantıkuttayr temsilî bir eserdir. Çeşili sebeplerle, ekseriyâ Hüdhüd’ün ağzından nasihata yer verdiği gibi, dînî îkâzlarda da bulunmaktadır. Fakat eser asıl olarak münâzara tarzında olup, akıcılığını ve sürükleyiciliğini bu durumdan almaktadır. Bundan başka, öğretme açısından tasavvufî merhale ve ıstılâhlar önde gelmekte ve eser tasavvufî tâlimî bir hüviyet kazanmaktadır. Edebiyat târihinin içinde ve asrına göre değerlendirilince, 15. yüzyılda üstad olarak kabul edilen ve tesiri 17. yüzyıla kadar devam eden Gülşehrî’nin Mantıkuttayr’ı başarılı bir eser olarak karşımıza çıkmakta ve Türkçeye yer verdiği fikir ve işleyiş tarzı yönünden de devrinin âbidesi olarak görülmektedir.
Gülşehrî’nin, Feleknâme ve Aruz Risalesi adında iki eseri daha vardır. Lâkin bunlar Farsça olarak yazılmıştır. Türkçe olarak 10 civârında gazeline de rastlanmıştır.
Âşık Paşa (1271-1332 H.670-733): 1329-30 (H.730) yılında tamamlanan Garibnâme adlı mesnevîsi, Risâletün-Nushiyye, Mantıkuttayr gibi mesnevîlerden sonra üçüncü fakat hacmi büyük bu eseriyle ve; Türkçecilik fikriyle karşımıza çıkar. Aslen Horasanlı ve nüfûzlu bir âileye mensup olan Âşık Paşanın asıl adı Ali’dir. Baba İlyas’ın torunu ve Baba Muhlis (Muhlis Paşa)in oğludur. 1272 yılında doğmuş, devrine göre iyi bir tahsil görmüştür. Kırşehir’de yerleşen Âşık Paşa, büyük nüfûzu ve pekçok müridi olan bir şeyhtir. Eserlerinin dili devrine göre sâdedir. Fakat onun kudret ve şöhreti, şâirlik ve sanatından değil, şeyhliğinden ileri gelmektedir. Eserlerinde tasavvufa geniş yer vermiş ve bu husûsu sünnî akideye bağlı olarak terennüm etmiştir. Böylece devrinin sûfî bir şâiri olarak görülmüştür. 1330 yılında yazdığı Garibnâmesi 10.312 beyittir ve pekçok nüshası mevcuttur. Eser, fâilâtün fâilâtün fâilün olarak baştan sona kadar bu vezinle yazılmıştır. Garibnâme on bâb üzre tertip edilmiştir. Her bâbda bir sayı ele alınmış ve bu on ile son bulmuştur. Bu bir bakıma, neyin nerede bulunacağını da işâret etmektir.
Garibnâme gerek şekil, gerekse muhtevâ bakımından üstün bir eserdir. On babdan ve her on bab da on destandan meydana geldiği göz önüne alınırsa onlu bir tasnife yer verilmiştir. O, bunun sebeplerini ayrıca eserinde ele alır. Mantıkuttayr’da olduğu gibi Garibnâme’de de Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tesiri açık olarak görülür. Tasavvufî olmasının yanında dînî ve ahlâkî yanı ağır basan, telkine geniş yer veren ve öğretmeyi gâye edinen bir eserdir.
Âşık Paşa, bir nevi i’tizâr içinde de olsa, Türkçecilik şuuru köklü bir şâirdir. Gerçekte o, devri için ortaya koyduğu eserleriyle Türkçeye büyük hizmette bulunmuş ve Türkçenin eksik taraflarını da söylemekten çekinmemiştir. Her şeyden önce Âşık Paşada bir dil düşüncesi ve gramer fikrinin olduğunu ve diğer dillerle kıyaslayarak bu fikre ulaştığını zikretmek gerekir.
Bütün bunlara ilâve olarak; 201 beyti bulan ve “Fakirlik iftiharımdır.” hadîs-i şerîfini işleyen Fakrnâme; 33 beyitlik küçük bir mesnevî olan ve zamanı; geçmiş, hâl ve gelecek olarak üç kısımda ele alan 1333 yılında yazdığı Dâsıtân-ı Vasf-ı Hâl yine 59 beyitlik küçük bir mesnevî olan Hikâye Risâlesi Âşık Paşanın diğer küçük mesnevîlerini meydana getirirler. Kimyâ Risâlesi ise onun başka bir eseridir. Âşık Paşa sâdece aruzla değil heceyle de şiirler yazmıştır. Bunların sayısı yetmişe ulaşmaktadır. Fakat aruz ve hece karışıktır.
Hoca Mesûd ve eserleri: Asrın ortalarında Süheyl ü Nevbahâr ve Ferhengnâme-i Sa’dî adlı eserleriyle tanınan Hoca Mesûd, bu devirde bilhassa mesnevî edebiyatının değerli simâları arasında yer almıştır. Yeğeni İzzeddîn Ahmed’le birlikte 1350 (H.751) yazdığı Süheyl ü Nevbahâr ilk eserini teşkil eder. Eser daha çok manzum aşk ve mâcera hikâyeciliği içinde yer almaktadır. İlk bin beytini yeğeni İzzeddîn Ahmed, geriye kalan 4661 beyti de Hoca Mesûd yazmıştır. Feûlün feûlün feûl vezninde olan eser 5669 beyittir. Eserde, daha sonraki mesnevîlerde sık sık görüleceği üzere Süheyl ile Nevbahâr’ın ağzından söylenilen gazeller vardır. Bu gazellerin vezni asıl eserin vezniyle aynı değildir. Konusu Fars edebiyâtından alınan eserin aslına rastlanamamıştır. Eser Yemen hükümdârının oğlu Süheyl ile Çin hükümdârının kızı Nevbahar arasında geçen derin aşkın hikâyesidir. Bu itibârla romantiktir. Bâzan didaktik unsurlara yer verilen eserde, gerçeğe uymayan masal unsurları da bulunmaktadır. Fakat bunlar pek fazla olarak eserde yer işgal etmez ve göze batmazlar. Eserin işlenişi bu kâbil masal unsurlarını örtmeyi başarmıştır. Asıl mühim mesele Süheyl ü Nevbahâr’ın saraylara yer vermesi ve idâre sistemini ve tebeayı ele alması, devrine göre bir nevî siyâset tarzını da ortaya koymaktadır. Eser, dili bakımından mühimdir. Kelime hazinesi de zengindir.
Ferhengnâme-i Sa’dî adlı ve 1073 beyitlik eserine gelince; bu eser Şeyh Sa’dî-i Şirâzî (ölm. 1292/H.691)nin Bostân adlı kitabının tercümesidir. Eserin Farsça aslı 4184 beyittir. Hem asıl hem de tercüme feûlün feûlün feûlün feûl vezniyledir. Hoca Mesûd bu eseri 1354 (H.755) yılında tamamlamıştır. Eser Süheyl ü Nevbahâr’a nispetle, sanat yönünden sönük kalır. Fakat dil târihi îtibâriyle kıymetini muhâfaza etmektedir.
Konu îtibâriyle nasihat tarafı ağır basar. Bostan’ın bütününün tercümesi olmayan eser, bir nevi seçme tercüme hüviyetindedir. Şâir müntehabâtında (seçmesinde) eserin asıl tertibine riâyet etmemiş, yerine göre, hikâyelerin seçiminde takdim tehir de yapmıştır.
Elvân Çelebi: Âşık Paşanın oğlu olan Elvân Çelebi 2084 beyti bulan Menâkıbu’l-Kudsiyye fî-Menâsibi’l-Ünsiyye adlı mesnevîsini 1359 (H.760) yılında yazmıştır. Eser tam bir mesnevî olmakla birlikte, içinde terci-i bend ve kaside tarzında manzumelere de rastlanır. Elvân Çelebi, asrın önde gelen şâirleri arasındadır. Onun köklü ve kültürlü bir Türk âilesine mensup olması, yetişmesinde mühim rol oynamıştır. Edebiyatımızda ihtivâ ettiği manzûmelerle, bir tezkire hüviyeti taşıyan Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ’da da adı geçmektedir. Hayâtı hakkında geniş ve katî bilgi azdır. Babası ve dedesi gibi devrinde epeyce tanınmış mutasavvıf bir şâirdir. Cezbe sâhibi ve ulu bir şeyh olduğu kaynaklarda yer almıştır. Sünnî olan Elvân Çelebi tasavvuf terbiyesini babasının halîfeleri arasında yer alan ŞeyhülislâmFahreddîn’den almıştır. Gerek yaşayışı gerekse şiiriyle tesiri 16. yüzyıla kadar sürmüştür. Hatiboğlu ve Muhyiddin Çelebi gibi şâirler ona eserlerinde yer vermişlerdir. Elvân Çelebi yanında Elvân Paşa adıyla da anılan şâirin şâirliği vasattır. Hayâtı Çorum ve Kırşehir yörelerinde geçmiş tekke ve zâviye sâhibi bir sûfîdir. Doğum târihi gibi ölüm târihi de kesin bilinmemektedir. Adından da anlaşılacağı üzere menâkıp türünden bir mesnevî olan eserde; Seyyid Ahmed-i Kebîr-i Rifâî, Baba İlyas-ı Horasanî ve oğulları gibi bâzı zevâta yer vermiştir.
Asrın diğer bir şâiri 1362 (H.763) yılında yazdığı ve edebiyâtımızda Maktel türünün öncüsü durumunda olan Kastamonulu Şâzî’dir. Hazret-i Hüseyin’in şehâdetini konu alan eseri, 3313 beyitlik bir mesnevîdir. Vezni fâilâtün fâilâtün fâilün’dür ve eserde yer yer aynı vezinle yazılmış gazeller de yer almaktadır. Eser on meclisten ibârettir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Kastamonulu Şâzî’nin bu eseri Maktel-i Hüseyin nev’inin Türkçede ilk örneği olarak görülmektedir. Hâtime kısmındaki beyitler onun Mevlevî bir şâir olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
Asrın ikinci yarısında görülen diğer bir mesnevî, mevzuunu Kur’ân-ı kerîmden alan ve kendisine gelinceye kadar birkaç defâ başka şâirler tarafından işlenen, hemen hemen aynı adı taşıyan Yusuf ile Zeliha (Kıssa-i Yusuf) mesnevîsidir. Erzurumlu Mustafa Darir bu eserini 1367 (H.768) yılında yazmış ve hazret-i Yusuf’un hayâtını ele almıştır. Erzurumlu Darir bununla da kalmamış derin siyer ve târih bilgisinin verdiği imkân sâyesinde hazret-i Peygamber’in hayâtını kültür târihimizde, Türkçe olarak 3-4 cilt hâlinde Siyer-i Nebi adıyla yazmış, Fütûhuş-Şâm Tercümesi; adlı eserinden başka yine hadis sahasında Yüz Hadîs adında diğer bir eser de bırakmıştır. Dili gâyet açık, akıcı, samîmi ve sohbet havası içinde olan Erzurumlu Mustafa Darir’in, Âzerî sahasında yetişse bile, Osmanlı Türkçesiyle eser verdiğini zikretmek gerekir. Aynı yıllarda Meddâh Yûsuf, Varaka ve Gülşâh adlı 1559 beyitlik eserini yazmıştır. 1368 (H.918). Eser hazret-i Peygamber devrinde yer alan ve Benî Şeybe adlı bir kabîlede büyüyüp yetişen Varaka adlı oğlanla, Gülşâh adlı kızın arasında geçen hâdiseleri işler. Eser romantik, acıklı, belirli bir kısma kadar gerçekçidir. Daha sonra hazret-i Peygamberin mûcizesi karışmaktadır.
1372-73 (H.774) yılında Ümmî Îsâ tarafından yazılan ve 800 beyitten meydana gelen Mihrü Vefâ ile, ondan daha küçük bir mesnevî olan ve 350 beyti bulan İbrâhim’in Dâsitan-ı Yiğit 1379 (H. 781) adlı eserlerin zikrinden sonra, asrın büyük mesnevîleri içinde yer alan Hurşidnâme (Hurşîdü Ferahşâd) 1387 (H.789) üzerinde durmak yerinde olacaktır. Şeyhoğlu Mustafa 7903 beyit olan bu eserinde Türkçenin kudretini ölçmüş ve dili işlemiştir. Eser Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlamışsa da Yıldırım Bâyezîd Hana takdim edilmiştir. Eser daha çok Hurşid ile Ferahşad arasında geçen, masal unsurlarına yer veren, aynı zamanda siyâsetnâme cinsinden bir eserdir. Mesnevînin en belirgin yönü beşerî aşkı terennüm etmesidir.
Devrin mesnevî cinsinden bir başka eseri 1387 (H. 789) yılında Kemaloğlu İsmâil tarafından yazılan Ferahnâme’dir. 3030 beyit olan bu mesnevî Mir Gâzî’ye ithaf olunmuştur. Ahmed’in Işknâmesi (Tuhfenâme) ise 15. asrın en son mesnevîsi olarak karşımıza çıkar. 1397 (H.800) yılında yazılan eser Kıpçak şîvesinden aktarılmıştır. 8702 beyittir. Uzun bir aşk hikâyesi durumundadır.
Mevzû çeşitliliğinin ve hayâl genişliğinin verdiği imkânlar bu yüzyılda irili ufaklı pekçok mesnevînin yazılmasına sebep olmuştur. Tursun Fakih’in 510 beyitlik Muhammed Hanefî Cengi ile Gazavat-ı Resûlullah gibi 673 beyitlik mesnevîleri gelmektedir. Ayrıca asrın diğer mesnevîleri Hazret-i Hadice Mevlidi; Kirdeci Ali’nin Güvercin Destanı, Kesikbaş ve Ejderha Destanları ile Hikâye-i Delletü’l-Muhtel adlı masal unsurlarına yer veren eserleri vardır. İzzetoğlu’nun Tâvus Mûcizesi, Sadreddîn’in Mûcize-i Muhammed Mustafa’sı ve Destân-ı Geyik adlı eseri aynı tip eserlerdir. Bunlara ilâveten Kayserili Îsâ’nın Dâsitan-ı İbrâhim’ini; Ömeroğlunun Şefâatnâme’si; Mehmed Yûsuf’un, Dâsitan-ı İblis, Hikâyet-i Kizu Cehûh ve Kâdı ile Uğru Destanı’nı; Yıldırım devri şâirlerinden Niyâzi-i Kadîm’in Mansûrnâme’sini Sule Fakîh’in Yusuf ve Zelîha’sını, Pir Mahmûd’un Bahtiyarnâme’sini ve müellifi bilinen ve bilinmeyen pekçok mesnevînin bu asırda yazıldığı görülmektedir. Bu asırda yazılan mesnevîlerin sayısı bir hayli fazla olup, bunlar kısmen kurulmakta olan Divan Edebiyatı ile Halk Edebiyatı arasında gerek mevzu gerekse tür îtibâriyle bir köprü teşkil ederler. Fakat, bunun yanında bir millî benlik ve arayış da devrin eserlerinde görülür. Ayrıca eserlerde mevzûu dîne dayandırma ağır basar. Kaygusuz Abdal ise Halk Edebiyatı içinde tekke tarafında bulunan Yunus Emre’nin uzantısı durumundadır. Ayrıca Dede Korkut Hikâyeleri önceki asırda teşekkül etmelerine rağmen bu asırda yazıya geçirilmiştir.
Osmanlı Türkçesinin, Âzerî Türkçesiyle katî ölçülerle ayrılmadığı, Batı Türkçesinin bu merkezî devrinde başta Kâdı Burhâneddîn olmak üzere, sonradan Âzerî Edebiyatı içinde yer alacak olan diğer şâirleri ve eserlerini de zikretmek bu yüzyılın umûmî karakteri bakımından gereklidir. Bunlar arasında hakkında yukarıda yer ayırdığımız Erzurumlu Mustafa Darîr, Osmanlı sahasına yakınlık yönünden diğerlerinden ayrılır. Asrın bir başka şâiri dîvân sâhibi Nesîmî bulunmaktadır. O dîvânında, heyecanlı ve ateşli bir edâya, sanatlı ve âhenkli bir söyleyişe yer vermiştir. Gazellerinden başka Tuyuglar da yazmıştır.
On beşinci yüzyılda Osmanlı Edebiyatı: On dördüncü asırda gelişmiş ve temelini atmış bir edebiyattır. Çeşitli kültür merkezlerinde de olsa, teşekkülü 15. yüzyıla bir geniş ufuk verebilmiştir. Bu asrın hemen başında Ankara Savaşı (1402) gibi bir hâdisenin bulunması, Anadolu siyâsî birliğinin kurulmasını geciktirdiği gibi, kültürdeki dağınıklığın da devam etmesine sebep olmuştur. Böyle olmasına rağmen, ekseri zamanlarını Frenklere ayırmış bir beyliğin, bu yönüyle diğer beyliklerden apayrı bir tarafının bulunması ve cihâd aşkının ötekilere galebe çalması ve Müslüman Anadolu Türklüğünün kalbinin Osmanlı Beyliğinin merkezine meylini temin etmiştir. Çünkü beylikler arasındaki kavgalar boş ve mânâsızdır. Fakat Osmanlı Beyliğinin mücâdelesi bunlardan uzak olup, onlarınkine benzememektedir. Sultan Alaeddîn de onları bu gâyeyle birleştirmiştir. Zâten Germiyan Beyliği gibi beyliklerin, her ne halde bulunursa bulunsun, Osmanlıya tâbiiyyeti, diğer beyliklerin de birliğe yönelmesinde örnek teşkil etmiştir. Bu bakımdan, daha önce Şeyhoğlu Mustafa’da görülen hususlar, başta Ahmedî olmak üzere Germiyan’da yetişen diğer şâirlerde de görülmüştür. Geçen asra nispetle 15. yüzyılın farkı, edebiyatta mesnevî türünün devam etmesinin yanında, nesir eserlerin ve dîvânların fazlalaşması, millîliğe önem verilerek târih şuurunun açığa çıkması ve Osmanlı târihinin yazılmaya başlamasıdır.
Daha asrın hemen başında Germiyanlı Ahmedî (ölm. 1412-13/H.815), 1390 (H.792) yılında yazmış olduğu İskendernâme adlı 8760 beyitlik eserini, Yıldırım Bâyezîd’in büyük oğlu Emir Süleyman’a (1402-1410) sunmuştur. Şâir mevzûunu Nizâmî’den almış İskender’in hayâtına yer vermiştir. Altı bölümden meydana gelen eserin son bölümü Osmanlı Melikleri Sülâlesinin târihini teşkil etmektedir. Nihad Sâmi Banarlı tarafından 1939 yılında Dâsitân-ı Tevârih-i Âl-i Osman ve Cemşidü Hurşîd Mesnevîsi adıyla yayınlanan eser Osmanlı târihini manzûm olarak vermektedir. Eserin tamâmı siyâsetnâmeye yakın olup, ansiklopediktir. Ahmedî bu eserinden başka 15. asra Dîvân ile giren şâirlerin başında gelmektedir. Onun Cemşidü Hurşid adlı mesnevîsi de Çelebi Sultan Mehmed’e sunulmuş olup, 4800 beyittir. Bu eser ise daha çok aynı asırda yazılan Tutmacı’nın Gül u Husrev’i gibi aşk mevzûunu işleyen bir eserdir. Zâten bu asırda 14. yüzyılda olduğu gibi dînî mesnevîler ağırlık kazanır. Bunların başında yine Ahmedî’nin ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gelmektedir. Didaktik ve nasihatnâme türünden eserler bu asırda da görülmektedir. Ayrıca tasavvufî eserler de mevcuttur.
Sultan İkinci Murâd Hanın saltanatına kadar mesnevî vâdisinde verilen eserlerin yirminin üstünde olduğunu söylemek gerekir. Bunlar içerisinde hemen hepsinin; gerek mevzu, gerekse konuyu işlemeleri yönüyle, ayrı ayrı kıymetlerinin olduğunu belirtmek yerinde olur. Fakat gerek asrında gerekse bütün bir Osmanlı Türk Edebiyatında varlığını sürdürecek ve günümüze kadar Türk milleti tarafından tutulacak olan eserlerin başında Süleyman Çelebi’nin 1410 yılında tamamladığı ve Bursa’da yazdığı Mevlid’i (Vesiletü’n-Necat) gelmektedir. Mevzuda çeşitlilik îtibâriyle Yazıcı Sâlih’in Şemsiyye’si, Ahmedî’nin Tervihü’l-Ervâh’ı zikredilmesi gereken eserlerdir. Asrı, eserleriyle süsleyen şâirler içinde yer alanlardan birisi de Ahmed-i Dâ’î’dir. Onun Çengnâmesi, Tıbba dâir yazdığı Tervîhü’l-Ervâh’ı Emir Süleyman’a sunulan eserlerdir. Ayrıca Viysü Râmin adlı eserini pâdişâhın emri üzerine tercümeye başlamışsa da ömrü vefâ etmemiştir. Camasbnâme Tercümesi ile Vasiyet-i Nuşirevân ve Mansûrnâme onun diğer eserleridir. Türkçe, müretteb olmayan Dîvân’ı da mevcuttur. Farsça dîvânı ile eserlerinin sayısı 10’u bulmaktadır. Bunlardan Cinân-ı Cenân, Miftâhü’l-Cenne, Sırâcü’l-Kulûb ve Tıbb-ı Nebevî Tercümesi mensurdur.
Sultan İkinci Murâd Han, bu asrın ikinci çeyreğinde ilim ve kültür hayâtına büyük bir canlılık getirmiştir. Sanata, ilme ve fenne düşkünlüğü, şâirliği, ilim adamlarına verdiği kıymet sâyesinde artık Osmanlı Sarayı, Türk ve İslâm dünyâsının merkezi olma yolundadır. Kuruluşundan beri devletin hayâtında görülen kültür faaliyeti ancak onun zamânında şahsiyetini bulmuş ve pekçok eserin, millî açıdan yazılmasına ve tercüme edilmesine sebep olmuştur. Osmanlının önde gelen iki büyük kültür pâdişâhından birincisi olmak şerefi ona âittir. Gerçekten devrinde yazdırdığı eserler ve Türkçeye olan düşkünlüğü, konuları âlim ve şâirlere dağıtması, hattâ tetkikiyle Sultan İkinci Murâd Hanın Türk kültür târihi içinde müstesna yeri vardır. Bu bakımdan devrinin âlim ve şâirleri, eser te’lif ve tercümesinde bir nevi yarış içine düşmüşler. Sultan Adına; manzûm ve mensûr olarak, pekçok eserin ortaya konulmasına ve Osmanlı edebiyatının gelişip serpilmesine sebep olmuşlardır.
Ebü’l-Hayr lakabını alan bu kültür pâdişâhı bütün anlatılanların üstündedir. Onun üstünlüğü oğlu Mehmed’e olan öğütlerinde ve Vasiyetnâmesinde de açıkça görülür. Fakat o, her şeyden önce dindâr bir pâdişâhtır, muvaffakıyeti, hatta iki defâ tahtı oğluna bırakması da ona bağlıdır.
Devrinde Osmanlı sarayı ilmin ve sanatın ve ışığın merkezi olmuştur. Onun etrâfında Hacı Bayram-ı Velî, Emîr Buhârî gibi devri ahlâkî yönden dirilten ve cemiyetin terbiyesini üstlenen büyükler; Molla Gürânî, Alâeddîn-i Tûsî, Şerâfeddîn-i Kırımî, Kırımlı Seydî Ahmed, Alâeddîn-i Semerkandî, Acem Sinan, Alâeddîn Ali Arabî, Fahreddîn-i Acemî ve Seydi Ali Acemî gibi Arabistan’dan, Türkistan’dan ve Kırım’dan gelmiş âlimler bulunmaktadır. Bunların çoğu bilhassa Seyyid Şerif Cürcânî ve Teftâzânî’nin talebeleri olmuşlardır.
Bunlara ilâve tarîkat ehli olan bu dirâyetli pâdişâhın devrinde, başta Bayramîlik olmak üzere Zeynîlik ve Mevlevîliğin sarayda yer tutması da zikredilebilir. Bu açıdan bakılınca, o, Mesnevî’nin ilk tercüme ve şerhini yaptırdığı ve adına izâfeten Mesnevî-i Murâdiyye lakabı ile anılmaktadır. Gerçekten Sultan İkinci Murâd Han zamânı Türk Milletinin içtimâî hayâtında Hacı Bayrâm-ı Velî, Akşemseddîn, Eşrefoğlu Rûmî gibi büyük sûfilerin bulunduğu, tasavvufa temâyülün fazlalaştığı, Zeyniyye ve Mevleviyye tarikatlarının, yüksek mahfillerde rağbet gördüğü ve Bayramîliğin çok yayıldığı bir devirdir.
Tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı pâdişâhları içinde ilk şiir söyleyen de İkinci Murâd Handır. Zamânında Türk-Siyâsî Birliğinin kurulmaya başlamasıyla kültür ve sanat faaliyetleri de artık Osmanlı sarayına taşınmıştır. Bu îtibarla Sultan İkinci Murâd Han adına pekçok manzûm ve mensûr eser yazılıp, ithâf edilmiştir. Devrinde yazılan mesnevîler konu îtibâriyle daha ziyâde dînî tasavvufî, aşk ve macera, târihî-hamâsî, ahlâkî ve dînî, destanımsı-efsânevî, nasîhatâmiz, ansiklopedik ve mizâhîdirler. Bunlar sırasıyla Balıkesirli Devletoğlu Yûsuf tarafından 1424-25 (H.827) yılında yazılan ve bir ilmihâl olan 6960 beyitlik Kitâbü’l-Beyân’dır. Eser, dînî tâbir, terim ve deyim bakımından zenginlik gösterir. Vikâye Tercümesi olarak da anılır.
İkinci olarak Muhammed Hatiboğlu’nun 1425 (H.829) yılında yazdığı, yüz hadis ve yüz hikâyeyi ihtivâ eden 6092 beyitlik Ferahnâmesi gelmektedir. Eser dînî, didaktiktir. Tercüme olup, aslı Arapçadır. Açık bir dile sâhip olan eser, ayrıca hem Karamanoğlu İbrâhim Beye hem de İsfendiyar bin Bâyezîd’e sunulmuştur.
Gülşen-i Râz devrin bir başka eseridir. Şeyh Elvân-ı Şirâzî tarafından 1425-26 (H.829) yılında telif edilmiş olup, 2854 beyittir. Mürettep bir eserdir. Mevzû olarak Mahmûd-ı Şebüsterî’den alınmıştır.
Ansiklopedik bir eser olan ve elli bir bâbı ihtivâ eden Murâdnâme’ye gelince; 10.410 beyittir. 1427 (H.830) yılında tamamlanan bu eser devrin önde gelen hacimli eserleri arasında yer alır ve dil îtibâriyle sâdelik gösterir.
Hüsrev-i Şîrin, 7053 beyit olup, devrin büyük şâiri Hacı Bayrâm-ı Velî’nin mürîdi ve Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ders arkadaşı, şöhreti 19. asra kadar devam etmiş olan, Şeyhî mahlasını kullanan, meşhûr tabib Yûsuf Sinâneddîn tarafından yazılmıştır. Yalnız sondan 109 beyitlik kısmı yeğeni Cemâlî, tarafından yazılmıştır. Şeyhî, eserin mevzûunu, Nizâmî’nin aynı ismi taşıyan mesnevîsinden almıştır. Eserde yer yer gazeller de görülmektedir. Hissî bir aşk hikâyesi şeklinde olan eserde zaman zaman nasihat ve tasavvufî bahisler de görülür.
Şeyhî’nin mesnevî edebiyatı içinde yer alan bir başka eseri 126 beyitlik Harnâme’sidir. Osmanlı Edebiyatı içinde ilk defa görülen mizaha ve hicve yer veren Harnâme Türk mizah ve hiciv edebiyatının gerçek bir şaheseri olarak değerlendirilmiştir. İlhâmını Arapça bir atasözünden alan Şeyhî, eserinde tabiî ve canlı bir dil kullanmıştır, içtimaî meseleleri işlemiştir. Onun Neynâme ve Hâbnâme adlı iki mesnevîsinden söz edilirse de henüz ele geçmemiştir.
Şeyhî, yalnız mesnevî sahasında kalmaz. Dîvân’ı ile de gazel vâdisinde en güzel eserini verir. Zâten gazellerindeki incelik, mazmûnları işleme ve tasavvufa yer vermesi Türk Edebiyatı içinde ona müstesnâ bir mevki kazandırmıştır.
On altıncı yüzyılda Kânûnî Sultan Süleyman’a Câmelnâme şeklinde tercüme ve takdim edilen; Abdi Mûsâ tarafından 1429-30 (H.833) yılında yazılan Camasbnâme İkinci Murâd devrinin bir başka mesnevîsidir. 5122 beyit olan eser daha çok bir masal kitabıdır. Fakat eserde Danyal peygamberin hayâtı ile ilgili bir kısım da vardır.
1436 (H.839) yılında yazılan Mesnevî-i Murâdiyye’ye gelince eser, hayâtı hakkında bilgi bulunmayan mevlevî şâir Muinüddîn bin Mustafa tarafından yazılmıştır. 14.404 beyitten ibâret olan Mesnevî-i Murâdiyye devrin en hacimli eseri olup, hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin birinci defterinin tercüme ve şerhidir. Yalnız eserde 152 adet gazel bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı Farsçadır. Eser daha çok pâdişâh İkinci Murâd Hanın işâretiyle yazılmıştır ve iki ciltten müteşekkildir.
Sînâme: 1310 beyite yer veren bu eser Hümâmî’nindir. 1436 (H.839) yılında tamamlanmıştır. Mürşidü’l Ubbâd veya Mürşidü’l-Ibâd, Ârif tarafından yazılmıştır 1438 (H.840). 20411 beyittir. Bu mesnevî dört bölümden ibârettir. Tasavvufî ve öğretici olan eserin dili sâde, fakat sanat yönü tesirli değildir. Aynı yıllarda yazılan Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-Âdem adlı eser 369 beyit olup, Ârif’in küçük bir mesnevîsidir. Yine aynı târihlerde Muhammed bin Selmân Mevlid’ini yazmıştır. 800 beyitten fazla olan eser Erzurumlu Mustafa Darir’in eserini de sayarsak bu nev’de Türkçede dördüncü olarak görülmektedir. Ârif’in, Muhammed aleyhisselâmın mîrâcını konu alarak yazdığı Mîrâcnâme’si ise 2000 beyite yakın bir eserdir. Yine onun 1402 beyitlik Vefatü’n-Nebi adlı mesnevîsini zikretmek yerinde olur. Görüldüğü gibi o üç eserinde de Muhammed aleyhisselâmın hayâtını işlemiştir. İsimsiz bir mesnevîsinin olduğunu da zikretmek gerekir.
İkinci Murâd Han devrinin hacim îtibâriyle önde gelen mesnevîlerinden biri de 12.239 beyit olan Âşık Ahmed’in yazdığı Câmiü’l-Ahbâr adlı eseridir. 20 babdan meydana gelen eser hikâyelere yer verir. Dili devrine göre açıktır. Gülşen-i Uşşâk (Hümâ vü Hümâyûn) orta hacimde bir mesnevîdir 1446 (H.850) yılında te’lif edilmiş olup, 4559 beyitten meydana gelmiştir. Mevzuu, Arap diyârında çocuğu olmayan Menuşeng adlı bir pâdişâhtır. Eser Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî tarafından yazılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed ve İkinci Bâyezîd Han zamanlarını da idrâk eden Cemâlî’nin ele geçmemiş Yusuf ile Zeliha ve Miftâhü’l Ferec adlı mesnevilerini de zikretmek yerinde olur. Onun başka risâlelerinin bulunduğu da bilinmektedir. Cemâlî’nin eserlerinde sanat yönünün ağır bastığı da bir gerçektir.
Sultan İkinci Murâd zamânında yazılan ve mevzu bakımından dikkat çeken yegâne eser Gelibolulu Zaifî tarafından yazılan ve pâdişâhın savaşlarına yer veren Gazavât-ı Sultan Murâd ibni Muhammed Han adlı eserdir. 1446-51 (H.850-5) yılları arasında yazılan eser târihî ve edebî olup, gazavât nevindendir ve 2566 beyittir.
Gerek halk arasındaki yeri gerekse edebî eser olarak değeri gözönüne alınınca devrin önde gelen bir başka eseri Yazıcıoğlu Muhammed bin Sâlih bin Süleyman’ın 1449 (H.855) yılında yazdığı 9008 beyit ihtivâ eden Muhammediyye’sidir. Bunlara ilâve olarak Ahmed Hayâlî’nin Ravzat-ül-Envâr ve Tarîkatnâmesi’ni zikretmek gerekir.
Mensûr eser olarak İkinci Murâd Han zamânında yazılan eserlerin başında İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd gelmektedir. Kasım bin Muhammed Karahisarî tarafından Farsçadan tercüme edilmiştir. Kemâleddîn bin Îsâ ed-Dümeyrî’nin, Hayâtü’l-Hayavân’ı, Gülistân’ın Manyasoğlu tarafından aynı adla yapılan tercümesi, Mahmur bin Muhammed Şirvânî’nin Tuhfe-i Murâdî’si, Mercimek Ahmed’in Kâbusnâme Tercümesi, Yazıcıoğlu’nun Târih-i Âl-i Selçûk’ı, Hızır bin Celâleddîn’in İbni Kesir Târihi Tercümesi, Mahmûd bin Kâdı Manyas’ın A’cebü’l-U’cab’ı, Ârif Ali Molla’nın Dânişmendnâme’si, Mustafa bin Seyyid’in Cevâhirnâme-i Sultan Murâdî’si, Ahmed-i Dâî’nin Tezkiretü’l-Evliyâ Tercümesi, Mehmed bin Abdullatif’in Bahrü’l-Hikem’i, Hızır bin Abdullah’ın Kitâbü’l-Edvâr’ı, Mukbilzâde Mü’min’in Zahîre-i Murâdiyyesi ile Miftâhü’n-Nûr ve Hazaini’s-Sürûr’u zikredilmesi gereken eserlerdir. Aslında bu devirdeki mensûr eserler bunlarla da kalmaz. Mûsâ bin Mesûd’un eseri Kırk Vezir Hikâyesi, Firdevsî’nin Şehnâme Tercümesi bunlara ilâve edilmelidir. Yine bu devre kadar olan şâirlerden toplama bir mecmua olan, daha çok gazellere yer veren Ömer bin Mezîd’in Mecmûâtü’n-Nezâir’i Sultan İkinci Murâd Hana adanmıştır. Böylece bu pâdişâh zamânında tezkireciliğin nüvesi teşekkül etmiştir.
Osmanlı Devletinde şiir, ilk önceleri gazel tarzının azlığına rağmen Mesnevî sahasında kendini gösterir. Buna rağmen Osmanlı edebiyatı divan edebiyatı gibi bir isimle anılmakta ve sâdece dar bir çerçeveye sıkıştırılmak istenmektedir. Bu bir bakıma hemen her sâhada eser vermiş bir milletin, divan kelimesini öne sürerek, kabiliyetini ve gayretlerini ve kültür faaliyetlerini de inkâra yönelmeden başka bir şey olamaz. On beşinci yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, beyliklerde yazılan eserler de dâhil, mesnevîlerin sayısı yüze yaklaşırken, dîvânların sayısı ona çıkmaz. Bir başka husus gerek Araplarda gerekse Farslarda divan şâiri olan ve divanı bulunan pek fazla şâir vardır. Fakat onlar edebiyatlarının sınırını divan kelimesiyle daraltmazlar. Aynı durum Türk edebiyatı için de düşünülünce doğu Türkçesiyle yazılan pekçok divanla karşılaşırız. Fakat bizde divan edebiyatı denince yalnız Osmanlı edebiyatı akla gelmektedir. KısacasıOsmanlı edebiyatı bir mesnevî edebiyatı olarak başlamıştır.
Akla gelen diğer bir husus, gazel türünün mesnevîye göre kısa bir şiir şekli oluşu, mevzu bakımından geniş tutulmayışı daha sonra, başta pâdişâhlar ve şehzâdeler olmak üzere sarayda yer tutması divanlara olan rağbeti arttırmış olmalıdır. Bu yönden ele alınınca sarayda okunan ve yazılan eserlerin başında divanlar gelmektedir. Fakat bütün bir edebiyata Divan Edebiyatı olarak ad vermek en azından, diğer kültür eserlerini mühimsememek olur.
1404 (H.806) yılında Amasya’da doğan, Osmanlı pâdişâhlarının altıncısı olan bu kudretli pâdişâh, ilim ve kültür hayâtı yanında, batıda Venedik, Eflak, Bizans, Arnavut, Sırp, Macar, Bohemya, Polon, Hırvat ve Alman milletleriyle, doğuda ise başta Karaman Beyliği olmak üzere Anadolu’da yer alan irili ufaklı beylerle mücâdele hâlindedir. Zamânındaki fetihler daha çok batıda gerçekleşmiş olmasına rağmen, bilhassa saltanatının ilk yıllarında Bizans’ın iç karışıklıklara verdiği sebep de vardır. Fakat Sultan Murâd, doğruluğu, hâlis niyeti, fadlı ve merhameti, cesâreti, azim ve tedbiri ve bilhassa ahde vefâsı sâyesinde bütün bunların üstünden gelmesini başarmış, batıda kazandığı zaferlere ilâve olarak doğuda Anadolu Türk Birliğinin kurulmasına gayret etmiştir. Doğudaki birliğin kurulmasından sonra bilhassa Osmanlı Devleti aleyhine batılılarla işbirliği yapma gayretleri şiî olan İran’a düşecektir. Yukarıda yer verdiğimiz husûsiyetleri yanında Sultan Murâd-ı Sânînin âlimleri himâyesi, sanata düşkünlüğü ve edebiyata değer vermesi, bunun neticesinde ilim ve sanat adamlarıyla olan meclisleri bırakmaması da vardır. Târihler onun adâletini, hükümdârlığını cesâret ve cömertliğini zikretmeden geçememişlerdir. Yazılan şiirlerde mübalağalı bir şekilde pâdişâhları övmek vâridse de, bu husus Sultân İkinci Murâd Han için yapılmışsa gerçeğin anlatılmasından başka bir şey değildir.
Sultan İkinci Murâd Hanın, Murâdî mahlasıyla şiir söyleyen ilk Osmanlı pâdişâhı olduğu bilinmektedir. Artık Osmanlı sarayında oğlu İkinci Mehmed de divanda görülecektir. Avnî mahlası ile şiirler yazan, küçük de olsa bir divana sâhip olan Fâtih Sultan Mehmed’in iki oğlu hem Cem Sultan, hem de İkinci Bâyezîd Han, bu yüzyılın ikinci yarısında sarayın yetiştirdiği şâirler olarak bilinir. Bilhassa asrın sonuna doğru Cem Sultan ve Bâyezîd-i Velî şiire kendilerini de katarlar. Cem Sultan şiirlerinde Cem mahlasını, İkinci Bâyezîd de Adlî’yi kullanır. Yalnız Cem Sultan’ın bunlardan ayrı bir tarafı onun edebiyatımıza Cemşid ü Hurşid adlı bir mesnevî bırakmış olmasıdır. On altıncı asırda bu halka daha da genişlemektedir.
On beşinci yüzyılın sarayda kudretli şâiri Şeyhî’dir. Ancak İkinci Murâd Handan sonra Şeyhî yerini Ahmed Paşaya bırakacaktır. Fâtih zamânında Osmanlı Türkçesinin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa haklı olarak Sultânü’ş-Şuâra (Şâirlerin Sultanı) ünvanını da almıştır. İnce, zarif, nüktedan, keskin zekâlı ve hazırcevap bir şâir olan Ahmed Paşa, Fâtih’in sohbet arkadaşıydı. Onun Osmanlı Hânedanına karşı, riyâdan uzak, samimi ve ciddî bir bağlılığının bulunması en güzel gazellerini İkinci Mehmed’e sunmaya sebep olmuştur. Pâdişâhla hocası şâir arasında ayrıca şiire dayalı yârenlikler onun bir başka cephesini aksettirmiştir. Onunla Osmanlı edebiyatına “nazîrecilik” de girmiştir. Yine “târih düşürme” sanatı onda mühim bir yer tutar.
Bu devirde Saraya yakın, tesirli üçüncü şâir Necâtî’dir. Ahmed Paşanın Şâirler Sultanı diye anıldığı zamanlarda, Necâtî’nin şiirleri onun meclisine kadar ulaşmış ve dikkatini çekmiştir. Bilhassa Necâti’nin döne döne redifli gazeli bu câzibeyi temin etmiştir. Necâtî, mühtedî bir şâir olarak tanınmasına rağmen Türkçeyi en güzel kullanan şâirlerin başında gelir. Onun içindir ki, sesi asırlara hâkim olacak ve tesiri devam edecektir. Çeşitli devlet hizmetinde bulunan Necâtî, 1509 yılında Vefâ’da vefât etmiştir. Şiirlerinde en çok Türkçe kelimelere yer vermiş, mecbur kalmadıkça yabancı asıllı kelimeler kullanmamıştır. Şâir bu yönüyle Türkçecilik cereyânı içinde müstesna bir mevkie sâhiptir. 650 gazeli ihtivâ eden bir Dîvân bırakmıştır. Şiirlerine devrinde ve daha sonraki zamanlarda nazîreler söylenmiştir.
Hümâmî, Atâyî, Sâfî, Cemâlî, Adnî, Nişânî, Melihî, Sâdi-i Cem, Mesihî ve Aydınlı Visâlî devrin diğer şâirleri olarak bilinirler.
Divanların çoğalmasına karşılık Mesnevî Edebiyatı da varlığını bir hayli gösterir. Bunların başında hamse sâhibi Akşemseddînzâde Hamdullah Hamdi gelmektedir. Yusuf ile Zeliha, Kıyâfetnâme, Tuhfetü’l-Uşşâk, Leylâ vü Mecnun ve Mevlid adlı eserleri hamsesini meydana getiren mesnevîlerdir. O bilhassa Yusuf ile Zeliha adlı mesnevîsiyle şöhret bulmuştur. 1503 yılında vefât etmiştir. Tâcizâde Câfer Çelebi (ölm. 1515) asrın bir başka mesnevî şâiridir. Hevesnâme’si İstanbul’u anlatan bir mesnevîdir. Ayrıca Dîvân’ı da vardır.
Asrın diğer bir mesnevî şâiri de Edirneli olan ve Revânî diye anılan İlyas Şücâ Çelebi’dir. İkinci Bâyezîd Han ile Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar olmuştur. Dîvân’ından Başka İşretnâme adlı bir mesnevîsi de vardır. Şiirlerinde mahallî renklere tesâdüf edilen Revânî’nin İşretnâmesi ile Osmanlı Edebiyatında yeni bir konu işlenmiştir. Zâten 16. asra girerken konulardaki çeşitlilik daha da genişleyecek ve Osmanlı Türk Edebiyatı pek fazla bir gerçekçiliğin içinde olacaktır. Tâcizâde de yukarıda bahsedilen eseriyle şehirlere açılmış ve İstanbul’u anlatmıştır. Bu arada yine Hikâyet-i Şirînü Perviz-Rivâyet-i Gulgûnü Şebdîz adlı mesnevîsini Yavuz Sultan Selim Hana sunan Âhî’yi zikredebiliriz. Fakat asrın büyük mesnevî yazarları Lamiî Çelebi ile Taşlıcalı Yahya Beydir.
İkinci Murâd Han devrinde yazılan ve mensûr olan eserlerden başka 15. yüzyılda bu sahada en güzel eseri Sinan Paşa (1440-1486) vermiştir. 1476 yılında Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından sadrâzamlığa getirilen Sinan Paşa Tazarrunâme’si ile haklı bir şöhret kazanmış ve bu sahadaki tesirleri Yakub Kadri’ye kadar devam etmiştir. Şeyh Vefâ Konevî’ye intisâb eden Sinân Paşanın Tazarrunâme’sinden başka yine nesir sahasında Maârifnâme ve Tezkiretü’l-Evliyâ adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Hâsılı o, ortaya koyduğu eserleriyle devrine damgasını vurmuş ve tesiri Cumhûriyet dönemini de içine almıştır. Onun Tazarrunâme’si büyük samimî bir münâcaat, Maârifnâmesi ahlâk kitabıdır. Tezkiretü’l-Evliyâ’sı ise velilerin hayâtı ve menkıbelerine ayrılmıştır. Yine 1453 yılında yazılan ahlâk kitaplarından birisi de Ali bin Hüseyin’in Tâcü’l-Edeb adlı eseridir.
Bu devirde yazılan târih kitapları da, Enverî’nin Aydınoğulları Târihine yer verdiği ve 1469 yılında veziriâzam Mahmûd Paşaya sunduğu manzûm Düstûrnâme’si bir tarafa bırakılırsa, mensûr saha içinde görülür. Bunların başında Tursun Beyin Târih-i Ebü’l-Feth’i gelmektedir. İstanbul’un fethine katılan Tursun Bey, târihini 1442-1488 yıllarına âit 46 yıllık vak’alara ayırmıştır. Beyâtî’nin, Câm-ı Cemâyîn adlı eseri bu cinsten bir başka eserdir. Bunlardan başka Âşık Paşanın torunu olan Derviş Ahmed Âşıkî’nin ve Oruç Beyin, Yazıcıoğlu’nun, Neşrî’nin, Sarıca Kemâl’in eserlerini zikretmek yerinde olur.
İkinci Bâyezîd devrinde ise Süleymannâme adlı büyük eseriyle Firdevsî-i Tavîl, Kıvâmî’nin yine İkinci Bâyezîd Han devrinde yazdığı Fetihnâme-i Sultan Mehmed adlı eseri canlı müşâhedelerle ortaya konulmuş bir başka eserdir. Fakat daha ziyâde şiirle yazılmış olup, İstanbul’un fethini anlatır.
On beşinci yüzyılda Halk Edebiyatı olarak Osmanlı edebiyatında İkinci Murâd Han zamânında Hacı Bayram-ı Velî ile başlayan bir ekol, daha ziyâde tekke içi olarak devam etmiştir. Onun tâkipçileri daha çok Akşemseddîn hazretleri (1389-1459) ve Eşrefoğlu Rûmî (1353-1469)dir. Akşemseddîn hazretlerinin İstanbul’un fethindeki hizmetleri her türlü takdirin üstündedir. Eşrefoğlu Rûmî’ye gelince, bir Dîvân ile Müzekkinnüfûs adlı meşhur dînî tasavvufî eserini yâdigâr bırakmıştır. Yine Karamanlı şâir Kemâl Ümmî de ilâhîleriyle tekke şiiri içinde kalmış ve ünü diğer Türk illerine de yayılmıştır.
Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları bir destan havası içinde, efsânevî Osmanlı târihini işleyerek halk edebiyatı sahasında yeni bir çığır açarlar. Bilindiği üzere Türk Milleti destan yönünden büyük eserleri olan bir millettir. Ancak bunların bâzıları tam olarak ele geçmemiştir.
On altıncı yüzyılda Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî de dâhil edilirse, bütün bir asır şâir pâdişâhlarla doludur. Hattâ bu durum taşrada şehzâde mahfillerine kadar taştığı gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesiyle terennüm eden ve Osmanlı Devletine bağlı Kırım Hanlarından Gâzi Giray’a kadar uzanmaktadır. Böylece hükümdarların ilimden ve şiirden anlamaları âlimleri ve şâirleri etrâfına toplamaları âdeti gerçekleşmiş oluyordu. Yalnız âlim ve şâirlerin hükümdar saraylarında olması ve ileriye doğru devletin götürülüşü bu asrın yegâne karekteri olup, pâdişâhların şanına uygunluğu devrin bir başka husûsiyetidir. Bu hâl eski Türk an’anesine de sadâkattan başka bir şey değildir.
Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar gözönüne alınınca, gerek mahallî ve taşralı; gerekse İstanbul içinden edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şâirlerin yetişmesi devrin bir başka husûsiyetidir. Tezkireler ve şiir mecmuaları karıştırıldığı takdirde pekçok şâirin bu yüzyıla ses getirdiği görülür. Ayrıca bu asırda, sâkinâmeler, kırk hadîsler, şehrengîzler, gazavâtnâmeler ve bu cinsten eserler olan Selimnâmeler, Süleymannâmeler, hicivler, târihler, makteller, şikâyetnâme gibi mektuplar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir mevzu genişliğine sebep olmuşlardır.
Başta Dîvân’ı olmak üzere pekçok eserin sâhibi olan Mahmûd Lâmii (1472-1532) ehl-i tarik bir kimsedir. İlk edebî eserini İkinci Bâyezîd Han devrinde vermiştir. O, sırasıyla Şevâhüdü’n-Nübüvve, Nefehâtü’l-Üns, İbretnâme, Şerefü’l-İnsan, Maktel-i İmâm-ı Hüseyin, Veys ü Râmîn, Bursa Şehrengîzi, Vâmik u Azrâ, Hüsn ü Dil, Letâif, Münâzarât-ı Bahâr u Şitâ gibi eserlerinin yanında bir Lügât yazdığı gibi, Gülistân’ın dibâcesini de şerh etmiştir.
Tokatlı Kemâlpaşazâde’ye gelince (1468-1534); o da asrın ikinci çeyreğinde, Dîvân’ı, Esrarnâme Tercümesi, Yusuf u Zeliha’sı ve İkinci Bâyezîd’in işâreti üzere yazdığı Tevârih’i Âl-i Osman ile dikkati çeker. Zembilli Ali Efendinin ölümü üzerine Şeyhülislâmlık makâmına getirilen ve tesiri Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya kadar, bilhassa tekke edebiyâtında devam eden Şemseddîn Ahmed Kemalpaşazâde, Gülistan’a nazîre olarak Nigâristan adında başka bir eser daha yazmıştır.
Asrın, cilt cilt gazel yazan, bir noktada Bâkî gibi kudretli şâirlerin yetişmesini sağlayan şâiri Zâtî (1471-1546)dir. Dükkânını şiir mahfili hâline getiren Zâtî’nin en büyük eseri Dîvân’ıdır. Ayrıca mesnevî olarak; Şem ü Pervâne, Ahmedü Mahmûd, Edirne Şehrengîzi, Siyer-i Nebi ve Mevlid gibi eserleri vardır.
Kânûnî Sultan Süleyman Han gibi muhteşem bir hükümdarın zamânında Taşra’daki sesler de İstanbul’da yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Âzerî Türk Edebiyatı içinde, dili bakımından, ayrı bir yer alsa bile, gönüldeki bağla İstanbul’a bağlanan Fuzûlî’dir. Diğeriyse Vardar Yenice’sinden seslenen Hayâlî’dir. İkincisinin sâdece bir Dîvân’ı vardır. Fuzûlî ise, menşe îtibâriyle Arap Edebiyatına bağlı olan Leylâ ve Mecnun adlı mesnevîsini Üveys Paşaya sunmuştur. O, bu eserin tertip ve tahririnde kendisine göre yenilikler yapmış, neticede onu millî ve orijinal bir şekle sokmuştur. Fuzûlî ilimsiz şiirin olamayacağını söyleyen bir sanatkâr olup, yaşadığı topraklarda sanatını bulmuş, Bağdat gibi büyük bir kültür merkezinin havasını teneffüs etmiştir. Onun Bağdat, Kerbelâ gibi her zaman Türk dünyâsının ortasında bulunması doğu ve batı Türklüğünden haberdâr olmasına sebep olmuştur. Eserlerinin çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte, hattâ mevzûunu seçişte köprü vazifesi gören bu coğrafyanın mühim tesiri vardır.
Dîvân’ı en mühim eserleri arasında yer alır. Arapça ve Farsça dîvânından başka Heft Câm adlı Sakinâme’si, Rindü Zâhid’i, Hüsnü Aşk’ı, Şikâyetnâme’si, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, Muammâ Risâlesi, Matlâu’l-İ’tikâd’ı, Şahü Gedâ’sı, Farsça Enîsü’l-Kalb’i ve kasideleri, Türkçe-Farsça Manzûm Lügât’ı ve Türkçe Mektup’ları onun belli başlı eserlerini teşkil ederler.
Bu yüzyılda mizah, genç yaşta hayâtını kaybeden tâlihsiz şâir Figanî’de görülür. O bize sâdece bir Dîvânçe bırakmıştır. Trabzonlu olan bu şâir 1532 yılında bir iftirâya kurban giderek öldürülmüştür. Asrın üçüncü çeyreğinde ölen Emrî (doğ. 1575)de muammâ ve târih düşürmeye hevesli olmasına rağmen hiciv şiiri yazan şâirler arasında sayılabilir. Dîvân sâhibi olan ve Yavuz Sultan Selim Hanın cülûsuna âit yazdığı Selimnâme’siyle dikkat çeken bir başka şâir Hayâlî’nin doğup büyüdüğü ve yetiştiği kültür merkezlerinden gelen İshak Çelebi (ölm. 1536)dir. Ayrıca bu devrin dîvân sâhibi olan iki büyük şâiri Nev’î (1533-1599) ile Rûhî-i Bağdâdî (ölm. 1606)dir.
Kırk yaşına geldiği zaman, şâir, cengâver, kudretli büyük bir hükümdarın ölümüne ağlayan ve mersiyesiyle canlı ve içli bir şekilde bu hâdiseye yer veren, devrin ünlü hocalarından ders gören, medrese havasının çekiciliğine kapılan ve yetişmesiyle Şeyhülislâmlık makâmına liyakat kesbeden, hâsılı asrın ikinci yarısını dolduran ve Kânûnî Sultan Süleyman Hana candan bağlı olan şâir Bakî (Mahmûd Abdülbâkî) (1526-1600) asrın Sultanü’ş-şuârâsı olarak kalmıştır. Dünyâ kavgalarının, menfaat düşüncelerinin hiçbir işe yaramadığını:
Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf
beytiyle dile getirmiştir. Sözü dizmede ve seçmede ona yetişen şâir yoktur. Sanatı yüce, hissi ve duyuşu derin olan Bâkî’nin kendisinden sonra yolunu tâkip eden şâirler çıkmış ve Bâkî Mektebi (ekol) kurulmuştur. Gerçekten imparatorluğun dört bir yanından ses veren şâirler onun gibi söylemeye gayret ederek bu mektebin devâmını temin etmişlerdir.
Mahmûd Abdülbâkî başta Dîvân’ı olmak üzere büyük ve hacimli eserler bırakmıştır. Bunlar Fezâilü’l-Cihâd, Meâlimü’l-Yakîn ve Fezâîl-i Mekke adlı eserlerdir. Bunlardan Meâlimü’l-Yakîn; Muhammed aleyhisselâmın hayâtını anlatan bir siyerdir. Bâkî’nin dili Dîvân’ında yer yer ağırlık göstermesine rağmen, mensûr olan diğer eserlerinde açık ve anlaşılır bir dildir.
Bu kadar divan şâirinin içinde Mesnevî Edebiyâtı 16. yüzyılda görülen dîvânlarla at başı yürür. Kara Fazlı (ölm. 1563) Nahlistan adlı mensur hikâyesinin yanında Lehcetü’l-Esrâr, Hümâ ve Hümâyûn ile Gül ü Bülbül adlı mesnevîlerini yazar. Fakat bu yüzyılda hamse sâhibi olarak Taşlıcalı Yahya görülmektedir. Hamsesini Gencîne-i Râz, Kitâb-ı Usûl, Şah u Gedâ ve Gülşen-i Envâr adlı mesnevîler meydana getirmektedir. Ayrıca bir de Dîvân’ı vardır. Lâmiî Çelebi’nin yukarıda bahsedilen eserleri içinde Bursa Şehrengîz’i Bursa’nın güzel yerlerini tanıtmaktadır. Bu da şâirin ehl-i tarîk olmasına bağlanabilir.
Bu yüzyıla mesnevî getiren şâirler arasında; Âzerî İbrâhim Çelebi (ölm. 1585) Nakş-ı Hayâl, Ravzatü’l-Envâr adlı mesnevîleriyle, Bursalı Cenânî Mahzenü’l-Esrâr, Riyâzü’l-Cinân ve Cilâü’l-Kalb adlı üç mesnevîsiyle Lârendeli Hamdî Kıssa-i Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevîsiyle görülürler.
On altıncı yüzyılın nesir sahasındaki belli başlı eserleri târih ve tezkire vâdisindedir. Yukarda kendisinden bahsettiğimiz Kemalpaşazâde Şemsüddîn Ahmed’in Tevârîh-i Âl-i Osman’ından başka: Tosyalı Celâlzâde Mustafa Çelebi (1494-1567) Tabakâtü’l Memâlik fî-Dereceti’l-Mesâlik adlı ilim ve edebiyat sahasındaki eserini ve Selimnâme’sini yazmıştır. Lütfî Paşa (1488-1563) ise Âsafnâme ile Tevârîh-i Âl-i Osmân’ını yazmıştır. Selânikî Mustafa Efendi (ölm. 1600)’ye gelince Ferhad Paşanın sadrâzamlığından sonra Rûznâme-i Humâyûn yazmak için vazifelendirilmiştir. Bu eserinde Selânikî devrin eksik ve aksayan taraflarını ele alıp, tahlil ve tenkit etmiştir. Hasan Can’ın oğlu olan Hoca Sâdeddîn Efendi (1536-1599) ise devrin büyük târihçisidir. Osmanlı târihini iki cilt hâlinde yazmış ve Tâcü’t-Tevârîh adını vermiştir. Uslûbu canlı olup, sanatla doludur. Nesrinin esâsını bilhassa secîli, kâfiyeli ve sanatlı yazısı meydana getirir.
Devrin bir başka târihçisi Gelibolulu Âli (1541-1600)’dir. En mühim eseri dört ciltten meydana gelen Künhü’l-Ahbâr’ıdır. Ayrıca Nasîhatü’s-Selâtîn, Kavâidü’l-Mecâlis ve Menâkıb-ı Hünerverân adlı eserlerin de yazarıdır.
Beylikler devrinden bu asra kadar, hemen her sahada gittikçe genişleyen Osmanlı Edebiyatı artık onların toplu olarak gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi husûsunda, yetiştirdiği kalem sâhipleri sâyesinde, gerekeni de ihmâl etmemiştir. Önceleri antoloji şeklinde şiir mecmûalarıyla başlayan bu zevk üstünlüğü 16. asırda tezkirelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aslında tezkireciliğe İran ve Çağatay Türkçesi edebiyatlarında önceden şâhit olmaktayız. Osmanlı tezkirecileri bilhassa kendilerine örnek olarak, Devletşâh ve Nevâî tezkirelerini seçmişler ve bu klasik tarzın tâkipçisi olmuşlardır.
Bu asrın tezkirecilerinin başında dîvân sâhibi olan Sehî (ölm. 1548) Heşt Behişt adlı tezkiresiyle birinci durumdadır. Sırasıyla Latîfî (1491-1582) kendi adıyla anılan Latîfî Tezkiresi’ni, Âşık Çelebi (1520-1572) Meşâirü’ş-Şuarâ’sını, Kınalızâde Hasan Çelebi kendi adıyla da zikredilen Tezikretü’ş-Şuarâ’sını Ahdî Gülşen-i Şuarâ’yı yazmıştır. Gelibolulu Âli’nin yazdığı Künhü’l-Ahbâr adlı eserin son bölümü de tezkire olarak zikredilmelidir. Ayrıca Mecmau’n-Nezâir ve Câmiü’l-Meânî gibi antolojiler de bu asırda görülen şiir mecmualarıdır.
Bu yüzyılda seyâhat edebiyatıyla da karşılaşmaktayız. Seydi Ali Reis (ölm. 1562) bu sahada Mir’âtü’l-Memâlik ve Kitâbü’l-Muhît adlı eserlerini yazar. Bunlardan başka Pirî Reis’in Kitâb-ı Bahriye’si gibi eserler asrın zikre değer eserleridir.
Halk edebiyatı tarafından bakılınca bu asırda tekke şâirleri ön plânda gelirler. Bunlar arasında Şeyh İbrâhim Gülşenî, Ahmed-i Sarbân ile Ümmî Sinân en çok tanınanlardır. Bunlara ilâveten Muhyiddin Üftâde (ölm. 1580), Seyyid Seyfullah Halvetî ve İdris-i Muhtefî (ölm. 1615)yi zikretmek gerekir. Bunların hepsi devlete bağlı, millete inanan, bir bakıma halkın terbiyesini üzerlerine alan tekke şâirleridir. Fakat bu asrın azılı Osmanlı düşmanı hurûfî şâir ve ihtilâlcisi Pîr Sultan Abdâl halk edebiyâtında devlete ihânet yönünden müstesnâ bir mevki ittihâz eder. O,
“Açılın kapılar Şâh’a gidelim”
ve
“Kâtib ahvâlimi Şâh’a böyle yaz”
derken başka bir ülkenin İran’ın şâhını arzulamaktadır. Onun gitmek ve haber vermek istediği kimse İran Şâhı Tahmasb’dır.
Halk edebiyatı içinde bu yüzyılın zikre değer diğer şâirleri, Kul Mehmed, Öksüz Dede ve Çıldırlı Hayâlî’dir.
Köroğlu ise devrin başka bir renkli simasıdır. Özdemiroğlu Osman Paşanın kuvvetlerine katılması muhtemel bir Celâlî eşkıyâsı olduğu söylenen Köroğlu kendi adı ile anılan Köroğlu Destanı’nın kahramanı durumundadır. Bu îtibârla bu devirde halk hikâyelerinin varlığı ayrı bir husustur. Mehdî mahlasıyla şiirler söyleyen Derviş Hasan bunlardandır. Ayrıca Magrib Ocakları’nın saz şâirleri de bu kısma girer.
Fakat 17. yüzyılda Osmanlı Edebiyatı içerisinde halka daha dönük bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan 17. asır, Osmanlı Halk Edebiyatının altın çağını meydan getirmiştir. Serpinti ve tesirleri 18. asır, Osmanlı Türk Saray Edebiyatına da ulaşan bu edebiyat sâyesinde, Divan şiirinde bile mahallîlik ortaya çıkmış hattâ devrin Nedîm gibi ünlü şâirleri bu cereyânın içinde türkü bile yazmıştır.
On yedinci asırda Halk Edebiyatı yine tekke ve saz kolu olmak üzere ikili bir durum içindedir. Aslında bu durum Osmanlı Türk Edebiyatının başlangıcından beri var olup, onun bir devâmı şeklindedir.
Bu yüzyılın Tekke Edebiyatı içinde yer alan başlıca şahsiyetleri Âdem Dede (ölm. 1652), Aziz Mahmûd Hüdâyî, Niyâzî-i Mısrî’dir. Bu şâirlerin hepsi bir tarîkata mensup olup, şeyhtirler. Onlar meydana getirdikleri mahfillerde halkı irşâd ve terbiye yönüne gitmişler ve tesirli şiirler söyleyerek eserler meydana getirmişlerdir. Bunların ilimle uğraşmaları, insanlara doğru yolu göstermeleri önde gelen meziyetlerindendir.
Âdem Dede daha çok Mevlevî Tarîkatı içinden gelir. Önce Konya’da Bostân Çelebi’nin, daha sonra İstanbul’da İsmâil Ankaravî’nin yanında yetişmiştir. Daha sonra Galata Mevlevîhânesi şeyhi olmuş olan bu Mevlevî Dedesi, zekî, nüktedân, ârif ve hoşsohbet bir sûfîdir. Arapça ve Farsça şiirleriyle klâsik edebiyâta giren ve Türkçe olan gazelleri mevcuttur. Fakat onun en mühim tarafı mevlevîlik içinde hece ile, Yunus tarzında şiirler söylemesidir. Tesiri Şeyh Gâlib’e kadar uzanan Âdem Dede’nin bu îtibârla Türk Halk Edebiyatı içinde mühim bir mevkii vardır.
Azîz Mahmûd Hüdâyî ise Celvetiye Tarîkatının kurucusudur. Şeyh Üftâde’ye intisâb etmiş, şeyh olmuş Üsküdar’da kendi adıyla anılan dergâh, devri için ruhânî terbiyenin mihrakı durumuna gelmiştir. Nefâisü’l-Mecâlis ve Câmi-ul-Fezâil başta olmak üzere yirmiden fazla eserinin olduğu bilinmektedir. Devrinin hem aruz, hem de hece vezniyle şiir söyleyen şâirleri arasında olup, Dîvân’ı vardır.
Niyâzî-i Mısrî aslen Malatyalıdır. Halvetî, Tarîkatına mensuptur. Mısır’da tahsil gördüğü için Mısrî denilmiştir. Yunus Emre Ekolüne mensuptur. Hakkında birçok menâkib vardır. Arapça ve Türkçe çeşitli eserleri mevcuttur. 1694 yılında Limni’de vefât eden Niyâzi-i Mısrî, Yunus Emre’nin 17. asırdaki sesidir.
Osmanlı Türk saz şâirleriyse bu yüzyılda alabildiğine çoğalmıştır. Muhtelif askerî topluluklar içinden saz şâirleri yetiştiği gibi ülkenin dört bir tarafından pekçok saz şâiri çıkmıştır. Bunun neticesi olarak birçok mahfiller teşekkül etmiş, saraydan kahve köşelerine kadar mesîrelerde, panayır ve ocaklarda saz şâirleri görülür olmuştur. Ayrıca gazel ve murabbâ şekilleri de halk şâirleri arasında rağbet görmüştür. Bu devrede, 1908 yılından sonra gerçekleştiği söylenen iki zümre, konuşma ve yazı dili birbirine ziyâdesiyle yaklaşmıştı.
Bu asırda yetişen saz şâirleri arasında en önde gelen şâir Karacaoğlan’dır. Güney Anadolu’dan yetişen bu gezgin Türkmen şâiri 16. yüzyılın sonlarından îtibâren şöhretini duyurmaya başlamış, 17. yüzyılda ise bu şöhretin zirvesine çıkmıştır. Şiirlerine bakılırsaonun coğrafyasında bütün bir imparatorluk yer alır. Ancak nereleri gezdiği, nerelerde kaldığı pek belli değildir. Bu zeki ve hisli Türkmen çocuğu halk zevkinin bütün inceliklerini zorlamış ve konuşturmuştur. Şöhretinin diğer Türk illerinde de yayılması, onun adına efsânevî Karacaoğlan hikâye ve deyişlerini ortaya çıkarmıştır. Şiirinde sosyal meseleler, âdetler, gelenek ve görenekler yer aldığı gibi sanatlı söyleyişini, tasvirlere ve mecazlara yer verdiğini belirtmek gerekir. Nerede doğup nerede öldüğü belli olmayan Karacaoğlan şiirlerinde tabiata mühim yer verir. O bir bakıma, tabiatı ve kadın güzelliğini hareket noktası olarak almıştır.
Gevherî ve Âşık Ömer de devrin kudretli halk şâirleridir. Bunlardan Gevherî yüksek zümre ediplerine de tesir etmiş bir şöhrettir. Devrinin sosyal hayâtına ve cemiyet dâvâlarına fazla ilgi duymayan şâir, âşıkâne duygularla söylenmiş şiirleriyle tanınmaktadır. Hattâ gazel söyleyen divan şâirleriyle arasında bir uygunluk göze çarpar. Söylediği, koşma, semâî, türkü ve türkmanî gibi şiirlerde divan şâirlerinin kelime ve kâfiyelerine yer verir.
Âşık Ömer ise muhtemelen Konya’nın bugün Gezlevi şeklinde anılan Gözlevi’de doğmuş bir şâirdir. Savaşlara katılmasının verdiği bir hâlle Rus, Avusturya ve Venedik harplerine âit manzumeler yazmıştır. Zâten o, Dördüncü Mehmed, İkinci Ahmed ve İkinci Mustafa gibi pâdişâhların devrini idrâk eden bir şâirdir. Gezici bir şâir olması, Âşık Ömer’in diğer bir yönüdür. Bütün bunların yanında onun Türk saz şâirlerinin üstadı sayıldığı da bir gerçektir. Şiirlerine nazîreler söylenen Âşık Ömer, yüksek zümre şâirleri tarafından da üstün tutulmuştur.
Ola Âşık Ömer’in cilvegehî adn-i celîl
mısraından anlaşıldığına göre 1707 târihinde vefât etmiştir.
Yine 17. yüzyılda Kuloğlu Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa, Öksüz Ali gibi halk şâirleri yanında Girid’de yetişen ve savaşa katılan Âşık, Seyyâhî’yi de saymak gerekir. Ancak Girid Savaşını işleyen Keşfî, Üsküdarî, Yamak, Kul Muslu, Memioğlu, Şahinoğlu ve Mecnûn’u da zikretmek lâzımdır.
Bu yüzyılda Kerem ile Aslı ve Âşık Garîb gibi hikâyelerinin teşekkül ettiği; Karagöz ve Kukla oyununun ortaya çıktığı görülmektedir.
On yedinci yüzyılda divan şâiri, devletin duraklama devrine girmesine rağmen yükselmesine devam etmiştir. Bu aslında mîmârî gibi diğer sanat dallarında da kendini göstermiştir. Bu asrın pâdişâhları da şiiri elden bırakmamışlardır. Adlî mahlasını kullanan Sultan Üçüncü Mehmed, şiirlerinde Peygamber efendimize duyduğu derin muhabbet ve saygıyı eksik etmeyen ve Bahtî mahlası ile şiirler yazan Sultan Birinci Ahmed; Fârisî’yi mahlas olarak kullanan Sultan İkinci Osman Han, hep şâir hükümdar olarak karşımıza çıkarlar. Asrın büyük pâdişâhı, Bağdat Fâtihi Dördüncü Sultan Murâd Hanın bu pâdişâhlar arasında mühim bir mevkii vardır. O da şiir söyleyen pâdişâhlar arasında yer alır. Şiirlerine sert tabiatı, heybetli hâli aksetmiştir. Bunu takip eden şâir pâdişâh Sultan Dördüncü Mehmed’dir.
On yedinci yüzyılın en büyük şâiri Nef’î (1575-1635)dir. Erzurum’un Hasankalesi’nde doğmuştur. Asıl adı Ömer’dir. Şiirinde şimşekler çakan bu şâir, kelime seçmede çok mâhirdir. Ses yüklü olan mısralarında ses ve söz arasındaki uyumu sağlayan şâir:
Hem yazar hem tutarım nağme-i kilke âheng
mısraında şiirini anlatmadan geçemez. O, şiirde ses unsuruna değer vermiştir. Ona göre, şiir mânâ ve söyleyiş bakımından kusursuz olmalıdır. Bu bakımdan divan şiirine heybetli söyleyiş kazandırmış, şiir lisanına kulağa hoş gelen bir âheng ve ses vermeye muvaffak olmuştur. Onun bir başka husûsiyeti şiirlerinde hicve kaçmasıdır. Bu belki şâirin keskin ve ince zekâsının akisleridir. Ancak hiciv şâirin hayâtına mal olmuştur. Kasideciliğiyse bir başka meşhur tarafıdır. Bu vâdide edebiyatımızın en önde gelen siması olup, Klâsik edebiyatımızda kaside üstadı olarak bilinir. O yerdiği kadar yükseltmesini ve övmesini de bilen şâirdir. Onun, Mevlevî tarîkatında olması diğer bir yönüdür. 1635 (H.1044)te katledilmiştir. Öldürülmesine:
“Katline oldu sebeb
Hicvi hele Nefî’nin”
Beytinde olduğu gibi hicvi sebep olmuştur. Bu mısra ayrıca onun ölümüne düşürülmüş bir târihtir. Farsça şiirler de yazan şâirin bu dilde bir Dîvân’ı vardır. Diğer eserleri; Türkçe Dîvân’ı ile hicviyelerinin toplandığı Sihâm-ı Kazâ’sıdır.
Şeyhülislâm Yahya (1561-1644) güzel ve zarif gazelleriyle devrin diğer bir divan şâiridir. Bu ilim ve devlet adamının aydınlığa açılan hür bir sanat havası vardır. Dîvân’ındaki şiirler 17. asır Türk sanat dünyâsının duygu ve düşüncelerini aksettirmektedir. O asrında Bâkî ile Nedim arasında bir köprü gibi görülür.
En önemli eseri Dîvân’ıdır. Sâkinâme’si 77 beyitlik küçük bir mesnevîdir. Ferâiz Manzumesi Şerhi, İbni Kemâl’in Nigâristân’ını tercümesi vardır. Fetvâları Fetâvâ-yı Yahya adıyla toplanmıştır.
Divan şiirinin üstad şâirleri arasında yer alan Nâilî (ölm. 1666) asrın kudretli ve şiirde mânâ derinliğini veren şâirlerindendir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Şiirlerine nazîreler söylenmiştir. Bilinen tek eseri Dîvân’ıdır.
Şeyhülislâm Behâyî (1601-1653) devrin bir başka şâiridir. Tâcü’t-Tevârih sâhibi olan HocaSâdeddîn Efendinin oğlu olup, devlet memuriyetlerinde çalışmıştır. Bu şâir de şiirinde, asrın diğer şâirlerinde olduğu gibi ses güzelliğine düşkündür.
Asrın önde gelen iki mevlevî şâiri Neşâtî (ölm. 1674) ve Cevrî (ölm. 1654)dir. Neşâtî Edirne’de mevlevî tekkesinin şeyhidir. Hocalık vasfıyla tanınmış olup, Üstâd-ı Üstâdâne-i Rûmî olarak Esrar Dede tarafından Tezkiresinde zikredilmektedir.
Dîvân’ı eserlerinin başında gelir. Hilye-i Enbiyâ ve Şehrengiz’i vardır. Nef’î tesirinde bir şâirdir.
Cevrî ise Celâleddîn-i Rûmî’ye candan bağlı derviş, çalışkan ve sanatkâr bir şâirdir. Dîvân’ından başka Hilye-i Çâryâr-ı Güzîn, Aynü’l-Füyûz adlı eserleri de vardır.
Vecdî (ölm. 1660), Fehîm-i Kadîm (ölm. 1648), Nedîm-i Kadîm (ölm. 1670) asrın dîvân sâhibi diğer şâirleridir. Ancak bu asırda rubâî tarzında Azmîzâde Haletî’yi anmak yerinde olur. Haletî ilim yolunu seçmiş müderris olmuş, kadılıklarda bulunmuş bir şâirdir. Rubâîleriyle haklı bir şöhret kazanmıştır. Dîvân’ından başka Sâkinâme’si ve Münşeât’ı vardır.
Yaşı bakımından 18. yüzyılın ilk çeyreğine de taşan Nâbî, 17. yüzyılın terbiye ve tefekkür ekolünü açan şâirdir. Asıl adı Yusuf olup, Urfa (Ruha)lıdır. Şiirlerinde açık fikre ve didaktik bir düşünceye yer vermiştir. Bu îtibârla onda bir sâdelik görülür. Rindâne ve sûfiyâne söyleyişe sâhiptir. Kadere rızâsı tamdır. Farsça şiirler de yazmıştır. Dîvân’ı, Hayriyye’si, Sûrnâme’si ve Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, manzum; Fetihnâme-i Kameniçe, Tuhfetü’l-Harameyn, Zeyl-i Siyer-i Veysî ve Münşeat’ı mensûr eserlerini teşkil eder.
Bu yüzyılın mesnevî edebiyatında Nev’îzâde Atâyî (1583-1636) ön sırayı işgâl eder. Hamsesi Âlemnümâ, Nefhatü’l-İzhâr, Sohbetü’l-Ebkâr, Hefthan ve Hilyetü’l-Efkâr adlı eserlerden meydana gelmiştir. Ayrıca Taşköprüzâde’nin Şakâyıku’n-Numâniyye’sine Hidâyetül Hakâyık fî-Tekmileti’ş-Şakâyık adlı bir zeyl de yazmıştır.
Yine bu yüzyılda Mîrâciye ve Şehnâme’siyle mesnevî edebiyatı içinde görülen Ganizâde Nadirî (ölm. 1626) mesnevî edebiyatı yönünden üstünde durulması gereken bir şâirdir. Yukarda bahsedilen Nâbî de Hayrâbâd ve Surnâme’siyle bu vâdide anılması gereken bir şahsiyettir.
Asıl adı Alâeddîn Ali olan Bosnalı Sâbit bu asırda Nâbî Mektebi tesirinde kalan bir başka mesnevî edebiyatı şâiridir. Dîvân’ı bulunmasına rağmen o, şöhretini mesnevîleriyle yapmıştır. Zafernâme en kuvvetli mesnevîsidir. Edhemü Hümâ adlı mesnevîsi eksik kalmıştır. Derenâme ve Berbernâme adlı mesnevîleri daha ziyâde avâmîdir. Amr-i Leys adlı mesnevîsi ise küçük bir eserdir. Ayrıca manzum olarak ele aldığı bir Hadîs Tercümesi de vardır.
Bu asrın nesrinde ön sırayı işgâl edenler Nergisî (ölm. 1635) ve Veysî (1561-1628)dir. Nergisî mensûr olarak bir hamse kaleme almıştır. Eserlerinde hiç alışılmamış ve kullanılmamış kelimelere yer veren Bosnalı Nergisî, bunu bir îtiyat hâline getirmiş ve söz güzelliğini sanatlı söylemede aramıştır. Devrin nesir sahasında kurucusu ve öncüsü hükmündedir. Aynı zamanda şiirler de söylemiştir. El-Kavlü’l-Müselleme fî-Gazavâti’l-Mesleme, Kânunü’r-Reşâd, Meşâkk-ül-Uşşâk, İksîr-i Saâdet ve Nihâlistan adlı eserleri hamsesini meydana getirir.
Alaşehirli Veysî de nesirle şöhret bulmuştur. Şiirleri de daha çok devrin ictimâî meselelerine yer vermiştir. Dürretü’t-Tâc fî-Sâhibi’l-Mi’râc adlı siyer kitabından başka Vâkıanâme veya Hâbnâme-i Veysî adlı eserleri vardır. Dîvân’ının dili nesrine göre açık ve sâdedir.
Nesir sahasında diğer şahsiyetlerden biri de Kâtib Çelebi (1609-1660)dir. İstanbullu olan Kâtib Çelebi husûsî hocalar vâsıtasıyla yetiştirilmiştir. İlme bağlı ve ilmin zevkini tadan bir şahsiyettir. Onca cihadın büyüğü ilim elde etmek için çalışmaktır. Cihânnümâ, Keşfü’z-Zünûn, Fezleke ve Mîzanü’l-Hak onun bıraktığı en mühim eserlerdir.
Seyâhat edebiyatı içinde yer alan Evliyâ Çelebi (doğ. 1611) ilmî, edebî ve tarihî bir şahsiyete sâhiptir. Nerede ve kaç yaşında öldüğü belli değildir. 10 ciltlik seyahat kitabıyla Osmanlı Devletinin her tarafından bilgiler getirmiştir.
On yedinci yüzyılın nesir sahasındaki diğer şahsiyetleri, târihî eser yazanlardır. Bunların başında Peçevî İbrâhim Efendi (1574-1650)’dir. Târih-i Peçevî adlı eseriyle meşhurdur. Mustafa Nâimâ (1655-1716) ise kendi adıyla anılan Ravzatü’l-Hüseyn fî-Hulâsat-i Ahbâr-ı Hafıkayn adını verdiği târihini Amcazâde Hüseyin Efendiye ithâf etmiştir. Koçibey de âlim, şâir ve münşîler arasında yer alır.
Asrın kritiğini yapan eserler olarak karşımıza çıkmalarına rağmen, bu asırda görülen tezkireler 16. yüzyıl tezkirelerine kıyasla aşağıda kalırlar Nesir sahasında yer alan bu eserlerin başlıcaları; Riyâzî Mehmed Efendi (1572-1644)nin Riyâzü’ş-Şuarâ’sı; Kafzâde Fâizî (1589-1622)nin Zübdetü’l-Eş’âr’ı, Ali Güftî (ölm. 1677)nin Teşrifatü’ş-Şuarâ’sı; Âsım (ölm. 1676)ın Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr’ıdır.
Yine 17. yüzyılın nesir sahasında yazılan ve ihmâl edilmemesi gereken eserleri Mesnevî şerhleridir. Asrın ilk büyük Mesnevî şârihi Ankaravî İsmâil Rüsûhî Efendinin eseridir. Bostan Çelebi’den hilâfet alan Şârih-i Mesnevî, Galata Mevlevihânesi Şeyhi olmuştur. Rüsûhî mahlasıyla şiirler de yazan Ankaravî’nin yedi ciltlik Mesnevî Şerhi’nden başka, Câmi-ul-Âyât, Fâtih-ul-Ebyât, Miftâhü’l-Belâga, Misbâhü’l-Füsehâ, Hüccetü’s-Semâ ve Minhâcü’l-Fukarâ adlı eserleri de vardır.
Sarı Abdullah Efendi (1584-1660)de asrın Mesnevî şârihlerindendir. Eserinin adı Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî’dir. Ayrıca Nasihâtü’l-Mülûk, Düstûru’l-İnşâ, Meslekü’l-Uşşâk ve Semerâtü’l-Fuâd adlı eserlerini zikretmek gerekir.
On sekizinci asırda Osmanlı Edebiyatı, devletin düştüğü iç ve dış sarsıntılara rağmen 17. yüzyıldaki kuvvet ve kudretinden bir şey kaybetmez. Yalnız bu asrın edebiyâtında cemiyete dönüklük ve bir mahallîlik rüzgârı esmektedir. Devrin sanata düşkün ve milletinin refâhını temine çalışan hükümdârları mevcuttur. Bu pâdişâhların hayatlarında ve zamanlarında cereyan eden hâdiseler de birbirlerine benzerlik gösterir. Asrın başında Sultan Üçüncü Ahmed Han vardır. Şâirdir ve sanata düşkünlüğü bir başka husûsiyetidir. Devlet, Avrupa devletlerinde olup bitenlere yabancı değildir. Asrın sonunda ise, Sultan Üçüncü Selim Han görülür. O da sanata ve şiire düşkün dîvân sâhibi bir şâirdir. Fakat ne yazık ki, her iki pâdişâh da isyanla sükût edecektir. İki hükümdarın müşterek taraflarından biri, ikisinin de hattat olmasıdır.
Sultan Üçüncü Ahmed’in zamânında; Melikü’ş-Şûarâ ve Reîs-i Şâirân ünvanları ile taltif edilen Osmanzâde Tâib (ölm. 1724), Seyyid Vehbi (ölm. 1736), Neylî, Kâmî (ölm. 1724), Sultan Üçüncü Ahmed’in nedimlerinden AhmedDürrî (ölm. 1722), Nâbî ve Rûhî ekollerinin bir nevî tâkipçisi olan Sâmî, İstanbullu Nâzım, Selim Efendi (1661-1725), Dâmâd İbrâhim Paşa, Nedim’in dostu İzzet Ali Paşa(ölm. 1739) ve şâir Nedim (ölm. 1730) gibi şâirler vardır. Bunların hemen hepsi açık lisana yönelen ve mahallîleşme cereyânına açık şâirlerdir.
Bunların içinde Nedim, çağında sönük bir şâir olarak görünse bile yerli bir edebiyat cereyânının kudretli temsilcisi olarak görülür. Fakat hayâtı hakkında tam ve teferruatlı bilgi yoktur. Lisanı temiz ve âhenklidir. Sâde ve samimi bir söyleyişe sâhiptir. Bir bakıma şiirlerinde semt semt İstanbul’u verir. Bu onun zarif bir İstanbul çocuğu olmasından ileri gelmektedir. Halk edebiyatında 17. yüzyılın Karacaoğlan’ı ne ise 18. asrın Divan Edebiyatında Nedim de, o mesâbededir. İstanbul Türkçesini kullanan Nedim aynı zamanda hayâtın da şâiridir. Hece vezniyle söylediği türküsü onu bir açıdan Halk Edebiyatına yöneltmiştir. Zamânın büyük müderrisleri içinde yer alır. Bu münâsebetle Dîvân’ından başka Arapçadan tercüme eserleri de vardır. Patrona Halil İsyanı gibi meşum bir isyan, memleketin pekçok değerlerini alıp götürdüğü gibi Nedim’i de almıştır.
Asrın zîneti olan diğer şâirler Tokatlı Kânî (1712-1792), Râsih, Koca Râgıb Paşa (1699-1765), Haşmet(ölm. 1768), Fıtnat Hanım (1780) ve Şeyh Gâlib (ölm. 1757-1799)dir. Bunlar arasında Koca Ragıb Paşa ile Şeyh Galib’in değerleri büyüktür.
Koca Râgıb Paşa, mânâ derinliği veren beyitleriyle Türk tefekkür edebiyatında müstesna bir mevkie sâhiptir. 1756 târihinden îtibâren ölünceye kadar sadrâzamlık yapmış ve sarayın dâmâdı olmuştur. O, Osmanlı-Türk devletinin haysiyet ve şerefini yükseltmiş, îtibârını Avrupa devletlerine karşı muhâfaza etmiştir. Kaynaklar onun âlim, fâzıl, şâir ve büyük vezir olduğunda müttefiktirler. Zâten isminin başında yer alan “Koca” kelimesi bunu ziyâdesiyle ifâde etmektedir. Onun Dîvân’ı ve Münşaâtı’ndan başka, Fethiyye-i Belgrad adlı siyâsî bir risâlesi vardır. Ayrıca Tahkîk ve Tevfîk başlığı ile yazdığı siyâsî raporu mevcuttur.
Osmanlı Türk Edebiyatının bu asırdaki en kudretli temsilcisi Şeyh Gâlib’dir. O aynı zamanda Türk Divan Edebiyatının da en son temsilcisi durumundadır. Divan şiiri en kudretli sözlerini bu son temsilcisiyle söylemiştir. Mevlevî bir âileye mensup olan Gâlib Esad (1757-1799) ilk tahsilini babasından yapmıştır. Hocaları arasında Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Dede ile dil ve edebiyat muallimi Hoca Neş’et de vardır. Asıl adı Mehmed olmasına rağmen şiirlerinde kullandığı Esad mahlasını hocası Neş’et vermiştir. Mevlevîliği sâyesinde devrin hükümdarı Sultan Üçüncü Selim Handan iltifat görmüş, Galata Mevlevîhânesinin şeyhsiz kalması üzerine 34 yaşında buranın şeyhliğine tâyin edilmiştir. Üçüncü SelimHanın icraatları üzerine söylediği târih manzumeleri ve pâdişâha sunduğu kasideleri vardır. Bu büyük şâir 42 yaşındayken bir mîrâc gecesi vefât etmiştir. Şiirinde; mânâ, duygu, tarz, tesir bakımından Bâkî, Nef’î, Fuzûlî, Nedim, Nâbî gibi geçmiş Osmanlı şâirlerinin aksi vardır. O şuârânın büyüklerini hakkıyla tanımış ve herbirinin verdiği hava ile şiirini ortaya koymuştur. Gâlib’in bir tarafı da Halk edebiyatına yöneliktir. Bu tesir 17. yüzyıl tekke şâiri Âdem Dede’den gelmektedir. Târih manzumelerinin yanında Dîvân’ı ve Hüsnü Aşk adlı bir mesnevîsi vardır. Bu îtibârla o, asrın Mesnevî edebiyatı içinde yer alır.
Mesnevî edebiyatı bu asırda varlığını, Süleymân Mehmed Nahîfî (1643-1778), Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809), Enderunlu Fâzıl (ölm. 1810), gibi şahsiyetlerle sürdürmüştür. Nahîfî daha çok Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî-i Şerîf’ini aynı vezinde manzum olarak tercüme etmiştir. Ayrıca, Dîvân’ı, Kasîde-i Bürde Tahmis ve Şerhi, Bânet Suâd Tahmisi ve Hilyetü’l-Envâr’ı sevilen ve çok okunan eserleridir.
Sünbülzâde Vehbi, Reisü’ş-şâirân (Şâirler reisî) ünvânını alan bir divan şâiridir. Ancak Nâbî yolunda oğlu Lütfullah için yazdığı Lütfiyye’siyle mesnevî şâirleri içinde de yer alır. Ayrıca Farsça-Türkçe lügât olan Tuhfe-i Vehbî’siyle Arapçadan Türkçeye Nuhbe-i Vehbî’sini yazmış ve bir bakıma lügâtçılık sahasında yer işgâl etmiştir. Her iki lügât da manzûmdur. Şevkengîz ve Münşeât’ını da zikretmek gerekir.
Bu yüzyılın bir başka mesnevî şâiri Fâzıl-ı Enderûn’dur. Hûbannâme, Zenânnâme ve Çenginâme adlı eserleri vardır. Fâzıl, eserlerinde daha çok mahallîdir. Nedim tarzını kendisine göre devam ettirmiştir. Subhizâde Feyzullah da asrın bir başka mesnevî şâiridir.
Asrın târih yazarlarına gelince bunlar eserlerini mensur olarak vermişlerdir. Eserleri daha ziyâde kendi isimleriyle anılır. Başlıcaları: Râşid’in (ölm. 1735) târihinden başka, Sıhhatnâme ve Fütühâtnâme’si vardır. Münşâat’ı iki ayrı mecmuada toplanmıştır. Kendi adı ile anılan Râşid Târihi ise Nâimâ’nın bir devâmı durumundadır.
İlmi, efendiliği, hoşsohbeti, zekiliği sâyesinde sevilmiş olan Çelebizâde Âsım (1685-1760), hem şâir hem de hattâttır. Dîvân’ı, Münşeât’ı, Acâibü’l-Letâif adlı küçük bir tercümesi vardır. Çelebizâde Târihi’niyse, mesleği icâbı ortaya koymuştur.
Silâhtar Fındıklılı Mehmed Ağa (1658-1724)nın en mühim eserleri Zeyl-i Fezleke ile Silâhtar Târihi’dir. Defterdâr Mehmed Paşanın Zübdetü’l-Vakâyı’i ve Vâsıf Efendi (ölm. 1806)nin Mehâsinü’l-Asâr ve Hakâyık-ul-Ahbâr târihleri, bu asrın zikredilmesi gereken eserleridir.
Tezkireler bu asırda da varlıklarını devam ettirirler. Ancak 17. asır tezkirelerinden pek farklı değillerdir. Safaî’nin Safaî Tezkiresi; İsmâil Beliğ Efendinin, Güldeste-i Riyâz-ı İrfan’ı ve Nuhbetü’l-Âsâr fi Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr’ı; Sâlim’in Sâlim Tezkiresi, Râmiz’in Âdâb-ı Zürefâ’sı; Safvet Mustafa Efendinin Safvet Tezkiresi, Âkif Beyin Mir’ât-ı Şiir’i zikre değer eserlerdir. Bunlara ilâve olarak Şeyhi’nin Vakâyi-i Fudalâ’sını bir de Mehmed EminTezkiresi’ni zikretmek yerinde olur.
Mevlevî Tezkiresi olarak bu asırda Sâkıb Dede (ölm. 1732)nin Sefine-i Nefise-i Mevleviyye’si vardır. Esrar Dede’nin yazdığı tezkirenin adı ise; Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’dir.
Bu asırda seyâhat edebiyatı içinde sefâretnâmeler ortaya çıkmıştır. Bunların yazarları eserlerinin adından da anlaşılacağı üzere yabancı ülkelerde sefirlik vazifesinde bulunmuşlardır. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Sefâretnâme-i Fransa adlı eseriyle bu sahada ön plânda gelir. AhmedResmî Efendi (1700-1738)de Prusya Sefâretnâmesi’ni sâde, renkli ve gerçekçi bir şekilde yazmıştır.
Aziz Efendi (ölm. 1798) Osmanlının Berlin Büyükelçisi olmasına rağmen Muhayyelât’ı ile şöhret bulmuştur.
On sekizinci yüzyılda Halk edebiyatı, Tekke kolunda Diyarbekirli Ahmed Mürşidî ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı ile temsil edilir. Ahmed Efendinin eserinin adı Pendnâme olup 10.000 beyte yakındır. İbrâhim Hakkı ise İlâhînâme olarak adlandırdığı dîvânında şiirlerini toplamıştır. Ayrıca Mârifetnâmesi büyük bir ilimler ansiklopedisidir. Onun bütün eserleri şeyhi İsmâil Fakîrullah’ın tembihleri ve irşâdları üzerine kurulmuştur. 1703 yılında Hasankalesi’nde doğmuş ve 1780 yılında Tillo’da vefât etmiştir. Şiirlerinde; “Ferdî”, Şeyhine bağlılığını gösteren “Fakîrî” ve bilhassa “Hakkî” mahlâsını kullanmıştır. Her iki şâir de şiirlerinde, pek az olarak kullandıkları heceyle olan şiirler bir tarafa bırakılırsa, aruz veznini kullanmışlardır.
Saz şâirleri bu devirde daha çok savaşları konu almışlardır. Bunlardan Âşık Ravzî, Âşık Nûrî önde gelen şâirlerdir. Devrin iç meselelerini dile getiren şâirlerin başında Hükmî mahlâsını kullanan bir halk şâiri görülür. Pazvandoğlu Osman ise Derûnî mahlasıyla şiirler söylemiştir. Yine bu yüzyılda Cezayir’de Magrib Ocaklarında vazifeli ordu şâirleri vardır. Benli Ali, Kara Hamza, Nahdî, Magriblioğlu ve Seferlioğlu bu ocağa mensup şâirlerdir. Levnî halk şâirleri arasında zikredilirse de o, daha çok tezhib ve minyatür sanatında asrın en büyük ustasıdır. Bu yüzyılda azınlıklar, bilhassa Ermeniler arasından aşug adı verilen halk şâirleri de yetişmiştir. Âşık Mecnûnî, Âşık Vartan ve Âşık Güvân bunlardan birkaçıdır.
Türk Edebiyatının bundan sonraki devresine Batı Etkisindeki Türk Edebiyatı denir.
Osmanlı Devleti 19. yüzyıla karışıklıklar içinde girmiştir. Devlet düzenli ordudan mahrumdur. Artık Yeniçeri Ocağı asker olmaktan çıkmış, devletin başına gâileler açmaktadır. Avrupa’nın durumu gün geçtikçe Osmanlı aleyhine değişmekteydi. Ancak 18. asırdan îtibâren bu durum tâkip edilmekte idi. Ortaya çıkan isyânlar durumu daha da kötüye götürmüştü. Avrupa silâh ve teknikte gün geçtikçe ilerliyordu. İkinci Sultan Mahmûd zarûrî olan yeniliklere devletin kapısını açmıştı. Onun ilk işi Yeniçeri Ocağını yıkarak Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adında yeni bir ordu kurması oldu. Çeşitli mektepler açarak yeniliğe ayak uydurmaya çalışılan bu devirde Mısır Meselesi gibi gâileler eksik değildi. Sultan İkinci Mahmûd kıyâfet inkılâbını yapmış ve Takvîm-i Vekâyî adında gazeteyi çıkarmıştı. Yine ilk defâ olarak ilk tahsili mecbûr kılmıştı. Fakat bütün bu Avrupalılaşma hareketleri Tanzimât İnkılâbını hazırlıyordu. Nihâyet Mustafâ Reşîd Paşa İstanbul’da Kasım 1839 da, henüz Hâriciye Nâzırıyken Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnunu okudu. Encümen-i Dâniş daha sonra da Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye gibi akademi mesâbesinde ilmî cemiyetler kuruldu. Mecmûa-i Fünûn adlı dergi neşre başlandı.
On dokuzuncu asırda başta Mustafa Reşîd Paşa (1800-1858), Âli Paşa (1815-1871), Keçecizâde Fuad Paşa(1815-1869) gibi batı kültürüyle yetişen diplomat ediplerle bu kültüre bağlı muallimler yetişti. Yeni ilimlerin kelime hazinesini Mütercim Âsım’ın çalışmaları karşıladı. O, devrin büyük lügâtçısıydı. Burhân-ı Kâti’ı Üçüncü Sultan Selim Hana; Kâmûs Tercümesi’ni de İkinci Mahmûd Hana sunmuştur. Münşî ve târihçiydi.
Gazetecilik devrin bir başka yönünü veriyordu. Böylece her şey halka intikâl ediyordu. İngiliz William Churchil 1840 yılında Cerîde-i Havâdis’i 1860 yılında ise Âgâh Efendi Tercümân-ı Ahvâl’i çıkardı. Bunu Şinasi ile Âgâh Efendinin birlikte çıkardıkları Tasvir-i Efkâr adlı gazete tâkip etti.
Asrın divan şâirleri arasında önce Adlî mahlasıyla şiirler yazan Sultan İkinci Mahmûd Han gelmektedir. On sekizinci yüzyıl şâiri Nedim’e benzer bir söyleyişle Enderunlu Vâsıf (ölm. 1824) dikkati çekerse de başarısı azdır. Keçecizâde İzzet Molla (1785-1829) kendi hayâtını ve yolculuğunu eserine katar. Mihnet-Keşân adlı eseri hicve kaçan ve hâdiseleri gülünç gösteren bir eserdir. Bahâr-ı Efkâr ve Hazân-ı Âsâr adlı iki dîvânı vardır. Gülşen-i Aşk Gâlib’in tesirini taşır.
Âkif Paşa, devrin münşî ve şâirlerinden olup, Klâsik Türk-Osmanlı Divan Edebiyatının kendi tekâmülü içinde yetişen bir simâsıdır. Hece vezniyle yazdığı mersiyesi onu halk şiirine çeker. Tabsıra adlı eserin sâhibidir. Adem Kasidesi ile bir başka şöhreti vardır. Dîvân sâhibi Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey de eski edebiyatın bir uzantısı olarak görülür. Eski şiir bu asırda Encümen-i Şuarâ şâirleriyle devam ettirilir. 1861 (H.1277) senesi sonlarında devrin divan şiiriyle uğraşan şâirleri Encümen-i Şuarâyı kurarlar. Encümen’e devam eden şâirler: Lebîb, Osman Şems, Manastırlı Hoca Nâilî, Manastırlı Fâik, Ekrem Beyin kardeşi Recâizâde Celâl, Ziyâ Bey, Nâmık Kemâl, Kâsım Paşa, Hâlet, Hakkı, Hersekli Ârif Hikmet ve Fâik Memdûh’tan ibârettir.
Bu asrın kadın şâirleri Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Âdile Sultandır. Nesirde Esad Efendi vardır. O Vakanüvis bir târihçidir. Dîvân’ı, Târih’i, Üss-i Zafer’i Şuarâ Tezkiresi vardır. Tezkirenin adı Bahçe-i Safâendûz’dur. Asrın diğer Şuarâ Tezkireleri Şefkat’in Tezkiresi Ârif Hikmet Beyin yarım kalmış bir eseri, Dâvûd Fâtin Efendinin Hatimetü’l-Eş’âr’ıdır.
Halk Edebiyatı; târihî ve an’anevî ictimâîliğini bu asırda da devam ettirmiştir. Klasik halk şiirini devam ettiren şâirler bulunmasına rağmen, aruzla yazılmış gazeller, dîvânlar, müseddesler de söylemişlerdir. Hattâ şiirlerinde, divan şiirinin dilini, mazmunlarını kullanan şâirler bile mevcuttur.
Mevzu îtibâriyle Kırım, Sivastopal ve Silistre gibi Ruslarla yapılan savaşlardan Nizip Harbine kadar iç ve dış hâdiselerin hepsi halk şiirine aksetmiştir. Orta oyunu ise bilhassa bu asırda rağbet görmüş ve yayılmıştır. Ferhad ile Şerife Hanım hikâyesi gibi çeşitli halk hikâyelerinin doğduğu ve destanların söylendiği de bir gerçektir. Ayrıca, Karagöz taklitli ve halk hikâyecilerinin ortaya koydukları çeşitli tipler, roman ve tiyatro dallarında Avrupaî Türk Edebiyatına tesir etmiştir.
Asrın tanınmış saz şâirleri ise Bayburtlu Zihni (1795-1859), Erzurumlu Emrah (ölm. 1860), Âşık Dertli (1772-1845) ve isyancı şâir Dadaloğlu (ölm. 1868)dur.
Asrın ikinci yarısından îtibâren Osmanlı Türk Edebiyatı artık batı tesirinde, romandan tiyatroya kadar, pek fazla eser verecek ve cemiyet hayatında gazete büyük yer tutacaktır.
Tanzimât, Osmanlı Edebiyatında Avrupaî bakımdan bir başlangıç noktası olarak görülür. Avrupaî Edebiyatın tanzimât devrinde Şinâsi-Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa vardır. Bunlar ilk devri meydana getiren, şâir, yazar, gazeteci şahsiyetlerdir. Bir tarafları dâima eski edebiyata dönüktür. Şiirlerinin muhtevâsı yeni olmakla birlikte gazel ve kaside tarzını kullanırlar. Hattâ, Nâmık Kemâl gibi eski şiir an’anesinde dîvân ortaya koyan şahsiyetler bile vardır. Fakat bilhassa Nâmık Kemâl bundan sonraki devrede romandan tiyatroya kadar edebiyat sahasında kalem oynatacaktır. Şinâsi (1824-1871) daha çok gazeteci olarak görülür. Gazetede çıkan makalelerinden başka, Müntehabât-ı Eş’âr, Şâir Evlenmesi, Durub-i Emsâl-i Osmaniyye gibi eserleri vardır. Ziyâ Paşa (1829-1880) bir tarafıyla dâima eskiye bağlıdır. Külliyât-ı Ziyâ Paşa adıyla şiirleri Süleyman Nazif tarafından toplanmıştır. Zafernâme, Paşanın hiciv üslûbuyla yazdığı ve Âlî Paşayı hedef aldığı bir başka eseridir. Harabât, Defter-i Âmâl Mukaddimesi diğer eserleridir. Batıdan tercümeleri de vardır.
Nâmık Kemâl’e gelince bunların içinde en çok eser verenidir. Vatan Neşîdesi (Hürriyet Kasîdesi) az çok kendi ruh hâlini verir. Nâmık Kemâl, tiyatro sahasında Vatan Yahut Silistre, Gülnihâl, Âkif Bey, Kara Belâ; roman sahasında İntibâh, Cezmi gibi eserlerin sâhibidir. Ayrıca makâleleri, tenkitleri vardır. Nesir sahasında Rüyâ’sı, Celâl Mukaddimesi, Me-Prison Muâhezenâmesi, Renan Müdâfaanâmesi, Mektupları onun diğer eserleridir. Yazdığı Evrâk-ı Perişân ve Osmanlı Târihi ise diğer iki eseridir.
Tanzimât Edebiyatının ikinci devresini Ekrem-Hâmid-Sezâi Mektebi teşkil eder. Her üçü de şiir sahasında birleşirler. Recâizâde Mahmûd Ekrem (1847-1914) daha çok “Üstad Ekrem” olarak anılır. Şiirlerinden başka, hikâye, roman ve tiyatroları vardır. Ayrıca Tâlim-i Edebiyât’ı ve tercümeleri bulunmaktadır. Nağme-i Seher, Yâdigâr-ı Şebâb ve üç parçadan ibâret olan Zemzeme, şiir kitaplarını meydana getirir. Pejmürde’si daha çok mensureleri ihtivâ eder. En mühim romanı Araba Sevdası’dır.
Abdülhak Hâmid’in (1857-1937) ilk şiir kitabı Hep Yahut Hiç adını taşır. Belde, Sahra, Makber, Ölü, onun diğer şiir kitaplarıdır. Şiirlerinde yeni şekillere yer vermiştir. Makber adlı eseri Türk mersiye edebiyatının şâheseridir. Osmanlı Devletinin yıkılışını ve Cumhûûriyet devrinin ilk 14 yılını gören bu şâirin Macerâ-yı Aşk, Sabru Sebât, Duhter-i Hindû, Nesteren, Tarık, Tezer, Eşber, Sardanapal, Liberte, İbn-i Mûsâ, Abdullah-üs-Sagîr ve Finten gibi tiyatro eserleri vardır. Ancak tiyatrolarını sahneye uydurmak güçtür. Târih ve millet şuuruna yer vermesi eserlerinin bir başka yönüdür.
Sâmipaşazâde Sezâi bu iki edibin yanında daha sönük kalır. Sergüzeşt adlı romanı en önemli eseridir.
Bu devrede Ekrem-Muallim Nâci çatışması ortaya çıkmıştır. Bu daha çok Eski-Yeni çarpışması olarak adlandırılmışsa da Nâci şiirde Ekrem kadar yenidir. Fakat her ikisini de tâkib eden gençler vardır. Nâci, Ekrem Beyin Zemzeme’sine Demdeme ile karşılık vermiştir. Ayrıca Istılâhat-ı Edebiyye’yi yazmıştır. Ancak Nâci’ye asrın en büyük pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Târihnüvis-i Âl-i Osman ünvânı verilmiş, maaş bağlanmış ve nişan tevcih edilmiştir. Aslında bu mücâdelenin temelinde bu ve buna benzer kıskançlıkları da hesaba katmak gerekir. Nâci’nin en mühim husûsiyetlerinden biri şiirinde açık dil kullanmış olması ve şarklı kalmasıdır. Medrese Hâtıraları’nı, Muhâberât ve Muhâverât’ını, Ömer’in Çocukluğu’nu hep bu açık dille yazan Muallim Nâci’nin bâzı şiirleri, Recaizâde Mahmûd Ekrem tarafından Tâlim-i Edebiyât adlı esere alınmıştır. Yetişmesinde mânevî bir terbiyenin bulunması, kuvvetli inancı; şarkla garbı mukâyeseye iktidârı, millî olmasını ve edebiyatımızın kendi içinde yenileşmesini isteyen bir şahsiyet olmasını temin etmiştir.
Şiirlerinde zenginlik ve millîlik göze çarpar. İlk şiirlerini Tuna Gazetesinde neşretmiştir. İlk şiir kitabı ise Ateşpâre’dir. Şerâre, Fürûzân, Sünbüle diğer şiir kitaplarıdır. Hâmiyet yâhut Mûsâ bin Ebi’l-Gazân ve Zâtü’n-Nitâkayn adlı eserinin mevzusunu İslâm târihinden almıştır. Ertuğrul Bey Gâzi manzum eseriyse Kayı Türklüğünün Anadolu’ya gelip yerleşmesini işler. Bu onun millî târihe olan hürmetinin aksidir. Osmanlı Şâirleri, Esâmi, İstılâhât-ı Edebiyye onun diğer eserleridir.
Recâizâde’yi takip eden gençler, Tanzimat Edebiyatının ikinci nesliyle Servet-i Fünûn Edebiyatı arasında bir köprü vazîfesi görürler. “Ara nesil” olarak adlandırılan bu nesil, daha çok edebî faaliyetlerini dergilerinde gösterirler.
Edebiyat-ı Cedide olarak adlandırılan Servet-i Fünun Edebiyatı şiirde Tevfik Fikret ile Cenab Şehâbeddin, nesirdeyse Hâlid Ziyâ ile temsil edilmiştir. Bu zümre içinde Süleyman Nazîf (1869-1927), Fâik Ali (1876-1950), Ali Ekrem (1867-1937), Süleyman Nesib (1866-1917), Hüseyin Suad (Yalçın) (1867-1942), Hüseyin Sîret (1872-1959), Ahmed Reşid (Rey) (1870-1956), Celâl Sâhir (1838-1935) şiir sahasında eser veren şâirlerdendir. Hâlid Ziyâ (1865-1945), Mehmed Raûf (1874-1931), Hüseyin Câhid (1857-1957) roman ve hikâye alanında bu zümrenin önde gelen şahsiyetlerindendir. Ayrıca, Cenab, nesriyle de dikkati çeken bir şahsiyettir.
Tanzimât devrinin ekseri paşaları da Avrupa Edebiyatının içinde yer almışlardır. Yalnız Cevdet ve Münif Paşalar bu devrin ilim ve irfanına çok şeyler ilâve ederler. Cevdet Paşa büyük bir gayret, ilmî mesâi sâyesinde dev eserler ortaya koymuştur. Münif Paşa Mecmûa-i Fünûn’u çıkarmış ve tedrisât üzerine eğilmiştir. Süleyman Nazif gibi Servet-i Fünûn içinde yer alan ve Rıza Tevfik gibi şâirler daha sonra şiirlerinde geçmiş günlerin hasretiyle Sultan İkinci Abdülhamîd Handan af dileyen şiirler yazmışlardır.
Avrupaî Türk Edebiyatının kadın şâirleri de vardır. Nigâr Hanım (1862-1918), Fatma Âliye Hanım (1864-1924) Abdülhak Mihrünnisâ Hanım (1864-1943) bunların başında gelirler. Emine Sâmiye Hanım ise devrin kadın muharrirlerindendir.
Bu asrın halk için eser yazan muharrirlerinin başında Ahmed Midhat Efendi (1844-1913) gelmektedir. Ebüzziyyâ Tevfik (1848-1913) ise Türk matbaacılığının unutulmaz simâsıdır. Matbaacılıkta devrin pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han geniş imkânlar tanımış; İkinci Murâd Hanla başlayan kültür faaliyetleri onunla dünyâya yayılmış; Osmanlı-Türk Edebiyatı, ilim ve kültürüne âit eserlerin pekçoğu bu büyük kültür pâdişâhının himmetiyle basılmıştır.
İlk roman ve hikâyeciler arasında Nâbizâde Nâzım’ın da büyük yeri vardır.Mizancı Murâd hem târih hem roman yazarı olarak görülür. Ahmed Vefik Paşa (1823-1871) tiyatroda bilhassa adaptasyon sahasında tanınır. Ayrıca devrin milliyetçilik hareketleri içinde de bulunur.Süleymân Paşa (1838-1892), Ali Süâvî (1839-1878), büyük lügat ve ansiklopedi yazarı Şemseddîn Sâmi (1850-1904), bu akım içinde yer alırlar. Ancak Osmanlı Müellifleri’nin yazarı Bursalı Tâhir Bey (1861-1926), Necib Âsım (1861-1935), Veled İzbudak (1869-1950), Ahmed Hikmet Müftüoğlu (1870-1927), Mehmed Emin Yurdakul (1869-1944) bu cereyanın belli başlı sanatkârları durumundadırlar.
Servet-i Fünundan sonraysa popüler edebiyatı Hüseyin Rahmi (1864-1944) ve AhmedRâsim (1864-1932) devam ettirirler.
Yirminci asır Osmanlı-Türk Edebiyatının belli başlı edipleri Cumhûriyet Devrinde yaşarlar. Bu asrın şiirle uğraşan tek pâdişâhı Sultan Beşinci Mehmed Reşâd’dır. Asra girerken Fecr-i Âtî Edebî zümresiyle karşılaşılır. Bu zümre içinde Şehâbeddin Süleyman (1885-1921), Tahsin Nâhid (1887-1918), Müfid Râtık (1887-1917), Emin Bülend (1886-1942), İzzet Melih, Fazıl Ahmed Aykaç (1887-1967) ve M. Behçet Yazar yer almışlardır. Bu asrın Millî Edebiyat cereyanı içinde Ömer Seyfeddin (1884-1920), Ali Cânip Yöntem (1887-1976), Ziya Gökalp (1876-1924), Fuâd Köprülü (1890-1966), Hamdullah Suphi (1886-1966) yer alırlar; sanatta ve şekilde milliyetçiliğiyse Enis Behic (1891-1949), Halid Fahri (1891-1971), Orhan Seyfi (1890-1972), Yusuf Ziya (1895-1967), Ali Mümtaz (1897-1967) devam ettirirler. Rızâ Tevfik (1869-1947) âşık tarzı tesirlerle şiirler yazar.
Cumhûriyet devri içinde de yer alan fakat herhangi bir zümreye bağlı olmayan müstakil sanatkârların başında Mehmed Âkif (1873-1936), Ahmed Hâşim (1883-1933), Yahya Kemâl (1884-1958), Yakub Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974), Refik Hâlid (1888-1965), Reşad Nuri Güntekin (1889-1956), Faruk Nâfiz (1898-1973), Necib Fâzıl Kısakürek (1904-1983), Peyami Safa (1899-1961) bulunmaktadır. Devrin kadın sanatkârları ise Güzide Sabri Aygün, Şekûfe Nihal, Hâlide Nusret ve Hâlide Edib’dir.
Yedi yüz yıllık Osmanlı-Türk Edebiyatının bu şekilde çeşitli sahalarda ve türlerde gelişmesi elbette, devletin sanata ve kültüre düşkün, ilim adamlarına değer veren pâdişâhların desteğiyle olmuştur. Zâten Osmanlı pâdişâhlarının pekçoğu şâirdir. İkinci Murâd Handan başlamak üzere şiir, Osmanlı sarayında yerini almıştır. Osman Beyden başlayarak şiir söyleyen ve dîvân sâhibi olan pâdişâhları ayrıca zikretmek gerekir. Bunların hepsi klasik edebiyatımız içinde yer almışlardır. Bu bakımdan Klâsik Türk Edebiyatının, kendine has bir üslûbu, üslûpta şahsî olmayan geleneği, şekilciliği, ölçüsü, nakilciliği ve edebî kâideleri vardır. Yeniliklere pek açık olmayan, herkesi anlayışta ve zevkte birleştirmeye çalışan klâsik edebiyatımızda anlayış, görünüş ve zevkle ölçü ve düzen mutlaka yer alır.
Klâsik edebiyatımız ortak mazmunlar ve şekiller dışına çıkmayarak hayatla alâkasız gibi görünürse de aslında çeşitli vâdilerde verilen eserlerle (şehrengîz, surnâme, hiciv vs.) hakiki Türk hayâtını konu edinmiş ve yerli mevzuları işlemiştir. Aslında divan vâdisinde şahsî görüşler dar (klâsik) çerçeveler içinde işlendiğinden klâsizm içinde hususî bir romantizme açılır.
B- Çağdaş Kıbrıs Türk Edebiyatı:
(1878-1923) dönemi: Üç asırlık hür Osmanlı idâresinin ardından adanın geçici olarak İngilizlere verildiği bu dönemde ada Türkleri tam bir esâret dönemine girmiştir. Ancak bu baskı dönemi Türk Edebiyatının gelişmesini durduramamış, sâdece yavaşlatmıştır.
Kıbrıs’ta ilk özel Türkçe gazete olan Saded 1889’da yayınlanmaya başlar. Onu 1891’de Zaman, 1892’de Yeni Zaman tâkip eder.
İlk mizah gazetesi olan Kokonoz 1896, ilk roman örneği olan Bir Gece Sohbeti ve Muzaffer Gâlib’in Bir Bakış adlı eseri 1892, Kaytazzâde Nâzım’ın Yâdigâr-ı Muhabbet adlı romanı ise 1893 senesine âittir.
Bu esnâda şiir yazımı da gazete yayınlarıyla birlikte yürümektedir. Gazete yazarı olan Muzaffereddin Gâlib ve romancı Kaytazzâde Nâzım aynı zamanda şiirleriyle de tanınır.
Kıbrıs Türk şiiri, Larnakalı Mehmed Nâzım Beyin öncülüğü ile serbest nazma geçer.
Bu isimler yanında şiirde M.Sabri, Muallim Cevdet, gazete ve düzyazıda Sâdık Efendi, Bodamyalızâde Mehmed Münîr Bey, İsmâil Fethi, Mehmed Derviş, Ahmed Râşid, Ahmed Raik (Çağlayan), Mehmed Remzi Okan ve Hâfız Cemâl sayılabilir.
Bütün yayın hayâtının esas konuları ise, “saltanatı yerme”, “Anavatana ve Mustafa Kemal’e bağlılık” ile “İngiliz, Rum baskılarına karşı direnme” şeklinde özetlenebilir.
Bir yandan da Halk Edebiyatı zengin geleneğini sürdürmektedir.
(1923-1955) dönemi: İngiliz sömürge idâresinin bu ilk dönemi Kıbrıs Türkleri için bir suskunluk dönemidir. İngilizlerin Türkler üzerindeki baskıları ve koydukları kısıtlamalar günlük hayâtın her safhasına yayılır.
1943’ten sonra bâzı millî günlerin kutlanması benimsenir; geçmişe özlem duyan başlıklarla yazılar, bâzı antolojik eserler ve edebî dergiler yayınlanmaya başlanır. Bu dönemin şâirleri arasında, Nazif SüleymanEbeoğlu, Urkiye Mine Balman, Engin Gönül, Pembe Marmara, Necla Sâlih Suphi, Rauf Denktaş, Ahmed Esad; ardından da İbrâhim Zeki Burdurlu, Mustafa İzzet Âdiloğlu, Özker Yaşın, Ahmed Gâzioğlu, Özdemir Sennaroğlu, Cem Sual, Cevdet Çağdaş, Taner F. Baybars, Oğuz Kusetoğlu, Salâhi Sonyel sayılabilir.
Hikmet Taşkent ve N.Sâmi Banarlı, dönemin iki büyük destekçisidir. Bu dönem şiirinde, vezin olarak hece, konu olarak da milliyetçilik ağır basmıştır.
Nesir sahasında da makale, roman, hikâye, tiyatro, opera, sohbet gibi değişik türlerde, milliyetçilikten, ahlâk ve politikadan cihanşümulluğa kadar çeşitli konular ele alınır. En güçlü isimler arasında Av. Fadıl Korkut, Hikmet Afif Mapolar, Rauf Denktaş, Nâzım Ali İleri, Talat Yurdakul, Semih Sait Umar, İsmâil Karagözlü, Erol Erduran, Argun F.Korkut, Samet Mart, Kemal Müderrisoğlu sayılabilir.
Nisan 1955’te başlayan yıldırma hareketlerinin tesiriyle yeni yetişen kalemler, farklı bir dönemin temellerini atarlar.
Rumların adayı Yunanistan’la birleştirme idealine dayanan tedhiş hareketlerinde hedef önceleri İngilizlerken sonra Türkler de hedef alınır.
Özker Yaşın, Oktay Öksüzoğlu, Ülkü İrfan Yıldız, Mehmed Levent, Orbay Deliceırmak, Süleyman Uluçamgil ve Türkiye’den gelen Ârif Nihat Asya ile Osman Türkay gibi şâirlerin yanında Kutlu Adalı, İsmet Kotak, Fuad Veziroğlu, Oğuz Kusetoğlu, Ahmed Tolgay ve Üner Ulutuğ da düzyazı, gazete yazarlığı ve tiyatronun önde gelen isimleridir.
1964’ten 1974’e kadar gençlerin grup hâlinde Türkiye’ye yüksek öğrenime gitmeleri edebî çalışmaları genişletir. Yazı türlerinde çeşitlilik görülür. Millî konuların ağır bastığı dönemde Özker Yaşın, Oktay Öksüzoğlu, İlkay Adalı, Mehmed Levent, Sevgül Osman, Kâmil Özay ve Fikret Demirağ önemli isimlerdir.
Dönemin bir başka zengin dalı tiyatrodur. Kutlu Adalı, Üner Ulutuğ, Bekir Kara ve Ahmed Tolgay bu dalda; Fuad Veziroğlu, Eşref Çetinel, İsmet Kotak ve Numan Ali Levent hikâye dalında isim yapmıştır.
İnceleme ve araştırma niteliği taşıyan eserler de bu dönemde ortaya çıkmaya başlar. Hasan Şefik Altay, Mahmûd İslâmoğlu, Oğuz Yorgancıoğlu, Kıbrıs’ta Türk folklor ve kültürüyle ilgili çalışmalar yaparlar.
1974’teki Türk Barış Harekâtından sonra şiir dalı gücünü ve sayıca çokluğunu koruyacaktır. Fikret Demirağ, Mehmed Levent, Mehmed Yaşın, Neşe Yaşın, Hakkı Yücel, Kâmil Özay, Feriha Altıok, Neriman Cahid, Filiz Naldöven, Nice Denizoğlu, Barış Burcu ve Bülent Fevzioğlu şiir; Timur Öztürk, Mustafa Gökçeoğlu, Ali Nesim hikâye; Ahmed Gâzioğlu ve Sabahattin İsmâil roman; Özden Selenge piyes; Nevzat Yalçın anı dalında önde gelen isimlerdir.
Bu yıllardan sonra özellikle araştırma-inceleme niteliği taşıyan eserlerin sayısında artış görülür.
C- Çağdaş Kırım Türk Edebiyatı:
On sekizinci asra kadar Osmanlı tesiri altında gelişen Kırım Türkçesi ve Edebiyatı, Kırım’ın Rusya’ya ilhakıyla gittikçe zayıflar. Bu dönemde Kırım Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasındaki siyâsî, edebî ve medenî bağlar tamâmen kopar.
1783-1880 yılları arasına rastlayan kitle hâlindeki göçlerle aydın ve âlimlerin susturulmaları sonucu bu yüzyıllık dönem içinde Kırım Türkçesinin kültürel alanda hiçbir verimi yoktur.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından sonra Kırım Edebiyatında bir canlanma görülür. Bu canlanma hareketinin öncüleri olan Abdurrahman Kırım Hace ve Abdurrefi Bodanski gibi yazar ve eğitimciler medreselerde dînî eğitimin yanısıra diğer derslerin de okutulması için gayret göstermişler, dil öğrenme ve bilhassa lügat hazırlama çalışmalarına ağırlık vermişlerdir. Daha sonra bu tür çalışmalar İsmâil Gaspıralı ve Hasan Nûri gibi derin aydınlar tarafından devam ettirilir ve bu iki kişinin öncülüğüyle Rusya’da ilk Türkçe gazete olarak Tercüman gazetesi çıkmaya başlar (1883). İsmâil Gaspıralı dil konusunu bütün sosyal sahalardaki gelişmenin temeli olarak görür. Onun öncülüğünü yaptığı ve özellikle tercüme faaliyetlerinin hızlandığı bu dönem edebiyatı “Tercüman Edebiyatı” (1883-1916) adıyla anılır.
1905 meşrutiyet inkılâbından sonra Kırım Türkleri de millî edebiyat yolunda çalışmalara hız verirler. Abdurreşid Mediyev, Osman Akçokraklı, Bekir Emekdar, Hasan Çergeyev, Ali Bodaninsik, Hasan Sabri Ayvazov, İsmâil Lemanov, Hüseyin Şamil Toktargâzi, Osman Zaatov Habibullah Kerim, Hüseyin Baliç, Gaffâr Şerfeddîn, Mehmed Nüzhet, Seyyid Mahmûd Rifatov, Seyyid Abdullah Özenbaşlı gibi pekçok aydın bu dönemde yetişmiştir.
Tercüman’ın ölçülü tutumunu beğenmeyenReşid Mediyev ve arkadaşları Vatan Hakimi adıyla bir gazete çıkarırlarsa da uzun ömürlü olmaz.
Âlem-i Nisvân adlı kadın gazetesi çocuklar için çıkan Alem-i Sübyan da bu döneme rastlar. Bütün gazetelerde hedef, halkı uyandırmak ve câhillikten kurtarmaktır.
1905 inkılâbının başından îtibâren Kırım’da canlanan edebî gelişmelerde üç edebî dil akımı görülür. Rusça, Osmanlı Türkçesi ve Batı Türkçesi, 1915’ten sonra Batı Türkçesinin yerini Kuzey Türkçesi alır. 1905-1917 arasında gelişen edebiyat Yeni Devir Edebiyatı adını alır.
1917 Devrimi Kırım Türklerinin siyâsî ve sosyal hayatlarında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Sovyet hâkimiyetinin ilk yıllarında Kırım’da bir imhâ siyâseti uygulanır. 1921’den sonra Kırım’ı Tatarlaştırma dönemi başlamıştır. Kırım Türk aydınları sistemin izin verdiği ölçüde yeni Kırım Sovyet Edebiyatını meydana getirmeye çalışırlar. Bu dönemin edipleri arasında, bir kısmı inkılaptan önce de eser vermiş olan Hasan Çergeyev, Mehmed Nüzhet, Abdullah Latifzâde, Ömer İpçi, Bekir Çobanzâde, Yâkub Şakirali ile Abdurrahman Altanlı, Ziyaddin Cavtöbeli, Cafer Gaffar, İlyas Tarhan, Irgat Kadir, Mahmûd Nedim, Eşref Şemizâde gibi gençler bulunur.
1938’de Stalin döneminde bir kânunla bütün Slav olmayan dillerde olduğu gibi, Kırım Türkçesinde de Kiril alfabesi kullanılmaya başlar.
Stalin devrinde Nazi işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmakla suçlanan Kırım Türkleri, 1944 katliamından sonra Türkistan içlerine sürülür. Sosyal hayatla ilgili birçok faaliyetleri yasaklandığı gibi târih ve kültür mirasları yok sayılmıştır. On yıldan fazla süren bu suskunluk dönemi 1953’te Stalin’in ölümüyle sona erer. Bundan sona Kırım, kaybettiği haklarını geri alma yolunda mücâdeleye başlar.
Kırım’da ve Kırım dışında yetişen aydınlar Kırım Türk konuşma ve edebî dilinin gelişmesi için 1950’li yıllarda çalışmalara başlar. Bu canlanmada basının çok önemli rolü olmuştur. 1957’de çıkan Lenin Bayrağı Gazetesi Kırım Türkçesiyle neşredilir. Bu gazete, etrâfına toplanan ve hitap ettiği kitlenin genişliğiyle Tercüman Gazetesini hatırlatmaktadır.
Kırım Tatar Edebiyatı Şûrâsı, Taşkent Pedagoji Enstitüsü, Kırım Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümü gibi müesseseler yeni kadroların hazırlanmasına yardımcı olur.
70’li yıllarda Özbek, Kazak, Rus okullarında okuyan çocuklar artık anadillerini de öğrenmeye başlarlar. Çeşitli gramer kitapları ve sözlükler neşredilir. Gafur Gülam neşriyatının da Kırım edebiyatının yeniden canlanmasında büyük rolü olmuştur. Bu dönemde Câfer Bulganaklı, Kerim Camanaklı, Ziyaddin Cavtöbeli, Çerkez Ali, Şakir Selimov, Yunus Temirkaya, Bekir Çobanzâde, Abdullah Latifzâde, Şamil Aladdin, Cevdet Ametov; Abdullah Dermenci, Rıza Hâlid, OsmanAyder, Eşref Şemizâde gibi ediplerin birçok eseri neşredilmiştir.
Zamânın yazar ve şâirleri, Kiril alfabesinin Kırım Türkçesindeki bütün seslerini karşılayamaması, anadillerinde eğitim görmeyip millî terbiye ile yetiştirilmeyen gençlerin edebî dili iyi bilmemeleri gibi zorluklarla karşılaşmalarına rağmen, edebiyatın bütün türlerinde eserler vermeye gayret göstermektedirler. Günümüzde ise Kril Alfabesini terk edip Lâtin Alfabesine geçme çalışmaları yapılmaktadır.
Ç- Âzerî Türkçesi Edebiyatı:
Oğuzca adıyla anılan Batı Türkçesi zamanla iki ana devreye ayrılmıştır. Bu ayrılma Batıda Osmanlı Türk Edebiyatını meydana getirirken, Doğuda da Âzerî Türk Edebiyatı teşekkül etmiştir. Aslında gerek Doğu, gerekse Batı Oğuzcası 13, 14 ve 15. yüzyıllarda pek farklılık göstermez. Selçuklulardan sonra ortaya konulan edebiyatta her iki Oğuz ağzının temelini teşkil eden dil unsurları mevcuttur. Onun içindir ki, EskiAnadolu Türkçesi diye adlandırdığımız Batı Türkçesinin ilk zamanlarında ayrılık görülmez ve bu devir Türkçesi her iki ağzı birleştiren bir husûsiyete sâhiptir. Fakat zamanla Oğuz Türkçesi içinde ortaya çıkan iki dâire belirli dil unsurlarını kendilerinde umûmileştirerek ayrılma yoluna gitmiştir. Bu ayrılma ilk zamanlar pek ileri değildir. Hattâ târih içinde güçlü ve devamlı bir edebiyat olan Osmanlı Edebiyatı, sâdece Âzerî sahasında değil diğer Türk illerinde de kendisini hissettirmiştir. Bu irtibat sâdece kültür sahasında olmamış,Osmanlı, yeri geldikçe son zamanlarda bile elinden gelen yardımı bu Türk ülkelerine esirgememiş, Türkçenin ve Türk Edebiyatının gelişmesinde mühim rol oynamıştır. Hattâ Halîlî gibi meşhur şâirler Osmanlı sarayı tarafından da himâye edilmiştir. Âzerbaycan’ın siyâsî ve kültür târihinde Osmanlının bu bakımdan mühim bir yeri vardır. Bütün Türk dünyâsında olduğu gibi Âzerbaycan ile olan münâsebet bugünkü kardeş Türk Dil ve Edebiyatının temelini teşkil etmiştir. Bu noktadan hareket eden Gaspıralıİsmâil ve diğer Türk kültür birlikçileri Türk dünyâsını tek bir yazı dilinde birleştirmek fikrinde kısa zamanda başarıya ulaşmışlar ve Osmanlı Türkçesinin tek bir yazı dili olmasını istemişlerdir. Bu ise Osmanlı Türklüğünün diğer Türk illerini görüp gözetmelerinin ve onlara duydukları yakınlığın neticesinden başka bir şey değildir. Sırf bu irtibâtı koparmamak için bâzı Osmanlı şâirleri Doğu Türkçesi (Çağatay Türkçesi)nde gazeller bile yazmışlardır.
Zamanla ayrılmaya başlayan Âzerî Türkçesi dil coğrafyası itibâriyle Doğu Anadolu, Güney Kafkasya ve Kafkas Âzerbaycanı, İran Âzerbaycanı, Kerkük ve Irak-Suriye Türklerini içine almaktadır. Âzerî Edebiyatı daha çok şiir dili olarak kuvvetliliğini kurmuştur. Bu bakımdan Âzerî sahasında Türk Edebiyatının çok kuvvetli şâirleri yetişmiştir.
Âzerî sahası Türk Edebiyatı, 14. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar pekçok şâir, nâsir ve sanatkâr yetiştirmiştir.
On dördüncü asırda Âzerî Türkçesi Edebiyâtı:
Bu yüzyılın Âzerî sahasında yetişen önde gelen şâiri Nesimî (ölm. 1404)dir. Şiirlerinde heyecan ve lirizm hâkimdir.
Bu asrın kudretli şâirlerinden birisi de Kadı Burhâneddîn (1344-1399)dir. Kadı Burhâneddîn, Oğuzların Salur kabilesindendir. Kayseri’de tahsile başlamış, sonra Mısır’a gitmiş, bilhassa fıkıh sahasında derinleşmiştir. Şam’da Kutbeddîn Razî’den aklî ve naklî ilimler okumuş sonra Ertena oğlu tarafından Kayseri’ye kadı olarak tâyin edilmiştir. Ertena Beyliğinin dağılması üzerine 1381 yılında Sivas’ta sultanlığını ilân etmiştir. Etrâfındaki beyliklerle mücâdelelerde bulunmuş, nihâyet 1399 yılında Akkoyunlu hükümetini kuran Karayülük Osman Beyle yaptığı savaşta yenilmiş ve îdâm edilmiştir.
Dîvân’ı vardır. Dîvân’ında kaside, gazel ve tuyuglar bulunmaktadır. Şiirlerine tasavvufun inceliklerini yerleştirmiştir. Ancak bâzı gazellerinde muhteris bir şahsın mâceracı rûhu aksetmektedir. Fıkıh sahasında Arapça olarak yazdığı eserleri vardır.
Bu asrın Âzerî Türkçesi Edebiyatı içinde ayrıca kayda değer şâir ve nâsirleri içinde Erzurumlu Mustafa Darîr gelmektedir. Eserlerini çeşitli yerlerde yazan ve Mısır’da Türkçecilik Cereyanına katılan Kâdı Darîr, daha çok Osmanlı Türkçesiyle yazmıştır. Ondaki Azerîlik, Osmanlı Türkçesinin tabiî seyri içindedir. Yûsuf ile Zelîha adlı mesnevîsinin yanında üç ciltlik Sîretü’n-Nebî adlı eseri vardır. Bu bakımdan Türk Edebiyatı içinde ilk siyer yazarıdır. Siyerinde yer alan şiirleri bir hayli liriktir. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi anlatırken yazdığı şiirlerden bâzısı Türkçede mevlid türünde öncülük etmektedir. Şiirlerinde Gözsüz ve Darîr mahlasını kullanmıştır. Yüz Hadîs Tercümesi ve Fütûhu’ş-Şam Tercümesi adlı eserleriyle bilinen eserlerinin sayısı dörde çıkmaktadır. Yalnız Yûsuf ile Zelîha’sı değil, nazmının kudretini diğer eserlerinde de göstermiş ve vak’aları yer yer şiirle de ifâde etmiştir. Samîmi ve açık bir anlatıcılığı olan Kâdı Darîr’in hikâye etme kâbiliyeti çok yüksektir. O bu bakımdan Türk Halk Edebiyatı içinde müstesna bir mevkie sâhiptir.
On beşinci yüzyılda Âzerî sahası Türk Edebiyatı, en kudretli şâirlerinden biri olan Habîbî’yi yetiştirmiştir. Çobanlık yaparken bir tesâdüf eseri Akkoyunlu Hükümdârı Sultan Yâkûb’la karşılaştığı zaman o, henüz çocuktur. Çoban çocuk ile ona sorular soran pâdişâhın adamı arasında geçen hâdiseyi öğrenen sultan, çocuğun zekâ ve cesâretine imrenerek himâyesine almıştır. Habîbî bu sâyede ilim ve edebiyat sahasında kendisini yetiştirmiş ve asrının büyük şâiri olmuştur. Sultan Yâkûb’dan sonra Safevî hükümdarı olan ve Şiîliği ihdas eden Şah İsmâil zamânında ona Melikü’ş-Şuarâ ünvânı verilmişse de bu kudretli şâir Safevî sarayını terk ederek Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî devrinde İstanbul’a gelmiş ve burada vefât etmiştir. Evliyâ Çelebi, Habîbî’nin Sütlüce’deki Câferabâd Tekkesi civârına gömüldüğünü kaydetmiştir. Onun İstanbul’a gelişinde akîdesine bir halel gelmemesi düşünülebilir. Çünkü bâzı kayıtlarda Şah İsmâil’den bahisle“...oğlu habîs İsmâil, tarîkat-ı bâtılayı ihdas ederek...”şeklinde yer verilmiştir. Gerçekte onun dedeleri Erdebilli olup, sünnî idiler. Âzerî cemiyetinin hayat şartlarının doğurduğu sebepler yüzünden Osmanlı sahasına Habîbî’nin dışında; Hamidî, Şâhidî, Sürûrî, Basirî, Kabilî, Bidârî ve Halilî gibi şâirler de geçmişlerdir.
Habîbî şiirdeki kuvvet ve kudret yönünden Fuzûlî ile Nesîmî arasında bir köprü gibidir. Gazellerinde âşıkâne ve safiyâne bir edâ vardır. Türkçesi açıktır. Dînî kültürünün geniş olduğunu şiirlerinden öğreniyoruz. Fuzûlî onun şiirlerine nazîreler söylemiştir. Bu bakımdan o Fuzûlî’nin yetişmesinde de vazife yüklenmiştir.
Âzerî sahasında yaşayan ve Türk Edebiyatının en büyük şâirlerinden olan Fuzûlî de 16. asrın şâirlerindendir. Bağdat’ta yaşayan şâir Safevî idâresi altındaki bu yerde Safevî hükümdarlarından iltifat görmemiştir. Ancak Osmanlı hâkimiyeti zamânında îtibâra kavuşmuş ve pekçok eser yazmıştır.
On yedinci yüzyıl geçmişe nispetle Âzerî Türkçesi Edebiyatının sönük bir devresini teşkil eder. Sarayda Farsçanın hâkimiyeti, şâirlerin hemen hepsini Farsça söylemeye yöneltmiştir. Bu asırda kayda değer şâirlerin başında Tebrizli Sâib(1591-1671) gelmektedir. İran Edebiyatına Hind üslûbunu getiren Sâib daha çok hikemî şiir tarafındadır. Bu yönüyle Nâbî’ye tesiri görülür. Dîvân’ından başka Kandeharnâme ve Mahmûd-Ayaz adlı mesnevîleri de vardır. Dîvân’ında Türkçe-Farsça mülemmâlar da mevcuttur. Farsça şiirlerinin bir kısmı zamânındaki şâirlere nazîre olarak yazılmıştır. Beyâz adını verdiği müntehabat mecmûası onun zevkinin bir başka yönüdür. Bütün manzumeleri beyit olarak sayıldığında 120 bin beyti bulmaktadır. Bu îtibarla asrının önde gelen şâiridir.
Bu asrın kayda değer şâirlerinden birisi de Tarzî’dir. Avşar Türklerinden olan bu şâir Şah Safî tarafından taltif edilmiştir. Türkçe kelimeleri Fars dili gramerine uydurarak söylemesi onun diğer bir tarafıdır. Ancak tabiî Türkçe ile yazdığı şiirleri uzun zaman varlıklarını devam ettirmişlerdir. Yine bu yüzyılda “Te’sîr” mahlâsını kullanan Türk âilesine mensup diğer bir şâir Mirza Muhsin’dir. Asrın sonlarına doğru şöhret kazanmıştır. Fakat ekseri şiirleriniFarsça yazmıştır. Türkçe gazelleri azdır.
Mesihî bu asırda Âzerî Türkçesi Edebiyâtının mesnevî vâdisindeki temsilcisi durumundadır. Varaka ve Gülşâh, Zembûru Asel ile Dâmu Dâne adlı mesnevîlerini zikretmek yerinde olur.
Asrın hükümdar şâiri Şah İkinci Abbas’tır. Saltanatı sırasında âlim ve şâirleri himâye eden Şah İkinci Abbas, daha çok bu yönüyle hizmette bulunmuştur. Sânî mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler söylemiştir. Şah İkinci Abbas’ın vak’anüvis târihçisi olan, Şah İkinci Sâfî’nin de vezirliğini yapan Mirza Târih Vâhid Tebrizî de bu yüzyılın şâiridir. Dîvân’ı Türkçe ve Farsça şiirleri ihtivâ etmektedir.
Melik Bey Avcı ile Müştak ve Mevcî bu asırda zikre değer diğer şâirlerdir. Bunlar Kavsî-i Tebrizî ve Sâib de dâhil Nevâî ve Fuzûlî gibi üstad şâirlerin mektebine dâhildirler.
Sâdıkî bu asrın Âzerî Türk Edebiyatında Mecmaü’l-Havâs adlı tezkiresiyle yer almıştır. Sâdıkî, Tezkiresi’nde bu sahada yetişen şâirlere yer ayırdığı gibi Osmanlı sahası şâirlerini de ihmâl etmemiştir.
On sekizinci yüzyılda devam eden Fuzûlî ve Nevâî mekteblerinin yanında yeni Âzerbaycan Türk Edebiyatına katılan ve kurucu rolde bulunan Molla Penah Vâkıf (1717-1797) ve Vedidî (1709-1809) gibi şâirler yer almaktadır.
Vâkıf bu yüzyılda Âzerî Türk Edebiyatının en şöhretli şâiridir. Bir Kafkas Türkü olup, sünnî akîdeye mensuptur. Şöhreti daha çok Kafkas Türkleri arasında yayılmıştır. Vâkıf, Karabağ hükümdarı İbrâhim Halil Hanın eşik ağasıdır. İran Şahı Aka Mehmed, Karabağ’ı istilâ etmiş Vâkıf bu zamanda ölümden kurtulmuştur. Fakat Aka Mehmed Şahın halefi tarafından oğlu ile birlikte öldürülmüştür. Mezarı Âzerbaycan’da Şuşa şehrindedir. Âzerî Türkleri kabrini evliyâ türbesi gibi ziyâret etmektedirler. Vâkıf divan şiirini elden bırakmamakla birlikte halk şiiri de yazmıştır. Şiirlerinde yaşanılan hayâta yer vermektedir. Bunu şâir dostu Vedidî’ye yazdığı gazelinde görmek mümkündür. Âşık tarzındaki şiirlerindeyse divan estetiğiyle halk söyleyişini kaynaştırdığı görülür. Onun tesiri Vedidî ve Ârif gibi asrının şâirlerinde sürmüş ve 19. asrın Âzerî şâirlerinden olan Zakir’de devam etmiştir.
Yine bu devrin Kürenî, Gurbanî, Tufarganlı Abbas gibi saz şâirleri halk edebiyatı sahasında zikre değer şâirlerdir. Ayrıca bir Türkmen şâiri olan Mahtum Kulu’yu da saha îtibâriyle buraya dâhil etmek gerekir.
Bu asırda Âzerî sahasında yetişen şâirler bununla kalmaz. Araştırıldığı takdirde daha başka şâirlerin de ortaya çıkması büyük ihtimâl dâhilindedir. Hüseyin Efendi Gayıbof’un Âzerbaycan’da Meşhur Olan Şûarâ’nın Eş’ârına Mecmûadır adındaki antolojisi bu asra geniş çapta ışık tutmaktadır.
On dokuzuncu yüzyılda Âzerî Türkçesi Edebiyatı eskiyi devam ettirdiği gibi, Osmanlıya paralel olarak yeniliğe de yüzünü dönmüştür. Fakat Kuzey Âzerbaycan’ın Ruslar tarafından, Karabağ’ın Ermenilerce işgâli bu Türk ülkesini ağlayan şâirlerle doldurmuştur. Vatanın düştüğü felâketi dile getiren şâirler çoğunluktadır.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarından sonra sönmeye başlayan klâsik edebiyat (Divan edebiyatı) İran Âzerbaycanı’nda varlığını korumakla birlikte, bizde Şinâsi’nin yaptığı gibi mevzuda değişikliğe uğramıştır. Hattâ bu değişiklik dilde de görülmüştür.
Kuzey Azerbaycan’da klâsik şiir varlığını biraz da tekkelerde sürdürmüştür. Bu bölgede yaşayan Mehmed Askerî mahlâslı bir Nakşî şeyhinin tekke şiirinde öncülük ettiği görülür. Mehmed Askerî daha çok Türkiye Türkçesine yakın bir dil kullanan ve dilde birliğin şuuruna varan bir şeyhtir. Kutkaşınlı Abdullah, onun Âzerî Türk Edebiyatında tâkipçisi olup dînî şiirleriyle tanınmaktadır. Bölgenin destanî kahramanı Şeyh Şâmil de bilhassa Dağıstan taraflarında bu dil edebiyatında yer almıştır.
Bu yüzyılın ünlü tarikât şeyhi Mir Hamza Nigârî (1815-1885)dir. Türkiye’de tahsil gören Mir Hamza Nigârî, Osmanlı-Rus Harbinde Türkiye lehinde rol oynamış ve sonunda Anadolu’ya göç etmiştir. Dilinde Türkiye Türkçesi husûsiyetlerine yer veren bu şeyhin şiirleri lirik olup, dînî unsurlara da yer vermiştir. Dîvân’ının yanında Çaynâme, Nigârnâme gibi mesnevîleri de vardır. Farsça şiirleri ayrı bir dîvânda toplanmıştır. Şiirinde Fuzûlî tesiri vardır. Âşık şiiri tarzındaki manzumeleri onun diğer bir yönünü verir.
Eski edebiyata bağlı olan şâirler içinde bu asırda Baba Bey Şâkir’i de zikretmek yerinde olur. Baba Bey Şâkir (1770,1844) daha çok satirik (yergiyle ilgili) şiirde kendisini göstermiş ve manzumelerinde Rus memurlarının, ahlâksızlıklarını, cemiyeti soymalarını ve sahte din adamlarının yaptıklarını dile getirmiştir. Kendisini Güney Âzerbaycan’da Hacı Mirza Mehdî (1830-1896) tâkip etmiş ve satirik şiirin bölgedeki canlılığını devam ettirmiştir. Manzumeleri daha çok, halk şiirine yakın olup, akıcı bir dile sâhiptir. Türkçenin yanında Farsça şiirler de yazan Hacı Mirza Mehdî sağlığında bir Dîvân bırakmıştır. Ayrıca Manzara-yı Âşk adlı bir mesnevîsiyle Lâtifeleri mevcuttur.
Âzerî Edebiyatı belki köklü bir sözlü edebiyata dayanması sebebiyle bu yüzyılda da Halk Edebiyatı şûbesinde varlığını pek fazla hissettirmiştir. Gerek âşıklar (saz şâirleri), gerekse kalem şuarâsı (halk şâirleri) 19. asırda eski geleneği bırakmamışlar ve hece vezninde şiirler yazmışlardır. Bu şâirler az da olsa, ayrıca eski edebiyatın nazım şekilleriyle manzumeler de yazmışlardır. Bu asrın belli başlı halk şâirleri Mehemmed Beg Âşık (1776,1861), Agabegumaga (1776-1881), Kâzımaga Sâlik, Âşık Peri, Melikballı Kurban, Şekili Hatem, Mücrim Kerim Vardânî, Mirza Bakış Nâdim, Bababey Şâkir, Kasım Bey Zâkir, Hayran Hanım, Andelib Karacadagî, Mehdi Bey Şekâkî, Mîrza Mehdî Şukûhî, Seyyid Ebulkâsım Nebâtî vs. dir.
Âşık Mûsâ (1785-1840) Mehemmed Hüseyin (1800-1880), Âşık Mehemmed, Âşık Dilgam, Âşık Rece, Âşık Hasan, Âşık Cavad ve Âşık Cemâl gibi saz şâirlerini de bu arada zikretmeliyiz.
On dokuzuncu asrın ilk yarısında Osmanlı Türk Edebiyatına paralel olarak, modern edebiyata yönelen Âzerî Türk Edebiyatının bâzı isimleri maddî imkanlar temin edilerek Çarlık Rusyası tarafından yönlendirilmiştir. Bunların başında gelen ve ayrıca Hıristiyan da olan, Mirza Kâzım Bey Zâkir’in Türk Tatar Dilleri Grameri’nden başka eserleri de vardır. Zafer Nağmesi adlı manzumesiyle meşhur olan Mirzâ Câfer Topçubaşı da, Rusların hizmetinde çalışmış Âzerî şâirlerindendir.
Asrın ilk yarısında görülen ve Esrârü’l-Melekût adlı eserini Birinci Abdülmecîd Hana takdim eden Abbas Kulaga Bakıhanlı Kudsî (1794-1846) de âlim, mütefekkir ve istidadlı bir şâirdir. Ayrıca târih yazarıdır Farsçaya âit yazdığı Kânûn-ı Kûsî adlı eserinin yanında Tehzîb-i Ahlâk adlı eserini de zikretmek gerekir. Geleneğe uyarak növha (mersiye)lar yazdığı da vâkidir. Öte yandan Kâsım Bey Zâkir (1784-1857), Vâkıf ve Vidâdî ile başlayan realizmin Âzerî Edebiyatında önde gelen temsilcisi durumundadır. Sanatı kuvvetli olup, güzellik ve sevgi konularını işlemiştir. Onun âşık tarzında yazdığı şiirleri diğer bir cephesini aksettirir.
İsmâil Bey Kutkaşınlı da Rus ordusunda subay olarak hizmette bulunmuştur. Hikâyeler yazmıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında modern edebiyatın tâkipçileri olarak Mîrza Fethali Ahundzâde (1812-1878), Seyyid Ezim Şirvânî (1835-1888) gibi sîmâlar görülmektedir. Ahundzâde çok yönlü bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. Eserlerinde Âzerî Türkçesini açık bir şekilde kullanır. Târihten coğrafyaya, felsefeden dîne kadar hemen her mevzuda yazılar yazan bu ansikopedist şahsiyette millet kavramına rastlanmaz.
Şahsında Beytü’s-safâ gibi bir edebiyat mahfili kuran Seyyid Ezim Şirvânî, Âzerî Türkçesi yanında Farsçaya da yer ayırmıştır. Ayrıca eğitimci gâye ile Rebiü’l-Etfâl adlı ders kitâbını yazmıştır. Şiirlerinde Fuzûlî tesiri açıkça görülür. Ancak bâzı şiirlerinde cemiyetin dertlerini anlatmış ve hicviyeler de yazmıştır. Zâten kendisi bir muallimdir. Külliyatı vardır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki en büyük hâdiselerden birisi Âzerbaycan’da matbûatın geniş yer tutmasıdır. Bunlar içerisinde; Ekinci (22 Temmuz 1875), Ziyâ, Keşkül, Şark-ı Rus gibi gazete ve dergilerin müstesnâ yeri vardır.
Yirminci yüzyılda Âzerbaycan Türk Edebiyatının belli başlı sîmâları Câfer Cabbarlı (1899-1934), Resul Rızâ (1910-1981), Samed Vurgun (1906-1956), Mirzâ Aliekber Sabir (1866-1932), Hüseyin Cavid (1882-1941), Seyyid Mehemmed Hüseyn Şehriyar (1907-1987) Bulut Karaçorlu Sehend (1907-1979), Yahya Şeyda gibi şâirlerdir. Şehriyâr ve Yahya Şeydâ gibi şâirler bugün Azerbaycan ilinde yankılanan ve Türk dünyâsınca geniş çapta tanınan şâirlerdendirler.
D- Çağdaş Âzerî Edebiyatı:
On dokuzuncu asrın başlarından îtibâren Rus istilâları neticesinde Azerî edebiyatı iki kola ayrılır. Bunlardan Kuzey Âzerbaycan Edebiyatı Rus tesiri altında şekillenirken, GüneyÂzerbaycan Edebiyatı da klâsik çerçeve içinde sönükleşir ve bir taklit edebiyatı hâlini alır.
Bunun yanısıra Halk Edebiyatı bütün canlılığıyla tekâmülünü sürdürmekte olup âşık tarzı şiirin yanında halk destanları, nağıllar, latifeler, tapmacalar ve bayatılar gibi sözlü edebiyat türleri ileri seviyededir.
Rus istilâsı karşısında, destanlar, ağıtlar oluşturmuş halk şâirleri arasında Abdurrahman Ağa Dilbazof ve Genceli Hasan mühim yer tutar.
Klâsik edebiyat gittikçe zayıflamakla birlikte bilhassa Güney Âzerbaycan’da geleneğini sürdürmektedir. Klâsik Edebiyatın türlerinden gazel ve özellikle mersiyenin Azerî Edebiyatında özel bir yeri vardır. Dâhil, Dilsüz, Râcî, Kumrî, Mukbil, Pürgam, Şuâî ve Ahî 19. asrın önemli mersiye şâirleridir.
Tekkelerde gelişen tarikat edebiyatında ise Hamza Nigâri, Mir Mehemmed Askerî ve Kutkaşınlı Abdullah önde gelirler.
Baba Bey Şakir ise satirik daldaki şiirleriyle tanınır.
Güney Âzerbaycan’da yeni edebiyatın ilk temsilcileri arasında Abdurrahim Talıbof, Zeynelâbidin Şirvânî ve Mirza Ağa Tebrizî sayılabilir.
Konuları, klâsik konulardan ayrılmakla birlikte bu dönemin en çok rağbet gören nazım şekli gazeldir. Andelib Karacadağı, Nebatî, Heyran Hanım ve Hacı Mirza Mehdi Şükûhî devrin önemli şâirleridir.
Güney Âzerbaycan’da modern Âzerî Edebiyatının öncüleri daha çok Rusça’yı öğrenip Batı medeniyetleriyle tamasa geçen ilim adamları olmuştur. Mirza Cafer Topçubaşı, Mirza Kâzım Bey ve Abbâskuluağa Bakıhanlı Kudsî ansiklopedik yönü de ağır basan birer şâir ve ilim adamıdır.
Devrin en renkli sîmâlarından biri de Mirza Şefi Vâzıh’tır. Onun yanında realizm çığırının mahallîleşme yönünde en mühim temsilcisi olan Kâsım Bey Zâkir ile modern hikâye yazarlarından olan İsmâil Bey Kutkaşınlı önemli isimlerdir.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısında Âzerî Edebiyatı, tiyatro yazarı, şâir, mütefekkir ve reformist olan Âhundzâde’nin şahsında en büyük temsilcisini bulur. Lirik şiirleri ve satirik manzumeleriyle Seyyid Azim Şirvanî de asrın en büyük şâiridir.
Azerbaycan’da Tiyatronun Doğuşu ve Gelişmesi: Âzerbaycan’da tiyatronun ortaya çıkışı, Avrupaî hayat tarzının tesiriyle Tiflis’te olmuştur.
1851’de vâli Vorontsov tarafından tiyatro binâsı hizmete açılır. Başta Ahundzâde’ninkiler olmak üzere komediler ilk defâ Rusça olarak oynanır.
1880’den sonra profesyonel tiyatro toplulukları kurulur. Bu gelişmelerde H. Zerdabi, Necef Bey Vezirli, S.M.Gânizâde, N.Nerimanof, Cihangir Zeynalof ve H.Mahmudbeyof çok büyük hizmetler görmüşlerdir.
Celil Mehmedguluzâde, Abdurrahman Bey Hakverdili, Üzeyir Hacıbeyli, Abdullah Şâik de bu dönemin isimleri arasında önemli yer tutar.
İlk profesyonel tiyatro topluluklarında Hüseyngulu Serabski, Cihangir Zeynalof, Mehdibey Hacınski, H. Ereblinski, Hacıağa Abbasof ve Ebulfeth Veli şöhret kazanmış isimlerdir.
Hüseyin Câvid ve Câfer Cebbarlı devrin meşhur yazarlarındandır.
1930-1940 yıllarının önemli eser sâhipleri arasında Mirza İbrâhimof ve Said Ordubadi vardır.
Daha sonra dramlarıyla İlyas Efendiyef, komedileriyle Sabit Rehman, Enver Memmedhanlı ve son dönemde Şıheli Gurbanof, İslâm Seferli, Ekrem Eylisli seçkin tiyatro örneği veren sanatçılardır.
Yirminci yüzyılın başında Âzerîler gözlerini dünyâya çevirmiş, olan bitenler ışığında gelecek hazırlıklarını yapmaya başlamışlardır. Türkiye matbuatı ile yaptıkları alışveriş neticesinde dildeki yakınlaşma ile edebî ve siyasî münâsebetler de gelişmiştir.
Bu yıllarda Âzerî Edebiyatı Türkiye’ye paralel olarak gelişirken iki ayrı temâyülün daha etkisi altındadır: İslâmcılık cereyanı ve sosyal cereyanlar. Yirminci yüzyılın ilk çeyreği bu cereyanların temsilcilerini yetiştirirken Molla Nasreddinciler adlı bir edebî ekol de bu üçünün senteziyle en doğru yolu seçmiş görünür. Ö.F.Numanzâde ve C.Mehmedguluzâde’den başka Sabir, Ali Nazmi, Aligulu Gamkusar da bu gruptandır.
Romantik temâyülün öncüleri olarak ise Ahmed Cevad ile Memmed Hâdi’yi görürüz.
Ülkenin Sovyet idâresine geçmesiyle 1920’den önce olgun eserler vermiş sanatçılar bu dönemde ya susup bir kenara çekilmeyi ya da devre ayak uydurmayı tercih ederler. Bu dönemde mevzular genellikle 1917 ihtilâli öncesi ve hemen sonrasındaki Âzerbaycan hayatını içine alır. Eserlerde epik husûsiyetler ağır basar.
Yusuf Vezir Çemenzeminli, Memmed Sait Ordubadi, Mirzaİbrâhimof, Mir Celâl, Mehdi Hüseyin, Enver Memmedhanlı bu dönemde olgun eserler veren isimlerdir.
Mikâyıl Rızaguluzâde, Osman Sarıvelli, Süleyman Rüstem, Samed Vurgun, Mehdi Seyidzâde, Memmed Rahim, Resul Rıza Sovyet devri Âzerî şiirinin öncüleridir. Onu Cafer Handan, Mirvarid Dilbazi, Nigar Refibeyli, Elekber Ziyatay, Enver Elifbeyli ve Ehmed Cemil’in oluşturduğu ikinci kuşak tâkip eder.
Bu dönemin ilk şâirlerinde İkinci Dünyâ Savaşının tesiriyle sosyal ve siyâsî konular ağır basarken, sonrakilerde sosyal hayat, millî ve insânî problemler işlenmiştir.
Bunların dışında Eliağa Vâhid, Nebî Hazrî ve özellikle günümüz Âzerî şiirinin en tanınmış şâiri olan Bahtiyar Vahapzâde’yi ayrıca ele almak gerekir.
Yirminci asırda Güney Âzerbaycan’daki edebiyatın iki büyük isminden Habib Sahir ve özellikle Seyid Hüseyn Şehriyar, sâdece Âzerbaycan’ın değil, yakın dönem Türk dünyâsının da en büyük şâirlerindendir.
E- Çağatay Türkçesi Edebiyatı:
Müşterek Orta-Asya Türkçesini tâkib eden Kuzey-Doğu Türkçesinin meydana getirdiği edebiyat, geniş mânâda Çağatay Türk Edebiyatını meydana getirmektedir. Dîvân ü Lügâti’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi büyük eserlerin ortaya çıkışından sonra Kaşgar Türkçesi edebî kudretini göstermiş oluyordu. Hakâniye diye anılan bu Türk şivesi sâdece bu eserlerle kalmamış, teşekkül eden yeni kültür merkezlerinde birçok eserler vücûda getirmiştir.
Gerçekte Kutadgu Bilig’le başlayan bu devre, ortaya çıkan kültür merkezlerine göre üçe ayrılırsa da onları Müşterek Orta Asya Türkçesi eserleri olarak zikretmek gerekir. Dil bakımından bu bölgeler Kaşgar şîvesindeyseler de arada bâzı ayrılıklar görülmektedir.
Müşterek Orta Asya Türkçesinin doğu kolu olan Kaşgar veya Hâkâniye (Karahanlı) şivesi gerçekte Doğu Türkçesini meydana getirmiştir. Bu şîveyle yazılan eserlerin başında 12. asır mahsullerinden sayılan Edib Ahmed Yüknekî’nin yazdığı Atabetü’l-Hakâyık gelmektedir. Dilin gelişmesi ele alınınca, az da olsa Kutadgu Bilig’den ayrıldığı görülen bu eser, daha çok bir nasihatnâmedir. Edib Ahmed Yüknekî ise devrinde îtibârlı bir şâirdir. Eserinde, Kutadgu Bilig’e nazaran daha fazla Arapça ve Farsça kelimelere yer vermiştir.
Asıl 12. yüzyıl Kaşgar Türkçesi edebiyatının en büyük temsilcisi Yesili Ahmed’dir. Ahmed Yesevî (ölm. 1166 H. 562) rûhu okşayan çekici hikmetleriyle tanınmıştır. Tîmûr Han bu büyük Türk tarîkat şeyhi ve şâirinin türbesini yaptırmıştır. Pekçok lakapla anılan Ahmed Yesevî gerçekte bir mekteb kurmuş ve bu mektep, talebeleri tarfından devam ettirilmiştir. Hakîm Süleymân Ata (ölm. 1186) önde gelen talebelerinden olup, Bakırgan’da irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eseri Kültür Bakanlığı tarafından neşredilmiştir.
Miftâhü’l-Adl adlı fıkıh kitabıysa bu dönemde ayrı bir önem taşımaktadır. On dördüncü yüzyıla kadar bu sahada görülen eserlerden Oğuz Kağan Destanı ve 14. yüzyılın başında Rabguzî’nin yazdığı Kısasü’l-Enbiyâ’nın önemini belirtmek gerekir.
Müşterek Orta Asya şîvesi sâdece doğuda varlığını sürdürmemiştir. Bu şîvenin batı ağzı bilhassa Batı Türkistan’da yeni ve canlı bir edebiyatın doğmasına sebep olmuştur. Harezm ve Sirderya Irmağının güneyindeki yerler; Yedisu, Merv, Buhara gibi şehirler bölgenin kültür merkezi hâline gelmiştir. Burada Türklüğün Kaşgar, Kıpçak ve Oğuz şîveleri karışık olarak yaşadığından yazılan eserlere de bu durum aksetmiştir. Bölgenin en önde gelen eseri Alioğlu Mahmûd’un yazdığı Nehcü’l-Ferâdis’tir. Eser daha çok hadisler ve açıklamalarıyla siyer-i Nebî cinsindendir. Fakat İslâmiyete âit geniş bilgileri ihtiva etmesi, her çeşit halk tabakası için yazıldığını göstermektedir. Harezm şîvesi dalını en iyi şekilde aksettiren eserin edebî yönü ayrı bir değer taşımaktadır.
Şeyh Şerif Hoca tarafından yazılan Muînü’l-Mürîd de şîve îtibâriyle Nehcü’l-Ferâdis’e yakındır. Türkmenler arasında üstün tutulan eser 14. yüzyıla âittir. Hazermî’nin Muhabbetnâme’si de aynı asrın eserleri arasına girmektedir. Zemahşerî’nin Mukaddimetü’l-Edeb’i ise bu yüzyılda Dîvân ü Lügâti’t-Türk’ü hatırlatır mâhiyettedir.
Dil bakımından yine aynı şîveye dâhil olan fakat nerede yazıldığı belli olmayan eserler de mevcuttur. Bunların başında 12. yüzyılda Ali’nin yazdığı Kıssa-i Yusuf gelmektedir. Eser Kıpçak Türkçesi unsurlarını da taşımaktadır. Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i Kıpçak Türkçesi unsurlarını ihtivâ etmesi bakımından Kıssa-i Yûsuf’a yakındır. Böyle olmakla birlikte Altınordu sahasında yazılan bu eser Oğuz-Kırpçak Türkçesi ürünüdür. Hüsrev ü Şirin 1341 yılında Harezm bölgesinde Kutub mahlâsını kullanan bir Türk şâiri tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Eser ayrıca Nizâmî’nin aynı isimdeki eserinin Türk Edebiyatındaki ilk tercümesidir. Yer yer Kur’ân-ı kerîmden alınan sûrelerin bulunduğu eser, İran Edebiyatının tesiri altındadır.
Bölgenin diğer bir eseri Revnaku’l-İslâm’dır. Eserde o devir Türklük hayâtına bir hayli yer verilmiştir. Yalnız Şeyh Şeref’in yazdığı bu eser daha ziyâde Türkmen ağzı ile yazılmış ve pek fazla rağbet görmüştür.
On dördüncü asırda Kıpçak ili dil yadigârları da edebî yönden zikre değer eserlerdir. Bunların başında Kırım veya Kefe’de yazıldığı tahmin edilen Codex Cumanicus’tur. Eser, Lâtin harfleriyle yazılmıştır. İki kısımdan meydana gelen eserin İtalyan bölümünü lügât, Alman bölümünü ise çeşitli dînî metinler meydana getirmektedir. Eserin Kıpçak Türkçesini öğrenmiş misyoner râhipler tarafından yazıldığı tahmin edilmektedir.
Kuzeyde yazılan bu eserin yanında Kıpçak Türkçesiyle güneyde, Mısır’da bilhassa gramer ve lügâtçiliği ilgilendiren bir hayli eser vücuda getirilmiştir. Fakat edebî yönden bunlardan ayrılan yegâne eser 1391 yılında tamamlanan Seyf-i Serâyî’nin Gülistan Tercümesi’dir.
Müşterek Orta Asya Türkçesinin bütün edebî faaliyetleri, Kuzey-Doğu Türkçesi dil yâdigârları içinde yer aldığı için, geniş mânâsıyla Çağatay Türk Edebiyatının birinci ve ikinci devresini meydana getirirler. Dar mânâsıyla Çağatay Edebiyatı, Tîmûr ve Tîmûrlular devrinde meydana getirilen edebî mahsûller için kullanılmıştır. Tîmûr ve şehzâdelerinin sarayında Türkçe konuşulurdu. Bu devre âit ilk eser Ulu Tav (Ulu Dağ)daki 1391 târihli Tîmûr Hanın Uygur harfleriyle yazdırdığı 11 satırlık bir kitâbedir.
Tîmûrlular devrinin ilk şâiri Mîr Haydar Harezmî’dir. Tîmûr Hanın torunlarından İskender Mirza’nın (1409-1414) şâiri olan Mîr Haydar Harezmî Mahzenü’l-Esrâr mesnevîsini onun adına yazmıştır. Eserin mevzuunu Nizamî’den almıştır. Tek nüshası Biritish Museum’da bulunan eser, 1858’de Kazan’da basılmıştır.
Bu devrin güçlü şâirlerinden olan Yusuf Emiri, Baysungur Mirza’nın (ölm. 1435) himâyesinde bulunmuştur. Bu şâirin Dîvân’ından başka Dehnâme’si ve Çagır ve Bang münâzarası vardır. Eserdeki nesirlere bakılırsa Yusuf Emirî’nin kuvvetli bir nâsir olduğunu söylemek mümkündür. Herat’ın sanat ve edebiyat muhitinde yaşayan bu şâirin Dîvân’ı İstanbul Üniversitesi Kütüphânesinde bulunmaktadır. Çagır ve Bang eseriyle münazara türünün kuvvetli şâiri olduğunu ispat etmiştir.
On beşinci asrın ilk yarısında Çağatay Edebiyatında Atâyî görülür. Ahmed Yesevî’nin kardeşi İsmâil Ata’nın evlâdından olduğunu Ali Şîr Nevâî haber vermektedir. Bu soydan olmasından dolayı Atâî mahlâsını kullanmış ve Yesevî tarîkatı şeyhlerinden, Mansur Ata, Zengi Ata, Süleyman Hakîm Ata gibi mutasavvıflara karşı büyük alâka duymuştur.
Yine bu asrın şâirlerinden olan Ulug Beg devrinde kemâlini bulan Sekkakî, Çağatay Edebiyatında mühim bir yer tutmaktadır. Tîmûr Hanın ölümünü müteakip hükümdar olan Halil Sultan (1405-1410) adına bir kaside sunan Sekkâkî’nin 1467 yılına varmadan öldüğü tahmin edilmektedir.
Şâir Lutfî’ye gelince 1366 yılında doğmuştur. Bu devrin büyük şâirlerindendir. Şöhreti ve Türkçe şiirleri Irak’a kadar yayılmıştır. İskender Mirza adına Gül ü Nevrûz mesnevîsini yazmıştır. 1465 yılında 99 yaşında Herat’ta vefât etmiştir. Bir bakıma Ali Şîr Nevâî’ye üstadlık etmiştir. Dîvân’ı vardır.
Tîmûr Hanın torunu Mîranşah’ın oğlu olan Seyyid Ahmed Mirza da bu asrın şâirlerindendir. Dîvân’ının olduğu söylenirse de ele geçmemiştir. Sağlam tabiatlı ve temiz zihinli bir kimse olan Seyyid Ahmed Mirza’nın gazelleri ve kaside şeklinde şiirleri oldukça meşhurdur. Perişan hâlinden bahseden ve Şahruh’u medheden Taaşşuk-nâmesi’nin nüshası British Museum’da bulunmaktadır.
Bu yüzyılın bir diğer şâiri Gedâî’dir. Ebü’l-Kâsım Bâbür’ün saray şâirlerindendir. Ebü’l-Kâsım Bâbür kendisi de şâirdir. Yakînî’ye gelince Ok ve Yay münâzarası ile dikkati çeker. Yine münâzara türü üzerine eser yazan şâirlerden birisi, hayâtı hakkında bilgi bulunmayan Ahmedî’dir. Ayrıca bu devrin mesnevî yazarlarından olan Durbig, Yûsuf ile Zelîha adlı eserini yazmıştır.
On beşinci yüzyılda Klâsik Çağatay Edebiyatı devrinin kökleştiği görülmektedir. Bu devir Çağatay Edebiyatının en yüksek devreye ulaştığı bir devirdir. Millî ruh ve şuurun ortaya çıkması, Türkçeye ehemmiyetin verilmesi bu devre rastlar. Ali Şîr Nevâî Muhakemetü’l-Lügâteyn’i bu açıdan ele alarak yazar. Sultan Hüseyin Baykara da bu devrin şâiriydi. O da Türk dilini müdâfaa etmiş hatta bir de ferman çıkarmıştır. Hüseynî mahlâsı ile şiirler yazan Hüseyin Baykara’nın Dîvân’ı vardır.
Ali Şîr Nevâî’nin eserleri bir hayli fazladır. Bunların başında dört dîvânını içine alan Hazâinü’l-Meânî adlı eseri gelmektedir. Ali Şîr Nevâî yazdığı dîvânlara göre hayâtı dörde ayırmış ve her biri için bir isim vermiştir. Dîvânları; Garâibü’s-Sıgar, Nevâdirü’ş-Şebâb, Bedâyiü’l-Vasat, Fevâidü’l-Kiber adını taşımaktadır. Dîvânlarından başka Mecâlisü’n-Nefâis, Nesayimü’l-Mahabbe, Muhakemetü’l-Lügâteyn ve Hamse’si vardır. Hamsesi; Hayretü’l-Ebrâr, Ferhâd u Şîrîn, Leylâ vü Mecnun, Seba-i Seyyâre, Sedd-i İskenderî ve Lisânü’t-Tayr adlı mesnevîlerinden meydana gelmektedir. Mîzânü’l-Evzân ise edebî bilgileri ihtivâ eden diğer bir eseridir. O, Mecâlisü’n Nefâis adlı tezkeresiyle Türk Edebiyatında ilk tezkere yazan şâirdir.
On altıncı yüzyılda Çağatay Edebiyatının mümessili Zahirüddîn Muhammed Bâbür Şah (1483-1530)tır. O Çağatay Türkçesinin Nevâî’den sonra gelen en mühim simâsı ve edîbidir. Eserlerinde kuvvetli bir Nevâî tesiri görülür. Dîvân’ının yanında Aruz Risâlesi, Mübeyyen adını taşıyan ve Hanefî fıkhına âit olan bir mesnevîsi vardır. Hâce Ubeydullahı Ahrâr’ın eserinden Türkçe manzum tercümeleri ihtivâ eden Risâle-i Vâlidiyye’si varsa da, asıl onu şöhretli kılan devrinin en mühim seyâhat ve hâtırat kitabı olan ve kendi ismini taşıyan Bâbürnâme’sidir. Bâbür Şah bu eserinde 1494 yılından başlıyarak 1529’a kadar geçen vak’aları yıl yıl anlatmıştır. Onun için bu esere Vekâyi-i Bâbür de denmektedir. Eser büyük Türk bilgini Reşit Rahmeti Arat tarafından neşredilmiştir.
On yedinci yüzyılda Çağatay Türk Edebiyatı artık yükseliş devrini tamamlamıştır. Ancak bu asrın zikre değer şahsiyeti Yadigar Hanın torunlarından olan Ebü’l-Gazî Bahadır Handır. Bir Özbek hanı olan Bahadır Han (1603-1666) 1642 yılında Hive Hanlığını elde ederek 21 yıl saltanat sürmüştür. Eserlerini millî bir şuurla yazmış ve“Türk” lâfzına eserlerinin adında yer vermiştir. Belli başlı eserleri Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türkî adını taşır. Şecere-i Terâkime’de Oğuznâmeler karşılaştırılmış ve Türklerle ilgili Türkmen boyları arasındaki menkıbelere yer verilmiştir. Şecere-i Türk’te ise Bahadır Han 15. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kendi asrına kadar gelen ve Harezm’de iktidarı elinde tutan hanlar âilelerinin şeceresini yazmıştır. Fakat ömrü vefâ etmemiş ve son 16 yapraklık kısmını oğlu Enûşe Han yazmıştır.
Asrın Çağatay Türk Edebiyatında yer alan diğer bir sîmâsı şâir Allahyâr’dır. Daha çok tekke mensupları arasında iltifat gören Allahyâr (ölm. 1713) bir Nakşibendîdir. Türkçeden başka Farsça ile de yazmıştır. Özbek Türkçesi ile yazdığı Sebâtü’l-Âcizîn adlı manzumesi en meşhurlarındandır.
On sekizinci yüzyılda Özbek Türk Edebiyatı eski asırlara nispetle sönmeye yüz tutmuştur. Olanlar halkın hâfızasında kalmış ve meydana çıkan şifâhî edebiyat nisyana karışmıştır. Bununla birlikte Halk Edebiyatı dalında Ferhâdnâme, Cümcüme Sultan Destanı ve Tahir ile Zühre gibi eserler, ortada bulunan eserlerdir. Ayrıca destanî bir eser olan Satuk Buğra Han Tezkiresi’ni de burada zikretmek yerinde olur.
F- Çağdaş Kırgız Edebiyatı:
Son zamanlara kadar şifâhî edebiyat şeklinde devam etmiş olan Kırgız Edebiyatı şekil ve öz bakımından çok zengindir.
Rus istilâlarının Kırgız sosyal hayâtını sarsması sebebiyle bu dönemde yetişen şâirlerin eserlerinde umutsuzluk ve karamsarlık görülür. Kolıgul ve Arstanbek gibi tanınmış halk şâirleri, eski edebî gelenekleri sürdürmüşlerdir. Onların açtığı çığırda yetişen Kılıç da Kırgızistan’ın Rusya’ya bağlanmasına karşı çıkan Türkçü bir şâirdir. Toktogıl Satılgan (1864-1933) da şiirleriyle büyük bir ün sağlamıştır.
Kırgızların yazılı edebiyatı 20. yüzyıl başında gelişmeye başlamıştır. 1917 Rus ihtilâlinden önce, ancak birkaç edebî eser çıkmıştır. Kırgız dilinde yazılmış olan ilk eser, Kılıç Manırkanoğlu’nun Zelzele adlı eseridir. 1911’de yayınlanan bu eserde Arap Alfabesi kullanılmıştır. Esenkali Arabay’ın alfabe kitabı ise 1913’te çıkmıştır. Osmanali Sadıkoğlu’nun Kırgız Târihi de 1913’te yayınlanmıştır. Onu 1914’te Manap Şabdan’ın târihi tâkip eder.
1917’den sonra yetişen Kırgız yazarları Sadık Karaşıoğlu ve Kasım Tınıstanoğlu, milliyetçi bir kuruluş olan Alaş Orda’nın üyeleri arasındadır.
1924’te Kırgızca ilk gazete çıkar, aylık bir edebî derginin yayınına başlanır. 1927’de Kırgız Yazarlar Birliği kurulur. 1930’a kadar Alaş Orda’nın ağır ideolojisi altında yazan Kırgız yazarları daha sonra şiirlerini ayrı olarak yayınlar. 1927’de de Kırgız şâirlerinin eserleri Kızıl Kol adlı bir antolojide toplanmıştır. Bu dönemin şâirleri arasında Ali Tokombay, Bayalın, Mukay Elebay önemli yer tutar.
1930-1938 yılları arasında Kırgızistan’da milliyetçi yazarlarla yeni rejim taraftarı yazarlar arasında yoğun bir ideolojik savaş olur. Bu dönemin ünlü yazarları arasında Tugelbay Sıdıkbek, Mukay Elebay ve Cusup Turusbek sayılabilir.
Son dönemin tanınmış bir yazarı olarak da Cengiz Aytmatov sayılabilir.