TÜKRÜK ve TÜKRÜK BEZLERİ

Alm. Speichel (m), und Speicheldrüsen (f. pl.), Fr. Salive (f), et glandes (f. pl.) salivaires, İng. Saliva and salivary glands. Salyalarını ağza boşaltan dış salgı bezleri. İnsanlarda salya bezleri günde 1-2 litre kadar salya yaparlar. Salgılama hızı normalde dakikada yarım mililitredir. Fazla uyarı durumunda dört mililitreye kadar çıkar.

Tükrüğün fonksiyonları: Besinleri kayganlaştırır. Tat tomurcuklarını uyarabilecek şekilde besini eritir. Besinleri plazmayla izotonik (eşit osmotik basınçlı) duruma getirir. Karbonhidrat sindirimini başlatır. Diş çürümelerini önler. Organizma herhangi bir sebeple fazla su kaybederse salya salgısı azalır. Ağızda kuruluk hâsıl olur, susuzluk hissinin duyulmasına sebep olur. Salya, bâzı zararlı âmillerin vücuttan dışa atılım yoludur (virüs, cıva gibi). İçinde lizozim vardır. Bu enzim dolayısıyla salyanın hafif bir antiseptik özelliği vardır. Özellikle otonomik sinirlerin geliştirilmesine yarayan N,G,F (sinir geliştiren faktör)de salgılanır. Tükrükte pankreastan salgılanan glukagon hormonu, böbrekten salgılanan renin hormonu ve büyüme hormonunun inhibe edici faktörü somatostatin gibi bâzı maddeler de salgılanır.

Ağızda dilin alt yüzeyinde ve dil ucunda bâzı salt mükoz bezler, ayrıca yanaklarda da bir miktar tükrük salgılayan bezler vardır. Esas tükrük salgısını üç çift büyük tükrük bezi yapar. Bunlar:

Kulakaltı tükrük bezi (Parotis bezi): Seröz bir bezdir. Seruma benzer, sulu kıvamda salgısı vardır. Kuru gıdâlara karşı asit ve alkaliye karşı salgı yapar. Bu yüzden salgısına sulandırma salgısı denir. Diğer bezlerin salgılarındaki enzim miktarının 4 katı kadar enzim salgılar.

Çene altı tükrük bezi: Karışık tip salgı yaparlar. Fakat seröz özelliği daha fazladır. Bu salgı, besinlerin eritilerek tad vermelerini kolaylaştırdığından bu bezlere tad bezleri de denir.

Dilaltı tükrük bezi: Karışık tip salgı yapmasına rağmen mükoz özelliği daha fazla olan bir salgısı vardır. Bu, parçalanmış besinleri yapıştırarak yutmayı kolaylaştırdığından yutma salyası da denir.

Tükrüğün bileşimi: Tükrüğün % 99,5’i su, % 0,5’i suda erimiş maddelerdir. Suda erimiş maddeler organik ve inorganik diye ikiye  amilaz), az oranda bulunan maltaz, üre ve ürik asittir. İnorganik maddeler: N+aayrılır. Organik maddelerden en önemlileri Pityalin ( (sodyum), K+ (potasyum), Ca+2 (kalsiyum), Cl (Klor, pityalinin aktivite kazanması için gereklidir.), sülfatlar, bikarbonatlardır (Bunlar tampon özelliktedirler). Kalsiyum karbonat ve fosfatlar alkali pH’da çökerler ve diş taşlarının meydana gelmesine sebep olurlar. Tükrükte rodanürler de bulunur. Protein metabolizmasının sonucu olarak ortaya çıkan rodanürler diş taşlarının sarı kahverengi renginin meydana çıkmasına sebep olur.

Tükrükle olan karbonhidrat sindirimi: İstirahatte tükrük bezi hücrelerinde histolojik olarak görülebilen granüllere zimojen granüller denir. Bunlar salgılanmak üzere depolanmış enzim kümeleridir. Bu enzimlerin en büyük bölümünü pityalin meydana getirir.  amilaz) hidrolitik bir enzimdir, glikolitik bağları bozar. Bir polisakkarit olan nişastayı disakkarit olan maltoza parçalar. BununaPityalin ( için nişastanın pişmiş olması gerekir. Çiğ nişastaya etki etmez.

Çiğneme sırasında ağızda geçen süre çok kısa olduğundan pityalin nişastanın hepsini maltoza çeviremez (Bundan anlaşılıyor ki gıdaları ağızda iyice çiğnemeden yutmak hazım bozukluğuna sebep olan mühim bir faktördür.) ve bu yüzden nişasta mîdenin üst taraflarında, besin mîdeye geçtikten îtibâren ilk yarım saat içinde pH’sı aside dönünceye kadar sindirilir. Bunun sebebi pityalinin en iyi etki gösterebileceği pH= 6,9 olmasıdır Gerekli ısı ise 37°C’dir.

Tükrük salgılanması kaynağına göre üç çeşittir:

1. Ağızda meydana gelen tükrük salgısı: Ağız içi mukozasının mekanik olarak uyarılmasıyla olur. Mukozaya değen besinin büyük oluşu ve fazla çiğnemeyi gerektirmesi salgılamayı arttırır. Ağız mukozasının kimyevî irritasyonuyla (sıcak, soğukla), tad veren cisimlerle temâsında da salgı artar.

2. Üst merkezler yoluyla salyanın artması: Herhangi bir besinin düşünülmesi, görülmesi, koklanması tükrük salgısını arttırır.

3. Sindirim sistemi menşeli tükrük salgısının artması: Özellikle yemek borusu ve mîdeden kalkan uyarılar tükrük salgısını arttırır. İnce barsaklarda parazit olduğunda da salgı artar.

Tükrük bezi hastalıkları:

1. İltihapları: Mikroorganizmaların tükrük bezine yerleşmesiyle meydana gelirler. Tükrük bezinin olduğu bölge şiş ve ağrılıdır. Tedâvide antibiyotikler kullanılır. Tükrük bezinin özel bir hastalığı olan kabakulak, kulak ardında bulunan parotis bezinin şişmesiyle kendini gösteren bir virüs enfeksiyonudur. (Bkz. Kabakulak)

2. Tükrük kanallarının tıkanması: Özellikle parotis bezinin kanalının tükrük taşlarıyla tıkanması sözkonusu olabilir. Bu durumda yemek yerken, tükrük ifrazının artmasıyla, ağrı ortaya çıkar ve tükrük bezinin olduğu kısım şişer. Tedâvide, kanaldaki taşın çıkarılması icab eder. Dil altı tükrük bezinin kanalcıkları tıkanırsa, dil altında saydam görünümlü bir kabarcık teşekkül eder ki, halk arasında buna kurbağacık denir, patlatılması tedâvi için yeterlidir.

3. Tükrük bezlerinden iyi ve kötü huylu tümörler de gelişebilir ki, bunların tedâvileri de cerrâhîdir.

4. Tükrük ifrazatının aşırı olması hâli veya çok az olması hâli hastalık alâmetidir. Sjogren sendromunda gözyaşı ile berâber tükrük salgısı da kurur. Sebebin bulunup, tedâvisinin ona göre yapılması icab eder.

TÜMÖR (UR)

Alm. Tumor (m), Geschwalstf, Fr. Tumeur (f), İng. Tumor. Herhangi bir hücrenin veya hücre gruplarının organizmanın kontrol mekanizmalarının tesirinden çıkıp hızlı ve anormal bir çoğalma ile ortaya çıkan kitlelerin genel adı. Lâtincede tümör, “şişlik, ur” anlamına gelmektedir.

Tümör umûmî bir tâbir olup, tam bir tasnifi henüz yapılamamıştır. Değişik açılardan yapılan tasniflerde çeşitli güçlüklerle karşılaşılır. Habis (kötü huylu) ve selim (iyi huylu) olarak yapılan tasnif oldukça eski olmasına rağmen pratik ve anlaşılır olması, birçok farklı özellikleri ifâde etmesinden dolayı hâlâ kullanılmaktadır. Habis tümörler için genel bir ad olarak kanser kelimesi kullanılır. (Bkz. Kanser)

Tümörler, vücuttaki “immunite” denilen kontrol sistemine tâbi olmayan bir gelişme, çoğalma ve büyüme sonucu meydana gelirler. Organizmadaki normal hücre çoğalması, belirli bir doku veya organ meydana getirmeye kadar devam eder. Tümörlerdese hücre çoğalması, kontrol mekanizmasının dışına çıkmış ve sınırsız ve düzensiz bir hâl almıştır. Mitoz hızlanmıştır. Hücreler ihtiyaç dışında çoğalırlar. Bu hücreler belirli bir organ teşekkül ettiremezler. Geliştikleri dokunun fonksiyonlarını îfâ edemezler.

Dokunun ve organın normal yapısı makroskopik ve mikroskobik seviyede bozulur. Tümörlerin, makroskopik özellikleri organlarda gözle görülebilen, Mikroskobik özellikleriyse dokunun ince kesiti yapılıp, mikroskop altındaki görülebilen değişikliklerdir.

Tümörler çok eski zamandan beri bilinmekle berâber hücrelerin mikroskopla incelenmesi (17. yüzyıl) ile tümörler hakkında detaya inilebilmesi, tümörlerin, dokuları taklit ettiği; hücrelerden yapıldığı ve bu hücrelerin yayılmasıyla başka yerlerde yenilerinin meydana geldiği tespit edilmiştir.

Tümörlerin genel özellikleri:

Selim (iyi huylu) tümörler yavaş büyür. Fark edilmeleri için uzun zaman geçer. Ancak yerleştikleri yer veya kaynağı olduğu doku sebebiyle erken belirti verebilirler. Genellikle bağ dokusundan yapılmış kapsülleri vardır. Ancak bütün selim tümörler kapsüllü değildir. Meselâ rahim adalesinden çıkan ve selim bir ur olan miyom, deriden çıkan nevüs (ben) kapsülsüz tümörlerdir.

Selim tümör hücrelerinin çoğalması yavaştır ve bir süre sonra durabilir. Uzak yerlere yayılmazlar. Metastaz denen yeni tümörler meydana getirmezler. Mikroskobik yapı bakımından çıktıkları dokuyu çok iyi taklit ederler. Tümör içine kanamaya ve doku nekrozuna nâdiren rastlanır. Tam olarak çıkarıldıklarında genellikle nüksetmezler ve öldürücü değildirler.

Selim tümörler, iyi huylu özelliklerini senelerce sürdürebildikleri gibi, günün birinde kötü huylu olabilme ihtimâline de sâhiptirler. Selim tümörlerin ne zaman habisleşeceğini hatta habisleşip, habisleşmeyeceğini tahmin etmek güçtür. Ancak selim tümörlerin hangi çeşidinde habisleşme temâyülünün yüksek olduğunu söylemek mümkündür.

Habis urlar ise hızla büyürler. Etraflarında kapsülleri yoktur. Selim ur habisleştiğinde etrafındaki kapsül yırtılır. Büyümeleri aşırı olduğundan etrâfındaki kan damarları beslenmesinde kifâyetsiz gelir. Bu yüzden tümör içinde birçok doku ölümleri olur fakat hücre kaybından çok daha hızlı tempoda hücre çoğalması olduğu için hacimleri azalmaz. Sık olarak kanamalar meydana gelir. Habis hücreler tek tek veya gruplar hâlinde kan, lenf, vücudun tabiî boşlukları ve komşuluk yoluyla yayılarak metastaz denen yeni tümörler meydana getirirler. Hücreleri istilâ ederek çoğalmalarını sürdürürler.

Mikroskobik olarak, tümörler, olgunlaşmamış hücrelerden meydana gelmiştir. Hatta tümörün hangi dokudan çıktığı, hangi hücreleri taklit ettiğini söylemek güçtür. Hücrelerin çapı, biçim ve boyanış şekilleri birbirine benzemez. Buna pleomorfizm denir. Çekirdekle sitoplazma arasındaki nispet bozulmuştur. Hücrelerin birbirleriyle irtibatı kaybolmuştur. Cerrâhî olarak çıkarıldıklarında çoğunlukla nüksederler (yeniden çoğalırlar). (Bkz. Kanser)

Dünyâ Sağlık Teşkilâtı tarafından her tümör için ayrı bir kod sayısı tespit edilmesiyle, enternasyonal bir kodlamayla istatistikler hazırlanabilmekte; tümörlerin coğrafî ve ırklara göre dağılımı, çevre şartları, beslenme ve kötü alışkanlıklarla ilgisi tespit edilmektedir.

TÜNEL

Alm. Tunnel (m), Fr. Tunnel (m), İng. Tunnel. Yatay doğrultuda yer altından veya nehir altından geçiş sağlayan üstü kapalı mukavim geçit, yol. Tünel, mâden çıkarmak maksadıyle kazılmış, şehirleşme ilerledikçe su yolları, giriş çıkış yolları olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tüneller kale duvarlarının uçurulması ve kale içlerine girilmek üzere askerî maksatla da kullanılmıştır.

Endüstrinin ve ticâretin artmasıyle dağlara, nehir altlarına hatta boğaz şeklindeki deniz diplerine yolları kısaltmak maksadıyla hem karayolu hem de demiryolu geçitleri olarak birçok tünel inşâ edilmiştir. Şehir nüfusları arttıkça yolcu ve eşyâ taşınmasının getirdiği güçlükler şehirler altına metro ismi verilen tüneller kazılmasıyla hafifletilmiş oldu. (Bkz. Metro)

Hidroelektrik santralları, şehirlerin kanalizasyon, hava gazı, su boruları ile elektrik enerji kablolarının döşenmesiyle ilgili ihtiyaçlar arttıkça tünel yapımı da artmıştır. Tünel şeklinde yapılan geçitlerin şehirlerde trafik problemlerini, hava kirliliği, gürültü, hayvan ve bitkilere zararlarını ortadan kaldırdığı ve iyi bir sığınak olduğu muhakkaktır.

M.Ö. 2100 senelerinde Bâbil’de yer altında bir binâyı diğerine bağlayan tüneller yapılmıştır. Bâbillilerin tüneller kazarak Fırat Nehrinin yatağını değiştirdikleri târihlerde yazılıdır. Fırat Nehri yatağı altında 4,6x3,6 metre genişliğinde üstü biriketle örtülü geçit tünel yapmışlardır. Tünel yapma tekniği eski Mısırlılar zamânında çok ileri gitmişti. Sert kayalar testere ve matkaplarla kesilmek ve delinmek sûretiyle parçalanıyordu. Romalılar kayaları parçalamak için ateş yakma metodunu kullanıyorlardı. Tünel açmada barutla patlatma metodu 1600’lerde tatbikata konuldu. Alfred Nobel’in 1867 senesinde dinamiti keşfetmesiyle barut, yerini dinamite bıraktı.

Tünelin tatbik sahası en çok demiryolları, karayolları, barajlardan arâzi ve şehirlere su kanalları, kanalizasyon (Bkz. Kanalizasyon) ve metrolardır. Dünyânın en uzun demiryolu tüneli 1980 senesinde Japonya’da yapılıp işletmeye açılan 54.100 metre uzunluğundaki Seikan Tünelidir. Dünyânın en uzun karayolu tüneliyse İsviçre’de 1978 senesinde işletmeye açılan 16.400 m uzunluğundaki Alp Dağlarında yer alan St. Gothard Tünelidir. 1993 yılı sonlarında kısmen bitirilen Manş Tüneliyse 37,9 km deniz altında olmak üzere toplam 50,5 km’dir. Alp Dağlarında İtalya’yı Fransa’ya bağlayan diğer iki uzun tünel 1965 senesinde açılan ve 11.700 m uzunluğundaki Mont Blanc ve 1978 senesinde açılan ve 12.700 m uzunluğundaki Frejus Tünelleridir. Türkiye’deki en uzun tünel Adana Ayrancı Tüneli olup, 5 km’dir. Karayolu tüneli olarak da 1600 metre uzunluğundaki Zigana Geçidi vardır.

Gâyelerine göre tünelleri iki ana gruba ayırabiliriz:

a. Trafik tünelleri: 1) Demiryolu tüneli, 2) Karayolu tüneli, 3) Yahya tüneli, 4) Nevigasyon tünelleri, 5) Metrolar.

B. Taşıma tünelleri: 1) Hidroelektrik güç istasyonları tünelleri, 2) Su tünelleri, 3) Genel tesislerin giriş veya su yolu tünelleri, 4) Kanalizasyon tünelleri, 5)Endüstriyel yapılarda ulaştırma tünelleri.

Su taşıma maksadıyla inşâ edilen basınca dayanıklı dünyânın en uzun tüneli ise ABD’dePansilvanie eyâletindeki Delaware Su Tüneli olup, toplam uzunluğu 137 kilometredir. Türkiye’de en uzun sulama tüneli Urfa İkiz Tüneli olup, 28 km’dir.

Tünel açma metodları: Tünelin açılacağı bölgede ilk yapılacak işlem toprak yapısının jeolojik yönden incelenmesi ve toprak katmanlarının yapıları hakkında bilgi toplamaktır. Toprak yapısına bağlı olarak çeşitli işlemler seçilerek tatbik edilir. Tatbik edilen bu metodların arâzi yapısına göre çeşitli isimleri vardır. Bunlar: 1) İngiliz tünel açma metodu, 2) Alman tünel açma metodu, 3) Yeni Avusturya tünel açma metodu, 4) Belçika tünel açma metodudur.

Sert kayaların bulunduğu toprak yapıda matkaplarla delme ve bu deliklere yerleştirilen dinamit kalıpların infilâk ettirilmesi en çok kullanılan usûldür. Tünelin tamâmı aynı anda kazılabileceği gibi kısım kısım boşaltmak sûretiyle de açılabilir. 1960’larda süratli bir şekilde 6-12 metre çapında delik açabilen hidroelektrik kumandalı tünel açma makinaları yapılmıştır. Bu makinaların uçlarındaki silindirik kafaya elektrik motorlarıyla döndürülen kesici dişliler yerleştirilmiştir. Dişlilerin kopardığı sert kaya parçaları hareketli bandlarla geriye doğru taşınıp dışarı atılır. Kazılan tünel boşluğu mukavim elemanlarla döşenerek ya çelik boru veya betonla tüp hâline getirilir.

Derin olmayan akıntısı az suların zeminine dışarda bölümler hâlinde hazırlanmış geniş çaplı borular indirilerek tünel yapılır. Borular çelik veya çelik beton karışımı yapıda olup, önce her iki tarafı su girmeyecek şekilde kapalıdır. Bölümler birleştirilip, sızdırmazlık temin edildikten sonra tüp içindeki kapalı perdeler kesilerek tünel boydan boya açılmış olur.

Uzun tünellerde havalandırma çok mühimdir. Tünellere havalandırma tesisleri konularak kirli hava dışarı atılır.

TÜR (Species)

Alm. Art, Gattung, Spezies (f), Fr. Espèce (f), İng. Species; genus. Esas karakterleri bakımından birbirine çok benzerlik gösteren ve kendi aralarında çiftleşerek verimli döller meydana getiren fertlerin toplamına verilen isim. Tür (nev’i), münferit bitki formlarını, tek fertleri geniş bir şekilde inceleyerek, birçok bakımdan benzerlik ve yakınlık gösterenleri en dar ve en küçük bir kavram altında toplar. Tür, gerek bitkiler âleminin gerek hayvanlar âleminin temel taşlarını, elementlerini teşkil eden ana birimdir. Bütün bitkiler ve hayvanlar sistemine, ancak bu türleri inceleyerek ve birbirleriyle karşılaştırarak üst kademelere varılabilir. Her kademeden sistematik gruplar da takson adını alır. Temel takson, tür (nev’i)dür.

Her tür bir cinse (genus) bağlıdır veya sistematikte böyle kabul edilir. Bitki veya hayvan türleri ve diğer taksonlar dâima Lâtince ilmî birer ad taşırlar. Her bitkinin tam olarak bilinebilmesi için 1737’de İsveçli botanikçi Cal Von Linne tarafından ileri sürülen ikili adlandırma sistemi kabul edilmiştir. Buna göre bitkinin adı iki kısımdan meydana gelir:

1. Cins adı.

2. Tür adı.

                   Laurus   nobilis

Misâl, Defne: ––––––  ––––––

                     Cins      tür

 

           Nicotiana     tabacum

Tütün: –––––––––   ––––––––

               Cins          Tür

 

           Allium     cepa

Soğan: ––––––  ––––––

            Cins       Tür

 Cins adları ya bitkilerin Lâtince ve Yunanca eski adlarından alınmıştır veya çeşitli şekillerde (bitkinin mahallî adı, şahıs adı, şahıs adları, özellikleri vs. gibi) Lâtinceleştirilmiş terkiplerdir. Tür adları ise genellikle cins adlarına bağlı ve bunun herhangi bir özelliğini belirten sıfatlar şeklindedir. Meselâ: BeyazNilüfer (Nymphaea= Nilüfer/Alba= Beyaz).

Zirâatte tür kavramının altında kalan taksonlar önem taşırlar. Türden ayrı olarak daha alt kademelerde alt tür veya varyete (çeşit) kullanılır. Bu gibi durumda bitkinin tür adını ardışık alttür (Subsp) veya varyete (var) adı yer alır.

Zirâî çeşitler için de kültür (Cultivar veya cv.) kelimesi kullanılır. Misâl: Brassica oleracea (lâhana) var acephala (yaprak lâhana). Phaseolus vulgaris (fasulye) cv. Cucumis melo (kavun) cv. Topatan (Topatan kavunu).

Kâidelere göre tür adları küçük harfle, cins ve yukarı taksonlar büyük harfle başlar. Birbirine yakınlık, cinsler familyalar altında, familyalar da takım altında toplanarak yukarı doğru büyük gruplar teşkil ederler. Buna göre sistematikte taksonlar şöyle sıralanmaktadır:

Bitkiler âlemi (Regnum vegetabile)

Bölüm (Divisio)

Alt bölüm (Subdivisio)

Sınıf (Classis)

Alt sınıf(Subclassis)

Takım (Orda)

Alt takım (Suborda)

Familya (Familia)

Alt familya (Subfamilia)

Cins (Genus)

Tür (Species)

Alt tür (Subspecies)

Varyete (Varietas).

TÜRBE

Alm. Türbe (f), Fr. Turbé, turbeh (m), İng. Tomb. Kabir üzerine yapılan binâ, oda. Vefât edeni ziyâret maksadıyla okumaya, duâ etmeye gelenleri yağmurdan, güneşten korumak için kabirlerin üzerine kurulan çadır vs. Türbe, etrâfı çevrilmiş yâhut üstü örtülmüş mezar yerine de kullanılmıştır. Arapça bir kelimedir. Kökü “türâb” veya “terb” kelimeleridir. Lügâtta, toprak, topraklı yer, bir şeyi toprakla örtmek ve üstüne toprak saçmak mânâlarına gelir. Türbe, ziyâret edilen büyük zâtların, evliyânın, şehitlerin, sultanların mezarlarına da denir. İlk türbeler, çadır, çardak, taş ve topraktan yapılmış oda şeklindedir. Türbede hizmet görenlere, türbenin temizlik vs. işlerine bakanlara “Türbedâr” denir.

Türbe, Türk-İslâm mîmârisinde çok yaygın olan bir yapı tarzıdır. Câmi, medrese, tekke ve zâviyelerin yanında bir türbeye de rastlanmaktadır. Birer sanat eseri olan türbelerin, basit, dört köşeli çeşitleri yanında, alınları(ön cephesi) çini ve mozaiklerle süslenmiş, cephe dış yüzlerine kesme taşlarla boydan boya çeşitli motifler işlenmiş, değişik yazı çeşitleriyle kitâbeler kazınmış, bâzan içleri de süslenmiş, pekçok türbe çeşitleri vardır. Türbelerin çatısı, kubbe, piramit ve konik şekiller arz eder. Bunların dört duvar üzerine kubbeyle örtülü olanlarına “türbe”, silindirik veya çokgen gövde üzerine konik veya piramit çatıyla örtülü olanlarına da “kümbet” adı verilir. İslâm âleminde bu tür yapıların tavanı, genellikle birer kubbeyle kapalı olduğundan, bunlara yalnızca “kubbe” denmiştir. Türkler ise, bu yapılara “türbe” demişlerdir. Âzerbaycan ve İran’da kubbe yerine “kümbet”, türbe yerine ise“türbet” isimleri kullanılmıştır. Şehitlerin hatırasına yapılmış “anıt-mezarlara” ise “meşhed” adı verilmiştir. Doğu Anadolu’da türbeye, pekçok yerde “kümbet” veya “künbet” denir. Arap ülkelerinde bu çeşit kubbeli mezarlar için “merebut” veya orada gömülü bulunan peygamber, âlim, veli... gibi din büyükleriyse “makam” adı kullanılmıştır. Makam-ı İbrâhim... gibi.

Göktürkler türbeye “bark” adını veriyorlardı. Göktürk ve Uygurlar zamânında görülen ve “kurgan” adı verilen mezarlar, Türklerin İslâmiyeti kabûlünden sonra yerini türbelere bırakmışlardır. Selçuklu Türkleri, malzeme olarak, tuğla, taş, kerpiç kullanmışlardır. Tuğladan örülmüş, çini ve mozaiklerle süslü büyük Selçuklu türbeleri yanında, tuğlanın yerini kesme taşların aldığı Anadolu Selçuklu türbeleri, bu türün belirli örneklerini teşkil etmektedirler. Taştan kurulu temel üzerine tuğladan gövdelerin oturtulduğu türbeler de vardır. Kitâbelerde yer alan hatlar kufî, nesih vs. süslü yazılardır. Bunlardan kubbe, çatının altında gizlidir. Dışarıdan konik veya piramit çatı görünür. Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Türklerin göç yolları üzerinde bıraktıkları eserler dışında yeni bir sanatın, yeni bir zevkin en kuvvetli habercileri çok defâ küçük yapılar olan bu kümbetlerdir. Bunların görünüşlerindeki kuvvetli tesir, hatlarındaki sâdelik ve açıklık, o zamana kadarki anıt mezarlardan çok değişik ve karakteristik bir sanat üslûbuna işâret etmektedir. Bunlar eski Türk çadırlarının anıt-mezar hâlini alarak ölmezleşmiş şekilleridir. Selçuklular devrine âit en meşhur kümbetlerden bâzıları şunlardır: Kırşehir’de Melik GâziKümbeti, Erzurum yakınında Tercan’da Mama Hâtun Türbesi, Kayseri’de Ulu Kümbet ile Çifte Kümbetler ve Emin Bayındır Kümbeti, Döner Kümbet ve Sırçalı Kümbet, Niğde’deHüdâvend Hâtun Kümbeti, Sivas’taEratnaoğlu Hasan Beyin Güdük Minâre adındaki kümbeti, Hasan Kehf’te Dicle’nin sol kıyısında bulunan Zeynel Bey Kümbeti.

Osmanlılar zamânında, kısa zamanda gelişen ve yeni bir yapı üslûbuna kavuşan Osmanlı türbeleri, daha fazla İznik, Bursa veİstanbul havâlisinde toplanmışlardır. Anadolu Selçuklu sanatında görülen kesme taş süslemeleri, bu dönemde daha da geliştirilmiş, gövdeye ve kubbe kasnağına pencereler açılmış, kapı ve pencere üzerindeki süslemelere îtinâ gösterilmiştir. Bir yandan da çini ve mozaiklerle çeşitli süslemeler yapılmıştır. Bu işçilikte boya da yer almıştır. Türbenin dışına olduğu gibi içine de önem verilmiş, içte ve dışta duvar süslemeleri yapılmıştır. Osmanlı devrine âit türbelerin en güzel ve zengin örnekleri Bursa’da ve İstanbul’da bulunmaktadır. Bursa’da Yeşil Türbe, Sultan İkinci Murâd Türbesi, Şehzâde Mustafa Türbesi, İstanbul’da ise Eyyüb Sultan Türbesi, Fâtih Sultan Mehmed Han, Yavuz Sultan Selim Han, Kânûnî Sultan Süleyman Han, Sultan İkinci Selim Han, Hürrem Sultan ve Hadice Sultan Türbeleri... gibi herbirinin ayrı sanat değeri olan sayısız türbe mevcuttur. (Bkz. İstanbul)

İslâmiyette ilk yapılan türbe, Resûlullah efendimizin medfûn olduğu Hücre-i mutahheradır. Buraya Hücre-i Seâdet de denir. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe vâlidemizin odasında Hicretin on birinci (M. 632) senesi Rebî’ulevvel ayının on ikinci Pazartesi günü, öğleden önce vefât etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defn edildi.

Hazret-i Âişe’nin odası, üç metre yüksekliğinde, kerpiçle hurma dallarından yapılmıştı. Hücre-i Seâdetin etrafı, hazret-i Ömer’in hilâfeti devrinde başlayarak çeşitli zamanlarda taş duvarla çevrilmiştir. Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velid, Medîne vâlisiyken, duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbeyle örttü. Peygamber efendimizin hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’in kabirleri dışardan görülemez ve içeri girilemez oldu. Ömer bin Abdülazîz Medîne-i münevvere vâlisiyken 707 senesinde, Halife Velid’in emriyle, zevcât-ı tâhiratın (Peygamberimizin hanımlarının) odalarını yıktırıp, Mescid-i Seâdeti genişletirken, bu duvarın etrafına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvar beş köşeliydi. Hiç kapısı yoktu.

Hücre-i Seâdetin dış duvarının etrafı, 1189’da demirden yapılıp, yeşile boyandı. Bu parmaklığa Şebeke-i Seâdet denir. Şebeke-i Seâdetin kıble tarafına (Muvâcehe-i Seâdet), doğu tarafına (Kadem-i Seâdet), batı tarafına (Ravda-i Mutahhera) ve kuzey tarafına (Hücre-i Fâtıma) denir. Mekke-i mükerreme şehri, Medîne-i münevvere şehrinin güneyinde olduğu için, Mescid-i Nebînin ortasında, yâni Ravda-i Mutahherada, Kıbleye dönen kimsenin sol tarafında hücre-i Seâdet, sağ omuzu tarafında ise, Minber-i şerîf bulunur.

847 senesinde, Şebeke-i Seâdetin bulunduğu yerle dış duvarlarının arasına ve bu yerin dışına mermer döşendi. Mermerler, zaman zaman değiştirildi. Son olarak Sultan Abdülmecîd Han döşetti.

Hücre-i Seâdetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye (Kubbe-tün-nûr) denir. Osmanlı pâdişâhlarının gönderdikleri (Kisve-i şerîfe) bu kubbe üzerine örtülürdü. Kubbe-tün-nûr üzerine gelen, Mescid-i Saâdetin büyük yeşil kubbesine (Kubbe-tül-Hadrâ) denir. Şebeke-i Seâdet denilen parmaklığın dış tarafına örtülen kisve, Kubbe-i Hadrâ altındaki kemerlere asılırdı. Bu iç ve dış perdelere (Settâre) denir. Şebeke-i Seâdetin doğu, batı, kuzey taraflarında birer kapısı vardır. Şebeke-i Seâdet içine Harem-i şerîf ağalarından başka kimse, duvarlarının içine ise, hiç kimse giremez. Çünkü kapıları ve pencereleri yoktur. Yalnız kubbe ortasında ufak bir delik olup, tel kafesle kaplıdır. Bu deliğin hizâsında olarak, Kubbe-i Hadrâya da bir delik açılmıştır. Mescid-i şerîf kubbesi 1837 senesine kadar kurşun rengindeydi. Sultan İkinci Mahmûd-ı Adlî Hanın emriyle yeşile boyandı. 1872’de, Sultan Abdülazîz Hanın emriyle boya yenilendi.

Hücre-i Seâdetten sonra ilk yapılan türbeler, Bakî’ kabristanında, Resûlullah’ın mübârek zevcelerinin, kabirleri üzerine yapılmış olan kubbedir. Zeyneb binti Cahş vâlidemiz pek sıcak günde vefât etmişti. Hazret-i Ömer kabir kazılırken cemâati güneşten korumak için, kabir üzerine çadır kurdurdu. Çadır, uzun zaman kabir üzerinde kaldı. Bundan sonra, kabirler üzerine çadır, çardak, zamanla, türbeler yapıldı.

Dînimiz türbe yapmayı yasak etmemiştir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû Bekr’i ve hazret-i Ömer’i oda içine defnetmezlerdi. Türbe ölüye tapınmak için yapılmaz. Ona sevgi ve saygı göstermek ve okumaya, duâ etmeye gelenleri yağmurdan, güneşten korumak için yapılmaktadır. Sâlihleri âlimleri sevmemizi, onlara saygılı olmamızı dînimiz emretmektedir. Câhil halk, ölüyü toprak altında görünce onu kendinden aşağı sanır. Türbeyi, sandukayı ve herkesin saygı ile ziyâret ettiğini görünce, o da saygılı olur. Yâni türbe ölü için değil, dirilerin saygılı olup, velîden istifâde edebilmeleri için yapılmaktadır.

Evliyâ, ölüyken de, diriyken de birşey yaratmaz. Allahü teâlânın yaratmasına sebep olur. Türbeler ve evliyâ mezarlarını ziyâret edenler, bunlara tapınmaz. Onların ruhlarını vesile ve kendilerine şefâatçı ederek dilediklerini Allahü teâlâdan isterler. Adakta bulunanlar, adaklarını Allah için yaparlar ve bundan hâsıl olan sevâbı bir veya birçok velînin rûhuna hediye ederler. Türbe ziyâreti, türbenin binâsı, taşı toprağı için değil, orada medfun bulunan zat için yapılır. Bu kabir ziyâreti, dînimizde câiz ve çok sevâbdır. Bâzılarının buna şirk demeleri dînî esaslara dayanmamaktadır. Ölmüş atalara tapınmak veya bunları yaratıcıya ortak yapmak, târihte görülmüş sapık inançlardandır. Müslümanların kabir ve türbe ziyâretlerinin bu bozuk inançlarla hiçbir alâkası ve benzerliği yoktur.

Türbelere bez bağlamak, mum yakmak ve benzeri şeyler, câhiller tarafından uydurulmuş şeyler olup, dînimizde yeri yoktur. Bu gibi hurâfelerden bâzıları Hıristiyanlık ve Yahûdîlikten alınarak bilgisiz kimseler arasında yayılmıştır.

Türkiye’de açık olan tekkeler ve ziyâret edilmekte olan türbeler, 3 Eylül 1341(1925) târihli kararnâme ve daha sonra 20 Kasım 1341 (1925) târihinde Vekiller Heyetince (Bakanlar Kurulu) kabul edilen 677 sayılı “Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedârlıklarla Birtakım Ünvanların Men ve İlgasına Dâir Kânun” ile kapatılmıştır.

İlk defâ türbelerin açılması 30.3.1950 târihine rastlar. 25 senelik bu zaman zarfında türbeler bakımsız bırakılmış, yangın ve yağmur gibi tabiî âfetlere mâruz kalmış, tâmir edilmediği gibi, kendi hâline bırakılması sebebiyle bir kısım kıymetli eşyâlar kaybolmuş veya zâyi olmuştur. 1950 yılında Bakanlar Kurulu karârıyla türbelerin tamâmı açılmasa da bu güzel faâliyet daha sonraki târihlerde devâm etmiş ve imkân nispetinde türbeler birer birer açılmaya başlanmıştır.

1.3.1950 târihinde 5566 sayılı kânunla 20.11.1925 târihli 677 sayılı kânunun 1. maddesine şu fıkra eklenmiştir.

Türbelerden Türk büyüklerine âit olanlarla, büyük sanat değeri bulunanlar, Millî Eğitim Bakanlığınca umûma açılabilir. Buraların bakımı için gerekli memur ve hizmetliler tâyin edilir. Açılacak türbelerin listesi Millî Eğitim Bakanlığınca hazırlanır ve Bakanlar Kurulunca tasvib edilir.

Bu kânundan sonra, 30.3.1950 târihinden îtibâren aşağıdaki türbeler ziyârete açılmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Sultan İkinci Mahmûd, Mustafa Reşîd Paşa, Barbaros Hayreddîn Paşa, Mîmar Sinân, Gâzi Osman Paşa, Eyyûb Sultan.

Daha sonra 11.3.1967 târihinde Bakanlar Kurulu kararıyla; Sultan Birinci Ahmed, Sultan İkinci Selim, Sultan Üçüncü Mehmed, Sultan Üçüncü Ahmed türbeleri açıldı.

16 Şubat 1990 târihinde, 677 sayılı kânunun 1. maddesinin 5566 sayılı kânunla ilâve edilen fıkrası değiştirilerek Bakanlar Kurulunun kararı kaldırıldı. Kültür Bakanlığının onayı yeterli görüldü. Bu târihten sonra da; Aziz Mahmûd Hüdâyî, Merkez Efendi, Sümbül Efendi türbeleri ziyârete açıldı.

TÜRBİN

Alm. Türbine (f), Fr. Turbine (f), İng. Turbine. Akan bir akışkandan enerji alıp, bu enerjiyi bir milin dönme hareketine çeviren makina. Türbin mili (şaftı) başka bir makinaya doğrudan doğruya veya dişliler vâsıtasıyle bağlanırsa böyle bir makina faydalı işler yapmak üzere türbin tarafından harekete geçirilir.

Kullanıldıkları sıraya göre sınıflandırılan basit ve güçlü makinalardan meydana gelen türbinlerin üç ana çeşidi hidrolik veya su türbini, buhar türbini ve gaz türbinidir (Bkz. Gaz Türbini). Hidrolik türbin, yalnız hidroelektrik tesislerinde elektrik jeneratörünü tahrik ederek aydınlatma ve sanâyi için elektrik gücü üretimini sağlamak üzere kullanılır. Buhar türbini, esas olarak yine elektrik üretmek üzere elektrik jeneratörünü tahrik etmek için nükleer güç tesislerinde ve termik santrallarda kullanılır. (Bkz. Buhar Türbinleri)

Türbinin esas mekanik özelliği dönen bir eleman oluşudur. Buna rotor denir. Rotor bir şaft (mil) üzerine tespit edilmiştir. Çevresinde kanatlar, bıçaklar ve hazneler bulunmaktadır. Akan sıvı bunlara çarptığında, sıvının enerjisi rotora geçerek onun ve türbin şaftının dönmesini sağlamaktadır.

Çalışma prensipleri: Yukarıda bahsedilen üç tip türbinde çalışma prensibi olarak ya akışkanın etkisini veya tepkisini kullanmaktadırlar. Bu şekilde çalışma prensibi bakımından ikiye ayrılırlar:

Etkili türbinde, adından da anlaşılacağı gibi, türbin bir veya daha çok yüksek hızdaki rotorun kanatlarına çarpan yüksek hızlı akışkan jeti ile döndürülür. Jet hızı sebebiyle kullanılan enerji kinetik enerjidir. Bu çeşit türbinde, akışkan, herhangi bir anda sâdece kanatlardan bâzısı ile temas eder. Bu şekilde sıvı rotorun bütün kanatlarını doldurmadığından etkili türbinler, sâbit basınçlı türbinler olarak bilinir.

Tepkili türbinlerdeyse, sâbit yönlendirici kanatlarda basınç kısmen düştükten sonra, rotor kısmında basınç daha da düşer. Akışkan, türbinin bütün çevresini kaplayacak şekilde verildiğinden, aynı güçteki etkili türbinlere göre bu tiplerde rotor çapı daha küçüktür. Tepkili türlerinin sâdece bir kısım gücü, akışkanın hızından elde edilmektedir. Geri kalan güç ise rotorun ön ve arka kanatları arasındaki basınç farkından elde edilmektedir.

Türbinin dönen milinin gücü, birkaç şekilde kullanılabilmekteyse de, bunun en yaygın şekli milin doğrudan doğruya elektrik jeneratörüne bağlanmasıdır. Verilen frekanstaki bir alternatif akımın üretimi ve taşınması jeneratörün sâbit bir hızda dönmesini icâbettirdiğinden, yükteki değişmelere müsâde edecek ölçüde bir çeşit yönlendirme ve düzenleme faaliyetiyle teçhiz edilmelidir. Bu da türbine verilen akışkan miktarının kontrol edilmesiyle sağlanır.

Hidrolik türbin: Hidroelektrik tesisindeki, hidrolik türbine enerji, yüksek bir depodaki suyun daha düşük seviyedeki türbine düşürülmesiyle sağlanır. (Bkz. Hidroelektrik Enerji)