TROLEYBÜS
Alm. Elektroauto, Elektrofahrzeug, Fr. Troley-autobus, İng. Trolley-bus. Genellikle şehiriçi ulaşımında kullanılan, elektrik enerjisiyle çalışan, lastik tekerlekli, iki kasalı, otobüs benzeri taşıt. İlk zamanlarda “elektrikli otobüs” olarak anılırdı. İki telli havai hattan aldığı beslemeli elektrikle çalışır. Havai hat birbirine paralel olarak uzanan 60 cm aralıklı iki çıplak telden ibârettir. Troleybüsten hatlara uzanan iki boynuz, bu tellere alttan sürtünerek elektrik enerjisini taşıtın motoruna iletir. Boynuzlar aşağı yukarı ve sağa sola hareket edebildiklerinden, taşıt inişli çıkışlı yollarda kullanılabildiği gibi, belli ölçülerde sağa ve sola da yanaşabilmektedir.
İlk troleybüs denemesi 1882’de Berlin’de gerçekleşti. 1900’lü yıllarda Almanya, Fransa, İtalya ve Orta Avrupa’da ticârî gâyelerle troleybüs yapımına başlandı. 1930’larda bu ülkelerde ve Amerika’nın birçok şehrinde şehiriçi yolcu taşımacılığında troleybüsler kullanıldı. Daha sessiz çalışması, eksoz dumanı olmaması ve daha hızlı ivmelenmesi gibi özellikleri sebebiyle sonraki yıllarda diğer Avrupa ülkelerinde de troleybüs kullanımı yaygınlaştı. Günümüzde İtalya veFransa gibi ülkelerin bâzı kasaba ve şehirlerinde hâlâ troleybüs işletmeciliği devâm etmektedir.
Ülkemizde ilk troleybüs hattı 1947’de Ankara’nın Ulus ve Bakanlıklar semtleri arasında tesis edildi. 1954’te İzmir, 1961’de de İstanbul’da şehiriçi yolcu taşımacılığında kullanıldı. Trafik yoğunluğunun artışı sebebiyle 1984’te İstanbul’da, 1986’da Ankara’da tamâmen ulaşımdan kaldırıldı.
Troleybüsler, garaja girip çıkma, yol çalışmaları sebebiyle hattan ayrılma gibi havai hattın bulunmadığı kısa mesâfelerde yol almak için küçük bir elektrojen grupla veya bir batarya ile donatılmıştır. Bu sistemle hatsız olarak düşük bir hızla hareket edebilmektedirler.
80’li yılların başında birçok troleybüs, yeni bir teknikle daha fazla geliştirildi. Bu sâyede bağımsız olarak normal hızla seyredebilmektedir. Bu özellikleri, havai hatta yol alırken dolan bir batarya veya dizel bir motor sâyesinde sağlanmaktadır.
Alm. Thrombophlebite (f), Fr. Thrombophlèbite (f), İng. Thrombophlebitis. Tıpta, venöz damarların iltihaplanması. Tromboflebit venin (kirli kan damarı) etrâfındaki dokulardan kaynaklanan bir enfeksiyon sonucunda veya vücûdun herhangi bir yerindeki enfeksiyon odağından bakterilerin kan yoluyla diğer damarlara taşınmasıyla meydana gelir. Umûmiyetle bacaklarda husûle gelir.
Bütün had ve müzmin enfeksiyonlarda, ameliyatlardan ve doğumdan sonra venlerde trombüs-pıhtı teşekkül edebilir. Bu durum tromboflebite yol açar. Tromboflebite yatkın olan venler arasında variköz hemoroidal venler, variköz bacak venleri, pelvik venler sayılabilir.
Tromboflebitte iltihabî reaksiyon genellikle hâdisesiz bir şekilde yatışır ve emboliye (pıhtı atılması) pek rastlanmaz. Flebotromboz ayrı bir durum olup, iltihabî değildir. Tromboflebitle sık karışır. Flebotrombozda vende meydana gelen kan pıhtıları ven civârındaki dokulara olan bir darbeyi veya kimyevî bir tahrişi tâkiben teşekkül eder. Her iki hastalıkta da kanda pıhtılaşmaya meyil vardır. Meydana gelen pıhtılar venin iç duvarına yapışırlar. Flebotrombozun belirtileri hafif olur, fakat tromboflebit genellikle atak şeklinde başlar. Kramp tarzındaki ağrıyı tâkiben bacakta şişme ve morarma başlar. Venöz damarlarda belirginleşme ve ısı artışı olabilir.
Tromboflebit; akciğer embolisi (ven duvarından kopan bir pıhtının akciğer arterini âniden tıkaması sonucunda) ve septik emboliye (enfekte pıhtının vücûdun başka bir yerine giderek enfeksiyona sebep olması) sebep olabilir.
Tedâvisinde, tromboflebitli uzuv yükseğe kaldırılır. Hasta kat’i olarak istirahat ettirilir. Antibiyotikler, doktor kontrolunda heparin (antikoagülan) ve ağrı kesiciler verilir.
Alm. Thrombose (f), Fr. Thrombocyte (f), İng. Platelet, Thrombocyte. Kemik iliğinin dev hücrelerinden olan megakaryositlerden husûle gelen, kanın en küçük hücresi. Büyüklüğü 1-3 mikron arasında değişir. Mikroskop altında bakıldığında parlak mavi sitoplazmalı görülür. Kanın milimetreküpünde 200.000-400.000 trombosit mevcuttur. Kemik iliğinde megakaryosit olgunlaşınca sitoplazması parçalanır ve trombositler meydana gelir. Trombositler bedendeki kanamanın durmasında çok mühim rol oynayan parçacıklardır. Damar kesildiği zaman kesilen kısımda trombositler toplanır ve birbirlerine yapışırlar. Kanamayı durduran mühim bir madde olan tromtoplastini de salgılar. Bu madde bir seri kimyevî hâdiseyle kan içindeki fibrini kanama yerine çöktürür. Fibrin trombositlerin birbirlerine daha sıkı yapışmalarını sağlar, orada mükemmel bir tâmir başlatır.
Trombositlerin büyük kısmının veya tamâmının eksikliğinde damarlarda kanamaya meyil artar. Küçük çarpmalarda deriyle iç organların içini örten mukozada peteşi ve ekimoz denilen nokta nokta kızarma ve morarmalar görülür.
Alm. Tropische Zone(f), Fr. Zone (f), Tropicale, İng. Tropical Zone. Ekvatordan 23,5° kuzey ve 23,5° güney mesâfede yer alan iki dönence arasındaki coğrafî sahaya verilen isim. Dünyânın tropikal sahası tahmînen 2000 sene önceleri güneşin dünyâya göre zâhirî hareketini inceleyen astronomlar tarafından farkedilmiş ve isimlendirilmiştir. Güneşin ışıkları öğlen vakti yalnız bu bölgede mevsimlere göre yere dik olarak gelir. Dünyânın ekseni etrâfında dönerken senede bir defâ güney doğrultusunda yapmış olduğu 25,5°lik meyil neticesinde güneş ışınlarının dünyâya geliş açısında değişiklik olmasıyla tropikal kuşak ortaya çıkmıştır.
Coğrafi Yapı: Tropikal bölgeler, merkezî Sahradan GüneyAfrika’ya kadar olan kısım, Güneydoğu Asya’nın tamâmı, Arabistan, Madagaskar, Pasifik Adaları, Orta Amerika’da merkezî Meksika’dan, Güney Amerika’da merkezî kısımlarda Kuzey Arjantin ve Kuzey Şili’ye kadar uzanan kısımlar, Endonezya, Filipinler ve Kuzey Avustralya’yı içine alan dünyâ kara parçalarının % 36’sını teşkil eden kuşaktır.
Tropikal bölgelerde iklim sıcaklık farkları fazla değişiklik göstermez. Ekvator civarında ortalama sıcaklık 21°C ile 26°C arasında değişir. Gündüzleri 38°C’ye çıkabilir. Geceleri en düşük sıcaklık 18°C’dir. Yüksek yerler hâricinde hemen hiç kış olmaz. Tropikal bölgelerde yağış fazladır. Tropikal bölgelerde güneş ışığının dik geldiği taraf daha yağışlı geçer. Bölge sınırlarında çöller başlar. Ortalama yağış miktarı 1016 mm ile 2540 mm arasında değişir. Yağmur ve güneşin bol olması bölgenin bitki örtüsünü de etkilemiş ekvatordan kuzey ve güney istikâmetinde gidilirken gittikçe seyrekleşen ve ufalan bir bitki örtüsü meydana gelmiştir.
Tropikal bitki örtüsü: Tropikal bölge bitkilerinin çoğu yapraklarını dökmezler ve dâimâ yeşil kalırlar. Tropikal bölgelerde kurak geçen yerlerde bitki örtüsü de farklılaşır. Yağış, sıcaklıktan daha büyük bir faktör olarak bitkiler üzerine tesir eder. Tropikal bölgelerden yağışı bol olan yerlerde senede birkaç defâ çiçek açan, yaprak değiştiren bitkiler vardır. Bu bölgelerde 20.000’i aşkın bitki cinsi görülür. Bitkilerin büyüme hızı ve süresi daha fazladır. Meselâ bu bölgeden yetişen bir çeşit bambu bir günde 56 cm büyüyebilir. Bilhassa Amazon ve Kongo ormanlarında yaprağını dökmeyen ve boyları 40-50 metre üstünde olan sık ağaçlar vardır. Bu ormanlara yağmur ormanları veya balta girmemiş ormanlar ismi verilir. Orman dipleri loş ve yaprak çürümesinden meydana gelen nemli toprakla kaplıdır. Buralarda yürümek oldukça zordur.
Bol yağmur yağmayan tropikal bölgelerdeyse diplerinde çimenler yetişen muson ormanları vardır. Ağaçlardan bir kısmı buralarda yapraklarını dökerler. Daha kurak bölgelerde boyları 9 metreyi geçmeyen ağaçların meydana getirdiği ormanlar ve çimen sahalar yer alır. Tropikal çöl bölgelerinde ise içerisinde su depo eden kaktüs türü bitkiler vardır.
Tropikal bölgelerde ziraatı yapılarak yetiştirilen şekerkamışı, pirinç, mısır, yerfıstığı, çeşitli ceviz türleri, soya fasulyesi, susam, çay, kakao, tütün, pamuk, keten, kenevir ekonomik önemi büyük olan bitkilerdir. Bunların bir kısmı doğrudan doğruya bir kısmıysa yağ elde etmede, tekstilde kullanılır.
Tropikal bölge hayvanları: Tropikal bölgelerde yaşıyan hayvanlar bol yağmurlu balta girmemiş ormanlardan çöllere kadar değişik iklim farklarına göre muhtelif türler ihtivâ eder. Ormanların dipleri çok küçük hayvanlarla doludur. Bunlar çürüyen yapraklarla beslenir. Büyük karınca sürüleri, sürüngenler oldukça kalabalıktır. Fil, kaplan ve aslan, muhtelif tür maymun ve binlerce çeşit kuşlar tropikal bölgelerin sık ormanlarına has hayvanlardır. Amazon Nehri civârında yalnız bir ağaç üzerinde 76 cins kuş sayılmıştır. Bu ormanlarda yarasa da çoktur. Sürüngenlerden yılanlar ve timsahlar dehşet vericidir.
Tropikal bölgenin insanlara etkisi: Tropikal bölgenin insanlara etkisi biyolojik ve kültüreldir. İklimin etkisiyle insan cilt, göz ve diğer fizik yapılarda değişmeler olmuştur. Güneş ışınları bu bölgelerde çok dik geldiği için insanların cilt renkleri güneş ışınlarının çoğunu süzecek özellikte koyulaşmıştır. Bu koyuluk açık kahverengiden siyaha doğru değişir. İnsan genetiği üzerindeki çalışmaların bir kısmı tropikal bölgelerde yaşayan koyu renkli insanların güneş ışığı az kuzey ve güney yarımkürelere getirilmesinden bir müddet sonra derilerinin D vitamini üretmemesi üzerine tüberküloz hastalığına yakalanabileceğini ve aynı şekilde beyaz ciltli insanların da tropikal bol güneşli bölgelerde cilt kanserine yakalanabileceğini ispat etmişlerdir. Tropikal bölge insanı nemli ve sıcak ortamda iş yapmada şartlara diğer bölge insanlarından daha dayanıklıdır. Tropikal bölgenin insanlar üzerinde kültürel etkisi büyüktür. İklim şartlarının vermiş olduğu zorluklar sebebiyle bu bölgelerde yaşayan insanlar kolay hava alan örtüler kullanırlar. Hintlilerin ve Arapların an’anevî örtüleri bunlardandır. Câhil kalmış ilkel kavimlerse yer yer örtünmeyi bilmediklerinden çıplak dolaşmaktadırlar. Medeniyetin ulaştığı yerlerdeki insanlar da örtünmeye başlamışlardır.
Tropikal bölgelerde nüfus iklime bağlı olarak değişir. Sık ormanlık bölgelerle kurak olan çöl bölgelerinde de nüfus oldukça seyrektir. Tropikal bölgelerin nüfus yönünden kalabalık olan yerleri tropikal kuşağın kuzey ve güney kısımlarıdır.
Eski Sovyet Sosyalist Cumhûriyetler Birliği’nin kurucularından biri. 1879-1940 yılları arasında yaşamıştır. Varlıklı bir Yahûdî çiftçinin oğlu olup, asıl ismi Lev Davidovich Bronstein’dir. 1898’de devrimci hareketlere karıştığı için tevkif edilerek Sibirya’ya sürüldü. Orada, Marxist oldu ve Sosyal Demokratik Partisine katıldı. 1902’de sahte pasaport ve Trotsky ismiyle İsviçre’ye kaçtı. 1903’te Sosyal Demokratik Partisinin parçalanması sırasında Lenin’in merkezî idâresine, muhtemel diktatörlüğüne karşı durarak Menşevik grubuna katıldı. 1905 ihtilâli sırasında Rusya’ya döndü. Daha sonra Petrograd ve şimdiki ismi Leningrad olan St. Petersburg’da nüfuzlu bir kişi oldu. Sibirya’ya sürüldüyse de tekrar Rusya dışına kaçtı. 1917’ye kadar Menşevik (Lenine karşı azınlık) kaldı. “Devamlı ihtilâl”e inanmaktaydı. Bu şekilde orta sınıfla, çalışan sınıfın birleşeceğini kabul etmekteydi. Bu tür fikirlerle Trotsky, Bolşeviklere 1917 ihtilâlinin ana programını hazırladı.
Mart 1917’de Çar devrildiğinde Newyork’tan Rusya’ya dönen Trotsky, Bolşevik Partisine katılarak Lenin’in baş yardımcısı oldu. Yeni kurulan hükümette dışişlerinde, daha sonra savaş işlerinde görevlendirildi. Kızıl Ordunun tesirli, disiplinli bir kuvvet olması için çalıştı. 1918-1920 arasındaki bütün harekâtlarda tesirli oldu. Askerî ve ekonomik işlerde merkezî olunması gerektiğini savunmaktaydı.
Her ne kadar kendisine Lenin’in halefi gözüyle bakıldıysa da, 1921’de Trotsky’nin yıldızı sönmeye başladı. 1922’de Lenin hastalandı. Politbürodaki diğer üyeler onu yıpratmaya, taraftarlarıysa başarısız bir şekilde desteklemeye başladı. 1924’te kendisi, Lenin’in doktrinlerinden bir bozuk Menşevik sapması olan “Trotskyizm”le suçlandı. 1925’te savaş komiseri görevinden alındı.
Devamlı olarak önceki mevkisini tekrar kazanmaya çalıştıysa da taraftarlarıyla berâber 1926’da Politbüro’dan, 1927’de Komünist Partisinden atıldı. 1928’de sürgüne gönderildi.
1929’da Rusya’dan sınırdışı edilen Trotsky, 1933’e kadar Türkiye’de yaşadı, sonra Fransa’ya geçti. Sovyetlerde ve dışındaki Komünist Partilerde Stalin’e karşı fikirleri körükleyen Trotsky, Rusya’nın tesiriyle Fransa’dan ve daha sonra Norveç’ten sınırdışı edildi. 1936’da Mexico City’ye yerleşti. Bu arada Sovyet hükümeti karşı devrim yapma iddiasıyla Trotsky’nin taraftarlarını mahkeme ederek, pekçoğunu ölüme mahkûm etti.
1940’da Trotsky bir İspanyalı komünist ajan tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
Alm. Trust Konzern (m), Fr. Trust (m), İng. Trust. Bir ekonomide serbest ticâreti sınırlamak veya ortadan kaldırmak gâyesiyle piyasaya hâkim olmak düşüncesiyle meydana getirilen işletmeler arası birleşmeler. Tröst aynı sanâyi dalında çalışan işletmelerin yatay birleşmeleridir. Aynı mal üretimini gerçekleştiren çeşitli işletmeler birbiriyle anlaşarak ve sermâyelerini birleştirerek tröst meydana getirirler. Kartelle tröstün tek farkı kartellerin anlaşmayla meydana getirilmesindedir. Halbuki tröstlerde işletmeler iktisâdî ve hukûkî bakımdan kaynaşmış bulunmaktadır. Tröst meydana getirilmesi için; şirketlerin tek bir şirket hâline dönüşmesi; füzyon, kontrol şirketi (holding) olması gibi çeşitli yollara başvurulmaktadır.
(Bkz. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu)
Amerika Birleşik Devletleri’nin otuz üçüncü Devlet Başkanı. 8 Mayıs 1884’te Missouri eyâletinin Lamar şehrinde John ve Martha Trumanların çocuğu olarak dünyâya geldi. 1890’da Independence kasabasına yerleşti. Truman, babasının mâlî sıkıntıları sebebiyle normal bir eğitim göremedi. Yine aynı sebepten çok istediği Askerî Akademiye de giremedi. Birkaç sene demiryolu işçisi ve bankacı olarak çalıştı. Yirmi iki yaşında tekrar doğduğu eyâlete döndü. Müteâkip on bir senesini Grandview’de çiftçi olarak geçirdi. Hayâtın zorlukları geniş bir tecrübe kazanmasına yardım etti. Bu arada Demokrat Partiye sempati duymaya başladı.
Birinci Dünyâ Harbinin başlaması, önüne yeni imkânlar çıkardı. Millî Muhâfız Ordusuna girerek kısa zamanda yüzbaşı oldu. Savaş boyunca Fransa’daki Amerikan topçu birliklerinde vazife yaptı. Savaştan sonra işçi hareketine yardımcı oldu. 1922’de Jackson Kontluğu Mahkemesi Hâkimliğine seçildi. 1924 ve 1930’da aynı makâmı tekrar elde etti.
1934’te Missouri’den Demokrat Senatör adayı oldu. Herkesin seçilme şansı tanımadığı seçim kampanyası sonunda senatör oldu ve bütün Amerika’yı şaşırttı. Senatörlüğünün ilk yıllarında hava ve kara taşımacılığı konusunda hazırladığı halkın faydasına tekliflerin kabul edilmesi, ününü iyice arttırdı. İkinci defâ senatoya girdikten sonra dış politikaya da ağırlığını koydu. Bunun yanında önayak olduğu senato soruşturma komisyonlarıyla, toplanan vergilerin yerinde ve israf edilmeden harcanmasına çalıştı. Özellikle Millî Savunma Komisyonundaki göreviyle verimliliği teşvik etti. 1944’te Başkan Yardımcısı oldu. 12 Nisan 1945’te Roosvelt ölünce de onun yerine geçti. Roosvelt’in politikasından ayrılmadı. İkinci Dünyâ Harbinin çabuk bitirilmesi konusundaki diğer çözümlerin yanında Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasını tercih etti.
İkinci Dünyâ Harbinden sonra Batı Avrupa’nın Rus propagandasından korunması için kesif bir gayret gösterdi. Sosyalist hareketlerin mevcut olduğu Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi devletlere büyük miktarlarda yardım yollatarak, bunların geçici olarak da olsa Rusya’dan uzaklaşmalarını temin etti. Türkiye’nin askerî ve ekonomik problemlerinin çözümlenmesi için yardımda bulundu. Tâkip ettiği akıllıca dış politika içte yıkılan îtibârını tekrar kazanmasını sağladı. 1948 seçimlerinde tekrar Başkan seçildi. İkinci dört yıllık dönemin mühim bir bölümünü Asya’nın problemlerini çözmeye çalışarak geçirdi. Komünist ve Milliyetçi Çinlileri birleştirmeye çalıştı. Ancak başarısızlıkla neticelenen bu politika, milliyetçi lider Chiang Kai-Shek’in anavatandan sürülmesine yolaçtı. 1952’de yerine General Dwight D. Eisenhower geçti. Truman başkanlıktan çekildikten sonra gözlerden kayboldu. 1955 ve 1956’da hatıralarını neşretti. 26 Aralık 1972’de öldü ve “Truman Kütüphânesi” bahçesine gömüldü.
Truman Doktrini: Başkan Truman 12 Mart 1947’de kongrede yaptığı konuşmada başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere, Avrupa ülkelerinin ekonomik sıkıntıda olduğuna dikkat çekti. Bu ülkelere yardım yapılmasını istedi. En büyük yardımı 400 milyon dolarla Türkiye ve komşusu Yunanistan’a ayırdı. “Truman Doktrini” olarak bilinen bu yardım sistemi Truman baştayken kısmî olarak muvaffak oldu. Yunanistan’ın Rusya’ya kayması geçici olarak önlendi. Türkiye ile dostane münâsebetler kuruldu. Ancak diğer Avrupa ve Asya devletleri üzerinde müessir olunamadı.
Alm. Troja, Fr. Troie, İng. Troy. Anadolu’daki târihî şehirlerden. Çanakkale’ye bağlı Biga ilçesinin Hisarlık köyünde, kayalık bir tepe üzerindeki Truva’da üst üste dokuz şehir kurulmuştur. Homeros, İlyada adlı eserinde Truva şehrinden bahsetmektedir. Truva hakkında ilk araştırmayı 1870-1890 yıllarında Heinrich Schliemann yaptı. 1893-1894 târihlerinde de Wilhelm Dörpfeld araştırmaları devam ettirdi. ABD Cincinnatti Üniversitesi profesörlerinden Carl Blegen ise, 1932-1938 târihlerinde Truva şehri hakkında araştırma ve değerlendirme yaptı.
Akhaia ve Truva şehri arasında meydana gelen savaşa Truva Savaşı denir. Truva Kralı Priamos’un oğlu Paris, Menelaos’un karısını kaçırınca, Yunanlılar Agamemnon komutasında Truva şehrine saldırdılar. Yunanlılar tahtadan bir at yapıp içine asker koyarak gizlediler. Kendileri de geri dönüyormuş gibi yaptılar. Bu hileyi anlayamayan Truvalılar atı şehrin içine getirdiler. Tahta atın içinde bulunan askerler geceleyin şehrin kapılarını açtılar. Şehre giren Yunanlılar büyük tahribatlarda bulunarak şehri ele geçirdiler. Bu savaş on yıl sürdü. Truva’da yapılan kazılarda bu efsâneyi canlandıran şekiller bulundu. Akhaia, genişlemesini engelleyen Truva’yı ele geçirerek bu engeli ortadan kaldırmış oluyordu.
1955 yılında Truva şehrinin yanında bir müze yapıldı. Bu müzede çanak, çömlek, cam, mâden, sikke ve mermer kalıntıları sergilenmektedir.
(Bkz. Türk Standartları Enstitüsü)
(Bkz. Türk Standartları Enstitüsü)
Alm. Sintflut (f), Fr. Déluge (m), İng. The Flood. Nehirlerin, denizlerin yağışlar ve fırtınalarla taşması sonucu büyük karaların, suyla örtülmesi. Tufan çok büyük sel baskınıdır. Târih boyunca dünyâ birçok tufana sahne olmuştur. En büyük tufan olarak Nuh aleyhisselâm Tufanı bilinmektedir. Araştırmacıların yaptığı çalışmalardan dünyânın çeşitli bölgelerinde muhtelif zamanlarda büyük sel baskınları neticesinde binlerce kilometrekarelik sahaların su altında kaldığı, binlerce insanın ve hayvanın öldüğü, kara parçalarının dahi şekil değiştirdiği anlaşılmıştır. Bunlardan Leonard Whilley 1920 senesinde yaptığı çalışmalarla Mezopotamya’nın defâlarca tufanlar neticesi sular altında kaldığını ispatlamıştır. Tufan’a yol açan nehirlerin başında Nil, Fırat, Dicle, Çin’de Hwang Ho ve Hindistan’da İndus nehirleri gelir.
En önemli tufan tipi nehirlerin taşmasıyla meydana gelenidir. Paris, Roma, Washington, New Orleans gibi yeni kurulmuş şehirler dahi defâlarca nehir taşmalarıyla sular altında kalmışlardır. İkinci önemli tufan tipiyse, sâhillerde büyük dalgaların taşıdığı su kütleleriyle meydana gelenlerdir. Nehirlerin taşmasıyla meydana gelen tufanlar umûmiyetle ilkbaharda çok fazla yağışlar, kışın donan toprağın âni ısı yükselmesiyle çok çabuk çözülmesi ve kar sularının toprağa emilmeden akıp gitmesiyle olur. Buzul erimesi toprak kayması, âni yaz yağmurlarıyla meydana gelen su baskınları sel târifi içinde kalmaktadır. Deniz sâhillerinde meydana gelen tufanlar iki sebepten meydana gelebilir. Birincisi iklim şartlarına bağlı fırtınaların, tayfunların sebep olduğu deniz seviyesinde meydana getirdiği yükselmelerdir. İkincisi de dünyânın sismik hareketleri sonucu meydana gelen su yükselmeleridir. Su yükselmeleri ya dalgalarla veya kara parçasının sulara gömülmesiyle olur.
Tufanlar sebebiyle her sene binlerce insan hayâtını kaybetmekte, zirâî sahalar sular altında kalmakta, mahsûl zâyi olmakta, evler yıkılmakta, arâzi şekilleri bozulmakta ve daha birçok hasar meydana gelmektedir. Bu sebepten tufanlara karşı tedbirler alınmaktadır. Bu tedbirlerin başında sâhillere yapılan yüksek ve sağlam setler, nehirler üzerine kurulan barajlar, nehirlerden kanallarla sulama yapılacak arâzilere su taşınması gelir. Nehirlerin taşmaması için su bendleri yapılır. ABD’de Mississippi Nehri kenarında 1937-1945 ve 1950 senelerinde toplam 1600 kilometre uzunluğunda bendler yapılmıştır. California’da Pasifik kıyılarına 3200 km boyunda bendler yapılmıştır. Bu bendler arasına aynı zamanda büyük havuzlar da inşâ edilmiştir. Hollanda’da yine denizden gelen su baskınlarını önlemek için suların girdiği kanallar önüne toplam uzunluğu 24 kilometre olan taş ve beton yapılar inşâ edilmiştir. Setler arasında uzaktan kumandalı kapılar vardır. Bu kapılar suların giriş ve çıkışını bir ahenk içerisinde kontrol ederek setlerin yıkılmasını önler. Bütün bu tedbirlere rağmen dünyâ üzerinde her sene tayfunlar ve nehir taşmaları sonucu birçok tufan meydana gelmektedir.
Dünyânın Gördüğü En Büyük Tufanlar:
Târihi: Tufanın Özelliği:
Bilinmiyor Nuh Tufanı, Nuh peygamberin gemisine binen canlılar hâriç, geri kalan bütün canlılar su altında boğularak öldüler.
M.Ö. 2297 Hwang Ho (Sarı Nehir) tufanı. Târihi belli olan ilk büyük tufandır.
M.Ö. 413 Roma’yı sular altına alan Tiber Nehri tufanı
1000 (M. S.) Tuna Nehri tufanı
1421 Hollanda’da birçok insanın ölümüne sebep olan tufan
1570 Hollanda’da Harlingen’i tamâmen harap eden tufan
1629 Mexico City’de birçok kişinin ölümüyle neticelenen tufan.
1811 Tuna Nehrinin taşmasıyla birçok kişi boğularak ölmüş köyler, araziler su altında kalmıştır.
1861 ABD’nin Pasifik sâhillerinde meydana gelen tufanda sular Nevada’ya kadar ilerlemiş çok can kaybı olmuştur.
1883 Java ve Sumatra’da Krakatan volkanı faaliyetiyle Okyanus dalgalarının sebep olduğu tufanda 36.000 kişi boğulmuştur.
1887 Çin’de Hwang Ho tufanında 140.000 kilometrekarelik alan sular altında kalmış ve 900.000 kişi boğularak ölmüştür.
1896 Japonya’da Okyanus Sismik olayları sonucu meydana gelen dalgaların sebep olduğu tufanda 27.000 kişi hayâtını kaybetmiş, 60.000 kişi evsiz kalmıştır.
1911 Çin’de Yangtze Nehrinin taşmasıyla meydana gelen tufanda 100.000 kişi hayâtını kaybetmiştir.
1916 Hollanda’da Kuzey Denizinden gelen su yükselmesiyle 10.000 kişi ölmüştür.
1931 Çin’de Yangtze Nehrinin taşmasıyla 200.000 kişi boğularak ölmüş, 2 milyon kişi evsiz kalmıştır.
1946 Japonya’da Okyanus sismik olayları ile meydana gelen dalgalar 100.000 kişiyi evsiz bırakmış, 1000 kişi boğulmuştur.
1963 İtalya’da Vaıont Barajının taşmasıyla 2000 kişi hayâtını kaybetmiştir.
1970 Bangladeş’te siklon’un sebep olduğu tufanda 200.000 kişi ölmüş, 500.000 kişi evsiz kalmıştır.
1971 Hindistan’da, Orissa’da siklonun sebep olduğu tufanda 10.000 kişi ölmüştür.
1973 Fazla yağışlarla İndus Nehri taşmış, tufanda 2300 kişi boğularak ölmüştür.
1974 Kuzey Honduras’ta tayfunun sebep olduğu tufanda 5000 kişi ölmüş 50.000 kişi evsiz kalmıştır.
1978 Kuzey Hindistan’da Haziran ve Eylül aylarında meydana gelen deniz taşması sonucu 1200 kişi hayâtını kaybetmiştir.
1979 11 Ağustos’ta Hindistan’ın Mori bölgesinde deniz sularının kabarmasıyla 15000 kişi ölmüştür.
1979 30 Ağustos ile 7 Eylül arasında Carribean’da meydana gelen tayfun 1100 kişinin ölümüne sebep olmuştur.
1982 17-21 Eylül târihlerinde El-Salvador’da denizden kabaran sular 1300 kişinin ölümüne sebep olmuştur.
1983 6-12 Nisan târihleri arasında ABD’de Alabama, Mississippi, Tenisee bölgelerinin kıyıları denizden gelen sularla örtülmüş fakat can kaybı olmamıştır.
Alm. Helm-, Feder-busch; Robschweif (m), Fr. Aigrette; Crinière (f), İng. Horsetail, aigrette. Ucuna at kuyruğu bağlanmış ve tepesine altın yaldızlı top geçirilmiş mızrak. Eski Türklerde hânlık alâmeti olarak kullanılan tuğun sayısı hanların büyüklüğü nispetinde artıp azalırdı. Osmanlılarda tuğ; hükümdarlık, vezirlik, beylerbeylik, sancakbeylik ve daha umûmî bir tâbirle askerî vazife ve memûriyet alâmetiydi.
Tuğ, at kuyruğu kıllarından sanatkârane bir şekilde yapılırdı. Çok sayıda kıl al renge boyandıktan sonra bunun tepesine beyaz ve siyah renkte ince kıllardan yapılan saçaklı bir başlık konulurdu. Bütün bunların üzerine bakırdan altın yaldızlı büyük bir top ve bâzan da onun üzerine bir hilâl yerleştirilirdi. Top güneşi, hilâl ayı, at kılları da güneşin ışınlarını temsil ederdi. Tuğ, mızrak şeklinde bir sırığın ucunda taşınırdı. Osmanlıların tuğları 16. yüzyılda, baş tarafında bir yaldızlı top ile üzerinde gümüş hilâl bulunan (bâzan hilâlsiz de olabilen) bir sırığa ve topun alt kısmına takılmış uzun ve boyalı at kıllarından müteşekkildi.
Pâdişâh tuğuna “Tuğ-ı Hümâyun” denilirdi. Pâdişâh sefere giderken Tuğ-ı Hümâyunlar da berâber götürülür, bunun için de bir merâsim yapılırdı. Bu merâsim, 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başı arasında şöyle yapılırdı: Pâdişâh tuğlarından ikisinin çıkarılacağı vezir-i âzam, şeyhülislâm, kâdıaskerler, nişancı, defterdar, yeniçeri ağası ve ileri gelen devlet adamlarına söylendikten sonra bunlar merâsim elbiselerini giyerek muayyen zamanda sarayın orta kapısında beklerlerdi. Enderun’dan Tuğ-ı Hümâyunun hazırlandığı haberi gelmesi üzerine önde vezir-i âzam olmak üzere Babüssaâdede Akağalarının oturduğu aralıkta sedire oturup beklerler, bu sırada hassa müezzinleri Sûre-i Feth okumaya başlarlardı. Sûrenin okunması bittikten sonra dâvetli şeyh efendilerin birinin duâsını müteakip Fâtiha sûresi okununca, ağalar Tuğ-ı Hümâyundan ikisini çıkarırlardı. Hemen devlet erkânı kalkıp, tuğları ağaların ellerinden alırlar, derhal birinciyi sadrâzamla şeyhülislâm ve diğerlerini de vezirlerle kazaskerler birlikte Babüssaâde önündeki muayyen yerlerine dikerlerdi. Bunun üzerine duâ edilip, merâsim sona ererdi.
Pâdişâhlar 18. yüzyıldan îtibâren sefere gitmediklerinden, tuğları yalnız saraya dikilirdi.
Bir sefer esnâsında veziriâzamın tuğlarından birisi Paşakapısı önüne ve binek taşına dikilirdi. Bu münâsebetle merâsim yapılıp, hâfızlara Kur’ân-ı kerîm okutulur ve dâvet edilen din âlimlerinin duâları arasında sadrâzamın tuğu mahalline konulurdu. Pâdişâhlar bizzat sefere gitmediği zaman sadrâzam yalnız kendi tuğlarıyla hareket ederdi. Muhârebe safında serdâr-ı ekremin tuğları yeniçerilerin arkalarında bulunur, tuğun dibinde mehterhâne ve daha arkada da sancak-ı şerîf ve serdar-ı ekremlik vazifesi de olan sadrâzam bulunurdu.
Alm. Ziegel (-stein) (m), Fr. Brique (f), İng. Brick. Kil ağırlıklı bir çeşit toprağın dikdörtgenler prizması bloklar şeklinde kalıplanıp pişirilmesiyle yapılan yapı malzemesi. Ucuz ve kullanışlı bir inşaat malzemesidir. Tuğla kullanımı altı bin yıl öncesine kadar uzanır. İlk tuğlalar güneşte kurutulurdu; bunlara kerpiç denir. Mîlattan üç bin yıl önce ilk tuğla ocakları kurulmaya başlamıştır.
Günümüzde tuğla ifâdesi umûmiyetle uzunluğu yaklaşık 20-22 cm, genişliği 9-11 cm ve yüksekliği 5-7,5 cm arasında olan bloklar için kullanılır. İçi dolu olan bu tür tuğlalar harman ismi verilen büyük tuğla ocaklarında îmâl edildikleri için harman tuğlası olarak isimlendirilir. Bu tuğlalar ülkemizde 400-600°C’de pişirilerek elde edilir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında geliştirilen ve Batıda yaygın olarak kullanılan, daha büyük ebatlı ve içi boşluklu olarak pişirilmiş tuğlalar delikli veya boşluklu tuğla olarak isimlendirilir. Delikli tuğla aynı zamanda ses ve ısı izolasyonu da sağlar. Delikli tuğlalar umûmiyetle fabrikalarda yaklaşık 1100-1200°C sıcaklıkta pişirilerek üretilir. Boyutları çeşitli ülke standartlarında belirtilmiştir. Ülkemizde delikli tuğlalar 23,5 x 13,5 x 13,5 cm, 23,5 x 23,5 x 13,5 cm veya 23,5 x 13,5 x 9,5 cm gibi ebatlarda üretilmektedir.
Kaplama tuğlası olarak kullanılacak tuğlaların içine renklendirici oksitler katılarak veya bileşenlerin miktarları değiştirilerek koyu kırmızıdan beyaza kadar renkler elde edilir. Kilin az olduğu yerlerde kalsiyum silikat veya silis karbür kireç tuğlası yapılmaktadır.
İnşaat işlerinde kullanılanların dışında fırınlarda kullanılan yüksek sıcaklığa dayanıklı alümin ve silis esaslı ateş tuğlaları da vardır. Bu tuğlalar yaklaşık 1800°C sıcaklıkta pişirilerek elde edilir.
Kil bulunmayan ve yüksek sıcaklığa dayanıklı diğer bir tuğla türü ise manyezi ve krom tuğlalarıdır. Bu tuğlalar çelik fırınlarında cam fırınlarında ve diğer edüstriyel fırınlarda kullanılır. Bunlardan başka silis, boksit, alemin, zirkon silisyum karbür ve dolomit tuğlaları da ateşe dayanıklıdır.
Günümüzde tuğla üretimi kilin çıkarılmasıyla başlar. İnce tâneli hâle gelene kadar değirmende ezilip öğütülen kil, koyu bir hamur elde edilecek gibi su ile karıştırılır. Daha sonra bu hamur kalıplar preslenerek veya kesintisiz bir dikdörtgenler prizması şekline getirilip istenen ölçüye göre dilimlenerek tuğla yapılır. Önce havada kurutulan tuğlalar daha sonra ocakta uygun sıcaklıkta yaklaşık 12 saatlik bir süreyle fırınlanır.
Hindistan’daki Türk-İslâm hânedanlarından. Hânedanın kurucusu ve ilk hükümdarı Gıyâseddin Tuğluk, Kalaçların son sultanı Kutbeddîn Mübârek Şah zamânında (1316-1320) Pencab ve Sind’de vâliydi. Halaciler saltanatına son veren Nâsıreddîn Hüsrev Şahın sultanlığını tanımayarak Delhi üzerine yürüdü. Sultan Raziye Türbesinin yakınındaki Lahravat mevkiinde Nâsıreddîn Hüsrev Şahı büyük bir bozguna uğrattı. 6 Eylül 1320’de Delhi tahtını ele geçirdikten sonra yakınlarının ısrarı ile sultanlığını îlân etti. 1323’te Kakatiya racalığını, 1325’te Bengal’i aldı. Gıyâseddîn Tuğluk Şahın aynı yıl Delhi’de ölümü üzerine yerine oğlu Muhammed geçti.
Gıyâseddîn Muhammed Şah, edebiyat ve fennî ilimlerde mütehassıs olduğu kadar mâhir bir kumandandı. Devlete mâlî destek için yeni vergiler koydu. Moğol Tarmaşiri’nin Mâverâünnehr’e taarruzuna 1329’da muvaffakiyetle karşı koydu. Moğol işgâlindeki Orta Asya’yı zaptetmek için Pamir yolu ile sefer düşündüyse de gerçekleştiremedi. Türk ve İslâm âlemiyle devamlı temasta bulundu. Kahire’deki Abbasî Halifesi Birinci Müstekfi (1302-1340)de Gıyâseddîn Muhammed Şahın saltanatını tasdik etti. Memlûklerle siyâsî münâsebet kurdu. Muhammed Şah, 1351’de vefât etti. Evlâdı yoktu. Hindistan âlimlerinin tavassutu ve ordu kumandanlarının ısrarıyla hânedandan Firuz Şah, 1352’de Tuğluk Sultanı ilân edildi.
Firûz Şah (1352-1388), saltanatın sahipsizliğinden istifâdeyle çıkan karışıklıkları tamâmen ortadan kaldırdı. Ülke içinde huzur ve emniyeti sağladı. Birliği kuvvetlendirdi. Ahâliye çok âdil davrandı. Delhi Sultanlığının ekonomik ve kültürel seviyesini yükseltti. Bendler, barajlar yaparak, zirâî mahsulün verimlilik nispetinin artmasına sebep oldu. Serhend bölgesini sulayan 240 kilometre uzunluğunda bir kanal yaptırdı. Ortasına da 140 kilometrelik bir kol daha ilâve ettirdi. Mektepler yaptırıp, âlimleri himâye ederek, kültür seviyesini yükseltti. Ahâli Firûz Şaha çok hürmet ederdi. Târihçiler, Firûz Şahı âdil bir hükümdar nümunesi, devrini de emsalsiz bir refâh ve saadet devri olarak târif ederler. Firûz Şah, 1385’te vefât edince yerine torunu Gıyâseddin Tuğluk Şah geçti. Ülkede iç karışıklıklar çıkıp, hânedan mensupları saltanat iddiasında bulundular. Saltanat mücâdelesinden istifâdeyle Hindular da isyan ettiler, ülke bölündü. Tîmûrlu Hânedanının kurucusu Tîmûr Han (1370-1405) Hind Seferine çıktı. 1398’de Delhi’ye girdi ve Hindistan’ı zaptetti. Tuğluklular ülkesi hânedanlar arasında paylaşıldığından, devlet bölündü. Siyâsî birlik parçalandı. Multan Vâlisi Hızır Han, Tuğluklular Hânedanını yıktı. Delhi’ye kendilerinin seyyid olduğunu söyleyen “Seyyidler Hânedânı” hâkim oldu. (Bkz. Delhi Türk Sultanlığı)
Tuğluklular Şahları
Gıyâseddîn Tuğluk Şah |
(1320-1325) |
Gıyâseddîn Muhammed |
(1325-1351) |
Mahmûd Şah |
(1351-1352) |
Firûz Şah |
(1352-1388) |
Gıyâseddîn Tuğluk Şah |
(1388-1389) |
Ebû Bekir Şah |
(1389-1390) |
Nasıreddîn Muhammed Şah |
(1390-1393) |
Alâeddîn Hümâyûn Şah |
(1393) |
Nâsîreddîn Muhammed Şah-I |
(1393-1395) |
Nusret Şah |
(1395-1399) |
Nâsıreddîn Muhammed Şah-II |
(1399-1413) |
Devlethan Ludî |
(1413-1414) |
Pâdişâhın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imzâ. Tuğranın Farsçası nişan; Arapçası tevkî’dir. Tuğra, bütün İslâm hükümdârları tarafından kullanıldı ve ferman, berât vesâire ile paralarda, pâdişâhların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi.
Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra nümûnelerine Osmanlılarda rastlanmaktadır. Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devâmı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler.
Osmanlı pâdişâhlarında ilk tuğra, Orhan Gâzi tarafından kullanıldı. Orhan Gâzinin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H.724 Rebîulevvel) diğeri 1348 (H.749 Rebîulâhir) târihli olup, Orhan bin Osman ifâdesinden ibârettir. Sultan Birinci Murâd’ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed’den îtibâren “Han” sıfatı ilâve edilmiştir. Tuğranın üç keşideli ve çifte kavisli şekli Birinci Murâd Handan îtibâren görülmektedir.
Tuğralara duâ cümlesi olarak el-muzaffer dâimâ ibâresi konulmasına ilk defâ İkinci Murâd Han zamânında başlandı. Yavuz Slutan Selim’in tuğrasında ilk defâ “Şâh” ünvânı ortaya çıktı. Yavuz’un tuğrası “Selim Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ” şeklindeydi. Kânûnî’nin tuğrasında bu ünvan baba ismine de eklenerek “Süleymân Şâh bin Selim Şâh Han el-muzaffer dâimâ” şeklini aldı. Sultan İkinci Mahmûd Handan îtibâren ise tuğralarda “Şâh” yazıları kaldırıldı.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde standart seviyeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu.
Hükümdârın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden “ibin=oğul” kelimesi ve hükümdâr isminin üzerine de, babasının adı konur ve “han” kelimesinin nûn’u da ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen İslâm harfleriyle yazılı“el-muzaffer” kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle “dâima” ibâresi konurdu. Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihâyet birbirleriyle bitişirlerdi.
Pâdişâhların tuğraları ahitnâme, nâme-i hümâyun, ferman, berat üstüne ve ortaya konulurdu. Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tâbi olup, yazı ve kâğıtlarla mütenâsip büyüklükte çekilirdi. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak âdeti sonradan ihdas edildi.
Son devirlerde berat, menşur, ferman, ahitnâme ve sâire üzerine çekilen tuğra, paralarda ve defterhâne defterlerinin (arâzi, timar vs) başlarına da çekilmiş olup, daha sonraki târihlerde ise, bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtları üzerlerinde, binâlarda, yapılan çeşme, câmi, imâret kitâbeleri üzerinde de görülmek sûretiyle umûmileşti.
Tuğra yapı olarak dört bölümden meydana gelir:
1. Halk arasında “sele” de denilen, sözlük anlamı “Açık duran baş parmağın ucundan işâret parmağının ucuna kadar olan uzaklık” demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır. Bunda pâdişâhın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır.
2. Beyze: “Bin” ile “Han” kelimelerinin “n” harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. “Dâimâ” kelimesi bunun ortasındadır.
3. Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki ||| çekmeye (üç elife) verilen addır. Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir.
4. Hançere veya kol: Beyzelerin devâmı olan ve “el-Muzaffer” kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir.
Pâdişâh vesikalarında “tevki-i hümâyun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misâl-i meymun, alâmet-i şerif, tugra-ı garra” gibi isimlerle zikredilen tuğra, Osmanlılarda tuğrakeş ve hattatlar eliyle yüzyıllarca işlenerek güzelleşti. İçlerinde özellikle Sultan Üçüncü Ahmed Han gibi bâzı pâdişâhlar da tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır. Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) devrinden kalan birçok tezhipli tuğraların gösterdiği gibi 16. yüzyıldan îtibâren daha güzel bir şekil alan tuğra, 18. yüzyıl başlarından îtibâren daha da gelişti. Tuğraların son şekli, Sultan İkinci Mustafa Han (1695-1703) zamânında başlamıştır. Osmanlılarda yazının gelişmesini tâkip ederek hat ve istif olarak Sultan İkinci Mahmûd Hanın son yıllarında en mükemmel şeklini aldı.
Osmanlılarda tuğra çekmek yalnız pâdişâhlara mahsus bir hak değildi. 1594 (H.1003) târihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyâlet ve sancaklarda vâlilik eden Osmanlı şehzâdeleri, kendi eyâletlerine âit işler için pâdişâh tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdâr tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu.
Ayrıca lüzumu hâlinde, hudutlardaki eyâletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesâfenin uzaklığına ve siyâsî duruma göre mühim meselelerde tuğra çekmelerine müsâade olunmuştur. Tuğrakeş vezir denilen bu eyâlet vâlilerinin tuğra çekmek selâhiyetleri, kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadâretine kadar devâm etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır.
Hükümdâr ve şehzâde tuğralarından başka, veziriâzamın ve eyâletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükûmet ve eyâlet işlerine âit yazışmalarda imzâ yerine geçmek üzere kullandıkları, pençe ismi verilen ve tuğraya benzeyen alâmetleri vardı.
Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyun dâiresinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkıî denilen kimseler çekerdi. 16. asrın ilk yarısından sonra tuğrâî kullanılmamış ve 18. asırdan îtibâren tevkıî ıstılâhı yaygınlaşmıştır. Bu târihlerde muvakkı-i sultânî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkıî tâbirleri kullanılmıştır. (Bkz. Nişancı)