TEYEMMÜM
Dînimizde bildirilen namaz ve gusül abdesti alma şekillerinden biri. Teyemmüm, lügatta “kastetmek, niyet etmek” demektir. Dînimizde teyemmüm, suyun bulunmadığı veya kullanılmasının mümkün olmadığı durumlarda toprak cinsinden olan her temiz şeyle namaz ve gusül abdesti almak demektir.
Dînimizde, namaz kılmak için abdestsiz olan kimsenin abdest alması, cünüp olanın da gusül etmesi farzdır. Abdestsizlikten ve cünüplükten kurtulmak için suyla temizlenmek esastır. Suyun bulunmaması veya kullanılamaması hâllerinde temiz toprakla teyemmüm etmeyi de dînimiz temizlik kabul etmiştir. Bu husus, dînimizin Müslümanlara gösterdiği kolaylıklardan biridir. Demir, bakır, tunç, kalay, altın, gümüş ve bütün mâdenler, yanıp kül olanlarla teyemmüm edilmez. Bunların üzerinde toz varsa, o tozla yapılır. Teyemmüm yapabilmek için, suyu aramak ve arayıp bulamamak, suyu nereden temin edebileceğini âdil bir Müslümana sormak lâzımdır.
Suyun bulunamaması veya olup da kullanılamaması yedi şekilde olur:
1. Su bir mil (1920 m) uzaktaysa (Ancak şehirde her zaman su aramak farzdır.),
2. Suyla abdest alınca, hastanın hastalığı artacaksa,
3. Kendi başına abdest ve gusül alamayacak şekilde hasta olan para ile dahi yardımcı bulamazsa,
4. Gusül abdesti alınca soğuktan ölmek tehlikesi varsa,
5. Su yakın olduğu hâlde yanında düşman, yırtıcı hayvan, nöbetçi bulunuyorsa,
6. Kuyudan su çıkarmak için ip, kova ve inecek kimse yoksa,
7. Yolculukta yanlarındaki su, ancak kendinin, yol arkadaşlarının ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadarsa.
Bu durumlarda ve bir de cenâze ve bayram namazlarını kaçırmamak için teyemmüm edilebilirler. Yukarıda sayılan yedi şartın geniş açıklamaları fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde teyemmümle ilgili olarak Nisâ sûresi 43. âyet-i kerîmesinde meâlen:
“... Eğer hasta iseniz veya biriniz ayak yolundan gelirseniz yâhut da kadınlara dokunup da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok affedicidir.” buyrulmaktadır.
Teyemmümün farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) İki kolu dirseklerinden yukarı sıvalı olarak iki elin içini temiz toprağa sürüp, en az üç parmağı değmek üzere, iki avucuyla yüzünü bir kerre mesh etmek, yâni sığamak, 3) İki avucu tekrar toprağa sürüp, birbirine çarparak tozu toprağı silkeledikten sonra, önce sol elin dört parmağı içiyle sağ kolun alt yüzünü, parmak ucundan dirseğe doğru sığayıp, sonra kolun iç yüzünü, sol avuç içiyle, dirsekten avuca kadar sığamak ve sonra sol baş parmak içiyle sağ başparmak dışını sığamak. Sonra yine böyle sağ elle, sol kolu sığamaktır.
Alm. Tonband (n), Fr. Magnétophone (m), İng. Tape recorder. Sesi manyetik işlemlerle önce elektrik sinyalleri hâline çevirerek saklayan, gerektiği vakit elektrik sinyallerini ses hâline geri çeviren bir bilgi muhâfaza kayıt cihazı. Teybin kaydedeceği ses bir konuşma veya müzik sesi olabileceği gibi kompüterlerde kullanılan darbeli sinyaller, televizyonda kullanılan video sinyaller şeklinde de olabilir. Kayıtlar manyetik teyp bantlarına yapılır, gerektiğinde silinerek yeni kayıtlar alınabilir.
Sesi elektrik sinyalleri hâline çevirerek 1898’de manyetik bir ortama ilk kaydeden Danimarkalı kâşif Valdemir Poulsen’dir. Manyetik ortam olarak manyetik çelik tel kullanmıştır. Pek pratik olmayan bu keşfi 1927 senesinde ABD Bahriye Araştırma Laboratuvarlarında yapılan çalışmalar tâkip etti ve sonunda kâğıt üzerine emdirilmiş manyetik tozları kayıt ortamı olarak kullanılmaya başlandı. 1930’larda Alman Magnetophone Şirketi kâğıt band yerine plastik bandı buldu. Nazi Almanyasında teyplerden propaganda aracı olarak çok istifâde edildi.
Teyp, prensip olarak, bandı süren motor mekanizması, manyetik alan üreten veya alan manyetik kafa ve elektrik sinyallerini yükselten yükseltici (amplifikatör) ve hoparlörden meydana gelmiştir. Teyplerden genel olarak motor bandı sâniyede 38, 19, 9.5 ve 4.75 cm hızla sürer. Yüksek sürat sesin kaliteli kaydolmasına sebep olur. Normal ev teyplerinde band sürati 9.5 veya 4.75 cm/sn’dir. Kayıt kafasına kazandırılan ilâve bir özellikle bir banda dört ayrı kayıt almak mümkündür. Kayıt kafası her defâsında bandın bir bölümüne kayıt yapar. Bu özellikten istifâde edilerek stereofonik teypler yapılmıştır. Dört ayrı kayıt özelliği bir banda çeşitli seslerin montajını, sese yankı imajı (eko) vermeyi de sağlar.
Kayıt işlemi: Mikrofondan ses olarak alınan ve yükselticiden geçen kaydedilecek elektrik sinyali “kafa” denilen içerisinde bobin bulunan manyetik demirden banda tatbik edilir. Band kafaya çok yakın olarak basit bir hızla geçirilir. Kafadaki bobin elektrik sinyalinin şiddetine bağlı olarak şiddeti değişen manyetik alan meydana getirir. Bu manyetik alan band üzerindeki manyetik malzeme tâneciklerini sinyal şiddetine göre konumlandırır. Kayıt yapılacak bandda manyetik tâneciklerin manyetize olmamış durumda olmaları gerekir. Daha önce kayıt yapılmış band her defâsında silinerek yerine yeni kayıt alınır.
Seslendirme işlemi: Seslendirmede band kafanın karşısından kayıt yapılan hızda geçirilirse bu defâ band üzerindeki manyetik malzemenin dizilişine bağlı olarak kafadaki manyetik akım şiddeti değişir. Manyetik akımın değişmesine paralel olarak kafadaki bobinde voltaj değişmeleri olarak istenilen elektrik sinyali elde edilir. Bu sinyaller yükseltildikten sonra hoparlörden ses olarak elde edilmiş olur.
Kayıt silme işlemi: Kayıt silme işlemi iki türlüdür. Birinci metod; band makara hâlinde kuvvetli alternatif akımla elde edilen manyetik alan içerisine sokulur. Manyetik alan yavaş yavaş sıfıra getirilir. İkinci metodsa kayıt kafası yanına konulan ikinci bir kafayla banda yüksek frekanslı kuvvetli bir manyetik alan tatbikiyle olur.
Teyp bantları: Plastik bantlarda manyetik malzeme olarak kırmızı demiroksit (Fe2O3) kullanılır. Bu manyetik malzemenin pudra hâline getirilmesi, tâneciklerin ebatları oldukça hassas bir iştir. Kırmızı demiroksit tâneleri iğne biçiminde ve boyları bir mikron (metrenin milyonda biri) uzunluğundadır. Daha kuvvetli sinyal kaydı için siyah demiroksit (Fe3O4) malzeme kullanılır. Siyah demiroksidin silinmesi zordur. Manyetik malzeme selüloz asetat band üzerine her tarafta eşit dağılım sağlayacak ve kolayca yerinden kopmayacak şekilde özel hazırlanmış yapıştırıcı mâcunla sıvanır. Normal olarak bir teyp bandının kalınlığı 0,04 mm kadardır. Poli etilen teraftalattan yapılan bantlar pahalı fakat üstün özelliklere sâhiptir. Sanâyi tipi teyp bantları bir makara üzerine çapı 30 cm oluncaya kadar sarılabilir. Kapalı kaset biçiminde de sarılan teyp bantları pratikte daha çok kullanılmaktadır.
Alm. 1. Biographienwerk (n), 2. Vermer (m), 3. Bescheinigung, Schein (m), Fr. 1. Livre (m) de biographies, 2. Billet (m), 3. Permis (m), officiel, İng. 1. Biographical memoir, 2. Short note or letter, 3. Official certificate, 4. Soldier’s discharge papers. Çeşitli kimselerin biyografilerini veren kitap. Kısa pusula. Herhangi bir iş için izin verildiğini bildiren hükümetin verdiği kâğıt. Askerin görevini bitirdiğini terhis olduğunu bildiren belge. Özellikle şâirlerin hayatlarıyla şiirlerinden söz eden eser. Bunlardan başka mânâlara da gelen bu kelimenin günümüzde kullanılışı çok azalmış ve daha çok izin tezkiresi, mâzeret tezkiresi, terhis tezkiresi gibi bâzı resmî belgelerin adlarında veya “tezkire almak, tezkiresini eline vermek” gibi sözlerde kalmıştır. Kelimenin halk arasındaki kullanılışı daha çok tezkere veya teskere şeklindedir.
Tezkire kelimesi, eski kültürümüzde târihî ve edebî bir terim olarak da kullanılmaktadır. İslâmiyetin kabulünden 19. asır sonlarına kadarki kültür hayâtımızda, din-tasavvuf, fen, sanat ve bilhassa edebiyat sahasında tanınmış şahısların hayatlarından ve eserlerinden söz eden biyografik eserlere tezkire denir. Bu eserleri “âlimler ve şâirler ansiklopedisi” şeklinde târif etmek de mümkündür.
Şâirleri anlatan eserlere tezkiretü’ş-şuarâ (şâirler tezkiresi veya tezkire-i şuarâ), velî denilen Allah dostlarını ve menkıbelerini anlatan eserlere ise tezkiretü’l evliyâ (velîler tezkiresi) adı verilir. Bunlar kadar yaygın olmamakla berâber daha başka mesleklere âit biyografilere de bu isim verilirdi. Tezkire-i ilmiye (âlimler tezkiresi), tezkiretü’l-hattâtin (hattatlar tezkiresi) gibi. Araplar, bu tür kitaplara tabakât adını verdiler. Tezkire, bunun Türkler ve İranlılar tarafından kullanılan adıdır. Sonraları bunlara tercüme-i hâl de denmeye başlanmıştır.
Tezkire kelimesinin asıl kullanılış yeri şâir biyografileridir. Şâir tezkireleri veya kısaca tezkireler, gerek kendi asırları gerek günümüz için sâde bir biyografi olmaktan öte bir mânâ ifâde ederler. Bu eserler o devrin şâirlerini, edebiyatçılarını toplu ve müstakil olarak içine alan yegâne eserlerdir. Tezkirelerin gâyesi devrin şâir ve edebiyatçılarını tanımaktır.
Tezkire yazarları, eserlerine aldıkları şâirlerin hayatlarında bu hayâtın çeşitli teferruatına, fizikî ve rûhî görünümlerine hattâ içinde yetiştiği sosyal ve edebî çevreye kadar inmeye çalışırlar. Aynı zamanda şâirin sanat yönüne, şâirlik gücüne ve husûsiyetine, çevresiyle olan çeşitli sanat münâsebetlerine, eserlerinin değerine, bunlardan seçilmiş örneklere en az hayâtı kadar yer verir, değerlendirmede bulunurlar. Bu yönleriyle tezkireler, edebiyat, târih ve tezkireciliğimizin en kıymetli kaynaklarıdır.
Tezkireler, başlangıçtan tezkirenin yazıldığı târihe kadar yaşayan şâirleri bütünüyle verirler. Bu eserler için başlangıç 13. asra kadar inebilir. Tezkirelerin bâzıları şâirleri elifba sırasına göre, bâzıları da belli zaman aralıklarına göre grup grup ele alır.
Türk edebiyatında otuz kadar şâir tezkiresinin varlığı bilinmektedir. İlk Türk tezkirecisi 15. asrın büyük Çağatay şâiri Ali Şir Nevâî’nin, Mecâlisü’n-Nefâis adlı eseridir. Osmanlı sahasında ilk tezkireyi Edirneli Sehî Bey yazmıştı. İsmi Heşt Behişt’tir.
Başlıca tezkireler, yazarları ve yazılış târihleri:
On altıncı asır:
Heşt Behişt (Sehî Bey-1538)
Lâtifî Tezkiresi (Lâtifî-1546)
Meşâir-üş-Şuarâ (Âşık Çelebi-1563)
Kınalızâde Tezkiresi (Kınalızâde Hasan Çelebi-1585)
On yedinci asır:
Riyâzü’ş-Şuarâ (Riyâzî-1592)
Zübdetü’l-Eş’âr (Âsım-1675)
Teşrîfâtü’ş-Şuarâ (Güftî-1677)
On sekizinci asır:
Safâî Tezkiresi (Safâî-1721)
Nuhbetü’l-Âsar (Beliğ-1721)
Adâb-ı Zurefâ (Râmiz-1783)
Mir’ât-ı Şiir (Âkif-1789)
İngiliz siyâsetçisi ve başbakanı. Avrupa’nın da ilk kadın başbakanı. Üç defâ seçim kazandı. Yirminci asırda İngiltere’de en uzun süre görevde kalan başbakan olup “Demir Leydi” diye tanındı. 13 Ekim 1925’te Grantham’da doğdu.
Bir mahalle bakkalının kızıydı. İlk ve orta öğrenimini Grantham’da, Yüksek Öğrenimini Oxford Somerville Collegede tamamladı. Bir müddet kimyâ araştırma görevlisi olarak çalıştı. Zengin bir işadamıyla evlenince, çalışmayı bırakıp hukuk öğrenimi yaptı.
1959’da Muhafazakâr Partiden Parlamentoya girdi. 1970-1974 arasında öğretim ve bilimden sorumlu devlet bakanlığı yaptı. 1974 seçimlerinde Muhafazakârların yenilgiye uğramalarından sonra 1975’te Edward Heath’ın ardından parti başkanlığına seçildi. 1979 seçimlerinde muhafazakârların zaferi üzerine başbakan oldu. 1983 ve 1987 genel seçimlerini de kazanıp başbakanlığını sürdürdü. 1990 Kasım ayı sonunda parti grubundan güven oyu alamadığı için başbakanlıktan ve parti başkanlığından istifâ etti.
Alm. Medizin (f), Fr. Médecine (f), İng. Medicine. İnsanları hastalıklara karşı korumaya, hastaların acılarını dindirmeye, hastalıklarını iyi etmeye çalışan bilim dalı.
Allahü teâlâ kimi peygamberlere kitap, kimi peygamberlere de suhuf (küçük kitapçık) göndererek, bunları insanlara tebliğ etmelerini istemiştir. Bu kitaplarda insanların dünyâda rahat ve huzur içinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşabilmeleri için çeşitli ilimleri ihtivâ eden bilgiler vardı. İşte bu bilgilerden biri de sağlık bilgileri yâni tıptır. Çünkü Allahü teâlâ insanın dünyâdaki bedenini, hastalanıp ölecek şekilde yaratmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’e, Allahü teâlâ tarafından gönderilen on suhuf içinde tıp ve ilâçlar hakkında mâlûmat da vardı (Bkz. Âdem Aleyhisselâm). İnsanların sağlıklarına ehemmiyet vermelerini hazret-i Âdem’den son hak din olan İslâmiyete kadar bütün insanlara Allahü teâlâ emretmiştir. Meselâ İdris aleyhisselâma gönderilen otuz kitapçık içinde tıp ve ilâç bilgileri bulunuyordu. Hattâ Yunanlıların Hermes dedikleri filozof, İdris aleyhisselâmdan sonra yaşamış, bildirdiği sağlık bilgilerini onun kitaplarından almıştır.
Yine Dâvûd aleyhisselâm zamânında yaşayan Lokman Hekim tabiplerin pîridir. Meşhur batılı hekim Calinos’tan bin sene önce yaşamıştır. Batıda bilinen ilk tıp âlimi Hippokrat’tır. M.Ö. 460-377 seneleri arasında yaşayan aynı zamanda filozof olan bu Yunanlı hekim, zamânının büyücülük ve yanlış inançlara dayanan tıp bilgilerine, şimdi doğru olmadığı anlaşılan birçok yeni görüş getirmiştir. Kendi adını taşıyan okulu vardı. Bu tabip, batılılar tarafından şiddetle savunulmuş, tıbbın babası olarak kabul edilmiştir. Maalesef Müslüman ülkeler de bu hatâya düşmüşlerdir.
İslâmiyetin doğuşuna kadar uzun bir süre tıp ilmi de karanlık devresini yaşadı. Peygamber efendimize tıp ve sağlık hakkında Allahü teâlâdan gelen vahiyler ve O’ndan nakledilen hadîs-i şerîfler Müslüman tıp âlimlerine ışık oldu. Peygamberimiz tıp bilgisini çeşitli şekillerde medh buyurdu. Meselâ “İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi.” yâni ilimler içinde en lüzumlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir, diyerek her şeyden önce rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu.
İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü bütün iyilikler bedenin sağlam olmasıyla yapılabilir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ey Allah’ın kulları! Hasta olunca, tedavi ettiriniz! Çünkü Allahü teâlâ hastalık gönderince ilâcını da gönderir.” buyruldu. Peygamberimiz, hastaların karantinaya alınmaları, perhiz yapmaları ve temizlenmeleri gibi birçok tedâvi yolları göstermiştir. Tıp ilmini öğrenmek ve tedâvi yapmak farz-ı kifâyedir. Yâni bir toplumda mutlaka hekim olması gerekmektedir. Müslümanların yetiştirdiği ilk meşhur hekim Ebû Bekr Muhammed Râzî’dir (854-923). İlk defâ olarak, o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu keşfetmiştir. Göz ameliyatını fennî usûllerle ilk yapan hekimdi. Yüze yakın eseri vardı. Ber-üs-Sâa, Kitab-ül-Hâvî ve diğer kitapları tıp ilmine olan hizmetlerinin şâhitleridir. Avrupa’da Razos ismiyle meşhurdur.
980’de Buhara civârında Afşar’da doğan İbn-i Sînâ, asırlarca dünyâ tıbbını etkileyen hekimdi. Hayâtı boyunca çok sayıda hekim yetiştirmiştir. Kânun ve Şifâ isimli eserlerinde havanın ve mevsimlerin tesirleri, meskenler, rutûbetli ve kuru havalar, gıdâ maddelerinin özellikleri, içme suları, vücut temizliği, giyim eşyâları hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. Hastalıkların mikroplardan geldiğine ilk işâret edendir. “Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yoktur. Temizlik, bu kurtçuklardan meydana gelen hastalıkların önünü alır. En iyi ve tehlikesiz olanı, kaynatılıp soğutularak içilen sudur.” diyerek, bulaşıcı hastalıkların meydana geliş sebeplerini ve bunlardan korunmayı açıklıyordu.
İbn-i Sînâ ile aynı asırda yaşayan büyük âlim El-Bîrûnî’nin (973-1051) tıp ve eczâcılığa dâir 1050 senesinde (80 yaşındayken) tamamladığı Kitab-üs-Saydalâ adlı eseri Avrupa dillerine çevrilmiş ve batının tıp okullarında kaynak kitap olmuştur.
936-1013 yılları arasında Endülüs’te yaşayan Ez-Zehrâvî (Ebü’l-Kâsım Halaf ibni Abbas) o kadar meşhur olmuştu ki Avrupa dillerinde bir düzineden fazla ismi vardır. “Cerrâhînin babası” budur. Cerrâhî sanatını çok iyi kavramış ve onun çeşitli dallarını büyük bir başarıyla tatbik etmiştir. Pekçok cerrâhî âlet keşfetmiş ve nasıl kullanıldıklarını en ince noktalarına kadar açıklamıştır. Cerrâhî, dahiliye, göz hastalıkları, ortopedi, beslenme, eczâcılık (farmakoloji), kısaca tıbbın bütün dallarını ihtiva eden otuz ciltlik bir tıp ansiklopedisi yazmıştır. Et-Tasrif ismini verdiği bu kitap öyle meşhur oldu ki, Avrupa’nın pekçok üniversitesinde 12. asırdan 17. asra kadar, tıp eğitiminde İbn-i Sînâ’nın Kânun kitabının yerini aldı. Et-Tasrif 1500 sayfaydı. 200 şekil ihtivâ ediyordu. Batılıların omurga veremini ve omurga eklemi iltihabını ilk defa târif ettiğini ileri sürdükleri Patt’tan 700 yıl önce Ebü’l-Kâsım ez-Zehrâvî bu hastalığı târif ettiği gibi tedâvisini de göstermiştir (Bkz. Zehrâvî). Bunun zamânında yetişen operatör Amr bin Abdurrahman Kirmânî Endülüs hastânelerinde en güç ameliyatları yapardı.
Türkistanlı Müslüman tabib Ali bin Ebilhazm (İbn-ün Nefis) (1210-1290) akciğerlerdeki kan deverânını (küçük kan dolaşımı) ilk defâ târif etti ve şemasını çizdi. Avrupalıların bu hususta kâşif diye iddia ettikleri William Harvey ise bundan 300 sene sonra yaşamıştır.
Ortaçağda Avrupa bâtıl inançlar ve karanlıklar içinde yüzerken Müslümanlar tıp ilminde de zirvedeydiler. Her yeniliğin keşfedicisi oldular. Batılılar İslâm üniversitelerine tahsil etmeye gelirlerdi. Batıda akıl hastaları “şeytan tarafından tutulmuş kimseler” olarak canlı canlı yakılırken, Müslümanlar bunların tedâvisi için özel hastâneler kurmuşlardı.
Ortaçağlarda Anadolu’ya yerleşmiş Selçuklular da insan sağlığına büyük kıymet verdiler. Bunların Konya, Kayseri, Sivas, Amasya gibi Anadolu şehirlerinde dârüşşifâlar açtıkları ve diğer devletlerden yüzyıllarca evvel askerî hastânelere sâhip oldukları, tabâbet eğitim ve öğretimine büyük önem verdikleri zamânımıza kadar gelen belgelerden anlaşılmaktadır. Hastânelerin başında, zamânın en maruf (bilinen) hekimleri bulunur ve bunlar, hastaların başı ucunda tıp eğitimiyle birçok tabib yetiştirirlerdi. Hastahânelere her türlü hasta yatırılırdı. Hastahânelerin yanında “Tabhâne” denilen imârethâneler bulunur, taburcu olanlar nekâhat devrelerini burada geçirirlerdi. Daha Sultan Melik Şah zamânında âlet, çadır, malzeme ve personeli iki yüz deve ile taşınan gezici hastahânelerin mevcut olduğu ve bu hastahânelerin, ordu gerisinde bir menzilden diğerine gitmek sûretiyle orduya destek sağladıkları, hasta ve yaralıları tedâvi ettikleri bilinmektedir. Bunların başında 1206 yılında İkinci Kılıç Aslan’ın kızı Gevher Nesibe’nin vefâtı üzerine, kardeşi Gıyâseddîn Keyhüsrev tarafından yaptırılan Gevher Nesibe Tıp Külliyesi gelmektedir ki, o zaman, dünyâda bir eşi daha yoktu.
Osmanlılar zamânında, Selçuklular döneminde yapılanlara ilâve edilen hastânede (dârüşşifâ, şifâhâne) tıp öğretimine devam edildi. Çağında ün kazanan bâzı hekim yazarların kitapları da bu öğrenime yardımcı oldu.
Sultan Birinci Murâd ve Yıldırım Bâyezîd Han dönemlerinde (1350-1402) yaşayan Murâd bin İshak tarafından Havassü’l-Edviye (Tedâviye Yarayan Hassalar) adında bir kitap hazırlandı. Yine bu dönemde Hızır Paşa adıyla meşhur Celâleddin Hızır büyük bir hekim olarak tanındı. Celâleddin Hızır’ın tıpla ilgili eserlerinin başında gelen Şifâül-Eskâm Devâü’l-Âlâm (Elemlerin Devâsı ve Kötülerin Şifâsı) zamânının Arapça yazılmış önemli bir eseriydi. On dördüncü yüzyılda yaşayan Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî, Şerh-i Mucizü’l-Kânun (Kânundaki Güç Konuların Açıklaması) adlı bir eserle İbn-i Sînâ’nın Kânun’unu şerh (îzah) etti. Bu dönemin diğer bir âlimi de aynı zamanda ünlü bir Türk şâiri olan Ahmedî’dir. Asıl adı Tâceddîn İbrâhim olan Ahmedî, Tervihü’l-Ervâh (Ruhları Ferahlandırma) adlı bir eser yazmıştı.
On beşinci yüzyılın başında Sultan Yıldırım Bâyezîd tarafından Bursa dârûttıbbı (tıp fakültesi) açıldı. Bu dönemin sonlarına doğru Sultan İkinci Murâd zamânında yetişmiş bir tıp bilgini de Mukbilzâde Mümin’dir. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde İstanbul’un fethinden sonraOsmanlı hekimliği büyük bir gelişme göstermiş, 1470 yılında Fâtih semtindeki Fâtih Câmii etrâfında 16 medrese, imâret, hamam, misafirhâne ve kalenderhâne gibi sosyal tesislerle birlikte dârüşşifâlar açılmıştır. Bursa dârüşşifâsından yetişmiş hekimler, bu teşkilât içine alınarak eğitim ve öğretim yeni metodla hazırlanmış, hasta üzerinde uygulama eğitimi göz önünde tutulmuştur. Bunun yanında ordu ve kalelerin de sıhhî teşkilâtı çok mükemmeldi. Önemli olanlarında cerrahlar bulunurdu. Bu devrin tıp bilginleri Muhammed bin Hamza, Akşemseddîn, Sabuncuoğlu Şerâfeddîn, Ali bin Elhac İlyas, Altıncızâde ve diğer bâzı hekimlerdir.
İkinci Bâyezîd Han ve Yavuz Sultan Selim devirlerine âit bilgiler az ve yetersizdir. Kânûnî Sultan Süleyman ise, Fâtih Külliyesini örnek alarak, Süleymâniye Câmii yanında günümüze kadar gelen yeni bir külliye ve dârüşşifâ açtırmıştır. Bu devirde tıp ilmi çok teşvik görmüş, batı devletlerinden çok ileri bir safhada gelişme göstermiştir. Batılılar tarafından bulunduğu hatâlı olarak zan ve iddia edilen Müslümanlara âit keşiflerin önemli olanlarından bâzılarını şöyle özetleyebiliriz:
1. Suyun kaldırma gücünü ilk defâ hesap edip gemi yapan Nuh aleyhisselâmdır. Arşimed değildir.
2. Dünyânın döndüğünü ilk defâ söleyen ve dünyânın yarı çapını ölçen Galile (v.1642) değil, El-Bîrûnî (v.1051)dir.
3. Küçük kan dolaşımını ilk defâ târif eden William Harvey (v.1657) değil İbn-i Nefis(v.1288)tir.
4. Mikrobu ilk keşfeden Pastör (v.1895) değil, bundan 400 yıl önce yaşayan Fâtih’in hocası Akşemseddîn hazretleri (v.1459)dir.
5. Omurga tüberkülozunu ve artriti Pott değil, bundan 700 yıl önce Ebü’l-Kâsım (v.1013) târif etmiştir.
6. Özgül ağırlığı ölçen piknometreyi ilk defâ El-Birûnî (v.1051) keşfetmiştir.
Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak “çiçek aşısını bulan bilgin” ünvanını aldı. Halbuki tam bir ilimsizlik diyârı olan o zamanki Avrupa’da insanlar hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci Louis 1774’te çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon 1798’de Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhur etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım dilenmek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabunla uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek bizden hiçbir ücret veya hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”
Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar garplılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi. Ancak okuyarak ve tecrübeler yaparak bugün tıp ilmini öğrendiler. Müslümanların tıp ilmindeki bu üstünlük ve önderliği, İslâmiyeti yaşadıkları sürece devam etti. On dokuzuncu asırda ordudaki yenileştirme hareketine paralel olarak 1827 yılının 14 Martında Şehzâdebaşı’nda Tulumbacılar Konağında bir tıphâne açıldı. Orduya bilgili hekim yetiştirmek ve Avrupa’daki tıp ilerlemelerine kısa zamanda ulaşabilmek için, Avrupa’dan mütehassıslar getirilmesine karar verildi. Bu gâyeyle Viyana elçiliği aracılığıyla, yapacağı teşkilâtta ve hareketlerinde serbest olmak şartıyla Prof. Bernard getirildi (1837). Bu târihten sonra tıp dersleri Fransızca olarak okutuldu. 1867 yılında Askerî Tıbbiye-i Şâhâne’nin başına Marko Paşa getirildi. Bu târihe kadar Fransızca olarak yapılmakta olan dersler Türkçeleştirildi.
Avrupa’da ise, 19. asrın sonlarından îtibâren tıp dalında hızlı bir ilerleme olmuş; Pastör, Behring ve Koch gibi bilginler bakteriyolojiyi kuran keşifleriyle bu bilgilerini patolojide tatbike başlamışlardı. Bir taraftan hastalıkların bulaşma yolları öğrenilmiş, diğer taraftan bunlardan kurtulma çâreleri de kolaylaşmış, aşı ve serumların keşfiyle kuvvetli savaş silâhları kazanılmış, cerrâhîye; asepsi ve antisepsi sokulmuştu.
Bizdeyse düşmanlarımızın türlü oyunlarıyla medreselerden din ve fen dersleri kaldırılmakla berâber tıp eğitimi, hedefinden saptırılmış ve hiç bir gelişme gösteremez hâle gelmiştir. Bernard’ın kurduğu dispilinden ve ana prensiplerinden eser kalmamıştı. Nihâyet 1897’de İkinci Abdülhamîd Han zamânında tıp okullarının ıslâhı ve klinik hastânesi tesis edilmesi için Avrupa’dan bir heyet getirildi. Bütün malzemesi 1334 Osmanlı altını karşılığında Almanya’dan temin edilerek Sarayburnu’ndaki Askerî Rüştiye binâsı bir klinik hâline getirildi ve bu müessesenin başına da kurucusu olan Prof. Dr. Rieder verildi. Pâdişâhın yaş günü olan 30 Aralık 1898 gününde 150 yataklı Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbikât Mektebi ve Seririyâtı olarak açıldı. Artık burada, Tıbbiye-i Şâhâne’den mezun olan asker hekimleri, asker hekimliğini ön plânda tutan bir senelik staja tâbi tutuluyor, bilgi ve görgülerinin artırılması yanında modern bir hastânenin idâre edilmesi öğretiliyor ve ayrıca orduya hastabakıcı yetiştiriliyordu.
Tıp ilminin gelişmesinde insan sağlığı yönünden en mühim adım 19. asırda atıldı. Birçok hastalıkların sebebi olan mikroplar ve Kuduz aşısı bulundu. Bu çalışmaları Joseph Lister’in sterilizasyon üzerindeki çalışmaları tâkip etti. Bu başarı, ameliyatların ve anestezinin kolayca tatbikine yol açtı.
Yirminci asırda da tıp ilmi sürekli gelişme gösterdi; vitaminler, hormonlar ve birçok hastalıkların sebepleri bulundu. İlâçlar konusunda da büyük adımlar atıldı. Yeni yeni antibiyotikler keşfedildi. Birçok hastalığın teşhisinde çok işe yarayan radyolojik ve nükleer tetkik metodları geliştirildi. Laser ışınları tıbbın hizmetine sokuldu. Kanser teşhis ve tedâvisi konusunda önemli adımlar atıldı. Günümüzde de tıptaki gelişmeler hiç durmamakta ve son hızla ilerlemektedir.
Tıp ilminin birçok dalı vardır. Bunlar: Genetik, Anatomi, Fizyoloji, Epidemiyoloji, Hijyen, Patoloji, Farmakoloji, Cerrahî branşlar (Genel cerrahî, Nöroşirurji, Kalp ve damar cerrahîsi), Ortopedi ve travmatoloji, Dahilî branşlar (Kardiyoloji, Gastroenteroloji, Göğüs hastalıkları, Nefroloji, Hematoloji, Endokrinoloji, Allerjik hastalıklar), Göz hastalıkları, Kulak, Burun, Boğaz, Cildiye, Fizik tedâvi ve Rehabilitasyon, Psikiyatri, Nöroloji, JinekolojiObstetrik, Çocuk hastalıkları, İntaniye, Radyoloji ve Radyoterapi.
(Bkz. Uluslararası Karayolu Transit Antlaşması)
(Bkz. Yonca)
Alm. Nagel (m), Fr. Ongle (m), İng. Nail. El ve ayak parmaklarının ucunda yer alan oval şekilli, sert, hafifçe eğri, parlak, yarı saydam boynuzsu yapı. Bir yandan parmakların uç kısmına dayanıklılık verirken, dokunma hissinin alınmasını da kolaylaştırır.
Tırnak, anatomik olarak kök, gövde ve serbest uçtan meydana gelir. Kök kısmı deriyle örtülüdür. Gövdenin üst yüzü serbesttir ve şeffaflığı sebebiyle pembe bir görünüm arzeder. Üzerinde uzunlamasına çizgiler vardır. Dip taraftaki beyazlık “Lunula (ayça)” adını alır ve altındaki matriks (özel madde) tırnak büyümesinde önemli rol oynar. Normalde tırnak, serbest ucu boyunca deriden ayrılarak haftada bir milimetre kadar uzar. Gençlerde yenilenme yaşlılardan daha fazladır. İtinalı bakımla 5-6 cm düzgün uzayabilirse de bundan sonra pençe tarzında büyümeye yönelir.
Tırnak hastalıkları doğuştan, irsî, enfeksiyöz veya tümöral olabileceği gibi, mevcut sistemik hastalıklara bağlı değişimler şeklinde de olabilir. Meselâ, bâzı akciğer ve doğuştan kalp hastalıklarında parmak ucu genişler ve tırnak bombeleşir (çomak parmak). Ağır demir eksikliği anemisinde tırnak çukurlaşır (kaşık tırnak). Sedef hastalığında tırnak üzerinde küçük küçük çukurcuklar meydana gelir (yüksük tırnak). Bu vak’alarda tedâvi esas sebebe yöneliktir.
Tırnağın Kendisine Âit Başlıca Hastalıkları
Dolama: Tırnak çevresinin iltihabıdır. Had şekillerine sebep olanlar ekseri stafilokok, streptokok ve psödomonas türü bakterilerdir. Sıklıkla eli çok suda kalan çamaşırcılarda, manikür yaptıranlarda, tırnak yeme alışkanlığı olanlarda ve şeker hastalarında görülür. Tedâvide öncelikle bu hazırlayıcı faktörler varsa ortadan kaldırılmalıdır. Apseleşme mevcutsa apse boşaltılır. Bilâhare etken olan mikroorganizma tam tespit edilirse hassas olan antibiyotikle, tam tespit edilemezse geniş etkili antibiyotiklerle tedâvi edilir. Ayrıca bölgeye antiseptik maddelerle pansuman yapılır.
Müzmin şekilleri ekseri candida türü mantarla meydana gelir. Tedâvi olarak iki ayrı türde mantar ilâcı en az 3-4 hafta o bölgeye sürülür. Ağır tırnak harâbiyeti varsa öncelikle tırnak sökülmelidir.
Tırnak batması: En çok dar ayakkabı giyilmesine bağlı olarak ayak başparmağında görülür. Tırnak yan kısımları terlemeyle yumuşayan ve zedelenen dokuya ayakkabının baskısıyla gömülür ve iltihabî olaylara yol açar. İltihabın alevli dönemi antibiyotik, lokal antiseptik pansuman ve istirahatla yatıştırılır. Bilâhare cerrahî işlemlere başvurulur. Öncelikle batan kısımlar kesilip çıkarılabileceği gibi, devamlı nükseden vak’alarda lokal anestezi altında tırnağın sökülmesi de gerekebilir. Bu durumda bölgeye antibiyotikli pomatlar sürülür. Buna rağmen nüks oluyorsa tırnak tekrar çekilip yatağı derince kazınarak matriks harap edilir ve bir daha tırnak çıkması önlenir. Sâdece ince koruyucu bir tabaka gelişir.
Tırnak mantarı: Mantarlar tırnağa yerleştiğinde tırnak, mat, kirli, sarı-kahverengi, yumuşak, gevrek çabuk kırılan bir hâl alır. Oldukça çirkin bir manzara arz eder. Tedâvisinde tırnak tekrar normal gelinceye kadar (bâzan 6 ay) ağızdan hergün 500 mg (Griseofulvin) tablet kullanılması kâfi olmaktadır.
(Bkz. Kelebek, İpekböceği)
Çin’in kendi kendini idâre eden yüksek ve geniş bir alanı. “Dünyânın Çatısı” ve “Kar Ülkesi” gibi kendine has isimleri olan bu bölge asırlar boyunca etrâfını çeviren büyük dağlardan dolayı insan yaşamayan vahşî hayvanların bulunduğu bir yer olmuştur. Tibet 27°20’ ve 36°30’ kuzey paralelleriyle 78°24’ ve 98°57’ doğu meridyenleri arasında yer alır.
Târihi
Tibet’in bilinen târihi M.S. 520 yılında bir kabile reisi olan Songstan Campo’nun, Tsangpo Nehri vâdisinde bir krallık kurmasıyla başladı. Kısa zamanda güçlenerek Çin için bir tehlike hâline geldi. Daha sonraları da güçlenmeye devam eden Tibet, 8. yüzyılda Orta Asya’nın bir güç merkezi oldu.
Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan iç karışıklıklardan dolayı zor durumda kalan Tibet’i dış tesirlerden etrâfını çevreleyen dağlar korudu. Fakat 13. yüzyılda Moğollar ülkeyi istilâ edince, 1270’te Moğol Hakanı Kubilay Han, Çin İmparatoru oldu ve Lamanizmi resmî din olarak kabul etti. Bunun üzerine Tibet asırlarca Çin’in himâyesi altında, burada bulunan “Lama” adı verilen din adamları tarafından yönetildi.
1904 senesinde İngiltere ile Tibet arasında ortak ticâret antlaşması imzâlandı. 1913-1914 senelerinde Çin, Tibet ve İngiltere’nin katıldığı üçlü bir konferans yapıldı ve ülkeler arasındaki münâsebetler gözden geçirildi. Bu konferansın sonunda Mc Mahon adıyla bilinen Tibet’le Hindistan arasındaki sınır hattı tespit edildi.
1950 senesine kadar Tibet, Dalai Lama tarafından bağımsız bir devlet olarak yönetildi. 1950’nin Eylülünde Çin Ordusu Tibet’e girdi ve yapılan bir antlaşmayla Tibet, Çin’in kendi kendini yöneten bir bölgesi oldu. Çin ülkenin her işine karışıyordu. Bunun üzerine 1959’da Çin baskısından kurtulmak isteyen Tibetliler, isyan ettiler. Çin tarafından kısa zamanda bastırılan ayaklanmayla alâkası olan Dalai Lama, Hindistan’a kaçtı. Soyluların ve ibâdet yerlerine âit olan mal ve arâziler Çin yönetimi tarafından devletleştirildi. Tarım kollektif olarak yapılmaya başlandı. Budacıların toplu halde ibâdet yapmaları yasaklandı. 1980’den sonra Çin yönetimi bölgedeki baskısını yumuşatarak bâzı dînî ibâdet ve törenlerin yapılmasına müsâde etti. Ekonomik reformlara gitti.
Bu târihten (1959’dan) îtibâren Tibet hükümeti dağıtılarak Tibet’in yönetilmesi, Pekin hükümetinin eline bırakıldı. Bugün hâlâ aynı durum devam etmektedir (1994).
Fizikî Yapı
Dünyânın en yüksek dağlarıyla çevrili olan yüksek Tibet Platosunun ortalama yüksekliği 4500 metredir. Yüzölçümü yaklaşık 1.300.000 km2 olan ülke, kuzeyde Kunlun Dağları, güneydeyse Himalaya Dağlarıyla çevrilidir. Batıda Kunlun ve Himalayalar arasında Karakurum dağ silsileleri vardır. Himalayalarda bâzı doruklar 6100 m’yi geçer. Doğudaysa diğer bölgelere nazaran daha alçak dağlar vardır. Tibet’in üç büyük nehri olan Yangtze, Mekong ve Sahveen doğudaki alçak dağları paraleller hâlinde keser.
Tibet Platosu; Tsanpo Vâdisi, Chang Tang ve Khanı olmak üzere üç büyük bölgeye bölünmüştür. Tsangpo Vâdisi ekonomik, kültürel, dînî ve politik bakımlardan Tibet’in merkezidir. Kuzey Ovası adı da verilen Chang Tang bölgesiyse en yüksek bölgedir. Bu bölgenin havası soğuk ve sert olup birçok buz gölü vardır. Tibet’in doğu tarafına Kham adı verilir. Kham bölgesi diğer bölgelerden daha fazla yağmur aldığından bu bölge geniş ormanlık alanlara ve zengin mineral kaynaklarına sâhiptir.
İklim
Tibet’in büyük bir bölümünde senenin tamâmı soğuk ve kuru geçer. Bâzı istisna hâller hâriç ülkenin senelik yağış ortalaması 2500 mm civârındadır. Sert rüzgârlar, tipi ve kar fırtınaları bu bölgeye hastır. Ülke sıcaklığı ortalama olarak yazın 32°C kışın ise -40°C’dir. İklim, yükseklik ve dağların pozisyonuna göre değişir. Aynı bölgede bile ısı bir yerden başka bir yere göre değişiklik arz eder.
Tabiî Kaynakları
Bitki örtüsü ve hayvanlar: Tibet’in yağmuru bol bir bölgesi olan Kham geniş ormanlarla kaplıdır. Yabânî hayvanlardan büyük panda, yabangeyiği, yabanöküzü Tibet’in büyük bölümüne yayılmıştır.
Mâdenler: Tibet’te bulunan başlıca mâdenler kömür, tuz, boraks, altın ve demirdir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Bölgenin nüfûsu iki milyon civârındadır. Tibetliler Moğol ırkına mensupturlar. Halkın hemen hepsi Lama budizmine bağlıdırlar. Bölgenin resmî dili Tibet dilidir. Bu dil Tibeto-Burmese âilesine bağlı olup, Tibet alfabesi eski bir Hint dili olan Sanskritçe üzerine kuruludur.
Tibet’in önemli şehirleri başşehir Lhasa, Shigatse ve Gyangtse’dir.
Ekonomi
Tibet bir tarım ülkesidir. Halkın büyük kısmı tarımla uğraşır. En çok üretilen sebze ve ürünler, buğday, arpa, bezelye ve fasulyedir. Tarımın yanında hayvancılık da önemli bir yer tutar. En önemli hayvanı katıra benziyen yak’tır. Bu hayvanın etinden ve derisinden faydalanılır. Ayrıca koyun, keçi, katır, deve ve at yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Son zamanlarda demir işçiliği ve oymacılık sanatlarına önem verilmiş. Halkın bir kısmı bu kesimde çalışmaya başlamıştır. 1950 senesinden beri ülkenin en önemli endüstrisi kömür ocaklarıdır.
Tibet kürk, yün ve deri gibi mallar ihraç ederken çay, pirinç, pamuklu maddeler ve ev eşyâları ithâl eder.
Ulaşım: Ülke topraklarının ulaşıma imkân vermemesi yüzünden bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Son zamanlarda birkaç bin kilometrelik otoyol yapılmış, bölgeyi Çin’in diğer bölgelerine bağlayan bir tren yolu ve hava ulaşım şebekesi kurulmuştur. Tibet’le Pekin arasında 1956’dan beri hava ulaşımı yapılmaktadır. Posta ve telgraf hizmetleri çok sınırlıdır.
Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed et-Ticânî’nin tasavvufta tâkip ettiği yol, tarikat. Halvetiyye yolunun kollarından olan Ticâniyye, Kuzey Afrika’da yayılmıştır. Ebü’l-Abbas Ahmed bin Muhammed’in dedelerinden Seyyid Muhammed, Berberî kabilelerinden biri olan Ticanlılardan bir kadınla evlenmişti. Bu soydan geldiği için Ebü’l-Abbas Ahmed’e Ticânî, yoluna da Ticâniyye denildi.
Ticâniyye yolunun kurucusu Ahmed et-Ticânî 1737 (H.1150) senesinde Cezâyir’in güneyinde Ayn-ı Mâdî denilen yerde doğdu. Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yirmi yaşına varmadan dînî ve edebî ilimleri öğrendi. Yirmi yaşına gelince tasavvufa yöneldi. Pekçok âlim ve velîyle görüşüp onlardan faydalandı. Sahrâ ve Tilemsan’a gidip tefsir ve hadis dersleri verdi. Hacca gitmek üzere yola çıktı. Cezâyir yakınlarında Ezvâvâ denilen yere gelince Ebû Abdullah Muhammed bin Abdurrahmân Ezherî’nin sohbetinde bulunup ondan Halvetiyye yolunu öğrendi. Yolculuğa devam edip Mısır’a ulaştığı zaman Şeyh Mahmûd-ı Kürdî ile görüştü. Mekke’ye giderek hac ibâdetini yerine getirdikten sonra Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimizin kabrini ziyâret edip yüksek derecelere kavuştu. Mekke ve Medîne’de pekçok âlim ve velîyle görüşüp sohbet etti. Hac dönüşünde tekrar Mısır’a gelince bir müddet Mahmûd-ı Kürdî’nin yanında kaldı. Büyük velî Mevlânâ İdris’i ziyâret etmek üzere Fas’a gitti. Oradan Tunus’a ve Tilemsan’a geçti. Burada kalıp insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Birçok yeri dolaştıktan sonra Sem’un köyüne yerleşti. Burada halvete girerek, insanlardan uzak durdu. Devamlı ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Pekçok manevî derecelere kavuştu. Mânevî âlemde görmekle şereflendiği, dedesi Resûlullah efendimizin işâretiyle insanlara doğru yolu anlatmaya ve terbiyeye başladı. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunarak hidâyete, hak yoluna kavuştu. Daha sonra Fas’a gitti. Fas sultanının isteği üzerine oraya yerleşti. Bir dergah inşâ ettirip, burada insanlara din bilgilerini ve Allahü teâlânın rızâsını kazanma yollarını öğretti.
Halvetiyye tarikatının usûlüne göre talebe yetiştiren Ahmed et-Ticânî, Afrika’da İslâmiyetin yayılmasına büyük hizmet etti. Bir ara Şam’a gitmek istediyse de gidemeyip 1815 (H.1230) senesinde 80 yaşındayken Fas’ta vefât etti ve orada defnedildi.
Ahmed et-Ticânî’nin vefâtından sonra Ticâniyye adı verilen yolu oğulları ve halifelerinin gayretleriyle Afrika’da süratle yayıldı. Afrika’nın henüz Müslüman olmamış yerli din mensuplarının Müslümanlığı kabul etmelerinde mühim rol oynadı. Ticânîler, özellikle Fransız hâkimiyetinde bulunan Afrika’nın Fransız idârecileriyle iyi geçinerek, faaliyetlerini rahatça sürdürdüler. Afrika dışında Yemen, Mısır, Sudan ve Orta Doğu ülkelerinde de mensupları bulunan Ticâniyye yoluna çeşitli bid’atler karıştırıldı.
Ticâniyye yolu mensupları üç şey yaparlar. Bunlardan birincisi, sabah akşam olmak üzere iki defâ yaptıkları virddir. Bu da 100 defâ “estağfirullah” demek, Peygamber efendimiz için 100 defâ salevât okumak ve 100 defâ “Lâilâhe illallah” demek sûretiyle yerine getirilir. İkincisi; her gün en az bir defâ yapılan vazifedir. Bunda da 30 defâ istiğfar, 50 defâ salevât-ı şerîfe, 100 defâ “Lâ ilâhe illallah” ve 12 defâ “Cevheretü’l-Kemâl” duâsı okunur. Üçüncüsü ise hadradır. Zikir de denen hadra, Cumâ günleri ikindi namazından sonra icrâ edilir. Zikir esnâsında 1000 veya 1600 defa Lâilahe illallah” veya yalnız “Allah, Allah” denir. Bunların sayısı 300’e kadar, inebilmektedir.