TİCÂRET

Alm. Handel (m), Fr. Commerce (m), İng. Trade, commerce. Kazanç gâyesiyle yapılan alım-satım faaliyeti. İktisâdî malların elden ele geçerek sâhip değiştirmesidir. Geniş anlamda ticâret, parayla temsil edilen bütün malların kendi veya başkası hesâbına nakden veya hesâben sürekli olarak alınıp satılma faaliyetidir.

İnsan sonsuz ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların elde edilmesini sağlayan içgüdüler, akıl, zekâ ve rûhî kuvvetlerle birlikte yaratılmıştır. İhtiyaçların çok çeşitli olması insanları birlikte yaşamaya, birbirinden faydalanmaya, ticârete itmiştir. Kısacası insan, medenî yaratılmıştır, insanla birlikte ticâret var olmuştur. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâm zamânında ticâretin vâsıtası olarak altın para basılmıştır. Arkeolojik kazılarda binlerce yıl öncesine âit ticârî ortaklık hükümlerini taşıyan taş levhalar kullanılmıştır. İnsanoğlunun gelişmelerine paralel olarak ticâret de, dünyâyı tek bir pazar kabul eden günümüz ticâret anlayışına doğru gelişme göstermiştir. Para, yazı, hukûkun gelişmesi, tekerlek, yelken, ticâreti atağa kaldıran ilk tesirlerdir.

Büyük çapta ticâret, denizci olan Fenikelilerle başladı. Ülke dışı ticâreti emniyet altına almak için 5. yüzyılda Romalılar tarafından harekete geçildi. 11. yüzyıldan îtibâren ticârette yenilik kendisini iyice gösterdi. İtalyan kıyı şehirleri gemilerle ülkelerarası ticâret yapmağa başladılar. İpekyolu, ticâretin can damarı oldu. Bu yol üzerindeki ülkeler zenginleştiler. On altıncı yüzyılda büyük keşiflerin yapılması, Amerika’nın ve Ümitburnu’nun keşfiyle İpekyolu’nun ehemmiyeti kayboldu. Afrika, Hindistan, Amerika ve Avustralya gibi ticârî bakımdan eldeğmemiş bölgeler bulan, gemicilikte ileri giden Avrupa Devletleri iyice zenginleştiler. Bu bölgeleri, insanına varıncaya kadar ticâret malı olarak gördüler. Büyük sömürge imparatorlukları kurdular ve bu bölgelerin her türlü zenginliğini kendi memleketlerine götürdüler. Buralarda ancak kan ve gözyaşı bıraktılar. Fransa, İngiltere, Portekiz, Hollanda ve İspanya bu zenginlikleri paylaşabilmek için 17. yüzyılda kendi aralarında kanlı mücâdeleler yaptılar.

Sanâyi devrimiyle birlikte hammadde alımı ve mâmul madde satımı ticâreti gelişti. Avrupa içinde karayolları yapılmağa başlandı. Himâyeci merkantilizmin karşısına, serbest dolaşım iktisâdî doktrini çıktı. Ticârette serbest dolaşım savunulmaya başlandı. Ticâretin gelişmesi, mâlî işlerle uğraşanlara ve tüccarlara faydalı oldu. Burjuva denen, zengin yeni bir sınıf doğdu. Avrupa toplumlarında sosyal dengeler değişti. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki buharlı geminin, lokomotifin, telgrafın keşfi, mesâfeleri kısalttı. Ticâretteki ulaşım zorluklarını büyük ölçüde azalttı. Yirminci yüzyılda petrolün keşfiyle taşıtlarda ve sanâyide kullanılması ve havacılığın gelişmesi ticârette, dünyânın tek pazar hâline gelmesine sebep oldu. Yalnız ülke hudutları içinde değil, bütün dünyâda etkili devlet gücüne ulaşıp, hükümetlerin geleceğiyle oynayan büyük ticâret şirketleri ortaya çıktı. Savaş sanâyiinin de ticârete konu olması, küçük devletlerin kendi irâdeleri dışında savaşa sürüklenmelerine sebep oldu. Dünyâ ticâretini elinde tutanlar, dünyâ siyâsetine yön vermeye başladılar.

Ticâret günümüzde konuları îtibâriyle toptan, perakende, aracı olmakla birlikte, bölgelere göre iç ve dış ticâret diye ikiye ayrılır. Özellikle dış ticâret hızla gelişme göstermektedir.

İslâm dîninde ticâret: Kesb, helâl mal kazanmak demektir. Bütün ibâdetlerin kabul olması, helâl lokmaya bağlıdır. İslâm âlimleri ibâdetler on kısımdır, dokuz kısmı helâl kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir diye buyurdular.

En üstün kesb yolu, silâhla ve kalemle cihattır. İkincisi ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü sanattır. Hem rızkını temin etmek, hem de İslâmiyete, insanlara hizmet etmek için mal kazanması gerekmektedir. Mal hayırlıdır. Çünkü mal, Müslümanın yardımcısıdır. Hadîs-i şerîfte; “Elinin emeği, alnının teriyle ye, dînini satıp yeme.” Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Helâle, harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever.” buyruldu.

İslâmiyet, dîne ve insanlığa hizmet sebebi olan ticâreti övmüş, teşvik etmiş ve rızık kazanmanın ikinci yolu olarak ticâreti göstermiştir. Hadîs-i şerîflerde; “Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtaç olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın on dördü gibi parlak, nurlu olacaktır.”; “Doğru olan tüccar, kıyâmette sıddıklarla ve şehitlerle berâber olacaktır.”; “En helâl şey, sanat sâhibinin kazandığıdır.”; “Ticâret yapınız! Helâl paranın onda dokuzu ticârettedir.” buyruldu.

Hazret-i Ömer; “Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ gökten para yağdırmaz.” buyurmuştur. Bu sözler, İslâmiyet ticârete, sanata, ferdin istihsâl kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sahada ilerlemeye mâni oluyor, diyenleri yalanlamaktadır.

Ticârette; satılan malı aşırı medhetmemeli, malın aybını gizlememeli, ölçüde hile etmemeli, satış fiyatında hile yapmamalıdır. Ticârette ihsan yapmalıdır. Ticârette ihsan altı türlü olur: 1) Müşteri fazla ihtiyacı olduğu için, çok para vermeye râzı olsa bile, fazla kâr istememeli. 2) Fakirlerin malını fazla parayla almalı. 3) Fiyatta ikram etmeli. 4) Borçluyu sıkıştırmamalı. 5) Alış-veriş yapan pişman olursa satışı geri çevirmeli. 6) Fakirlere veresiye vermeli.

Ticâret hukûku: Ticârî münâsebetleri düzenleyen hukuk dalı. Kara, deniz ve hava ticâret hukûku olmak üzere başlıca üç kısma ayrılır. Şimdi bunlara uzay ticâret hukûku da dâhil olmak üzeredir.

Türk Ticâret Hukûkunun günümüze gelinceye kadar üç safha geçirdiği görülür. 1) İslâm hukûkunca düzenlenen devre. Bu devrede müstakil ticâret kânunları yoktur. İslâm hukûkunun muâmelâta âit hükümleri ticârî işlerde uygulanmıştır. Bu devre Türklerin İslâmiyeti kabulleriyle başlar. 1839 Tanzimat Fermanına kadar devam eder. 2) Bu devrede, 1850’de yürürlüğe giren ve 1807 târihli Fransız Ticâret Kânununun tercümesi olan Kânunnâme-i Ticâret’le ticâret hayâtı düzenlenmek istenmiştir. Fakat bu kânun, örf ve âdete ters düştüğü için o zaman kargaşaya sebep olmuştur. 3) TürkiyeCumhûriyetinde şer’î hukûkun uygulanmasının kaldırılmasından sonra aynı Fransız Ticâret Kânunu yapılan değişikliklerle millî bünyemize uydurulmaya çalışılmış, yeni ticâret kânunu medenî kânunla birlikte 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir. Fakat yeni kânunda zamanla birçok aksaklıklar görüldü. Hem millî bünyemize uymuyor, hem de medenî kânun ve borçlar kânunuyla çakışıyordu.

Yeni bir ticâret kânunu için çalışmalar yapılmağa başlandı ve 1 Ocak 1957’de 6762 sayılı günümüz Ticâret Kânunu yürürlüğe girdi. Türk Ticâret Hukûku, 6762 sayılı Ticâret Kânunu’yla birlikte, örf-âdet hukûku olarak hâlâ halk üzerinde tesirini kaybetmeyen İslâm Hukûku, Bankalar, Sermâye Piyasası, Parayla ilgili kânunlar, Medenî Kânun, Borçlar Kânunu ve milletlerarası ticâret anlaşmalarıyla düzenlenmektedir. Ülkemizde uygulanmakta olan 6762 sayılı Ticâret Kânunu’na göre:

Ticâret Mahkemeleri: Ticârî dâvâlara bakan ihtisaslaşmış Asliye Hukuk Mahkemeleridir. Eğer bir yerde ayrıca Ticâret Mahkemesi yoksa bunun görevine giren dâvâlara Asliye Hukuk Mahkemelerinde bakılır. Her iki taraf için ticârî sayılan hususlardan doğan hukuk dâvâlarıyla tarafların tâcir olup olmadıklarına bakılmaksızın aşağıdaki kânunlarda belirtilen hususlardan doğan hukuk dâvâları ticârî dâvâ sayılır ve ticâret mahkemelerinde görülür:

1) Ticâret Kânunları, 2) Medenî Kânunun 876 ve 884. maddelerinden, 3) Borçlar Kânununun 179, 180, 348, 352, 372, 385, 399, 403, 416, 429, 449, 456, 457, 463 ve 482. maddelerinden, 4) Diğer kânunlarda düzenlenmiş belli hususlardan doğan dâvâlar.

6762 sayılı Türk Ticâret Kânunu: 1 Ocak 1957’de yürürlüğe giren bu kânun 1475 maddeden ibârettir. Bir başlangıçla beş bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde; ticârî işletme, tâcir (Bkz. Tâcir), ticâret sicili, ticâret ünvanı, haksız rekâbet, ticârî defterler, câri hesap, tellâlcılık, acente ve ticârete mahsus yerler düzenlenmiştir.

Ticârî işletme: Ticârethâne veya fabrika yâhut ticârî şekilde işletilen diğer müesseselere denir.

Ticâret sicili: Ticâret dâvâlarına bakan her Asliye Hukuk Mahkemesi bünyesinde tutulan ve kânunda belirtilen ticârî işletmenin adı, ticâret ünvanı gibi konuların yazıldığı kütük.

Ticâret ünvânı: Her tâcir, ticârî işletmesine bağlı muameleleri ticâret ünvanıyla yapmaya ve işletmesiyle ilgili her türlü evrakı bu ünvan altında imzâlamaya mecburdur.

İkinci bölümde ticârî şirketler; üçüncü bölümde kıymetli evrak adı altında, nâma, hâmile yazılı kambiyo (poliçe, bono, çek) senetleri ve emtia senetleri düzenlenmiştir. Dördüncü bölümde, deniz ticâreti; beşinci bölümdeyse sigorta hukûku düzenlenmiştir.

Ticâret Bakanlığı; Ticârî işleri idâre eden bakanlık. Osmanlı Devletinde bu bakanlığın işlerini 1839’da kurulan Ticâret ve Zirâat Nezâreti yürütürdü. Türkiye Cumhûriyetinde 1924’te kurulmuştur. İlk adı, İktisad vekâletiydi.Çeşitli dönemlerde çeşitli bakanlıklarla birleşti ve değişik isimler aldı. Görevleri: Yerli ve yabancı şirketleri denetler, iç ve dış ticâreti düzenleyici tedbirler alır. Ticâret ve Sanâyi Odaları, Ticâret Borsaları, Türkiye Odalar Birliği ve Esnaf kuruluşlarını denetler, yönlendirir. İhrâcat ve ithâlât programlarını düzenler. Son olarak Sanâyi Bakanlığı ile birleşerek Sanâyi ve Ticâret Bakanlığı adını aldı.

Dış ticâret: Ülkeler arası yapılan alış-veriş, ihrâcât-ithâlât. İç ticâret homojen, benzer bir yapıya sâhip olduğu, belli kânunlarla ve para birimleriyle yapıldığı hâlde dış ticâret heterojen ayrı cinsten bir yapıya, karmakarışık işlemlere, birden çok hukuk düzenine ve para birimine sâhiptir. Genelde ekonomisi kuvvetli olmıyan ülkelerin en büyük sıkıntısı zarûrî ihtiyaçlarını alabilecekleri dövizi bulabilmek olmaktadır. Türk ekonomisi de, 24 Ocak 1980 Ekonomik Tedbirleriyle kabuk değiştirmiş ve döviz elde edebilmek için dış ticâret öncelikli liberal bir ekonomik politika tâkip etmeye başlamıştır. İhrâcâtı teşvik edici tedbirler getirilmiş, ithâlâta kolaylıklar getirilerek iç piyasadaki fiyat artışları önlenmeye çalışılmıştır.

Dış ticâretin temel gâyesi daha az fiyatla daha iyi mal temin etmek, ülke malını daha iyi fiyat ve kuvvetli parayla satmaktır. 1944’ten sonra milletlerarası bir ticâret yönetmeliği hazırlamak için çalışmalar başladı. 1944’teki Bretton Foods Antlaşmaları, kambiyo, paralar ve kotalarla ilgili kuralları tâyin etti. Roma Antlaşması, 25 Mart 1957’de Ortak Pazarı meydana getirdi.

TİFO

Alm. Typhus (m), Fr. Fièvre (f) typhoide, typhoide (f), İng. Typhoid fever, typhoid. Salmonella typhosa adı verilen bir mikrop tarafından meydana getirilen, ağız yolundan besin maddeleri ile bulaşarak barsak lenf dokusunda doku ölümüne yol açan genel bir lenf sistemi enfeksiyonu. Salmonella typhosa mikrobu, 1 ilâ 3,5 mikron uzunluğunda olup, hareketli, sporsuz ve kapsülsüz bir bakteridir.

Tifo bütün dünyâda yaygın bir hastalık olmakla birlikte; gerekli korunma tedbirlerini alan, çevre sağlığı şartlarını eksiksiz yerine getiren, temiz su ve alt yapı tesisleriyle ilgili problemleri olmayan, yâni gelişmiş ülkelerde salgınlar yapamamaktadır.

Tifo, özellikle yaz sonlarına doğru artış göstermektedir. Tifo aynı zamanda bir ordu ve savaş hastalığıdır. Mikrobu her alan, hastalığa yakalanmaz. Enfeksiyon için hassâsiyet ve vücutta direnç azalması gerekir. Tifonun mevcut olduğu bölgelerde yaşayanlar arasında hastalanma nispeti azdır. Fakat buraya gelen bir yabancı kolaylıkla hastalanabilir. Tifo genellikle 15 ilâ 30 yaşlar arasında görülür. Beş yaşından küçük çocuklar tifoya dirençlidir.

Tifo basilinin kaynağı insandır. Basil, hasta veya taşıyıcıların dışkı ve idrarlarıyla çıkar. Dış tesirlere dayanıklı olduğundan direkt temasla veya su, süt, gıdâlar ve sinek, böcek gibi vâsıtalarla dolaylı olarak bulaşır. Hastanın kullanmış olduğu yatak takımı, havlu, oyuncak ve elbiselerin bulaşmış sayılması gerekir. Herhangi bir yörede tifo salgını varsa, orada suların tifo basiliyle bulaşmış olduğu katidir. Tifo basili insanlara % 80 nispetinde suyla bulaşır. Şehir içme sularının süzme ve dezenfeksiyonunda yapılan teknik bir hatâ, havuzlarda toplanan bulaşmış suların evlere dağıtılması, bir tifo salgınıyla netîcelenir.

Tifo basili deniz suyunda 1 ay kadar yaşayabildiğinden, plajlardan ve deniz banyolarından hastalığı kapmak mümkündür. Köylerdeki evlerin önünde bulunan su kuyularının 3-5 metre ilerisinde septik çukurlar varsa bunlardan her türlü sızıntı olabilir. Hijyenik şartlara uygun olmayan bu gibi durumlar, yurdumuzda tifonun kaybolmamasının sebepleridir.

Tifo basilini bulaştıran besin maddelerinin başında süt gelir. Hâlen gelişmiş ülkelerde, modern süt sağma araçlarıyla el değmeden güğümlere alınan ve pastörize edilen sütlerle bulaşma tehlikesi yoktur. Fakat yurdumuzda bu durum her yerde uygulanamadığından, sütü kaynatmadan içmek tehlikeli olabilir. Tifo pişmeden çiğ olarak yenen sebze ve meyvelerle de geçebilir. Bitkiler, enfekte sular ile veya portörler tarafından kirletilir. Karasinek ve lâğım fârelerinin de, tifoyu yaymada mühim bir yeri vardır. Ağız ve ayaklarıyla bulaştırırlar.

Tifo basili, insanlara ağız yoluyla girdikten sonra mîdeye ulaşır. Mîde asiditesi yeterliyse, basilin bir kısmı veya tamâmı yok edilir. Mîdede asit azlığı varsa veya basil fazla sıvıyla alınmışsa, mîde suyu tesirinden kurtularak, barsağa geçer ve barsak kanalında, safranın da yardımıyla kolaylıkla çoğalarak hastalık tablosunu yapmaya başlar.

Tifonun kuluçka süresi ortalama olarak 10 ilâ 14 gün arasında değişir. Kuluçka devrini tâkiben, kırıklık, iştahsızlık ve ürpermelerle hastalık başlar. Ateş çıkmadan bir iki gün önce hastanın neşesi kaçar, başağrıları olur. Isı, her akşam biraz daha yükseğe çıkarak birinci hafta sonunda 39-40°C olur. Sürekli başağrısı ve geceleri uykusuzluk vardır. Hasta, kâbuslar görür. İkinci haftada, karında ve göğsün alt kısmında deri üzerinde kırmızı döküntüler çıkar. Dalak büyür. Ateş 40-41 dereceye kadar çıkar. Dudaklar kurur ve çatlar. Dil paslı, kuru ve çatlaktır. İshâlden ziyâde kabızlık görülür. Ağır hastalarda şuur bulanıklığı vardır. Üçüncü haftada belirtiler daha da şiddetlenir. Yüksek ateş, şuur bozuklukları vardır. Bu hafta sonunda barsak kanaması, barsak delinmesi, bronkopnömoni ölüm sebeplerinin başında gelir. Dördüncü hafta, hastalığın gerileme devresidir. Dil temizlenir, iştahı geri gelir. İshâl varsa düzelir, dalak küçülür. Genel durum iyileşmeye, şuur açılmaya başlar. Hasta geceleri rahat ve derin uyur. Sabaha karşı ateşin düşüşü esnâsında bol terleme olur. Beşinci haftada nekâhat başlar. Hasta derin bir hâlsizlik içindedir. Uygun bir beslenmeyle, güç ve kaybedilen kilo yerine gelir. Tesirli antibiyotiklerin tedâvide uygulanmasından sonra, tifo tamâmen değişmiş, süresi kısalmış ve komplikasyonları azalmıştır.

Enfeksiyon hastalıkları içinde en müspet ve bol laboratuvar belirtisi veren tifodur. Başlangıçta artan lökosit (beyaz hücre) sayısı giderek azalmaya başlar (ateş yükseldikçe). Tifoya has Gruber-Widal testi, hastalığın 8. gününden sonra müspet netice verir. Hastalık boyunca çeşitli dönemlerde yapılan idrar, kan ve dışkı kültürleri de gidişâtı hakkında bilgi verir.

Hastalık iyiliğe dönüp, şifâya doğru giderken veya nekâhat içinde, klâsik belirtilerin yeniden başlamasıyla tekrarlamalar olabilir. Tekrarlamalar, ölmeden kalan basillerin yeniden çoğalmasıyla meydana gelirler.

Tifonun çeşitli klinik tipleri vardır:

1. Belirsiz tifo: Bâzı şahıslar, daha önceleri bağışıklık sağlayacak bir tifo geçirmedikleri halde, enfekte olduktan sonra bâriz olarak hastalanmazlar. Fakat dışkıyla uzun süre tifo basili çıkarırlar. Bunlar aslında portörlerdir, yâni taşıyıcılardır.

2. Ambulator tifo: Hafif belirtilerle, akşamları yükselen ateşle beliren şekildir. Çok defâ grip, soğuk algınlığı, mîde barsak bozukluğu sanılır. Ancak laboratuar incelemeleriyle teşhis konulabilir.

3. Abortif tifo: Bütün belirtiler husûle gelir, fakat hepsi de hafif seyreder.

4. Fulminant tifo: Çok ağır seyirli olup, nâdiren görülür ve genellikle ikinci hafta içinde öldürülür.

5. Çocuklarda tifo: Çocuklarda genellikle hafif seyreder ve kısa sürelidir. Çocuklar belirtiler bakımından altı yaşından sonra erişkinlere benzemeye başlarlar. Ölüm nispeti azdır, nekâhat kısa sürer. Fakat tekrarlama büyüklere oranla fazladır.

6. İhtiyarlarda tifo: Elli yaşından sonra tifo pek görülmez. Eğer görülürse oldukça tehlikelidir. Ölüm oranı yüksektir. Ateş 39°C’nin üzerine yükselmez. Genel durum çok bozuktur. Durgunluktan sonra gelen koma, ihtiyar tifosunun son belirtilerindendir.

Tifolu hastanın istikbâli; tifo basilinin gücüne, salgının durumuna, hastanın vücut direncine ve yaşa göre değişiklik arz eder. Birçok komplikasyonlarıyla verdiği zarar çoktur. Kişiyi uzun süre işinden alıkoyar. Çocuklarda hafif seyreder. Yaşlı, gebe, zayıf, şeker hastası ve veremlilerde ağır ve öldürücü seyreder. Ortalama ölüm nispeti % 5 ilâ 10 kadardır.

Tifonun komplikasyonları (seyri esnâsında ortaya çıkan nâhoş bozukluk ve hastalıkları): Deriyle ilgili komplikasyonlar arasında dermatit, yılancık, impetigo ve yutak yaraları sayılabilir. Sindirim sistemiyle ilgili komplikasyonlar arasında; dil ve ağız iltihapları, farenjit, tükrük bezi iltihabı, yemek borusu ülseri, barsak kanamaları, barsak delinmesi, sarılık, karaciğer apsesi, safra kesesi iltihabı sayılabilir.

Dalak çatlaması, kalp kası iltihabı, kalp zarı iltihapları, atardamar ve toplardamar iltihapları, larenjit, bronşit, bronko pnömoni, plörezi (zâtülcenp), nefrit, mesâne iltihabı, menenjit, çeşitli felçler, nevrit, psikiyatrik bozukluklar, orta kulak iltihabı, adale içi kanamalar, oynak ve kemik iltihapları tifonun diğer komplikasyonları arasında sayılabilir.

Tedâvi: Hastanın yattığı oda iyi havalandırılmalı ve güneş gören bir yerde, ısısı 20-22°C arasında ve normal nemlilikte olmalıdır. Ağız ve cilt temizliğine îtinâ göstermelidir.

Protein ve karbonhidratça zengin bir diyet uygulamalıdır. Yemek küçük porsiyonlar hâlinde ve sık verilmelidir. Sebze ve meyve gibi posa bırakan gıdâlardan kaçınmalıdır. Yumurta, ekmek, reçel, bal, beyaz peynir, tereyağı, muhallebi, sütlâç, nişasta, makarna, pirinç, şehriye çorbası, et suları (yağsız), şerbetler, meyve suları, sütlü kahve, yoğurt verilebilir. İyi pişmiş ızgara köfte veya pirzola hâlinde günde 150-200 gr genç hayvan eti yedirilebilir. Önemli olan hastayı aç bırakmamaktır. Ağır vak’alarda hastalığı 2-3 ay önce geçirmiş olanlardan yapılan kan nakli çok fayda sağlar. İyi beslenemeyenlere damardan serumlar verilir. Ateşi düşürmenin faydası yoktur.

Tifo tedâvisinde en mühim ilâç, kloramfenikoldür. Kloramfenikolün tifo tedâvisinde kullanılmaya başlanmasıyla tifo, korkunç bir hastalık olma vasfını büyük ölçüde kaybetmiştir. Ancak özellikle kemik iliğine olan menfi tesiri dolayısıyla kloramfenikolu uzun kullanmak tehlikeli olabilir. Son yıllarda kloramfenikolun yan etkileri azaltılmış, antibakteriyel etkileri kuvvetlendirilmiş bir sentetik türevi olan Tiamfenikol da tedâvide kullanılmaktadır.

Tifonun seyri esnâsında ortaya çıkan komplikasyonların tedâvisi de komplikasyonunun cinsine göre değişiklik arz eder.

Tifo, ihbârı mecburî hastalıklardandır. Tifo geçirenler, birer hafta arayla yapılan üç dışkı kültüründen menfi netice alınmadan (basilden temizlenmeden) hastâneden çıkarılmazlar.

Tifo basilini taşıyıp çevreye yayabilecek olanlar ya hastalardır ya nekâhatlilerdir veya sağlamlardır.

Tifo geçirmemiş sağlam taşıyıcılar genellikle aşılılar arasındadırlar, bunlar tifoya dirençlidirler. Aldıkları tifo basili hastalık yapmaz, fakat çoğalarak dışarı atılır. Yatan hastaların temizliğine çok dikkat gösterilirse, tifoyu etrâfa bulaştıramazlar.

Tifodan korunmada; portörler araştırılıp tedâvi edilmeli, karasineklerle mücâdele edilmeli, salgın esnâsında çiğ besinler yememeli, kaynamamış sulu maddeler içilmemeli, şehir sularının dezenfeksiyonu kontrol edilmelidir. Korunmada tifo aşısının da mühim bir yeri vardır. Aşı, paratifo aşıları ile karıştırılmış olarak yapılır, koruyuculuğu 2-3 sene kadardır. Tifonun az çok salgın hâlde bulunduğu yörelerde ve zamanlarda 2-5 senede bir uygulanmalıdır. Aşının koruyucu tesiri kesin değildir. Fakat aşılılar arasında tifoya yakalananlar, hastalığı hafif geçirmekte ve ölüm görülmemektedir.

TİFÜS

Alm. Typhus (m), Fr. Typhus (m), İng. Typhus. İnsanlık târihinin en eski hastalıklarından biri. İki tipi vardır: Epidemik tifüs, Fâre tifüsü.

Epidemik tifüs (salgın yapan tifüs): Lekeli humma, klasik tifüs, Avrupa tifüsü de denen bu hastalık insana bitle bulaşan, başağrısı, ateşle başlayan, deride yaygın döküntü yapan, iki hafta kadar devam eden ve yaşlılarda oldukça tehlikeli, riketsia türü bir mikrobun yaptığı hastalıktır. Yüzyıllar boyunca büyük salgınlar yapmış, büyük insan kitlelerinin ölümüne sebep olmuştur. Âmili Riketsiya prowazeki olup bitlerin kurumuş dışkılarında, sıcak olmayan yerlerde aylarca canlı kalabilir.

Vücuda giriş genellikle deriden olur. Konjonktiva (gözün ak kısmının ve kapak içlerinin dış zarı) ve solunum yolu sümüksü zarlarından da girebilir. Küçük kan damarları duvar hücrelerine yerleşir, çoğalır ve kan dolaşımına karışır. Bunlar diğer küçük kan damarlarının duvar hücrelerine girer, hücrelerin ölümüne sebep olurlar. Sonra damarın tıkanarak tromboz teşekkülüne sebep olurlar. Damar çevresinde tifüs nodülü meydana gelir. Damar zedeleri en fazla deride olur, ayrıca merkezî sinir sistemi, kalp kası, böbrek üstü bezi, haya (testis)larda da bulunabilir.

Kuluçka dönemi 10-14 gündür. Hastalık genellikle âniden başlar. İlk belirtiler ürperme, iştahsızlık, başağrısı, bacak ve sırtta kas ağrıları, hâlsizliktir. İlk 2-3 günde ateş 39°C’ye kadar yükselmeler gösterir. Üçüncü günden sonra 40-41°C’a çıkar ve hasta iyileşinceye veya ölünceye kadar devam eder. Hastalığın 4-6. gününde pembe renkli döküntüler sonra kırmızı-mor renge döner ve basmakla kaybolmaz, iz bırakmaz. Yüksek ateşle uyumlu olarak nabız sayısı fazladır.

Hastada ışıktan korkma ve gözlerde sulanma vardır. Gözleri ve yüzü kızarmıştır. İlk haftada çılgınca hareketler olabilir. Bâzı hastalar uyuyamazlar. Hastanın şuuru bulanıktır, dalgındır. Güç konuşur. Kulak çınlaması, sağırlık vardır. Hastalığın ikinci ve üçüncü haftası kritik dönemdir. Hasta yardımsız yiyemez, içemez, tamâmen sağır ve şuursuzdur. Bunu uyku hâli ve koma tâkip edebilir. Kalp kası iltihabı olabilir. Vak’aların yarısında dalak büyür. Böbrek yetmezliği husûle gelir. İdrar miktarının azalması ve kanda üre miktarının yükselmesi ölüme gidişin habercisidir. Topuk, ayak, parmak uçları, kulak, burun, cinsî organlarda doku ölümleri olabilir. İkinci haftanın sonuna doğru orta kulak iltihabı, gözün iltihaplanması, yaygın kıl kökü iltihabı husûle gelir.

Hastalık çocuk ve gençlerde hafif; yaşlı, gebe, dolaşım sistemi bozukluğu ve kronik hastalığı olanlarda ağır seyreder. Ölüm nispeti % 40 kadardır. Başka hastalığa dönüşmezse hasta tam olarak iyileşir. Eski iş gücüne kavuşabilmesi için 2-3 ay gereklidir.

En fazla tifo olmak üzere kızamık, çiçek, zatürre, sıtmayla karışır.

Hastadan ilk haftada alınan kan, kobayın karın zarına şırınga edilerek riketsiyalar elde edilerek teşhis konabilir. Bâzı serolojik (serumla ilgili) tetkikler de teşhise yardımcıdır. Well-Felix ox19 reaksiyonu pozitiftir.

Epidemik tifüs soğuk iklimlerde daha fazla olmak üzere dünyânın her tarafında görülür. Harp, zelzele, kıtlık yıllarında salgınlar yapar.

İnsan vücut biti, hasta kanını emdiğinde riketsiyayla bulaşmış olur. Riketsiyalar bitin dışkısıyla çıkarlar. Bitin ısırmasıyla bulaşma olmaz. Epidemik tifüs, ihbarı mecburî hastalıklardandır.

Tedâvisinde iyi bakımın yeri büyüktür. Yüksek kalorili ve vitaminli sıvı besinler uygundur. Ağızdan alamadığında damardan serum ve şekerli su verilmelidir. Yüksek ateşi düşürülmeye çalışılır. Ağrı kesiciler kullanılabilir. Sebep olduğu diğer hastalıkların da tedâvisi gerekir. Ayrıca kloramfenikol, klortetrasiklin, oksitetrasiklin ateş düşünceye kadar verilir.

Korunma için DDT ve benzeri maddelerle, bitlerle savaşılır. Salgın zamanlarında kitle hâlinde aşı yapılır.

Fâre tifüsü: Endemik tifüs, şehir veya dükkân tifüsü, pire tifüsü gibi adları da olan epidemik tifüse benzeyen, fakat oldukça selim seyreden, âni başlayan ateşli, başağrısı ve döküntülerle karakterize bir hastalık Etkeni, Riketsiya mooseri (Riketsiya tifi)dir.

Kuluçka dönemi 8-12 gündür. Epidemik tifüs gibi belirtileri vardır, fakat daha hafif seyreder. Hastalık ürpermeler, başağrısı, kas ağrıları, ateşle âniden başlar. Dökülmeler birinci haftanın sonunda görülür ve oldukça seyrektir. Ateş ilk hafta 38-39°C’dir. Daha sonra inip çıkmalar gösterir. 9-14 günde normale iner. Merkezî sinir sistemi, kalp kası ve böbrek genellikle tutulmaz. Hasta iyileşir. Başka hastalığa dönüşme nâdirdir.

Teşhis için hastalığın ilk haftasında kandan riketsiyalar elde edilir. Hastalık fârelerin çok bulunduğu yerlerde yaygındır. İnsana fâre piresiyle geçer. Pirenin dışkısıyla çıkan mikrop kaşınma sonucu deriden alınır. Aynı dışkıyla bulaşmış besinlerle bulaşma da mümkündür. Gözden ve solunum yolundan da riketsiyalar girebilir.

Tedâvisinde kloramfenikol ve tetrasiklinler kullanılır. Hastalıktan korunmak için fâre ve sinek mücâdelesi yapılmalıdır. Aşısı da vardır.

TİK

Alm. Nervöses Zucken (n); Tic (m); (psik) Tick (m), Fr. Tic (m), İng. Tic, twitching; mannerism. İrâde dışı, gayri ihtiyârî ve âni olarak ortaya çıkan ve belli özellikleriyle târif edilen herhangi bir maksada hizmet etmeyen adale kasılmalarına verilen ad. Tikler, kısmen rûhî anlamlarından kopmuş anlatım hareketleridir. Yüzde mevcut olan bir savunma hareketi, hem yüz, hem de baş bölgesine yayılabilir. Her çizgili kas tike katılabilir. Fakat en fazla yüz kasları ve emme, çiğneme, konuşmayla ilgili kas grupları işe karışırlar. Alın, boyun ve omuz kasları da düzensiz aralıklarla âni gelen hareketlere yakalanabilirler. Öyle ki bir gâyeleri varmış hissini bırakabilirler.

Tik, her yaşta görülebilir. Fakat en çok 5 ilâ 10 yaşlar arasındaki çocuklarda olur. Oğlan çocuklar, kızlardan iki üç kat fazla yakalanırlar. Tik vak’alarının çoğunluğunda organik bir belirti bulunmasa bile, tek tük vak’alarda sinir sisteminde bâzı bozuklukların bulunabileceği anlaşılmıştır. Meselâ, akut mafsal romatizması ve geçirilmiş beyin iltihapları tiklere yol açabilir. Bâzı vak’alarda âni, ürkütücü bir yaşayış gibi özel olmayan rûhî tesirlerin hastalığı ortaya çıkardığı görülür. Kardeşler arası kıskançlık gibi kendini gösterme çabasına bağlı aşırı bir gerilim, anne ve babanın arzularına bağlı olarak çocuğun aşırı zorlanması, aktif gelişmenin engellenmesi hastalığın meydana gelmesinde ek sebepler olarak sorumlu görülmüşlerdir.

Tedâvi zorluk gösterir. Kişilik yapısında veya belli durumlarda rûhî çatışmaların bulunduğu hallerde konuşma yâhut derinlere inen bir tedâvi üzerinde çalışmalıdır. Ayrıca nöroleptik denen sinir ilâçlarından da faydalanmak mümkündür.

TİKAĞACI (Tectona grandis)

Alm. Teakbaum (m), indische Eiche (f), Fr. Teck (tek) (m), İng. Teak tree. Familyası: Mineçiçeğigiller (Verbenaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Yetişmez.

Doğu Hindistan’da yetişen 20-25 m boyunda bir ağaç. Çiçekleri beyaz ve mavimsi renktedir. Odunu çok sert ve dayanıklıdır. Aynı zamanda reçineli olduğu için kolay çürümez.

Kullanıldığı yerler: Gemi teknesi yapımında, mobilyacılıkta makbul bir ağaçtır.

TİLKİ (Vulpes vulpes= Canis vulpes)

Alm. Fuchs (m), Fr. Renard (m), İng. Fox. Familyası: Köpekgiller (Canidae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da. Amerika kıtasında yaşayan türleri de vardır. Özellikleri: Kulakları sivri ve büyük, kuyruğu uzun, zekâ ve hilesiyle meşhur etçil bir hayvan. Ömrü: 15-20 yıl. Çeşitleri: Birçok türü vardır. Kızıl tilki (V. vulpes), yarasa kulaklı tilki (Otocyon megalotis), kutup tilkisi (V. lagopus) meşhurlarıdır.

Dünyânın hemen hemen her yerinde yaşayan, Köpekgiller familyasından bâzı türlere verilen genel ad. Etçil memelilerdir. Büyük kulakları ve uzun kuyrukları vardır. Burnu sivridir. Koku alma ve işitme duygusu çok güçlüdür. Boyu 90 cm, kuyruğu 50 cm, ağırlığı 5-6 kg kadardır. Daha küçük boyda olanları da vardır. Toprak altındaki kemiricilerin ıslık gibi çıkan seslerini işitir, toprağı kazarak onları inlerinde yer. Yiyeceklerinin çoğunu tavşanlar ve fâreler meydana getirdiği için faydalı sayılır. Postu kıymetlidir. İnsanlardan başka düşmanı yok gibidir. Postları için tilki yetiştiren özel çiftlikler de vardır. Çok hızlı koşar. En iyi av köpeği bile bir tilkiyi yakalamakta zorluk çeker. Birkaç girişi olan 15-20 metre uzunluktaki inlerde yaşar. Gece avlanır. Esas besin kaynağı fâre olmakla berâber kuş, küçük memeli, sürüngen, leş ve meyve de yer. Bala da düşkündür. Yalnız yaşamayı seven bir hayvandır.

Üreme mevsimlerinde farklı cinsler biraraya gelirler. Erkek ve dişilerin kuyruk dibinde menekşe gibi kokan salgı bezleri vardır. Post tüyleri yaşadığı yere göre değişir. Çoğunun postu kızıl renklidir. Köpekler gibi çiftleşir. İki ay kadar bir gebelikten sonra 4-6 yavru doğurur. Yavruların gözleri 12 gün kadar sonra açılır. Erkek ve dişi, yavrularına berâber bakar, onlara avlanma dersleri verirler. Âile sonbaharda dağılır. İlkbaharda gençler yeni eşler arar. Eski eşlerse tekrar biraraya gelirler.

Çok zeki ve kurnaz hayvanlardır. Kolay kolay hayâtını tehlikeye atmaz. Kuşlara arkadan sessizce yaklaşıp üzerlerine atlayarak avlarlar. Açık bulduğu kümeslere girerek kümes hayvanlarını boğarak yer. Yemediklerini toprağa gömer. Çok iyi yüzen, balık ve yengeç avlayanları da vardır. Bâzan aslan ve kurt gibi yırtıcıların arkasına takılarak onların av artıklarını yer. Çöl ve ova tilkileri inlerini diğerlerinden daha derine kazarak sıcaktan korunurlar. Kuzey Kutup’ta yaşayan kutup tilkisi yazın mavimsi, kışınsa beyaz bir posta bürünür. Postu, kürkçülükte çok kıymetlidir. Birçok çeşitleri olan tilkiler 15-20 yıl kadar yaşarlar. Kurnazlığı masallara konu olmuştur.

TİMAR

Osmanlı Devletinin; geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde, kendi nâm ve hesaplarına tahsil selâhiyetiyle birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmî isim. İktâ ve dirlik diye de terminolojide anılır. Bu sistemde arâzî, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi (sâhib-i arz), arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.

Timar müessesesi, yâni eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ; sünnet, icmâ ve Hulefâ-i Râşidînin tatbikatıyla sâbittir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem devrinde görülen bu uygulama Emevîler ve Abbâsîler zamanlarında da devâm edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi. Abbâsîler zamânında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar. İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı. Asker, Gazneliler ve Büveyhîlerde maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âit vergilerini toplamakla vazîfelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi. Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular. İdâreleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya birkaç köyü askere iktâ olarak verdiler. Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi.

Türkiye Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devletinde iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve timar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzinin fetihleriyle başlandı. Fethettiği arâziyi timar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâziye verdi ve:

“Timarların sebepsiz yere sâhiplerinden geri alınmaması, timar sâhibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi.” gibi şartlar koydu.

Orhan Gâzi zamânında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine timar verildi. Rumeli fütûhâtı başladıktan sonra Gelibolu havâlisi Yâkub Ece ile Gâzi Fâzıl’a verilerek timar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı.

İlk teşkilâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamânında tamamlayan timar sistemi gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında ulaştı. Kânûnî, mîri arâzi ve timar sistemlerine âit hukûku belirleyen kânunlar koydu. Beylerbeyinin timar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz timar ayrımını ortaya çıkardı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın yaptığı düzenlemeler sonunda timarlı sipâhîlerin ve cebelülerin miktarı 200.000’e kadar çıktı.

Osmanlı Devletinde timar sâhibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne timar dâhilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sâhibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin (vergilerin) mülkiyetine sâhip değildi. Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âit çeşitli vergileri kendi nâm ve hesâbına toplamak hakkından faydalanabiliyordu. Bu hak görülen vazîfeye bağlı bir maaş mahiyetinde olup, timar sâhibinin mülkiyetine giren bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya mîras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir mülk durumunda değildi. Gerçi timar sâhibinin ölümü halinde devlet, sipâhînin hizmete yarar evlâtlarından bir veya birkaçına timar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu. Fakat bu şekilde sipâhînin çocuklarına verilen timar, ölen babanın timarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi.

Sipâhî timarının kılıç tâbir edilen ve sipâhîlik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı. Bu kısmın, sipâhînin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü. Fakat sipâhînin ölümü hâlinde oğullarına babalarının timarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer timarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı. Böylece yararlılığı görülen timar sâhiplerine yapılan zamlar bu sûretle açığa çıkmış olan gelirlerden temin edilirdi. Bu uygulama ile timar arâzisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir âile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi.

Has ve zeâmet şeklindeki büyük timarlarsa, kişi yerine makâma verilirdi. Bunların sâhipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sâhiplerinin bu timarlarla âilevî bir münâsebet ve yakın bir alâka tesis etmeleri imkânsızdı.

Her timar sâhibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı. Babalarının timarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi. Daha büyük bir timar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu sûretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı.

Hayatta olan timar sâhiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi. Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna timarını devredebilirdi. Bu takdirde de timarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi. Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk timarlar istisnâ teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı.

Babasının ölümüyle timar sâhibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl timar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu. Babaları timarından kendilerine timar verilmiş olan sipâhî oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamânı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâb ederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı.

Timar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında timar sâhibinin devlete âit vergileri kendi hesâbına toplaması demekse de, timarların nevilerine göre timar sâhibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir. Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, timarlar beş kısımda incelenebilir.

1. Arâzinin mülk olarak verilip verilmediğine göre: a) Mülk timarlar: Bu tür timarlarda devlet, türlü hak ve vergi (resim)leri toplama yetkisini timar sâhibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mîrâsçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır. Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yâhut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur.

Mülk timarlarının sâhipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir miktar asker (cebelü) göndermek mecbûriyetindedirler. Eğer bu tip timar sâhipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer timarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece timarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu. Sâhipleri ölünce de bu tip timarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde, erkek veya kadın diğer mîrâsçılara intikâl ederdi. Onlar da hisseleri nispetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi. Bu gibi timarlar, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir ve aynı mükellefiyetlerle vakfedilebilirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bu tip timarlarsa hizmet karşılığı timarın gelirlerinin bir kısmının tahsîsi sûretiyle verilen timarlardır ki, Osmanlı Devletinde timarların çoğu bu türdendi. Bunlar timar sâhibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı.

2. Arâzinin gelirine göre: a) Has: Senelik geliri 100.000 akçe ve daha fazla olan timarlara denirdi. Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Haslar, pâdişâhtan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs. verilirdi. Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makâma mahsus olduğundan, vazîfede bulundukları süre içinde kendilerine âitti. Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi.

Haslar voyvoda denilen kimseler vâsıtasıyla idâre edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sâhibine âit olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sâhibi gelirlerinin her 5000 akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı.

b) Zeâmet: Senelik geliri 20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olan dirliğe denirdi. Zeâmetler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeâmet kethüdâlarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdârlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca timar sâhipleri büyük hizmetlerde bulundukları zaman, terakki (zam) alarak zeâmet sâhibi (zâim) olabilirdi. Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı. Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her 5000 akçe gelir için bir cebelü beslemek mecburiyetindeydiler. Zeâmetlerin 50.000 akçeden yukarı olanlarına ağır zeâmet adı verilirdi.

Zeâmet sâhipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı zaman da, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı. Zeâmetin bâzan birkaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu.

c) Timar: Senelik geliri 2000 akçeden başlıyarak 20.000 akçeye kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir. Timar sâhipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü (tam teçhizatlı asker) beslemeye mecburdular. Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır. Kılıç bedelinin miktarı illere ve timarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2000, 3000, 6000 akçe arasında değişirdi. Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, berâberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve techizatı bütün teferruâtıyla tespit edilmiş bulunmaktaydı. Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipâhîlerin ellerinden timarı alınıyordu. Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde techizâtın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan, tabanca kullanan sipâhîlere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi.

Timar sâhipleri ölünce timarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek timar olarak verilir, diğer kısmı terakki sağlayan timar sâhiplerine dağıtılırdı. Cephede ölen timar sâhibinin oğluna, yatakta ölen timar sâhibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti.

3. Timar sâhiplerinin gördükleri işlere göre: a) Eşkinci timarları: Bunların sâhipleri harp zamânında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler. Osmanlı timarlarının ekserîsi bu türdendi.

b) Mustahfız timarları: Bunlar kale askerlerine verilirdi. Bu timarların sâhipleri mensup oldukları kalenin müdâfaasıyla mükelleftiler. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.

c) Hadere (Hizmet) timarları: Bu timar sâhipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler. Bu timarların sayısı çok azdı.

4. Veriliş şekillerine göre:

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan timar sâhiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından timar veriliyordu. Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli timarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan timarlarınsa beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi. Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi. Aksi takdirde timarının gelirinden faydalanamazdı. Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz timar ayırımı ortaya çıktı.

a) Tezkireli timarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı timarlar olup, İstanbul’dan verilirdi. Ayrı vilâyetlerdeki timarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz timarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmekteydi. Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6000 akçeden fazla olan timarlar tezkireliydi. Buna karşılık Kıbrıs Adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçenin üzerinde gelire sâhip timarlar tezkireliydi.

b) Tezkiresiz timarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhip olduğu timarlardı. Bunların kıymeti ekseriyâ düşüktü.

5. Mâlî yapısına göre: a) Serbest timarlar: Timar sâhibinin, gerdek, tapu, kışlak, yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (vergileri) gibi miktarları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhip olduğu timarlardı. Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sâhiplerinin timarları ve büyük devlet memurlarının görev sürelerince devâm eden has ve zeâmetleri serbest timardı.

b) Serbest olmayan timarlar: Sâhibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhip olmadığı timarlardı.

Osmanlı Devletinde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen timarlar da vardı. Bunlar, tersâne masraflarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarının veya bir kasaba, bir şehir memurlarının aylıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi. Bunların sâhipleri birkaç bölgenin öşrünü tahsil ederlerdi. Ocaklık tevcihi, timar sâhibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi. Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hudutları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi. Sâhipleri ölen yurtluk ve ocaklık timarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen timar sistemi, bu Pâdişâhın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı. On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, timar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancakbeyliklerinin umûmiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebep olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usûlüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması netîcesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı. Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, timar sâhiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı. Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde timar dağıtımı ve terakkîlere temel teşkil ettiğinden hak etmemiş kişiler timar sâhibi olmaya başladı. Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan timarların, yeni istihkak sâhiplerine devredildiği esnâda ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defâlarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, timarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebep oldu.

Yine bu yıllarda devâmlı harplerin ve Celâlî isyânlarının meydana getirdiği tahrip ve masraflar, timarlı sipâhî zümresinin fakirliğine sebep olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi. Öyle ki, zamânında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski timar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcûdu 33.000 iken, 17. yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki timarlı sipâhî mevcudu hiçbir zaman 2000’i bulmadı. Anadolu beylerbeyinin maiyetinde de 18.700 mevcutlu bir timarlı sipâhî ordusu yerine 1000 kişiden fazla bulunamadı. Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200.000’i bulan timarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20.000 kişiye kadar düştü.

İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’te Girit Adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı memurluk düzenine geçildi. Ülkenin diğer yerlerindeki timarlarsa, 1812’den îtibâren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı. 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnuyla tamâmen ortadan kaldırıldı. Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamâmen batının liberal fikirlerinin tesiri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzimatçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar.