TOP VE TOPÇULUK
Alm. Artillerie (f) und Artilleriedienst (m), Fr. Artillerie (f), İng. Artillery and gunnery. Gülle veya şarapnel atan bir silâh. Topçuluk 2000 yılı aşan devamlı bir gelişim târihine sâhiptir. Barutun keşfinden önce; topçuluk, ağır taşları ve tutuşabilen malzemeyi fırlatan basit mekanik düzenlerden meydana geliyordu. Kullanılan malzemenin atım gücü; kıl veya sinirden yapılan halatlarla elde ediliyordu. Bu gibi silâhlara, genel olarak, mancınık deniliyordu. Modern sahra topları gibi, mancınık da güllelerini alçak bir yolla düşmana atardı.
Kullanılan diğer bir silâh da katapult idi. Katapult, zamânımızın obüsü veya havanı gibi, düşman mevzilerinin arka kısımlarını dövmek veya düşman savunmasını kırmak için, dik mermi yolu ile 30 kg’lık taşı 540 metreye fırlatırdı. Barutun keşfi ve bunun ateşli silâhlarda kullanılmaya başlanmasıyle ateşli silâhlar büyük bir gelişme göstermişlerdir. Kullanılan ilk ateşli silâh toptur.
1232 yılında Moğolların Piyenking’i kuşatması sırasında Çinliler tarafından top ve roketin iptidâî şeklinin kullanıldığı bilinmektedir.
Müslümanlar Endülüs’ü fethettikleri zaman İspanyol orduları az zamanda imhâ olunmuş, kalanları da tamâmen korkmuş, sersemlemiş bir hâlde dağılmışlardı. Komutanları bu kadar derin korkunun ve perişânlık içinde firârın sebebini askerlerine sormuş:
“Bizi tâkip edenler bildiğimiz âdi adamlar değildir. Her birisi hakkıyle birer sihirbazdır. Her nerede isterlerse açık havada gök gürletiyorlar, şimşek çaktırıyorlar. Diledikleri yerlere tehlike salıyor, yıldırımlar düşürüyorlar. Böyle müthiş insanlardan mürekkep bir orduya karşı koymak kimin kârıdır.” cevabını almıştır.
Osmanlılarda top: Küçük bir uç beyliğinden üç kıtaya hâkim büyük bir cihan devleti kuran Osmanlılar fütühâtlarında topu büyük bir ustalıkla yaptılar ve kullandılar. İlk olarak Sultan Birinci Murâd Han (1359-1389) zamânındaki Kosova Meydan Savaşında top kullanıldı. Sultan Bâyezîd Han (1389-1402), Niğbolu’yu kuşattığı zaman ordusunda top bulunuyordu. Sultan İkinci Murâd Han (1421-1451) zamânında Semendire ve Mora yarımadasındaki Germehisarı kuşatmalarında toptan faydalanılmıştı. 1423’te Osmanlılar elinde bulunan Antalya Kalesini kuşatan Karamanlılara karşı top ilk defâ kale müdâfaasında kullanılmış ve Karamanoğlu İkinci Mehmed Bey, bir gülle isâbetiyle ölmüştür. Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), devrin en modern toplarının balistik hesaplarını yapmış; istediği vasıfta toplar döktürerek topçuluğa büyük hizmetler getirmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Hanın Novoberda Kuşatmasında, havan topunu kullandığını târihî kaynaklar kaydederler.
İstanbul’un fethinden önce toplar, harp meydanı yakınında veya başka bir yerde dökülüp harp alanına getirilirdi. Fetihten hemen sonra Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), bir top dökümyeri tesis etti. Galata surlarının dışında bugün de Tophâne olarak isimlendirilen mevkide inşâ edilen bu îmâlâthâne, Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında büyük bir yangın geçirdi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) devrinde, genişletme çabaları sonucunda top döküm binâlarının yanısıra topçular kışlası ve tâlim yerleri yapıldı. Tophâne bu görünümünü Sultan Birinci Mahmûd Han (1730-1754) devrine kadar muhâfaza etmiş ve 18. yüzyıl ortasında, Topçubaşı Mustafa Ağanın yaptığı plân üzerine yeniden inşâ edilen top döküm binâsı çok beğenilmiştir. Fakat külliyenin gerçek genişletilme çabaları, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde olmuş, yeni ek top döküm ocakları inşâ edilmiştir. Sultan İkinci Mahmûd Hanın (1808-1839) tahtta olduğu dönemde yeniden yanan ve tâmir gören Tophâne, dünyâda hâlen mevcut olan en eski top döküm yerlerinden biri olma özelliğine sâhiptir.
Osmanlı ordularında muhtelif zamanlarda çeşitli isim ve cinslerde toplar dökülmüştür. İstanbul’un fethi sırasında Şayka, Prankı, Havan adı verilen havanlar; 16. yüzyılda yapılan toplardan Bacalaşka, Zarbazen, Havan, Şayka, Prankı en dikkat çekenlerdir. On yedinci yüzyıl ortalarına kadar da Zarbazen, Miyane Zarbazen, Şahi Zarbazen, Çakaloz, Prankı, Bedolçka, Morten, Ejderhan, Kolonborna, Miyane, Balyemez ve Havan topları kullanılmıştı. Bu topların herbirinin gülleleri başka başka olduğu gibi, değişik türleri de vardı.
Ordu sefere giderken toplar üçe bölünürdü. Bir bölümü biribirine zincirle bağlı olarak yeniçerilerin önünde, diğer iki bölümse bir hilâl şeklinde ilerleyen ordunun iki kanadında bulunurdu. Kale kuşatmalarında kullanılanlarsa lüzumunda getirilmek için geride bekletilirdi. Top arabalarının ulaşmasına imkân olmayan yerlerdeyse develerle döküm malzemesi götürülerek ihtiyaç duyulan yerde top dökülürdü. Ayrıca kuşatmalarda elde mevcut olan toplar yetmezse yerinde daha büyük çaplı toplar dökülürdü. İstanbul ve Belgrad kuşatmalarında böyle hareket edilerek daha büyük çaplı toplar dökülmüştür.
Osmanlılarda top, döküm ocakları adı verilen yerlerde yapılırdı. Bu işlemin yapıldığı binâlar yüksek duvarlı, kubbeli ve fazla miktarda bacaya sâhip mekânlardı. Ayrıca top dökümü için zemine açılmış büyük çukurlar, erimiş mâdenin taşınması için kullanılan künkler ve döküm esnâsında çıkabilecek yangın tehlikesine karşı su sarnıçlarıyla teşkilâtlandırılırdı.
Bir topun dökümünde esas olan unsur kalıptır. Özel bileşimli çamurun içine keten ve kenevir lifleri gibi dayanıklı malzemeler katılarak yapılan ana maddeye top biçimi verilirdi.
Büyük kalıbın içine yerleştirilen aynı maddeden yapılan ikinci bir kalıp daha bulunurdu. Böylece iki kalıp arasında kalan boşluk, eritilmiş maddenin (demir veya bronz) doldurulduğu esas top gövdesinin meydana gelmesine yarardı. Sıkıca sarılmış olan kalıplar belirli bir müddet sonra açılır ve kalıp içinden çıkan mâdeni top üzerindeki pürüzler giderildikten sonra kullanılmak üzere hazırlanırdı. Osmanlılarda top dökümü ehemmiyet verilen ve kendine has merâsim ile gerçekleştirilen önemli bir olaydır. Başta sadrâzam olmak üzere, şeyhülislâm ve önemli devlet adamları top dökümünün yapılacağı top kârhanesine gelirlerdi. Okunan duâları ve kurban merâsimini tâkiben, top dökümü için kullanılacak eritilmiş alaşım içine altın liralar atılırdı. Böylece tunç alaşımına altın karıştırmakla namlu yapısını kuvvetlendirirlerdi.
On sekizinci yüzyıl başlarında top kundakları demir tabanlı tekerlere yerleştirilmeye başlandı. 1706’da sandıklı toplar yapıldı. Osmanlı toplarının karşısında durmanın zorluğunu anlayan Avrupalılar, bundan kurtulmanın çârelerini aramaya başladılar. Bu yüzden Avrupa’da hafif sahra topçuluğuna önem verilmeye başlandı. Prusya kralı Friedrick bu sistemin öncülüğünü yaparak geliştirdi. 1759’da bir süvâri bataryası teşkil etti.
1850 yılından îtibâren namlulara yiv ve set açıldı. Topların menzili 3000 m’ye kadar çıktı. Prusya’da top îmâlinde çelik kullanılmaya ve namluların gerisi kesilerek kama tatbikine başlandı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru topların çapları santimetre ve milimetre olarak tasnif edildi. Toplara geri tepmeyi frenleyen ve yerine getiren tarzda bir geri tepme düzeni yapıldı. Namluların yana dönüş tertibatları ve nişangâhlara nişan âletleri takılmaya başlandı. Topların kullanımında ateş hızını arttıran gelişme, ilk defâ 1868 yılında Türk bilgin Süreyya Emin Bey tarafından bulunmuş ve bundan sonra toplar üstün kâbiliyetleriyle muhârebe meydanlarının hâkimi durumuna geçmiştir. Toplara tatbik edilen bu buluş âdi ateşli durumdan seri çabuk devresine geçişi sağlamıştır. Bu top zamânımıza göre yüz seneden fazla bir zaman önce ilk defâ ileri bir görüş ve anlayışla yapılmış, geleceğin üstün kâbiliyetli topçusunun doğmasına ışık tutmuş iftihar edilecek bir Türk eseridir.
Bu topa âit müze kayıtlarındaki bilgiler:
Çap 8 cm
Boy 192 cm
Cidar kalınlığı 3 cm
Namlu 12 setlidir. Yandan
Dingil genişliği 175 cm
Tekerlek yüksekliği 150 cm
1906 yılından îtibâren Almanlar Krup fabrikasında değişik büyüklükte ve çapta obüsler yaptılar. Bu târihten îtibâren Fransız ve Almanlar top yarışına girdiler. 1914’te Almanların yaptıkları toplar modern bir harbin ihtiyaçlarına cevap verecek durumdaydı.
Birinci Dünyâ Harbinin başlangıcında hafif top olarak Fransız topları, ağır top olarak Alman topları üstünlük göstermekteydi.
30 Mayıs 1916 yılında müşterek bir programla Şnayder fabrikalarında toplar tâdil edilerek yeni toplar yapıldı. Nakil ve çekilme düzenleri de yenilendi. Toplar; Koşulu veya Yüklü Toplar, Traktör veya Otomobillerle Çekilen Top, Tırtıllı Top, Demiryolu Topu, Uçaksavar Topu gibi gruplara ayrıldılar.
1919-1939 yılları arasında daha ziyâde topçuda hareket kâbiliyetinin geliştirilmesine çalışıldı. Bu sebeple muhtelif çeşit motorlu topçu meydana getirildi. İkinci Dünyâ Harbinden îtibâren toplar ön plâna geçti. Çeşitli çap ve cinsteki topların menzilleri ve nişan kontrol âletleri daha modern hâle getirildi. Bugünkü topların artık çalışma sistemleri bilgisayarla donatılmış olup, bilhassa Kundağı Motorlu Toplar 2000 yıllarını da kapsayacak şekilde modernize edilmiştir. Bugünkü toplarda gelişme, ayrıca atış kontrol âletleri, mühimmat ve hedef tespit sistemleri üzerinde olmaktadır. Zamânımızın en modern topları 105 mm’lik M108, 155 mm’lik M109 ve 203 mm’lik M110 Kundağı Motorlu Obüsler, 175 mm’lik M107 Kundağı Motorlu Toplarla 155 mm’lik M198 Çekili Obüslerdir.
(Bkz. Domuzturbu)
(Bkz. Zeberced)
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olup, top dökmek ve top kullanmakla vazifeli askerlerin mensup olduğu ocağa verilen ad.
Sultan Birinci Murâd devrinde yeniçeri ocağının teşkilinden az sonra, acemi ocağından alınan neferlerle ilk olarak topçu ocağı kuruldu. İstanbul’un fethinden sonra, Galata suru dışında Tophâne denilen yerde topçu kışlaları ve sâbit top dökümhânesi yapıldı. Sonraları; Belgrad, Budin, Temaşvar, İşkodra, Gülamber, Provişte gibi yerlerde ihtiyaca göre tophâneler kurulup top döktürüldü. (Bkz. Top ve Topçuluk)
Topçu ocağına sertopi nâmıyla da anılan topçubaşı nezâret ederdi. Onun emrinde bulunan dökücübaşı (serihtegân), dökümhâneden sorumluydu. Onun da maiyetinde; yardımcısı, tâmirci, dökümcü, burgucu, yamacı, demirci, marangoz gibi sanatkarlar bulunurdu.
Tophânenin; hesap ve alım-satım işlerine tophâne emîni bakardı. Îmâlât ve ihtiyaçlarından da Tophâne Nâzırı mesuldü. Topları kullanmak ise, ağa bölükleriyle cemaat ortalarının vazifesiydi. Beş ağa bölüğü ve yetmiş cemaat ortası vardı. Her orta veya bölükte bir çorbacı, bir odabaşı ve diğer küçük rütbeli subaylar bulunurdu. Ocak kethüdâsı, ocak çavuşu ve kâtibi de, bu ocağın büyük âmirleriydi. Topçu ocağı, sarı-kırmızı bayrak taşırdı.
İstanbul’da Sarayburnu sırtlarında yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devletinin idâre merkezi olan saray. Sultanahmed ile Haliç ve Boğaz sâhilini kaplıyordu. Asıl alanı 700.000 m2 kadardı. İnşâsına Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) zamânında 1465 yılında başlandı. Osmanlı teşrifâtında ilk adı “Saray-ı Cedîd-i Âmire” olup, “Yeni saray” demekti. Fâtih, sarayın tek binâdan değil, birçok köşk ve dâirelerden meydana gelmesini istiyordu. Saray inşâatına bu istek üzerine başlandı. Osmanlılar devrinde devâmlı ilâve ve tâdilât yapılıp, genişletilerek, ihtiyaca cevap verilecek hâle getirildi. Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1825 yılında ahşap olarak “Topkapı Sarayı” adıyla yeni bir saray yapıldı. Bütün yeni saraya“Topkapı Sarayı” denildi. Yangınlar ve demiryolu inşâatı sebebiyle pekçok köşk ve dâire tahrip olup, yıkıldı. 3 Nisan 1924 târihinde müze hâline getirildi.
İstanbul’un fethinden on iki yıl sonra 1465’te inşâsına başlanılan sarayın ilk kısmı 1472’de bitirildi. “Sırçasaray” denilen “Çiniliköşk” ile “Hasoda” ve “Arz Odası” ilk yapılan kısımlarıdır. Sarayın etrafını çeviren surlarda da inşâsından îtibâren devamlı tâdilât yapıldı.
Deniz tarafındaki sur, Sirkeci İskelesi ve Sepetçiler Köşkünden başlayarak Ahırkapı’ya kadar gelir. Uzunluğu ikibuçuk kilometre kadardır. Ahırkapı’dan îtibârense, İshakpaşa Yokuşunu tâkip ederek Ayasofya Câmiinin yanına açılan Fâtih’in yaptırdığı Bâb-ı Hümâyunu geçip, Soğukçeşme tarafında dikaçı teşkil eder. Bunun üzerinde Sultan Üçüncü Murâd Hanın yaptırdığı “Alayköşkü” vardır. Salkımsöğüt Caddesinden Demirkapı’ya varıp, buradan denize kadar uzanırdı. Tam sâhilde “Yalı Köşkü” bulunurdu.
Pâdişâh, donanma sefere çıkarken Kaptan paşaları Yalı Köşkünde kabul ederdi. Sur kulelerinin üstünde Sepetçiler Köşkü, bundan sonra Hamlacılar Ocağı ve Kayıkhâne, odun ve erzak anbarıyla Topkapı gelirdi. Kapıya bu adın verilme sebebi, limanın ağzının müdâfaası için toplar yerleştirilmiş olmasıdır. Bu mevkide Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından 1709’da bir köşk ve odaları bulunan kâşâne ve Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1825’te ahşap olarak Topkapı Sarayı yapıldı. Topkapı Sarayı 1862’de yanıp, yıkılmasına rağmen, Yeni Sarayın bütünü bu adla anılmaya başlandı. Bunun arkasında, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807)ın annesi Mihrişah Sultan için yaptırdığı “Serdâb Kasrı” vardı. Bundan sonra, Sarayburnu’ndan başlayarak Hasbahçe ve deniz kenarında Değirmen Kapısı ve üst kısmında Gülhâne Meydanı yer alır. Gülhâne Meydanında “İshakiye Köşkü” ile “İncili Köşk” bulunurdu. İncili Köşk 1827’de yıkıldı, bunun üst kısmında Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) tarafından yaptırılan köşkler vardı.
Sultan Mahmûd Han Köşkü, Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) zamânında “Arslanhâne” adını aldı. Cebehâne ve İki Nişantaşı vardır. Nişantaşları Sultan Üçüncü Selim Han ve Sultan İkinci Mahmûd Hana âit olup kitâbelerini meşhur hattat Yesârî Efendi yazmıştır.
Cebehâne Meydanının sâhil kısmında Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında yaptırılan “Sinan Paşa Köşkü” ve hizâsında Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) zamânında yapılan “Mermer Köşk” vardır. Mermer Köşkten sonra Tabhâne Kapısı ve yanında Tabhâne Câmii gelir. Nekahathâne de denilen Tabhâne’de, sonradan Gülhâne Hastânesiyle Askerî Rüştiye yapıldı. Tabhane’den sonra fener olup, yanında Ahırkapı ile Balıkhâne Kapısı vardır.
Topkapı Sarayı, Birûn, Enderûn ve Harem olmak üzere üç kısımdan meydana gelirdi. Bu kısımlar surun içinde olup, sarayın kendisini meydana getirirdi.
Birûn kısmı: Sarayın dışı olup Bâb-ı hümâyûndan Bâb-üs-saâdeye kadar uzanan, birinci ve ikinci yer diye anılan kısımları ihtivâ eder.
Birinci yer; Bâb-ı hümâyûnla Ortakapı da denen Bâb-üs-selâm arasındaki sahadır. Bugün Topkapı Sarayına buradan girilir. Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafta Mâliye Nezâretinin binâsı vardı. Bunun yanında şimdi mevcut olmayan Çizme Kapısından yokuş vâsıtasıyla Cebehâne Meydanına inilirdi. Çizme Kapısından Ortakapıya kadar olan kısımdaysa Has Fırın ile Fodla Fırını, iki kapının ortasında Siyâset Çeşmesi vardı. Ortakapının önünde Seng-i ibret denilen ibret taşı bulunurdu. Sol tarafta silâh ambarı ve askerî müze olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi yer alırdı. Bununla sur arasında, divanda hizmet eden Sim Sakalarla Hasırcıların koğuşları vardı. Askerî Müzenin yanında, 1716’da nakledilen Darphâne bulunurdu. Darphâneden Soğukçeşme’ye inen yolun ortasında Darphâne Kapısı, Darphâne yanındaki yokuşla Ortakapı arasında Deâvi Kasrı vardı. Kubbealtı’nda divan toplandığı zaman, kubbe vezirlerinden birisi nöbetle buraya gelerek verilen dilekçeleri toplar ve mürâcaat sâhiplerini dinleyip, dâvâlarını hülâsa ederek divana bildirirdi.
Deâvi Kasrı, bugün mevcut değildir. Ortakapının iki tarafında iki kule ve bunların altında kapıcılara mahsus odalar vardı. Ortakapı geçilince Birûnun “İkinci Yer” tâbir edilen mahalline gelinirdi.
İkinci Yer; yüz seksen metre uzunlukla yüz otuz metre genişliktedir. Burada bayram alayları merâsimi yapıldığı için “Alay Meydanı” da denir. Meydanın dört tarafı mermer direkli ve revaklıydı. Meydanda dört yol vardır. Sağdaki yol, sağdaki sarayın mutfağı Matbâh-ı âmireye; ortadaki Enderûnun kapısı olan Bâb-üs-saâdeye; soldaki dünyâ siyâsetine yön veren Kubbealtına; en soldaki de Meyyit Kapısı denilen kapıya giderdi. Meyyit Kapıdan sonra mescit ve bunun karşısında has ahır memurlarına mahsus uzun binâ vardı. Uzun binâ, kısım kısım Harem Ağaları Hastahânesi,Bahçıvanlar Koğuşu, Yakalı Baltacılar Ocağı olarak kullanılırdı. Sol taraftaki revakların sonundaysa Harem Dâiresinin kapısı vardı. Bu kapının yanındaki kapıdan, Zülüflü Baltacıların koğuşlarına gidilirdi. Zülüflü Baltacılar Koğuşunun duvarları güzel çinilerle süslüydü.
Sarayın dış kısmı olan Birûn, herbiri birer hizmet için yapılan bu binâlardan meydana geliyordu.
Enderûn: Sarayın iç kısmı olup, saray üniversitesi mâhiyetindeydi. Hânedan mensupları ve özel testlerle seçilen ülkenin en zeki ve kâbiliyetli şahsiyetlerinin eğitim öğretim müessesesiydi. Çok muazzam bir teşkilâta ve seçme bir kadroya sâhipti.
Enderûn, Bâb-üs-saâde diye anılan Akağalar Kapısıyla başlar. Bâb-üs-saâdede iç içe iki kapı olup, burada Akağalar vazife yaptığından Akağalar Kapısı da denir. Kapının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır. Pâdişâhın tahta geçiş merâsimi olan cülûslarda, ayak dîvânı gibi fevkalâde hâllerde ve bayramlarda, pâdişâhın tahtı buraya çıkarılırdı. Bâb-üs-selâmda bayramlaşma merâsimi de yapılırdı. Sefere çıkıldığında, Sancak-ı şerîfin sadrâzama bu kapının önünde verilmesi âdetti. Sancak-ı şerîfin konması için yerde bir delik açılmıştı. Burası ayak basılmaması için mermer taşla örtülürdü. Bâb-üs-saâdenin iki kapısının arasında sağda Kapıağası Dâiresi, solda Akağalar Koğuşu vardı.
Bab-üs-saâde kapısından “Üçüncü Yer” denilen meydana girilirdi. Kapının karşısında Arz Odası bulunur. Pâdişâh, dîvândan sonra vezirleri ve gerektiğinde elçileri Arz Odasında kabul ederdi. Arz Odasında Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından 1596’da yaptırılan Tahtla tunçtan bir ocak, iki tekneli bir çeşme vardı. İçerideki konuşmaların duyulmaması için çeşme açılarak, suyun çağıltısı gizliliği sağlardı. Arz Odasının duvarları güzel çinilerle süslüydü. Arz Odasının arkasında Sultan Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) tarafından yaptırılan kütüphâne vardır. Üçüncü Yer Meydanının sahası dört bin metrekaredir. Sağ kenarında Enderun odalarından Seferli Koğuşu ile Hazine Dâiresi vardır. Karşı kenarında Kiler Odası ve Hazine Kethüdâlığı Odası yer alır. Bunun solunda Hazine Koğuşu ve ikisinin arasında Dördüncü Yer Meydanına inen üstü kapalı bir merdiven bulunmaktadır.
Üçüncü Yer Meydanının sol kenarında Hırka-i Saâdetle diğer mübârek emânetlerin muhâfaza olunduğu dâireyi ihtivâ eden Hasoda Koğuşu ile Akağalar Mescidi ve üst tarafında Kuşhâne Mutfağı ve Harem Kapısı vardır. Hırka-i Saâdet Dâiresi pek muhteşem olup, duvarları kıymetli çinilerle süslüdür. Topkapı’daki Hırka-i Saâdet Dâiresinde 25 Temmuz 1518’den, 3 Mart 1924 târihine kadar dört yüz altı seneden fazla aralıksız Kur’ân-ı kerîm okunmuştur. Daha sonra 19 Mart 1991’den îtibâren tekrar Kur’ân-ı kerîm okunmaya başlanmıştır.
Hırka-i Saâdet Dâiresi; mukaddes emânetlerin muhâfaza edildiği odadan başka büyük bir salonla Arzhâne adlı diğer bir salonu, bir de Silâhtarağa hazînesini ihtivâ eder. Bugün bu dört odadan üçü ziyâretçilere açık olup, Hırka-i Saâdetin bulunduğu oda kapalıdır. İçi aydınlatılmış olan bu odayı ziyâretçiler ancak dışarıdan Hâcet penceresinden görebilirler. Hırka-i Saâdet Peygamber efendimizin hırkası olup, bir başka hırkası da Hırka-i Şerîf Câmiindedir. Bu ikincisini ayırmak için Hırka-i Şerîf denilmektedir.
Mukaddes emânetlerin en değerlisi Hırka-i Saâdet sayılmaktadır. Burası, Yavuz Sultan Selim’den sonra dört yüz yıl belirli günlerde, pâdişâh tarafından, büyük bir hürmetle ziyâret edilmiştir. Hırka-i Saâdet Dâiresinde ayrıca Kâbe’den getirilen tövbe kapısı, hazret-i Ömer’e ve hazret-i Osman’a âit birer kılıç, Peygamber efendimize âit bir yay, hazret-i Ali’nin el yazması Kur’ân-ı kerîmi, hazret-i Fâtıma’nın seccâdesi, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin cübbesiyle İslâm büyüklerinden yirmi birinin kılıcı bulunmaktadır. Hırkâ-i Saâdet Dâiresinin Harem’e açılan bir de kapısı olup, pâdişâhlar Harem’den, doğru buraya gelirlerdi. Hasoda’da bir koğuş, bir yemekhâne, ayrıca silahtarağa, hasodabaşı ve diğer ileri gelen ağaların ve sır kâtibinin dâireleri vardı. Bâb-üs-saâdeden girilince sağ tarafta bugün nakışhâne olarak kullanılan Büyükoda, Kuşhâne Mutfağıyla Hasoda arasında Küçükoda vardır.
Dördüncü yer, Boğaziçi’ne bakar. Sağda doğu köşesinde Sofa Câmii bulunur. Boğaz’a ve Marmara’ya bakan merdiveni de olan Sultan Abdülmecîd Han Köşkü ise, uzun bir binâdır. Lâle bahçesine mermer merdivenden çıkılır. Lâle Bahçesinin yanındaki seddin sağında Hekimbaşı odası, bundan sonra da “Sofa Köşkü” gelir. Lâle Bahçesinin iç tarafına doğru olan yönde Sultan Dördüncü Murâd Hanın yaptırmış olduğu “Revan Köşkü” yer alır. Murâd Han tarafından yaptırılan ve Sarık Odası da denilen Revan Köşkü, geniş saçaklı ve dışı pek zarif çinilerle kaplı bir binâdır. Revan Köşküne bitişik güzel fıskıyeli bir havuz, sonra bir set, sol tarafta da sünnet odası vardır. Seddin kenârında “İftâriye Köşkü” olup, yaldızlı bakırdan yapılan kubbeli bir kameriyedir. Seddin sağ tarafına, Sultan Dördüncü Murâd Han, Bağdat Seferi hâtırası olarak, “Bağdat Köşkü”nü yaptırmıştır. Bağdat Köşkünün içerisi pek kıymetli mâvi çinilerle kaplıdır. Köşkün önündeki mermerlikten bir kapı ile Hırka-i Saâdet Dâiresine girilir. Dördüncü yerden, üçüncü kapı da denilen bir kapıdan Sarayburnu’na çıkılır.
Enderûn, sağlam temeller üzerine kurulan, yüksek kadroya ve geniş, muazzam teşkilâta sâhip bir müesseseydi. Burada yüksek din ve fen bilgileri, İslâm ahlâkı, yabancı diller, kültür dersleri verilerek, talebeler tam bir Müslüman olarak yetiştirilirdi. Enderûn’da çok sıkı bir intizâm ve teşrifât vardı. Burası, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle teşkilâtının beşiğiydi. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin mülkî, askerî, adlî ve diğer bütün sâhalarda yükselmiş en mümtâz şahsiyetlerinin vazîfe yapıp, devlet adamlarının yetiştirildiği eğitim ve öğretim müessesesiydi. Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları, Birinci Selim Handan sonraki İslâm halîfeleri, pekçok sadrâzam, vezir, kumandan, devlet adamı hep Enderûn’da yetişti. (Bkz. Enderûn)
Harem Dâiresi: Sarayın asıl ikâmet yeridir. Harem-i hümâyûn da denir. Pâdişâhlar, zevceleri, câriyeleri, hizmetkârları, şehzâdeleri, sultanları (kızları) ve varsa anneleriyle berâber kalırlardı. İkâmet yeri yanında bütün zarûrî ve sosyal ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayan bölümler de vardır. Harem mensuplarının yetiştirilmesi için bölümlerle küçük yaştaki pâdişâh çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları, Şehzâdeler Mektebinde eğitim ve öğretim görürlerdi.
Harem’de mahremiyet ve ahlâk kâidelerine çok dikkat edilip, burada güzel ahlâk ve iffet timsâli şahsiyetler yetişip, ikâmet etmiştir. Muazzam bir teşkilât, teşrifat (protokol), âdâb-ı muâşeret, umûmî ahlâk kâideleriyle âdâb ve erkâna riâyet vardı.
Harem Dâiresine, Zülüflü baltacılar Koğuşunun yanında bulunan ve Araba Kapısı diye anılan yerden girilir. Araba Kapısı denmesine sebep, Sultan Efendiler ve Kadınefendilerin bu kapıdan arabaya binip şehre inmeleridir.
Dolaplı Kubbenin çevresi dolaplarla çevrilidir. Fıskıyeli Şadırvan da denen Fıskıyeli Havuz geometrik şekildedir. Sağda Kule Kapısı, solda da Perda Kapısı vardır. Kule Kapısından Âdil Kulesine çıkılır. Âdil Kulesi, kırk iki metre yüksekliğinde, yüz beş basamaklıdır. Perde Kapısından sonra geçitten Haremağalarına mahsus hamam ve “Kızlarağası Köşkü”ne geçilir, ilerisinde Haremağalarına mahsus dâirelerle Şehzâdeler Mektebi, Başmuhasip Ağa ve Başhazinedâr Ağa dâireleri vardır. Haremağaları Dâiresi üç katlı olup, rütbelerine göre Haremağalarının dâireleri sıralanır. Kızlarağası Köşkü ve Şehzâdeler Mektebi çok güzel binâlardır. Şehzâdeler Mektebinin salon ve koridorları pek muhteşem olup, altın yaldızlı nakışları, çinilerle kaplı duvarları göz kamaştırır.
Veliahd Dâiresinden sonra Ocaklı Sofa gelir. Buradaki iki kapıdan biri Çeşmeli Sofaya, öteki Hasekiler Dâiresine açılır. Çeşmeli Sofa, genişce bir hol olup, çinilerle kaplıdır. Üstü kubbeli olup, bir duvarında da çeşme vardır. Çeşmeli Sofadan Hünkâr Sofasına geçilir.
Hünkâr Sofası, en güzel yerlerdendir. Mermer sütunları salonu ikiye böler. Üstte, parmakları sedef kakmalı bir balkon vardır. Üç tarafında üç çeşme olup; su, çini, sedef ve mermer ihtişamı gözleri kamaştırır. Soluna birkaç kapı açılır. Pâdişâhlar, bayram tebriklerini bu salonda kabul ederdi. Sonra Sultan Üçüncü Murâd Han Odasına geçilir. Bu oda Mîmar Sinân’ın eseri olup, Osmanlı mîmarlık sanatının şâheserlerindendir. Baştan başa kırmızının hâkim olduğu çinilerle örtülüdür. İlerisinde Sultan Birinci Ahmed Han Kütüphânesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın Yemişlik Odası, sonra Hünkâr Hamamı ve çinilerle süslü Vâlide Sultan Dâiresi gelir. Daha sonra Asmabahçe denen, içinde Sultan Üçüncü Osman Hanın köşkü de bulunan Havuzlu Taşlık’a geçilir. Koridordan Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın Yatak Odasına gelinir; devamında Sultan Üçüncü Selim Han Odası vardır. Haremde daha pekçok oda olup, sayısı üç yüz seksen kadardır. Haremdeki dâire, oda ve diğer bölümlerin bugün hepsi mevcut değildir. Topkapı Sarayı yangın, yıkım, tahribât ve yüzyılların zaman aşımına uğradığından asıl şekli ve fonksiyonunu kaybetmiştir. Bugün müze olarak kullanılmaktadır.
Topkapı Sarayı Müzesi, mîmârî sanat eseri kompleksi olup, binâları ve içindeki paha biçilmez hazine ve kolleksiyonlarıyla yerli ve yabancıların hayranlık dolu alâkasını üzerinde toplar. Bütün İslâm âleminin hürmetine şâyân herkesin gıptayla seyrettiği, maddî ve mânevî paha biçilemiyecek kadar kıymetli Mukaddes Emânetler, büyük bir îtinâyla muhâfaza edilmektedir.
Topkapı Sarayındaki köşklerin herbiri birer sanat âbidesi mâhiyetindedir. Topkapı Sarayında onbinlerce nâdide parçadan meydana gelen pekçok eşyâ kolleksiyonu mevcuttur. 10.700 parçadan meydana gelen Çin porselenleri, 4000 parçadan meydana gelen Seladon porselenleri, Japon porselenleri, Avrupa krallarının Osmanlı pâdişâhlarına gönderdikleri paha biçilmez porselen ve diğer eşyâ takımları, asırlık İstanbul porselenleri, billurlar ve çeşm-i bülbüllerin herbiri birer hazine kıymetindedir.
Muhteşem saltanat arabalarından bâzıları mevcut olmasına rağmen, çoğu da yağmalanmıştır. Saltanat arabaları, eyer takımları ve koşumları çok alâka çekicidir. Saraydaki tabloların târihî ve sanat kıymeti çoktur. Saraydaki tablolar resim galerisinden çok müze karakterindedir.
Saraydaki Silâh Müzesi, çok zengin olup, Osmanlıların her devrine âit ateşli, kesici ve vurucu silâhların yanında çeşitli yüzyıllara âit ganimet eşyâsı veya İslâm ve Avrupa devletlerinden hediye olarak gelen silâhlar vardır. Osmanlı sultanlarının kılıçları, zırhları ve takımları da mevcuttur. Silâh Müzesinde târihî bozdoğanlar, şeşperler, salıklar, tulgalar (miğfer), kılıçlar, hançerler, tüfekler, tabancalar, piştovlar, mızraklar, harbeler, yaylar, oklar ve daha pekçok silâh mevcuttur.
Topkapı Sarayında dünyânın en ünlü yazma eserleri vardır. Binlerce Osmanlıca, Farsça, Arapça kitabın çoğu minyatürlü, tezyinâtlı, yâni süslemelidir. Hârika ciltler, mücevherler, inciler kakılmış ciltler ve en eski İslâm yazmalarının tek nüshaları burada bulunmaktadır. Kütüphânede iki bin büyük hattatın levhâsından meydana gelen nâdide bir hat kolleksiyonu mevcuttur. Sarayın Arşiv Dairesinde binlerce kaynak belge vardır. Bu kaynaklar bütün dünyâ târihini alâkadar eder mahiyette belgelerdir.
Alm. Vene, Blutader (f), Fr. Veine (f), İng. Vein. Oksijenden fakir, metabolizma artıklarını taşıyan, kanın kalbe dönüşünü sağlayan sistem. Toplardamarlar vücutta umûmiyetle aynı organa veya dokuya giden atardamarlara eşlik eder. Derinde seyreden toplardamarlar, kasların arasından geçer. Bunlarla sathî toplardamarlar arasında köprüler mevcuttur. Bu sistemde dolaşımın en çok zorlandığı bölge bacaklardır.
Toplardamarlarda meydana gelen hastalıklar, toplardamarların genişlemesi, uzaması veya herhangi bir sebepten dolayı tıkanması şeklinde sıralanabilir. Tıkanma; pıhtı ve iltihap gibi iç sebeplerden olabildiği gibi, ur gibi bir kitleyle dışarıdan sıkıştırma sûretiyle de meydana gelebilir. Genişleme ve uzama, bacak, yemek borusu, makat (Bkz. Basur) ve erkekte üreme kordonundaki toplardamarlarda görülebilir (Bkz. Varikosel). Bunlara genel olarak “varis” denir (Bkz. Varis). İltihap ve pıhtı ile tıkanma sonucu ortaya çıkan hastalığa “tromboflebit” adı verilir. Bacaklarda sathî (yüzey) ve derin toplardamar grupları vardır. Toplardamarların içinde bir dizi kanın geriye kaçmasını önleyen kapakçıklar bulunur. Kan, normal toplardamarlardan muntazam bir akışla kalbe ulaşmaktadır. Bu muntazam akımı temin eden muhtelif sebepler mevcuttur:
Ana sebep, bacak adalelerinin kasılması neticesinde meydana gelen pompalama tesiridir. Hareket esnâsında ve hattâ istirâhat hâlinde bile bacak kasları, derindeki toplardamarları sıkıştırmaktadır. Bu sıkışma sırasında kan, kapakçıkların geriye kan kaçırmama kabiliyetinden de faydalanarak kapakçıklar arasındaki bölmelerden yukarı doğru ilerler.
İkinci sebep, kapiller sisteme intikâl eden atardamar basıncıdır (Bkz. Tansiyon). Üçüncüsü kalbin gevşemesi esnâsında sağ kalpte husûle gelen emici kuvvettir. Göğüs boşluğunun menfî basıncının da emici tesirde rolü olduğu söylenmektedir.
Dördüncü sebep toplardamarların aynı doku veya organa giden atardamarla yanyana seyretmesidir. Bu durumda atardamar hareketleri, berâberindeki toplardamar üzerine tazyik yaparak ilerlemesine yardımcı olur.
Sathî toplardamarlarsa kasların arasında bulunmadıklarından, kasların tazyikle yaptıkları pompalama tesirinden faydalanamazlar. Bunlardaki kanı, derin toplardamarlardaki akımın meydana getirdiği emici kuvvet boşaltır.
Ayakta duran bir şahısta bacaklarda toplardamar basıncı en yüksek seviyede, bacak yukarı kaldırılınca en düşük seviyededir. Normal şartlarda yürümekle bu basınç başlangıçta hafif bir yükselmeden sonra derhal düşer. Hareket de toplardamarların boşalmasında mühim bir sebeptir.
Alm.Kollektivarbeitsvertrag, Fr. Convention Collective, İng. Collective Bargaining (Collective Labour Contract). İşçi sendikalarıyla işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında hizmet akdinin yapılması, muhtevâsı ve sona ermesiyle ilgili hususları ihtivâ eden ve tarafların karşılıklı hak ve borçlarını sözleşmenin uygulanmasını ve denetimini, uyuşmazlıkların çözümü için başvurulacak yollara âit hükümleri de içine alabilen bir akit.
Toplu iş sözleşmelerinde iki esas unsur mevcuttur. Birincisi, işçiyle işveren arasında, emek arzından dolayı muhtelif şekillerde doğan ücretler, ücretin ödenmesine âit hükümlerle çalışma şartları; ikincisi, daha çok borçlar hukûkunu ilgilendiren taraflar arasındaki çeşitli münâsebetlere âit hükümlerdir.
Toplu iş sözleşmesi kavramı dilimize ilk defâ 1961 Anayasasıyla girmiştir. Buna göre, “işçiler, işverenlerle olan münâsebetlerinde, iktisâdî ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek için toplu sözleşme ve grev haklarına sâhip oldukları” şeklinde esas hükme yer verilmiş; bu anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra 1963 senesinde 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kânunu çıkartılarak yürürlüğe konmuştur. 1980 yılındaki 12 Eylül harekâtı sonunda 275 sayılı Toplu İş SözleşmesiGrev ve Lokavt Kânunu yürürlükten kaldırılmıştır. Belli bir geçiş devresinden sonra, 1982 Anayasası çıkartılarak, yapılacak toplu iş sözleşmeleriyle ilgili bâzı yeni hükümler getirilmiştir. Buna göre, işçilerin ve işverenlerin, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek gâyesiyle toplu iş sözleşmesi yapma hakkı tanınmış; aynı işyerinde, aynı dönem içinde, birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamıyacağı hükmüne yer verilmiştir. 1982 Anayasasına bağlı olarak, 1983 yılında 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kânunu çıkartılmıştır. Hâlen yürürlükte bulunan 2822 sayılı kânunda toplu iş sözleşmesinin yapılması genel olarak üç safhadan geçer. Bunlar, sözleşmeye çağrı, itiraz ve toplu görüşme safhalarıdır.
a) Sözleşmeye çağrı: Çağrıyı yapacak işçi sendikası, kurulu bulunduğu iş kolunda çalışan işçilerin en az % 10’u kadar üyeye sâhip bulunması gerekir. Bunun için kânunda yazılı sürelerde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına mürâcaatta bulunarak çağrı yapmaya yetkili olup olmadığının tespitini ister ve yetkiliyse Bakanlık bir belge verir. % 10’un tespitinde her yıl Bakanlığın Ocak ve Temmuz aylarında işkolu esâsına göre yayınladığı istatistik işçi mevcutları esas alınır. Bu sendikanın toplu iş sözleşmesi yapacağı işyerinde, ayrıca yarıdan fazla üyeye sâhip olması lâzımdır.
Yetki belgesini alan sendika 15 gün içinde işveren tarafını, toplu iş sözleşmesi yapmak için belli bir yerde görüşmeye dâvet eder. Bu dâvet yazısında yapmak istediği sözleşme metninin tamâmını da işverene bildirmesi lâzımdır.
b) İtiraz: Sendikanın yazısını alan işveren tarafı, toplantı yeri, gün ve saatına; yetkisinin olup olmadığına ve zaman aşımına uğrayıp uğramadığı yönlerinden belirli sürelerde itiraz edebilir. İtirazların neticelendirilmesi idârî ve adlî mercilerce belirli bir şekle ve esâsa bağlanır. İtiraz edilmemişse direkt sözleşme safhasıyla görüşmelere geçilir.
c) Toplu görüşme: Sözleşmenin bu safhasında da yine birtakım anlaşmazlıklar olabilir. Bunlar da genellikle taraflar arasında bir çözüm sağlamak için arabulucu denilen şahsın tespitinde çıkabilir. Taraflar kendi aralarında bir arabulucu tespit edemezse, idârî merci (Bölge Çalışma Müdürlüğü veya Bakanlık), resmî arabulucuyu tespit ederek taraflara bildirir. Arabulucunun hazırladığı metin üzerinde taraflar anlaşırsa, toplu iş sözleşmesi imzâlanmış olur.
Bu safhada da îtirazlar olursa, yâhut sözleşme metni üzerinde anlaşma temin edilemezse, kânunda gösterilen süreler içinde işçi sendikasının “Grev” kararı alması ve îlân etmesi gerekir. İşveren sendikası veya işveren grev kararından sonra isterse “Lokavt” kararı alarak uygulayabilir (1994).
Alm. Topographie (f), Fr. Topographie (f), İng. Topography. Bir arâzi yüzeyinin tabiî veya sun’î ayrıntılarının meydana getirdiği şekil. Bu şeklin kâğıt üzerinde harita ve tablo şeklinde gösterilmesiyle ilgili ölçme, hesap ve çizim işlerinin hepsi. (Bkz. Harita)
Arâzi yüzeyinin şekli, istenen hassasiyete bağlı olarak takeometre veya deodolit denilen düşey ve yatay açıları ve uzaklığı ölçen âletler kullanılarak belirlenir. Düşey doğrultudaki kesit ölçmeleri için nivo denilen âletten de faydalanılabilir. Topografik ölçmelerde kenar uzunluğu 500-1000 metreye kadar olan nirengi ağı hâsıl edilir ve bu poligonun köşelerinin birbirlerine göre konumları belirlenir. Daha sonra topoğrafyası belirlenecek arâzi parçasına âit karakteristik noktaların, istasyon noktalarının konumları bu poligona bağlanarak tespit edilir. Arâzi ölçmelerinden sonra kâğıt üzerine işlemeye geçilir. Esyükseklikli noktalar birleştirilerek arâzinin yüzey şekli ve üzerindeki ayrıntılar belirtilir. Bu işlemlerde topoğrafın yorumu da elde edilen sonucu etkiler. Günümüzde hava fotoğrafları çekilerek bunların yorumu yoluyla daha kısa sürede topoğrafik durum ortaya konulabilmektedir. Ancak bu tür fotoğrametrik ölçmelerde hassâsiyet azalabilir.
Mühendislik yapılarının (yol, baraj, binâ gibi) arâziye uygulanabilmesi için topoğrafyanın bilinmesi şarttır.
Topoğrafya sanatının târihi en az mühendislik kadar eskidir denilebilir. Hassas topoğrafik ve jeodezik ölçmeler 17. yüzyılda başlamıştır. (Bkz. Jeodezi)