TİRYÂKİ HASAN PAŞA
Kanije savunmasıyla meşhur, mücâhid Osmanlı kumandanı. 1530 senesinde doğdu. Enderunda yetiştikten sonra, Sultan Üçüncü Murâd’ın şehzâdeliğinde Manisa’ya gönderildi. Onun baş muhasipliğini yaptı.
Sultan Üçüncü Murâd Han, Osmanlı tahtına çıkınca rikabdar oldu. Saraydan çıktıktan sonra İzvornik sancakbeyliğine tâyin edildi. Bu vazifedeyken Mekemorya, Kanar ve Meçud kalelerini fethetti. 1583’te Göle, 1587’de Pojega sancakbeyi oldu. Kısa bir süre sonra beylerbeyilikle Zigetvar’a gönderildi. 1594’te Bosna beylerbeyi oldu. 1595 yılı Ekim ayında vukû bulan Vaç Seferine katıldı.
Osmanlı Avusturya savaşları sırasındaEflak ve Boğdan cephesinde bulunan Hasan Paşa, Osmanlı birliklerinin yenilmesi üzerine yalnız kalmış, tek başına düşmana taarruz etmek istemişse de atının dizginlerine yapışan kethüdası;
“Devletlü, siz tedbirli bir vezirsiniz. Tek başınıza düşmana nasıl karşı çıkarsınız? Sizin vücûdunuz bu millete lâzımdır.” diyerek bırakmamıştı. Bu durum Hasan Paşanın kahramanlığı hakkında anlatılanlardan sâdece biridir.
1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi Tiryaki Hasan Paşaya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalıkla gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse sâdece 5000 civârında mücâhid vardı.
9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler geceleri binbir müşkülatla mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak Paşa bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da Hasan Paşa geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.
Müttefik kuvvetler Türklerde top veya cephâne olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek düşmanın iâşe ve cephâneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhâsara edenlere katıldı. Ertesi gün ise tâze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene kırk köy vâd ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sâyesinde bertaraf ediliyordu.
Müttefik kuvvetler nihâyet 18.000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın bir avuç mücâhide bir şey yapamaması askerin mâneviyâtını artırdı. Arşidük ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple kış bastırdığı halde askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen burayı alamıyordu. Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14.000 tüfek, 50 otağ ve 10.000 çadırın yanında Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyâları, arabaları Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar Arşidük’ün etrâfında yeniden toplandılarsa da Hasan Paşa düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.
Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamâmının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrâfı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı.
Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı. Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de derecelerine göre koltuklara oturdular. Hasan Paşa bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaattı. Bu şekilde harekete devam ederlerse Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.
Üç ay sürmüş olan Kanije Muhâsarasından sonra Hasan Paşa elde ettiği ganîmeti ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhâsara esnâsında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.
Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.
Pâdişâh, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım.” diyerek medhü senâ ediyordu.
Pâdişâhın fermânını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara:
“Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez. Pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum.” cevâbını verdi.
Hasan Paşa, Kanije Zaferinden sonra 1601 yılında Bosna, 1602 de Budin, 1603’te Rumeli beylerbeyliğine tâyin edildi. Celâli isyanlarının bastırılmasında Kuyucu Murâd Paşayla birlikte hareket etti. 1608 yılında tekrar Budin Beylerbeyliğine tâyin edilen Hasan Paşa, 1611 yılında bu vazifedeyken vefât etti.
Hasan Paşa kahramanlığı, zekâsı, askerî kurnazlığı ve vazifeye bağlılığıyla tanınmıştı. İlme büyük değer verip, âlimleri sever ve himâye ederdi.
Vefâtı devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebep olmuştur.
Alm. Titan (n), Fr. Titane (m), İng. Titanium. Kimyada sembolü Ti olan sert, parlak ve gümüşümsü bir metal. 1790 yılında İngiliz Villiam Gregor tarafından titanın oksidi keşfedildi. 1795 yılında Alman kimyâcısı Martin H.Klaprotlı başka bir maddeden Gregor’un keşfettiği maddeyi buldu ve bu oksidin metaline titan ismini verdi.
Bulunuşu: Arz kabuğunda bulunan elementlerin çokluk bakımından on dokuzuncusudur. Volkanik kayalarda % 0,44 kadar titan bulunduğu hâlde, yerine bağlı olarak bâzı topraklarda % 0,5 ilâ % 1,5 arasında bulunur. Bâzı kırmızı killi topraklardaysa % 12’nin üzerinde bir orandadır. Tabiî sular umûmiyetle % 10-7 -10-9 kadar titan ihtivâ eder. Meteorlarda % 0,13 titan mevcuttur. Spektral (tayf) analizlerinden güneşte ve diğer yıldızlarda titan olduğu görülmektedir. Ay taşlarının analizinde % 6 titan bulunmuştur.
Minerallerde titanın muhtelif bileşikleri bulunmaktadır. Kristal yapısı farklı olan üç çeşit titan oksit (TiO2) yerine geçebilen titan minerali vardır. Rutil ismindeki titan oksit, tetragonal prizmatik; brokit ortorombik; anatas ise tetragonal kristal yapıya sâhiptirler. İlmenite (FeO Ti O2= FeTiO3) plaj kumlarında, kayalarda rastlanır. Avustralya plajlarında çok bulunur.
Özellikleri: Periyodik cetvelde IV B grubu ve 4. periyotta bulunur. Atom numarası 22, atom ağırlığı ise 47,90’dır. Kütle numaraları 43’ten 51’e kadar olan çeşitli izotopları vardır.
Tabiatta bulunan ve kararlı olan izotoplarının kütle numaraları 46, 47, 48, 49 ve 50’dir. Diğer izotopları radyoaktiftir.
Titanın oksidasyon basamakları +2, +3, +4’dır. Titanın oksijene, karbona ve azota ilgisi çok fazladır. Titan 1200°C’de havada yanar. Azotla yanan çok az metal vardır. Bunlardan bir tânesi de titandır. Derişik (konsantre) sülfat ve klorür asidiyle şiddetli reaksiyon verdiği hâlde bu asitlerin seyreltik hâliyle yavaş reaksiyon verir.
Titan 1675°C’de erir ve 3260°C’de kaynar. Yoğunluğu 4,51 g/cm3 olup, iki kristal şekli vardır. Hemen hemen çelik kadar kuvvetlidir. Fakat yoğunluğu çeliğinkinin yarısı kadardır. Tek başına hiç kullanılmaz. Yalnız bâzı askerî uçaklarda kullanılır. Erime noktası yüksek, fakat ısı iletkenliği ve genleşme katsayısı düşüktür. Korozyona dayanıklı olduğundan tatbik alanı gittikçe büyümektedir.
Elde edilişi: Titanoksitten saf olmayan titan elde edilebilmektedir. Yüksek sıcaklıkta, elde edilen titan ilgisi sebebiyle oksijen, azot ve karbonla reaksiyona girer. Bu bileşiklerini titandan ayırmak güçtür. Bugün saf titan elde etmek için önce ÆTiO2+2C+2Cl2 TiCl4+2CO reaksiyonuna göre önce TiCl4 elde edilir. Bu TiCl4’ten çeşitli metodlarla saf titan elde edilir.
TiCl4+4NaÆ4NaCl+Ti
TiCl4+2MgÆTi+2MgCl2
Mg ile titan elde etmek için çelik kaplardan istifâde edilir. Çelik kaplarda gaz olarak helyum veya argon kullanılır. Fırında çelik kap magnezyumun erime sıcaklığına kadar ısıtılır. Bu sıcaklıkta sıvı titan-4-klorürle sıvı magnezyum yukardaki denklemdeki gibi reaksiyona girer.
Bileşikleri: Titan oksitlerin çoğu TiO bileşiğinden elde edilir. Titanın oksitleri TiO, Ti2O3 (titanseskioksit), TiO2 (titan-4-oksit veya titan dioksit) ve TiO3 (titan trioksittir). Bunlardan en kararlı olanı titan dioksit olup, tabiatta serbest halde çoğu minerallerin bünyesinde bulunur. Titan dioksidin karbonla indirgenmesinden titan monoksit elde edilir. Titan seskioksitse yine titan dioksidin indirgenmesinden elde edilir.
Titanın birçok bileşikleri olmasına rağmen en meşhur ve çok kullanılan bileşiği titan tetraklorürdür. Bu bileşik oda sıcaklığında sıvıdır. Titanın diğer halojenlerle tetratalojenür şeklinde bileşikleri vardır (TiF4, TiBr4, TiI4).
Titan, oksijenle de kökler yapar. Bu kökler titanatlar olup, M= +1 değerli metal kabul edildiğinde M TiO3, M2TiO3 ve M2Ti2O5 şeklinde tuz meydana getirirler. Sıvı titan karbonla TiC ve azotla da Ti3N4 bileşiklerini verir. Yine titan bor silisyum ve diğer ametallerle reaksiyon verir.
Kullanılışı: Çok pahalı olan titan, sınırlı olarak askerî maksatlarla kullanılır. Titan hem hafif, hem de mukâvim bir metal olduğu için uçakların, güdümlü mermilerin ve topların geri tepme tertibatlarının yapımında kullanılır. Korozyona dayanıklı olduğu için kimyevî işlemlerin yapıldığı endüstride kullanılır. Bu korozyona dayanıklı muhtemelen yüzeyde teşekkül eden titan dioksidin metali kaplamasındandır. Titan umulmadık şekilde tuzlu suyun korozyonuna dayanıklıdır. Bu yüzden deniz vâsıtalarının suyla temas eden yerlerinin yapımında kullanılır.
Titan, bakır, çelik ve alüminyum gibi metallere katılır. Bu metallerin birçok özelliklerine etki etmektedir. Meselâ, paslanmaz çeliğe ilâve edilen titan, karbon ve azot muhtevâsını kararlı tutar. Titan dioksit boya îmâlâtında pigment olarak, kâğıt, plastik, cam ve seramik sanâyiinde kullanılır. Safir ve yakut îmâlinde de titan dioksitten istifâde edilir. Titan hidrür (TiH2) toz metalürjisinde, vakum tüplerinde hidrojen verici olarak kullanılır.
Ba TiO3 bileşiği elektronik endüstrisinde işe yarar. Çünkü, dielektrik sâbiti oldukça yüksektir. Organik alkali titanatlar, su geçirmeyen madde olarak; titan trioksit, diş porselenlerinin îmâlâtında; titan tetraklorür, tekstilde (dokumacılıkta) mordan olarak kullanılır. Yine titan 3 sülfattan tekstil endüstrisinde indirgen madde olarak istifâde edilir.
İngiliz White Star Line denizcilik şirketine ait lüks donanımlı Titanic yolcu gemisinin 14-15 Nisan 1912 tarihinde Atlas Okyanusunda batması neticesinde meydana gelen fâcia.
Devrinin en büyük ve lüks yolcu gemisi olanTitanic’in, uzunluğu 271 m, genişliği 28 m, derinliği 29 metre, deplasmanı 60.000 tondu. Çift tabanlı tekne gövdesi 16 su geçirmez bölmeden meydana gelmişti. İçi son derece süslü olan geminin her tarafı pırıl pırıldı. Bir seferde 500 kişi alan yemek salonundan başka kabul salonları, sigara ve kahve salonları, okuma salonları, geniş karyolalı yatak odaları, asansörleri, banyoları, alaturka hamamlarına kadar her şeyi vardı. Kısacası gemi her türlü lüks ve sefâhetin işlenmesine müsaitti. Ayrıca gerek gemiyi inşâ ve idâre eden teknik kadrolar, gerekse içinde yolculuk yapan kimseler, böyle bir geminin batacağına ihtimal bile vermiyorlardı. Bu gemide yolculuk yapamayanlar ise kendilerini bahtsız sayıyorlardı.
Günlerce yapılan hazırlıklardan sonra, aralarında pek çok tanınmış şahsiyetin de bulunduğu 2340 yolcusu olan Titanic, 10 Nisan 1912 tarihinde İngiltere’nin Southamton limanından ABD’nin Newyork şehrine gitmek üzere ilk seferine çıktı. Titanic Atlas Okyanusunda süratle ilerlediği sırada civarda bulunan gemiler telsizle tehlike teşkil edecek buzdağları gördüklerini haber verdiler. Ancak Titanic personeli bu uyarıya aldırış bile etmediler. 14-15 Nisan 1912 gecesi 22 deniz mili hızla ilerlediği sırada, KuzeyAmerika’nın doğusundaki Newfoundlan Adasının 640 km açığında, 15 km boyunda ve 60 m genişliğindeki bir buz dağına çarptı. Çarpma neticesinde su geçirmez bölmelerden beş tânesi hasar gördü. Gemi 15 Nisan sabahı 02.20 sıralarında battı. Çevrede bulunan gemiler kazadan bir müddet sonra olay yerine gelebildiler. Yardımlar neticesinde ölü sayısının artması önlendiyse de 2340 yolcunun 1500’den fazlası öldü.
Fâciada dikkati çeken husus çarpışmayla geminin batması arasında geçen dört saat zarfında, batmak üzere olan geminin içinde telaştan eser görülmemesiydi. Geminin büyüklüğü ve sağlamlığı sebebiyle batmasına ihtimal bile verilmediği için herkes zevk ve sefahetine devam ediyordu. Her türlü içkili eğlence ve fuhuş işleniyordu. Hattâ gemi orkestrası, son dakikaya, su, çalgıcıların dizlerine gelinceye kadar çalmaya devam etmişti.
Kendisinin günün birinde mutlaka denizde öleceğine inanan orkestra şefine arkadaşlarından biri; “Gemi batacak olsa, sen de gemide bulunsan ne yaparsın” diye sordu. Şef; “Derhal adamlarımı toplayıp çalgı çaldırırım.” diye cevap verdi. “Peki hangi havaları çaldırırsın?” sorusuna karşı ise; “O zaman en sevdiğim havalardan birini “Ben sana her zamandan daha yakınım Yâ Rabbi” havasını çaldırırım” diye cevap verdi. Titanic’in ihtiyar orkestra şefi bu kazada dediğini yaptı. Vücûdunun yarısı suya batıncaya kadar; “Ben sana her zamandan daha yakınım Yâ Rabbî” havasını çaldıra çaldıra sulara gömüldü.
Titanic Fâciası üzerine 1913’te Londra’da ilk Uluslararası Deniz Güvenliği Konferansı toplandı. Konferansın sonunda her gemide yolcuların tümüne yetecek sayıda tahliye sandalının bulundurulması, yolculuk sırasında sandalların her an kullanılabilir durumda hazır bulundurulması ve gemilerin radyo mesajlarını tâkip etmeyi 24 saat sürdürmeleri mecburiyeti getirildi. Ayrıca gemilerin Atlas Okyanusunun kuzey kesimindeki buz dağları konusunda uyarılması için Uluslararası Buzdağı Devriyesi kuruldu. Titanic’in enkazı 1 Eylül 1985’te Okyanus’un 3950 m derinliğinde bulundu.
Yugoslav devlet ve siyâset adamı. 7 Mayıs 1892’de Hırvatistan-Kumrovec’te doğdu. On beş çocuklu fakir bir köylü âilesinin yedinci çocuğudur. Babası Hırvat, annesi Slovendir.
On üç yaşlarındayken Sisak kasabasına yerleşti. Burada çilingir çırağı olarak çalışmaya başladı. Gençlik yıllarında Trieste, Bohemya ve Almanya’da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerde sendika faaliyetlerine katılarak aktif görevler aldı ve Hırvatistan Sosyal Demokrat Partisine girdi.
Zagrep’teki 25. Alay’da askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alındı. Bu sırada Birinci Dünyâ Savaşı başladı. Ağustos 1914’te askerî birliğiyle birlikte Sırbistan’a gönderildi. Bu savaşa karşı olduğunu söyleyerek propaganda yapmaya başladı. Suçlu görülerek Petrovaradin (Petervaradin)de tutuklanarak hapse atıldı. Ocak 1915’te serbest bırakılarak, Karpat cephesinde tekrar savaşa katıldı ve bâzı yararlıklar gösterdiği için cesâret madalyası verildi. Bukovina Cephesinde çarpışırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır bir şekilde yaralandı. Rus ordusuna esir düştü.
Bolşeviklerin safında 1917-1920 devrime ve iç savaşlarına katıldı. 1920’de bir Rus kadınıyla evlenmiş olarak Yugoslavya’ya geri döndü. Yugoslavya Komünist Partisinin kurucuları arasında yer aldı.
Komünist Partisine bağlı olarak yürüttüğü siyâsî faaliyetlerinden dolayı birçok kere tutuklandı. Özellikle 1928’deki soruşturmasının netîcesinde altı yıl hapis cezâsına mahkum edildi. 1934’te hapisten çıktı. Moskova, Paris, Prag ve Viyana’ya görevli olarak gitti.
1936’da Paris’te enternasyonal tugayların İspanya’ya geçişini organize etti. Bu çalışmalarından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi. Tekrar Yugoslavya’ya döndü (1937). Bu sırada İkinci Dünyâ Savaşı çıktı. Uzice’de bir kurtuluş savaşı komitesi kurdu. İşgal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan “Ustaşalar”a karşı gerilla savaşına başladı. Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken, sık sık “Tİ-TO, Tİ-TO (Sen bunu, Sen Bunu... yap)!” dediği için arkadaşları kendisine esas ismi olan Josip Broz’un yanına Tito lakabını eklediler. Her yerde bu lakapla meşhur oldu.
Tito, Yugoslavya’nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savundu ve fikri zamânın devlet adamı Churchil tarfından desteklendi. Rakîbi olan Mihailovic’i saf dışı bıraktı. Partizanlardan meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükümetinin başına geçti.
Alman Nazi birliklerinin, 1941’de Yugoslavya’ya girmesi, çok milliyetli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanyasının Rusya’ya (SSCB) saldırması üzerine, Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, berâberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya’nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya’da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen, gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943’te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretta ve Sutjeska’ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000’in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler.
Tam bu sırada (1943), İtalya Almanya’ya teslim oldu. Partizan grubunu komuta eden Tito ise SSCB ve diğer büyük devletlere haber vermeden gizlice Partizan parlamentosunu (Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi) topladı. Bir geçici devrim hükûmeti kurdu. Yugoslavya’nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu îlân etti. Bu çalışmalarından dolayı Tito’ya 1943’te Yugoslavya Mareşalliği, daha sonra Hükûmet Başkanlığı ve Başkomutanlığı da verildi (7 Mart 1945). Aynı yıl seçimlere gidildi. Tito’nun partisi olan Halk Cephesi seçimlerde gâlip çıktı. Seçimlerden hemen sonra resmen Yugoslavya Federal Cumhûriyetini kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi.
Tito; komşu devletlerde başgösteren halk demokrasisi diye adlandırılan ayaklanmaları desteklemesi; Atina hükûmetine karşı Yunan komünistlerine her konuda yardım etmesi, Yugoslavya’da açıkça sosyalist bir rejim uygulaması üzerine batı, Tito’dan desteğini çekti. Bu sırada Yugoslavya’yı kendi yönetim ve denetimi altına almak isteyen Stalin ile Tito’nun arası açıldı. Tito’nun, Yugoslavya’nın müstakil ve bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi.
Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idârecileri, Tito’ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955’te Sovyet Başkanı Kuruşçev Belgrad’ı ziyâret etti ve Stalin’in politikasını resmen kınadı.
Tito, devlet yönetiminde milliyetçi olduğu kadar, komünist rejiminin ideolojisini de kabullenmekle, Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyâsetiyle Sovyet Rusya’ya, batı devletlerine ve ABD’ye yaklaşmayı becerdi. Hattâ iktisâdî, askerî ve mâlî yardımlar sağladı.
13 Ocak 1953’te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya’yı Sosyalist Federal Cumhûriyet hâline getirdi. 1968’de Rusya’nın Çekoslovakya işgâlini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Lâtin Amerika’ya geziler yaparak bağlantısızlar hareketini güçlendirdi. 25 Üçüncü Dünyâ Ülkesinin bir araya gelip Bağlantısızlar Konferansı düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Rusya’nın nüfûzundan kurtarılmasını başardı.
1970 yıllarında Yugoslavya’nın bölgesel savunma sistemini kurmasını savundu. 1974’te kollektif başkanlık sistemiyle aynı görüşü resmen kabul edildi. Aynı yıl (1974) ömür boyu devlet başkanlığına getirildi.
Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974’te anayasayla kurulan kollektif başkanlık idâresi geldi. 1989’da doğu Blokunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya’ya da sıçradı. 1990’da Yugoslavya’da çok partili düzene geçildiyse de; bugün hâlâ karışıklıklar devam etmekte ve slav zulmü sürmektedir (1994).
(Bkz. Tremor)
Son asırda Erzurum’da yetişen din adamlarından. Emiroğulları sülâlesine mensuptur. 1881 senesinde Erzurum’un Tivnik (Altınbulak) köyünde doğdu. İlk öğrenimini köyünde gördü. Sarf, nahiv (gramer), mantık, meâni dersleri okudu. 1889’da Erzurum’a geldi. Şehrin birinci sınıf târihî medreselerinden Fevziye Kurşunlu Medresesine girdi. Burada on beş sene ilim tahsil etti. 1913 senesinde yüksek dereceyle icâzet (diploma) aldı. Şer’i ve naklî ilimlerin çoğunda, hele hadis, kelâm, fıkıh, târih, siyer ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Tahsil esnâsında talebe müzâkereciliği yapmak sûretiyle hocası Şavşatlı Süleyman Efendinin yanında yardımcı olarak vazife gördü. Ayrıca Erzurum Muallim Mektebine (Öğretmen Okulu) devam edip yüksek dereceyle mezun oldu.
Erzurum’un Rus işgâlinden kurtuluşundan sonra kısa bir müddet belediye ve vilâyet işlerinde bulundu. İlk resmî ve ilmî vazife olarak Erzurum Mekteb-i Sultânîsi (Lise) din dersleri ve Farsça hocalığına tâyin edildi. Sonra Muallim Mektebinde yine din dersleri hocalığına getirildi. İlâve olarak kelâm ve rûhiyat (psikoloji) derlerine de girdi. Daha sonraErzurum Kız Ortaokulunun din dersleri, târih-coğrafya hocalığı da verildi. Ayrıca Gacıroğlu Medreselerinde tarih, coğrafya ve İslâm târihi dersleri okuttu. Aynı zamanda Ulu Câmi başta olmak üzere Emir Şeyh, Gürcü Mehmed Paşa, Ayaz Paşa, Bakırcı, Narmanlı gibi câmilerde Müslümanlara vâz ve nasîhat etti. Yirmi beş sene müddetle İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak insanların kurtuluşu için gayret etti. 1928’de biraz yorulduğu için bu hizmetleri bırakıp köyüne çekildi. Bununla berâber 1938 Ramazanında hastalığına kadar Erzurum merkez vâizi olarak köyde ve şehirde insanlara nasîhate devam etti. Bilhassa son dönemde unutulmuş olan toprak mahsulleri zekâtının (öşür) verilmesinin önemini devamlı olarak anlatırdı. İsteyenlere Arapça, Farsça okutup fıkıh dersleri verdi. Bir ara Erzurum’da teşekkül eden Türk ve İslâm Eserlerini Tedkik heyetinde vazife aldı. Buradaki çalışmaları esnâsında Erzurum’da Asâr-ı Atîka Tedkikleri adlı kıymetli bir eser yazdı. Müsteşrik Dozy’nin Târih-i İslâmiyet adlı eserine karşı reddiye yazdı. Fakat bu eserleri bastırılamadı. 1953 senesinde vefât etti. Kabri Tivnik köyündedir.
Alm. Theater, Fr. Théatre, İng. Theatre. Bir sahnede, seyirciler önünde oyuncuların temsil etmesi maksadıyla yazılmış edebî eser. Yunanca “theatron”dan doğmuştur. Eskiden temsil verilen yer mânâsına gelirken, daha sonra temsil edilen eser olarak da kullanılmıştır. Temsil yeri ve eser, tiyatronun edebiyât ögesidir. Bu edebiyât ögesi yanında tiyatro kavramı içine oyunculuk, sahne düzeni, ışıklandırma, dekor, kostüm, müzik, dans gibi unsurları da katmak gerekir. Türkçede tiyatro yerine temâşa eseri, seyirlik oyun terimleri de kullanılmıştır.
Tiyatronun diğer edebî eserlerden en önemli farkı; diğer edebî eserler okumak ve dinlemek için yazılmışken, bunun sahnede seyirci önünde oynanmasıdır. Roman ve hikâye mücerrettir. Değer ölçülerini, okuyanın sübjektif kanâat ve anlayışlarından alır. Onların yanında tiyatro müşahhastır. Göze görünür bir karaktere sâhip olması, canlı olarak meydana geliş niteliğiyle toplum psikolojisine hitâb eder. Kendisi de seyircinin kollektif vicdanından güç alır.
Bir tiyatro eserinde eseri yazan kişi veya kişilere “müellif”, yazılı bir metin veya dile getirilmesi oyunculara bırakılmış tasarıya “eser”, oyunu sahnede canlandıran kişilere “oyuncu” denilir ve bu üç varlık muhakkak bulunur. Ayrıca eserin sahnelenmesinde vazîfe alan yönetici, dekoratör, ışıkçı, suflör gibi diğer yardımcı elemanlar da vardır.
Bir tiyatro eserinde; konu, kişiler, çevre, zaman, üslûp, amaç gibi altı unsur vardır. Tiyatroda sosyal hayâtın ve insan karakterlerinin tahlil ve tenkitleri yapılır. Tiyatroda en önemli hususlardan biri dildir. Fazla ağır olmaması, konuşma diline benzemesi istenir. Böylece ince fikirlerin ve esprilerin seyirci tarafından kolayca kavranması sağlanmış olur.
Tiyatronun gelişmesi:
Taştan yapılan ilk tiyatro binâları M.Ö. 4. yüzyılda görüldü. Yunan tiyatrosu bir tapınaktaydı. Ortaçağ ve 16. yüzyıl batı dünyâsının kiliselerinde, âyin yapmak, İncil’deki hikâyeleri oynamak için tahtadan sahneler düzenlenirdi.
Tiyatro, batıl inançlardan doğmuştur. Aristoteles, tiyatroyu insan hareketlerinin bir taklidi, temsili sayar. İnsanlar belli zamanlarda yaptıkları törenlerde, tapındıkları tanrıları, ilâhları temsil etmek için maske kullandılar. Avrupa’da M.Ö. 40-10 bin yıl önceden kalma mağara resimlerinde el ve yüzlerine hayvan postu geçirmiş, hareket hâlinde insanlar görülmektedir. Bunlar ilk tiyatro örnekleri sayılabilir. Şamanist törenlerde, şaman, bir ilâhın temsilcisidir. M.Ö. 6. yüzyılda, eski Yunan’da, şarap tanrısı Dionysos için düzenlenen törenlerde, şenliklerde bir koro dithyrambos şarkıları söyler, maskeli kişiler sahnede oynardı. Böylece bâzı değişikliklerle Avrupa tiyatrosunun temeli atılmış oldu. Dionysos cümbüşlerinde sergilenen azgın ve utanç verici sahneler trajedi (tragedya) adını aldı. Trajedilerde kader, ahlâk, töre anlayışı daha sonraları da eski Yunan felsefe ve kültürüne göre anlatıldı. M.Ö. 5. yüzyıldan îtibâren ortaya çıkan komedilerse Dionysos törenlerine trajedilerden daha çok bağlıdır. Yunanca komos (eğlence, şenlik) kelimesinden türeyen komedide soytarılık, hokkabazlık, ahlâksızca münâsebetler, bahar âyinleri, Atinalıların erotik yaşayışları oldukça geniş yer tutar. Öyle ki 10.000, 20.000 kişilik bir şehir halkının, kitle hâlinde bu şenliklere katıldığı görülmüştür. Her yıl Almanya ve Brezilya gibi ülkelerde düzenlenen faşing ve karnaval eğlenceleri bu çeşitten tiyatro geleneğinin günümüzdeki görüntüsüdür.
İtalya’ya tiyatro, Roma döneminde Yunanlılardan sıçramıştır (M.Ö. 3. yüzyıl). Yunan tiyatrosunun bir taklidi olan İtalya tiyatrosunda şehir halkının kitle hâlinde katılma oranı Yunanistan’dan daha da fazladır. Trajedinin yıkıntıları arasından doğan Pandomima (pantomim: müzikli, danslı, sözsüz oyun) Roma’da gelişmiş bir seyirlik türüdür.
Ortaçağda Hıristiyanlık, kendi inancının tiyatrosunu kurdu. Akrobatlar, soytarılar yapılan şenliklerde ve sarayda halkın ilgisini çekmesine rağmen, kilise ve manastırlarda kendi oyunlarını sergiledi (10-13. yüzyıllar). 15-16. yüzyıllardaysa profesyonel topluluklar sahnede görüldü.
Rönesans tiyatrosu (15. yüzyıl) İtalya’da başladı, İngiltere’de önem kazandı. İtalya, reform hareketi dışında kaldığından kilise tiyatrosu (âyin oyunu)nu devam ettirdi. Avrupa’da 16. yüzyıl sonlarında düşünce, ahlâk ve inanç çatışmaları yeni boyutlar kazandı. İngiltere’de toplumun her kesimine seslenen Shakespeare’nin oyunlarını zenginler destekledi (1590). Fransa’da tiyatro topluluklarının yaygınlaşması 16. yüzyıla rastlar. Corneille ve Racine konularını Yunan-Roma mitolojilerinden alır. Moliere, halk tiplerini seçer ve modern komedinin kurucusu olur.
On sekizinci yüzyıl Avrupa tiyatrosu, orta sınıfa seslenir. Ahlâkî anlayışla rönesans öncesinin kilise tiyatrosunu andırır. Âile konuları ve hissîlik ön plâna çıkar. Klâsik trajedi, daha çok operada görülür. Komediler, bu yüzyılın en tutulan türü olur.
On dokuzuncu yüzyıl romantizmi tiyatroyu değil de şiiri etkiledi. Ancak Almanya’da romantik tiyatro hayli iddialıydı. Schiller, Goethe ve Wagner Almanya’da; Hugo ve Alfred de Musset Fransa’da; Strindberg İsveç’te; Ibsen Norveç’te; Çehov ve Maksim Gorki Rusya’da; G. Bernard Shaw İrlanda’da sivrilen isimlerdir.
Yüzyılın sonlarında, ciddî tiyatro eğilimleri görüldü: “Gerçekçilik”ten, “simgecilik, izlenimcilik, doğalcılık, gelecekçilik ve dışavurumculuk” gibi modernist akımlara geçildi. Bu tür oyunlar kolayca seyirci çekemedi. Bu yüzden “bağımsız tiyatro” adıyla “bağımsız, hür, tenkidî, karamsar” vs. kavramları yüklenen hareketler başladı.
Günümüz tiyatrosu:
Günümüz dünyâ tiyatrolarında “gerçekçilik” akımı ve sahne düzeniyle oyunculukta Rus Stanislavski’nin “tabiîci” anlayışı devam etmektedir. Ancak, karşı akımlar bu “gerçekçi, sâhici dekor ögeleri” yerine tecrübî tiyatroyu uygulamaya koymuşlardır (İsveçli tasarımcı Adolphe Appia, İngiliz yönetmen Gordon Craig).
Tecrübî tiyatroda; yalın-basit bir sahnede, dramatik sahneler jestlerde toplandı ve çok özel bir ışıklandırma yöntemi kullanıldı. Artık tiyatro ve oyunculuk, tamâmen sembolik bir düzenden ibâretti: Buna“soyutlamaya dayalı(mücerret, abstre) dışavurum anlatımı” dendi. Craig’in tâkipçisi “gerçekçi” Rus Meyerhold ise oyuncuyu kişiliksiz, süper-kukla (biyomekanik oyuncu) durumuna soktu. Aynı “gelecekçilik” akımı İtalya’da da etkili oldu. Makinayı ve mekaniği bir inanç hâline getiren “İtalyan gerçekçileri” seyirciyle oyun arasındaki gizli duvarı yıkmaya yönelik, kışkırtıcı oyunlar sergilediler.
Modern tiyatro, Almanya’da “dışavurumculuk” biçiminde ve aşağı yukarı aynı anlayıştadır. Yine rûhî gerilimler ve iç çatışmalar sahnede yer alır (Ernst Toller; Makina Kırıcıları, 1922). Yahûdî asıllı, Alman oyun yazarı Bertholt Brechth (1898-1956) siyâsî ve marksist anlayışını epik tiyatro türüyle ortaya koyar. Epik tiyatroda oyuncu, belli bir bildiriyle ortaya çıkar. Dekor, seyirciyi uyaracak biçimdedir. Oyuncuyla-seyirci arasındaki tartışma ortamı dâimâ canlı tutulur. Seyirci, mizah yoluyla düşünmeye yöneltilir. Bu tür tiyatronun Türkiye’deki ilk tatbikçileri 1960’lı yıllarda eserlerini veren Haldun Taner ile Vasıf Öngören’dir. Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı; Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur, Oyun Nasıl Oynanmalı eserleri epik tiyatroya âit oyunlardır. (Bkz. Haldun Taner)
Modern tiyatroda duygu yanılmasına, edebî anlatıma bir tepki olarak “belgesel tiyatro” veya “olgu tiyatrosu” doğmuştur. Bu tiyatroda anlatılan vak’a, fazla değiştirilmeden, belgelerle ortaya konulur.
Çağdaş tiyatroda bir diğer gelişme de uyumsuzluk tiyatrosu’nun ortaya çıkışıdır. Bu tiyatro karamsarlık, kadere karşı geliş, şaşkınlık gibi ve endişeler içinde kıvranan insanoğlunun hakikî inançtan uzak ruh hallerinin sahnelere yansımış şeklidir. Bâzı Avrupalı ve Amerikalı oyun yazarları, insanın durumunun saçma ve gâyesinin boş olduğu inancını savunurken, tam bir inançsızlığın da savunucusudurlar. Hiçbir hedef gözetmezler; hayâtı boş görürler; şaşkın ve endişelidirler. Bu sebeplerden dolayı “uyumsuzluk tiyatrosu”nun diğer adı “saçma, abesle uğraşma, olmayacak işler” mânâsında ifâdesini bulan absürd tiyatro’dur. Samuel Beckett (1906-1989, İrlandalı), Eugéne Ionesco (Fransız), Arthur Adamov (1908-1970, Rus), Harold Pinter (İngiliz) bu karamsar türün birkaç yazarıdır. Uyumsuzluk tiyatrosunda dil bozuk, tekrarlı ve ilgisiz konuşmalar, felsefî endişeler çoktur. Gerçeküstücü (sürrealist), varoluşçu (egzistinsiyalist), dışavurumcu (ekspresyonist) akımların ve Franz Kafka (1883-1924)nın etkisi açıkça görülür.
“Tecrübî tiyatro”da 1960’lardan sonra gelişen bir hareket de seyircinin oyuna katılmasıdır. Polonyalı yönetmen Jerzy Grotowski bu fikriyle Avrupa ve ABD’deki toplulukları etkiledi.
Türk tiyatrosu:
Bir seyirlik geleneği içinde gelişen Türk tiyatrosunda doğu-batı kültür ve medeniyetlerinin etkisi çoktur.
Temâşâ oyunları, Türklerin atalarının kültüründe yer alırdı. Şaman törenlerinde maske kullanma, hayvan taklitleri yapma ve dans etme ögeleri bulunurdu. Türkler Anadolu’ya gelirken temâşâ geleneklerini de getirmişlerdir. İslâmiyet öncesiyle sonrasının motifleri birleşerek Anadolu’da yeni bir seyirlik geleneği doğdu. Bunlar daha çok şehir hayâtında görülen meddah, Karagöz, ortaoyunu, kukla gibi oyunlardır.
Meddahlık daha ziyâde 16. yüzyıla damgasını vurmuştur. Karagöz ve ortaoyunu halk tiyatrosunun en gelişmiş iki oyunudur. “Karagöz ve Hacivat” adıyla bilinen “gölge oyunu”nun bu iki tipi 19. yüzyılın başlarında “Kavuklu ve Pişekâr” adıyla ortaoyunun da tipleri olmuştur. Ortaoyunu adına kayıtlarda ilk defâ 1834’te rastlanır. Bu oyun Karagöz, kukla ve meddah oyunlarının bir karışımıdır. “Yeni dünyâ, meydan oyunu, kol oyunu, taklid oyunu” adlarıyla anılır. 19 ve 20. yüzyıl başlarında doruk noktaya çıkan ortaoyunu, Tanzimâtla gelen batı tiyatrosuna boyun eğdi, Cumhûriyetten sonra ise silinme noktasına geldi. Kukla geleneğiyse doğu kültürünün en eski türüdür.
Gelenekçi (an’anevî) Türk tiyatrosu yazılı bir metne, kurulu bir sahne düzenine dayanmaz. İçe doğduğu gibi konuşulur. Taklid ve söz oyunlarına dayanır. Temel ögesi güldürüdür. Bu sebeplerden dolayı oyuncuları tip seviyesinde olup, karakter özelliği taşımaz.
19. yüzyılın ortalarında Avrupalı opera ve tiyatro toplulukları İstanbul’a gelmeye başlar. Bu arada bir protokol gereği ve kültür alış verişi olarak yabancı elçiliklerde verilen temsillere hükümet temsilcileri de katılır. Hattâ sarayda da aynı maksatlarla temsiller verilir. Protokol için olsun, kültür alış verişi için olsun devletler arasında bu çeşit münâsebetler sık sık görülmüştür. Çeşitli ülkelere giden Türk devlet adamları da “mehter gösterileri” yaptırmışlardır.
Batı tiyatrosunun Türk kültürüne tam anlamıyla geçmesi Tanzimâtla olmuştur. 1839’da, Tanzimât Fermânının yayınlandığı yıl, İstanbul’da dört tiyatro binâsı yapıldı. Yazılı metne dayalı ilk dram türü oyunlar yazılmaya, tercümeler yapılmaya başlandı. Oyunların düzenli olarak sergileneceği sahneli yeni tiyatro binâları kuruldu. An’anevî Türk tiyatrosundaysa bu döneme kadar düzenli ve kazanç gâyeli sergileme olmayıp düğün, sünnet, bayram gibi günlerde seyirlik oyunları bir toplum (cemiyet) hâdisesi olarak yer almıştı.
Türk tiyatrosunun 1839-1923 dönemi: Tanzimâttan Cumhûriyete kadar süren bu dönemin en önemli tiyatro özelliği, “seyircinin tiyatroya alıştırılması” meselesidir. Bu işin öncülüğünü Güllü Agop (1840-1891) isimli bir Ermeni üstlendi. 1868’de kurduğu Osmanlı Tiyatrosunda oynanacak Türkçe oyunlar, yetiştireceği oyuncular ve açacağı başkaca tiyatrolar için gerekli desteğiyse, mevki ve makamına sıkı sıkıya bağlı olan Sadrâzam Âlî Paşadan alıyordu. Böylece; 15 yıl boyunca Türk insanını tiyatroya alıştıran Güllü Agop, bu arada Namık Kemal’in, Ahmed Midhat Efendinin, Abdülhak Hâmid’in, Recâizâde Mahmûd Ekrem’in Türkçe eserlerini, Ahmed Vefik Paşanın Moliere çevirilerini, özellikle Fransız melodram, vodvil, kanto ve operet gibi oyunlarını sahneledi. Ayrıca, topluluğundaki Ermeni oyuncular yanında, Müslüman-Türk oyuncularının da yetiştiricisi oldu.
Batılı Türk tiyatrosunun kurum hâline getirilmesinde ve Türkçe oyunlar sergilenmesinde diğer Ermeni sanatçılardan Mardiros Mınakyan ve Ahmed Vefik Paşanın çevirilerini sahneye uygulayan Tomas Fasulyeciyan’ın isimlerini de saymak gerekir.
Bu dönemde, batılı ve an’anevî tiyatronun konu ve tiplerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkan tulûat tiyatrosu bir bakıma metne dayanmayan ortaoyununun sahneye çıkarılmasıdır. 1875’te ortaya çıkan bu türün kurucusu Kavuklu Hamdi’dir. Tulûat tiyatrosunun özelliği, oyundan önce şarkı söyleyip, dans eden bir kadının kanto gösterisi yapmasıdır. Artık Tanzimâtla birlikte her sahada batılı akımların tesirinde kalan Türk hayâtı, bu defâ da, Ramazan aylarında “Direklerarası gösterileri”nin hücumuna uğradı. Şehzâdebaşı semtinde tulûat ve kanto gösterileri birbirinin ayrılmaz iki ögesiydi. Devlet desteğiyle, Türk oyuncularının yetiştirilmesi için, 1914’te, bugünkü İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli olan Dârülbedâyi kuruldu. 1920’de Türk-Müslüman kadın sanatçısı Afife Jale, ilk defâ sahneye çıkarıldı. (Bkz. Dârülbedâyi)
Batı modeli Türk tiyatro yazarları ilk örneklerini Victor Hugo’yu, Shakespeare’i, Molier’i, yabancı melodramları taklit ederek yazmışlardır. Dram türünde ilk Türk oyunu Şinasi’nin Şâir Evlenmesi’dir (1860). Bunu romantik oyunlar tâkip eder: Namık Kemal’in Vatan Yâhut Silistre’si (1873) gibi. Bu dönemden günümüze Ahmed Vefik Paşanın Moliére’den adapte (yerli hayâta benzeterek yazdığı eser)leriyle Musâhibzâde Celâl’in eserleri gelmiştir. Oyun yazarlığını Cumhûriyet döneminde de sürdüren Musâhibzâde Celâl, eserlerinde Osmanlı imparatorluğunun (bilhassa 18. yüzyıl) kurumları ve inançlarıyla alay etmiş, yönetim bozukluğunu ve din sömürücülüğünü malzeme olarak kullanarak, bunları temelden bozuk göstermiş; böylece, bizzat kendisi (batının töre komedisi geleneğine bağlı) taşlama, yergi ve komedi unsurlarını kullanarak seyirci üzerinde duygu sömürüsünde bulunmuştur (Fermanlı Deli hazretleri, Aynaroz Kadısı gibi) (Bkz. Musâhibzâde Celâl). Aynı duygu sömürüsü Tanzimâtın ilk tiyatro eseri olan Şâir Evlenmesi’nde de mevcuttur.
1923’ten sonraki dönem:
Cumhûriyet döneminde de Türk tiyatrosunun kurumlaşma ve oyun yazarlığı bakımından batı taklitçiliği devam etti. Çağdaş tiyatronun temelini, 1927’de Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatroları)nin sinema ve tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul attı. Ankara’da 1941’de Tatbikat Sahnesi, 1949’da Devlet Tiyatroları kuruldu. 1970’ten îtibâren Devlet Tiyatroları, Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı bir Genel Müdürlük oldu. 1960’larda özel tiyatroların sayısında artış görüldü: Kent Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu bunların birkaçıdır. Ortaoyunu ve tulûat tiyatrosunun oyunculuk tarzını bâzı özel tiyatrolar devam ettirdi. 1970’lerde krize giren özel tiyatroların çoğu kapandı. 1980’den sonra yeniden bir canlılık görüldü.
Cumhûriyet döneminin ilk yarısında, batı modeli tiyatro oyun yazarları arasında Reşat Nuri Güntekin’i (Yaprak Dökümü, 1930), Necip Fazıl Kısakürek’i (Bir Adam Yaratmak, 1938; Reis Bey, 1964), Ahmed Kudsi Tecer’i (Köşebaşı, 1948), Cevad Fehmi Başkut’u (Paydos, 1948; Buzlar Çözülmeden, 1964) sayabiliriz. İkinci yarı sanatkârları daha ziyâde 1950 sonrasının çok partili döneminin siyâsî-sosyal çalkantılarını işlediler. Haldun Taner, epik tiyatro etkisinde kalarak yazdığı oyunlarının yanısıra, an’anevî Türk tiyatrosunun özelliklerini yansıtan, politik ağırlıklı kabare tiyatrosunun da kurucusudur.
1960 sonrası Türk tiyatrosunda işçi, köylü, gecekondu, âile vb. kesimlerin yaşayışları konu alındı. Osmanlı târihinden ve mahallî hayattan örnekler sergilendi. Turan Oflazoğlu, Güngör Dilmen, Orhan Asena bu yönde eserler verdiler.
1970’li yılların yerli-yabancı tiyatro sahnelerinde siyâsî ve belgesel nitelikli oyunlar hâkimdir. 1980’lerdeyse oyun yazarlığı durgun bir dönem geçirdi. Son dönemlerin belli başlı oyun yazarları arasına Necati Cumalı, Turgut Özakman, Receb Bilginer, Dinçer Sümer dâhil edilebilir.
Tiyatro çeşitleri:
Tiyatro eserleri müziksiz (trajedi, komedi, dram) ve müzikli (opera, operet, komedi müzikal, bale, revü, skeç) olmak üzere iki grupta toplanır.
Trajedi: Kişilere korku, heyecan ve acındırma telkinleriyle ibret vermek maksadı güden en eski tiyatro çeşididir. Nazım hâlinde yazılması ve değişmez kâidelere bağlı olması sebebiyle öbür tiyatro çeşitlerinden kolayca ayrılır.
Trajediler genelde beş perdelik oyunlardır. Eski Yunan’da, çok oynanan bu eserler 3 veya 6 perdelik de olabilirdi. O zamanki tiyatrolarda dekor bulunmaz, ancak sahnenin bir köşesinde olayların sebep ve sonuçlarını anlatan bir koro yer alırdı. Konusu çok defâ eski Grek’te aristokrat sınıfın yaşayışı ve Yunan mitolojisinden seçilmiştir. Bâzı Fransız şâirleri bunların yanısıra Lâtin, İspanyol ve Osmanlı târihlerinden konular alarak, bunları kendi düşünce ve anlayışlarına göre işlemişlerdir.
Kahramanlar; kral, kraliçe, prenses, eski Yunan’ın tanrı ve yarı tanrıları gibi en üst tabaka kişilerden seçilmiştir. Orta tabaka ve basit halk adamlarına rastlanmaz. Kahramanları arasında geçen olaylar insanların rûhî zayıflıklarını, ihtirâslarını, irâdeye bağlı yüce davranışlarla çarpıştırır.
Trajedilerde; olay, zaman ve çevrede birlik demek olan “üç birlik kuralı” benimsenmiştir. Trajedilerde iç içe girmiş karışık vak’alar bulunmaz. Ayrıntıya girmeden tek bir olay gösterilir. Olayın ön ve son tarafları, sebepleri ve sonuçları gerektikçe koronun ağzından halka duyurulur. Buna “olay birliği” denir. Trajedi olayının bir günde (24 saatte) olup bitmiş gibi gösterilmesine “zaman birliği”, tek bir şehrin belli bir köşesinde başlayan olayın yine orada bitmesine de “çevre (mekan) birliği” denir.
Trajedilerde parlak nutukları andıran yüksek ve asil bir üslup kullanılır. Kaba, çirkin, bayağı ve hattâ alelâde sözler bulunmaz. Trajedi şâirleri mısralarının derin mânâlı ve hikmet dolu olmasına önem vermişlerdir.
Trajedilerde kadere, ahlâk, töre ve geleneklere üstün bir değer verilmiştir. Fakat bunlar eski Yunan felsefe ve kültürünün benimsediği şekilde anlatılmıştır. Trajedi eserleri yaşadıkları çağın ve toplumun ahlâk ve törelerine zıt gidenlerle alın yazılarına meydan okumak cür’etini gösterenlerin çektikleri büyük acıları ve başkalarına çektirdikleri sıkıntıları konu almıştır. Bu bakımdan sonu mutlaka bir ölümle biter. Bu özellikleri dolayısıyla trajedinin maksadının “insânî ıstırapların ifâde edilerek seyircilerin rûhunda korku ve merhamet uyandırılması” olduğu kabul edilmektedir.
Komedi: Kişilerin, olay ve âdetlerin gülünç, eğlendirici, yönlerini göstermek sûretiyle ibret vermeyi ve hoşça vakit geçirtmeyi gâye edinen tiyatro çeşididir.
Dalkavukluk, korkaklık, cimrilik, dalgınlık, kibirlilik, ukalâlık gibi insanlar için birer kusur olan huy ve alışkanlıklar dev aynasında büyütülerek ve abartılarak seyirciyi güldürecek tarzda sahneye konulur. Bu kusurlar derece derece pekçok insanda bulunduğundan bir bakıma seyirciyi kendi kendine güldürmüş olur. Böylece seyirciye ince bir ders vermek istenir.
Komedilerde de konu-çevre-zaman birliği (üç birlik kuralı) benimsenmiştir. Konuları günlük hayattan alınan komedilerde kahramanlar rastgele kişilerdir. Çevre belli bir yerdir. Bilhassa Yunan komedyalarında kaba, bayağı ve çirkin ifâdeler kullanılmıştır. Trajedilerin aksine kaba şakalar, kelime oyunları, bayağılaştırıcı îmâlar önemli yer tutmuştur. Molier’in komedileri üslûp bakımından daha derli topludur.
Her zaman ve her yerde rastlanan insan kusurlarını belli tiplerde göstererek gülünç eden komedilere “karakter komedisi” belli bir toplumu veya bütün insanlığı alarak bozuk ve aksak yanlarını hicveden komedilere “töre komedisi”, edebî hicvin sahneye uygulanmış şekline “yergi komedisi”, bir derinliği olmayan, sırf güldürmek için yazılan komedilere de “entrika komedisi” denir.
Dram: Trajediyle komediyi biraraya getiren tiyatro çeşididir. Modern tiyatronun sürekli olarak aristokrat zümrenin yaşayışının veya sâdece hayâtın gülünç taraflarının sahneye konmasını yeterli bulmayarak hayâtı birçok tarafıyla temsil etme arzusundan doğmuştur.
Dram, nesir ve nazım hâlinde yazılabildiği gibi, üç perdeden beş perdeye kadar olabilir. Üç birlik kuralını tamâmen reddeder. Beşerî temalardan çok toplumcu ve millî konuları işler. En kanlı ve çirkin vak’aları seyirciye göstermekten çekinmez.
Konularını hayâtın acıklı veya gülünç, çirkin veya güzel hemen her olayından alabilen dramda kader, ümit, neş’e, şüphe, tasa, fâcia ve komik davranışlar birarada bulunabilir. Kahramanları arasında her tabakadan halkın yanısıra üst tabaka kişileri de bulunur. Her türlü mîzâca yer verilir. Dram eserleri hakîkatı göstermek iddiâsında olmuşlardır.
Dramın ciddî ve ağırbaşlı yazılmış şekline “piyes”, duygulandırıcı ve fazla heyecan verici olanına “melodram”, bir masalın sahneye getirilmesine de “feeri” denir. (Bkz. Dram)
Opera: Bütün sözler, hareketler ve jestleri mûsikîyle bestelenmiş ve orkestra şefinin idâresine verilmiş dram ve trajedilerdir. Trajedilerde bir tek kelime müziksiz söylenmez. Opera, mûsikî, kilise ve paganizm (Eski Yunan putperestliği)den çıkmıştır. Ağır bir hüzün havası hâkimdir. Olaylar acıklı ve hislidir. Olağanüstü vak’alar sıksık görülebilir. Çok gösterişli dekor ve kıyâfetler içinde sunulur.
Operet: Sözlerinin müziksiz kısımları müziklerden çok olan tiyatro eserleridir. Halka hitâbetmek için yazılır. Operetlerde renk, ışık, kıyâfetler ve dans en göze çarpıcı şekilde kullanılır.
Bale: Birçok yönüyle operaya benzeyen, fakat sahnedeki bütün hareketleri âhenkli ve zengin dans figürleri hâlinde gösterilen baştan sona besteli bir tiyatro çeşididir.
Revü: Operetin daha hafif fakat hiciv, alay, tenkit dolu çeşididir.
Skeç: Beş-altı dakikaya sığdırılan tablolar hâlinde kısa, mûsikîli oyunlardır. Bir çeşidi de radyo skeçleridir.