TEVEKKÜL

Dînimizde Müslümanların, bütün işlerinde Allahü teâlâyı vekil etmeleri; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya güvenmeleri; bütün işlerini Allahü teâlâya ısmarlamaları; kalben O’na îtimât etmeleri. Lügatta “vekil etme” mânâsına gelir.

Tevekkül, kalbin yapacağı bir iştir ve îmândan meydana gelir. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Çünkü dînimizin bildirdiği tevekkülün hem akla, hem dîne, hem de tevhide uyacak şekilde anlaşılması lâzımdır. Bu ise, akla âit bilgilerle din bilgilerinin ve engin bir deryâ olan tevhid bilgilerinin doğru öğrenilmesi, tam anlaşılması ve günlük hayatta doğru olarak tatbik edilmesiyle mümkün olabilir. Bir kimse, hareketlerde, işlerde Allahü teâlâdan başkasının tesirini düşünürse tevhidi noksan olur. Eğer hiçbir sebep lâzım değildir derse dinden ayrılmış olur. Sebepleri araya koymaya ihtiyaç yok derse akla uymamış olur. Böyle düşünenlerin sandıkları gibi tevekkül, her işi oluruna bırakıp, ihtiyarıyla bir şeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yılandan, arslandan, düşmandan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek, dînini öğrenmek için çalışmamak demek değildir. Tevekkülün esâsı; gerekli sebeplere baş vurduktan sonra insanlardan bir şey beklememek, sebeplere güvenmemek, herşeyi yalnız Allahü teâlâdan beklemektir.

Allahü teâlâ kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için önceden tedbir almayı, çocuk sâhibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilâç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki bu akla ve dîne uygun olmaz. Allahü teâlâ insanların ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamak uygun olmayıp, insanın vazifesi kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir.

Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, dînimiz çalışmayıp, boş oturup, tevekkül ediyorum demeyi yasaklamaktadır. İnsan çalışıp çalışmamakta, ilâç kullanıp kullanmamakta, iyilik edip etmemekte, dînini öğrenip öğrenmemekte serbesttir. Yapılan işin akla, dîne uygun olması Allahü teâlânın emridir. Bir iş için yapılması îcâb eden şartlara başvurduktan sonra başa gelene rıza gösterme tevekkülün esâsıdır. Çalışıp, gayret gösterip lüzumlu bütün şartlara başvurduktan sonra zengin olmamışsa hâline şükretmek ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu kabul edebilmektir. Hasta olanın bütün tıbbî yollara başvurduktan sonra iyi olmayı veya hasta kalmayı Allahü teâlâdan bilmesidir. Ticâretle uğraşanın gerekli olan bütün tedbirleri aldıktan sonra büyük kârlara kavuşmasının veya iflâs etmesinin Allahü teâlâdan olduğuna inanmasıdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Halbuki o iş, bu kimsenin felâketine sebep olacaktır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi yaptırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmuyor? Kim yaptırmıyor? Bana kim düşmanlık ediyor, diyerek arkadaşlarına kötü gözle bakmaya başlar. Halbuki Allahü teâlâ, ona merhâmet ederek felâketten korumuştur.” Bunun için, hazret-i Ömer “Yarın fakir, muhtaç kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmayı da hiç düşünmem, çünkü hangisinin benim için hayırlı olacağını bilmem.” buyurdu.

İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında da, tesiri kat’i olan veya tesir ihtimali çok olan sebepleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin, diye evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz. Tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir. Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Tevekkül etmek için, tesiri kat’i olan ve herkesçe bilinen sebepleri bırakmak lâzım değildir. Bir gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanına bir köylü geldi. “Deveni ne yaptın!” buyurdu. Köylü; “Allah’a tevekkül edip, kendi hâline bıraktım!” deyince, “Bağla ve sonra tevekkül et!” buyurdular.

Allahü teâlâ herkese, tevekkülü emreylemiştir ve “Tevekkül îmânın şartıdır.” buyurmuştur. Sûre-i Mâidede meâlen; “Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!”; Sûre-i İmrânda meâlen; “Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette sever.”; Sûre-i Talâkta meâlen; “Bir kimse, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ, ona kâfidir.”; Sûre-i Zümerde meâlen; “Allahü teâlâ, kuluna kâfi değil midir?” gibi daha nice âyet-i kerîme vardır.

Sûre-i Hûd’da meâlen; “Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir.” buyrulur.

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eliyle onlara göndermeği severim.” İbrâhim aleyhisselâm mancınığa konulup, ateşe atılırken; (Hasbiyallah ve ni’melvekîl.” yâni; “Bana Allahım yetişir. O iyi vekil, yardımcıdır.” dedi. Ateşe düşerken, Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Bir dileğin var mı?” dedikte, “Var, ama sana değil!” dedi. Böylece “Hasbiyallah” sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi sûresinde meâlen; “Sözünün eri olan İbrâhim!” diye medh buyruldu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesapsız Cennet’e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihir, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve îtimâd etmeyenlerdir buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe radıyallahü anh, ayağa kalkıp; “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım.” deyince; “Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!” buyurdu. Biri kalkıp, aynı duâyı isteyince; “Ukâşe senden çabuk davrandı!” buyurdu.

Diğer hadîs-i şerîflerde:

Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mideleri boş, aç gider. Akşam mideleri dolmuş, doymuş olarak döner.

Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızık verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır.

Allah’tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allaha tevekkül eyle. Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyesi şöyle câri olmuştur ki, her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir. buyrulmaktadır.

İslâmiyetin emrettiği tevekkülü iyi anlamayan bâzı kimseler, Hıristiyan, Yahûdî ve dinsizlerden İslâmiyete düşmanlık yapanlar, tevekkülün tembelliğe, geriliğe, ahlâksızlığa ve çeşitli fenâlıklara sebep olduğunu ileri sürmektedirler.

Bundan kurtulmak için ise, insanın yalnız kendine güvenmesini, îtimâd-ı nefsi tavsiye etmektedirler. Halbuki yalnız başına îtimâd-ı nefs, dînimizde bildirilen tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Ayrıca egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar. Bu şekildeki îtimâd-ı nefs, mantık ilmine de uygun değildir. Çünkü güvenilecek birşey bulamamak demektir. Bir güvenen, bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe “güvenmek” sözünün mânâsı kalmaz. Çünkü mantık ilminde “devr-i bâtıl”, yâni bozuk devir anlatılırken “Bir şeyin kendine muhtaç olması lâzım gelir.” denilmektedir. Îtimâd-ı nefsin bu çıplak mânâsıyla akıl ve mantık karşısında mânâsızlıktan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir kuvveti elde etmeye de yaramaz. Çünkü herkesin nefsi vardır ve herkesin nefsine îtimâdı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebep olmaz.

Tevekkülde başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, nefse îtimâttan beklenilen kuvvetten katkat fazla kuvvet hâsıl olmaktadır. İslâmiyetin aleyhinde bulunanların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları için olmaktadır. Çünkü tevekkül eden kimse, Allah’a güvenip de kendisi boş oturacak değildir. Îtimâd-ı nefs sâhibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı gibi, ikisi de çalışacak başkasına güvenmeyecektir. Şu kadar var ki, kendine güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden bir Müslümanın, kendi çalışmasından başka, Allah’ı vardır. Allahü teâlâdan kuvvet almaktadır. Tevvekkül eden kimse hem bütün kuvvetiyle çalışmaktadır, hem de kazancını kendinden bilmek gibi bir hodbinliğe, egoistliğe düşmemektedir. Tevekkül îtimâd-ı nefsten beklenileni daha edepli, daha kıymetli olarak temin etmektedir.

Tevekkül, Müslümanlarda bir zaaf değil, bir kuvvettir. Müslümanlar, dinleri emrettiği için tevekkül etmektedirler. “Allah yolunda, yâni doğru yolda mücâdele ediniz!” ve “Yükü en büyük olan insan, mümindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekte ve ikisi için de çalışmaktadır.” âyet-i kerîmeleriyle “Allahü teâlâ âczi, gevşekliği mâzur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyeti seni mağlup edecek gibi olsa bile, Allah’ın yardımı bana yeter diyerek çalışmaya devam etmelisin!” hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lâzım olduğunu açıkça bildirmektedir. İslâmiyetin bu emirleri, İslâm âlimleri tarafından her asırda ve her memlekette söylenmiş ve kitaplara yazılmıştır.

Şu halde tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. “Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, ona güven.” âyet-i kerîmesi, tevekkülle berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azmin de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her Müslüman çalışacak, azmedecek sonra da güvenecektir.

Tevekkülü bırakanların; işlerini başarmak, menfaat ve arzularına kavuşmak için çok defâ diğer insanlar karşısında yalancılık, yaltakçılık, tabasbus ve tezellüle düştükleri de görülmektedir. Tevekkül, Müslümanları bu gibi bayağılıklardan ve fenâ durumlardan korumaktadır.

TEVESSÜL

Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; onların hatırı, hürmeti için, diyerek duâ etmek. Buna istigâse, yâni yardım istemek de denir. Tevessülün lügat mânâsı; bir şeyi, bir maksadın hâsıl olması için vesîle, sebep yapmaktır.

Peygamberler, evliyâ gibi Allahü teâlânın sevdikleri, duânın kabûlü için sebep yapılmaktadır. Allahü teâlâ sebeplere yapışmayı emretmekte, her şeyi sebepler altında yaratmaktadır. Âdet-i ilâhiyyesi, ilâhî kânunu böyledir. Nitekim bulut vâsıtasıyla Allahü teâlâdan yağmur; ilâç içerek şifâ; bomba, füze, uçak kullanarak zafer beklenmektedir. Bunların hepsi sebeptir. Dilekler, sebeplerden değil, Allahü teâlâdan istenmektedir, O’ndan beklenmektedir. Onun için tevessülde; şirk, Allahü teâlâya ortak koşulması gibi bir durum söz konusu değildir. Bunu söz konusu yaparak doğru yoldan ayrılanlardan karşı çıkanlar olmuşsa da Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdına göre tevessül câizdir.

Tevessül, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş; Peygamberler, evliyâ ve din büyükleri tevessül yapmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, O’na vesîle arayın.” (Mâide sûresi: 35) buyrulmaktadır.

Ömer bin Hattâb’ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Âdem (aleyhisselâm) zelleyi îtirâf edince; “Yâ Rabbî! Muhammed’in (aleyhisselâm) hakkı için beni bağışla.” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Sen Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben henüz O’nu yaratmadım.” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Şuradan biliyorum ki, sen beni yed-i kudretinle yaratıp bana rûh üflediğin zaman, başımı kaldırıp Arş üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılmış olduğunu gördüm. Bildim ki, sen, hiç kimsenin ismini, şerefli isminin yanına getirmezsin. Ancak en sevdiğin kulunun ismini getirirsin.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Doğru söyledin. O, bana halkın en sevgilisidir. Mâdem ki O’nun hürmetine benden magfiret istedin, gerçek olarak ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım.”buyurdu.”

Peygamber efendimiz duâ ederken “Allahümme innî es-elüke bihakkıssâilîne aleyke”, yâni “Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için senden istiyorum.” der, böyle duâ ediniz buyururdu.

Hazret-i Ali, annesiFâtıma’yı (radıyallahü anhümâ), kendi mübârek elleriyle mezara koyunca, “İğfir li-ümmî Fâtıma binti Esed ve vessi’ aleyhâ medhalehâ bi-hakkı nebiyyike vel enbiyâillezîne min kablî inneke erhamurrâhimîn.” Yâni; “Yâ Rabbî! Annem Fâtıma binti Esed’i mağfiret eyle, yâni günahlarını affeyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için önce gelmiş peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duâmı kabul et. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” demişti.

Osman bin Hanîf şöyle rivâyet etti: Bir âmâ Resûlullah efendimize gelerek; “Yâ Nebiyyallah! Gözümü kaybettim. Bana duâ et.” dedi. O zaman Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o şahsa; “Abdest al, iki rekat namaz kıl, sonra; Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-nebiyyike Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! İnnî eteşeffeu bike fî reddi basarî Allahümme, de.” buyurdu. Yâni: Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesîle kılarak sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Gözlerimin görmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum.” O şahıs buyrulanı yaptı. Allahü teâlâ, ona gözünün görmesini tekrar ihsân etti.

Ömer bin Hattâb radıyallahü anh, kıtlık olduğu zaman Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile tevessül etti. Yâni onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi: “Yâ Rabbî! Kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin. Şimdi sana, Resûlullah efendimizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et.” diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. Bu hâdiseyi, Buhârî, Enes bin Mâlik’ten bildirmiştir.

Tevessül, kabir âleminde bulunanlarla da olur:

A’meş şöyle rivâyet etti: Hazret-i Ömer zamânında kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan biri, Resûlullah’ın kabr-i şerîfine gitti ve; “Yâ Resûlallah! Ümmetin için Allahü teâlâdan yağmur iste! Yoksa onlar helâk olacaklar.” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem, rüyâsında o Sahâbiye; “Ömer’e git, selâmımı söyle. Ona yağmur yağacağını haber ver.” buyurdu. O Sahâbî gördüğü rüyâyı hazret-i Ömer’e haber verdi. Hazret-i Ömer ağlayarak; “Yâ Rabbî Âciz olduklarım hâriç, elimden gelen her şeyi yaptım!” dedi.

Bu şekilde başka sâlih Müslümanlarla, tevessül edilebilir. Yüzyıllardır doğru yolda olan Müslümanlar Allah’ın sevgili kullarını vesile ederek duâ etmişler böylece arzu ve isteklerine kavuşmuşlar, sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Duânın kabul olması haram lokma yememeğe bağlıdır. Bu ise ancak Cenâb-ı Hakk’ın sevdiklerinde mümkündür. Ölü olsun diri olsun Allahü teâlânın sevgilileri araya konarak yapılan duâ onların bereketiyle ve hatırları için kabul olmaktadır.

Daha önce yapılmış olan sâlih (iyi) amellerle de tevessül yapılır.

TEVFİK FİKRET

Servet-i fünun devri şâiri. 1867 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfik’tir. Babası Çankırılı Hüseyin Efendi, annesi Sakızlı bir âilenin kızı olan H. Refia Hanımdır. Fikret, ilkokuldan sonra Galatasaray Sultânîsini bitirerek tahsilini tamamladı. Liseden sonra çok az okumuş, tahsiline devam etmemiştir. On dört yaşında şiir yazmaya başlayan Fikret’in Nazmi mahlasıyla yazdığı ilk şiirleri, gazel, tevhid, nazire gibi divan şiiri tarzında manzumeleridir.

Galatasaray Sultânîsini bitirdikten sonra Bâbıâlîde birkaç sene kâtiplik yaptı. Daha sonra Galatasaray’a ve Robert Amerikan Kolejine öğretmen oldu. Bu arada Mirsad Mecmuası’nda aşk, tabiat gibi konularda şiirleri neşredildi. Mirsad’ın açtığı şiir müsabakasında Sultan Abdülhamîd Hanı metheden şiiri birincilik kazandı. Mecmua kapanınca Mâlumât Mecmuası’nın başyazarlığını yaptı. Burada ağır, anlaşılması kolay olmayan bir lisanla daha çok batılı türde şiirler neşretti.

1895’ten sonra, beş yıl Servet-i Fünun’un başyazarlığını yaptı. Bu sırada arkadaşlarıyla birlikte memleket meselelerinden, toplum dertlerinden uzak, anlaşılması oldukça zor, şekilci bir sanat anlayışıyla eserler verdi. Servet-i Fünun’dan ayrılan Fikret, 1901’den îtibâren kendini yalnız Robert Kolejindeki derslerine verdi. Kolej yakınında, sonradan Âşiyân (yuva) adıyla meşhur olan evini yaptırdı. Fikret, hislerinin, infiallerinin ve küskünlüklerinin elinde fazla hırpalanmış bir kişi olduğundan, bu hâli, onu zaman içinde bilerek veya bilmeyerek bâzı tezatların içine sürüklemiştir. Meselâ, bir zamanlar kendisini övmek için yarıştığı, methiyeler, doğum tebrikleri yazdığı Sultan Abdülhamîd Hanın daha sonra amansız düşmanı olmuştur. Bir Lâhza-i Taahhur şiirinde: 

Ey şanlı avcı! Dâmını beyhûda kurmadın,

Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! 

diyerek Sultan Abdülhamîd Hana tuzak kuran Ermeni anarşistini coşkuyla alkışlamıştır. Daha sonra Sultan Abdülhamîd Hanı azledip iktidarı ele geçiren İttihatçıların Sultan Abdülhamîd Hanı şiddetle aratan, hem acemi, hem de sorumsuz diktatörce hareketleri karşısında, 15 Ocak 1911’de Revzen-i Mahlû (Tahtından İndirilmiş Pâdişâhın Penceresi) şiirini yazdı. Nihâyet bir zamanlar berâber olduğu İttihatçılara, Hân-ı Yağma manzumesinde kin ve nefret dolu mısralarla haykırdı.

Bir taraftan, Sabah Ezanında, Asker Geçerken, Kılıç gibi şiirlerinde dînî heyecan ve millî duyguları işlerken, diğer taraftan, Târih-i Kadim’de işi dînî inançsızlığa kadar götürüp, Kur’ân-ı kerîme hücum etti. Kahramanlığa lânet yağdırırken, bayrağı kana bular; mukaddes bayrağımızı korkunç bir paçavra olarak görürdü. Haluk’un Defteri şiirindeyse bayraktan “Ey şanlı vatan bayrağı...” diye övgüyle söz etti. Buna benzer daha birçok misâller onun tezatlı hâlinin açık işâretleridir.

Şâirin;

Toprağın cevher, suyun kevser, bahârın bî-hazân,

İşte dünya... Bir eşin, bir benzerin yoktur inan!

Müşfik evlâdın bulur koynunda her gün, her zaman

Can da sensin, şan da sen, hepsi sensin yaşa,

Ey vatan, ey mübârek vatan, bin yaşa!

 

mısraları vatan sevgisini şahlandırırken;

 

Toprak vatanım, nev’i beşer milletim, insan,

İnsan olur ancak bunu iz’anla, inandım. 

(Hâluk’un Amentüsü’nden) mısralarında kendisi için yeryüzünün vatan, dünyâ halklarının da milleti olduğu, yâni vatan ve millet mefhumlarını kabul etmediğini söylemesi, kendini sevenleri bile şaşırtmıştır.

Fikret’in âile hayâtında ve eserlerinde çok sevdiği oğlu Haluk’un büyük bir yeri vardır. Robert Kolej’den sonra Amerika’da mühendislik tahsili ve ihtisası yapan Haluk, orada Hıristiyan Amerikan vatandaşlığına geçerek 1943’te râhip yardımcısı, 1956’da da başrâhip olmuştur.

Fikret 1908’de Meşrutiyetin îlânından sonra Hüseyin Câhid’le birlikte Tanin Gazetesi’ni kurdu. Bir sene sonra Galatasaray Sultânîsi Müdürü oldu.

Fikret, hassas mizaçlı olduğu için basit sebeplerden hemen darılıp küsüyor, işini bırakıyordu. Önce Tanin’den, daha sonra Galatasaray Sultânîsi Müdürlüğünden bunun için ayrıldı. Bütün bu istifalar serisi içinde, Fikret’in istifâ edip, ayrılmadığı tek müessese Robert Kolejidir. 1901’den ölümüne kadar fâsılasız bu okulda ders vermeye devam etti. 18 Ağustos 1915’te öldü. Eyüp Mezarlığına gömülen naaşı seneler sonra Âşiyân’ın bahçesine nakledildi.

Dil, şekil ve üslûb özellikleri: Tevfik Fikret’in Türk fikir hayâtına kazandırdığı pek bir şey yoktur. Hattâ denilebilir ki, kendisinin ruh yapısı, alınganlığı, sürekli tezatlar içinde yüzmesi ve nihayet Türk gençliğine bir sembol olarak yetiştirmeye çalıştığı oğlu Halûk’un daha sonra aldığı kültür sonucu bir Amerikan papazı oluşu bu sahada olumsuz bir çığırın doğmasına ve Türk kültürünün yozlaşmasına yardımcı olmuştur.

Bütün bunların yanında şâirin Türk şiir târihinde yeni bir merhale teşkil eden mühim bir cephesi, şiirlerindeki dil ustalığıdır. Bu konuda daha çok Muallim Naci’nin takipçisidir. Onun şiirlerinde cümle, birçok mısralardan geçerek belki 9. mısranın ortasında bitebilir. Fakat bu cümleler gramer yönüyle kusursuzdur.

Fikret, geniş müstezadı en iyi uygulayan bir şâirdir. Şiirlerinde mısralar altalta değil de yanyana sıralanacak olsa pürüzsüz bir nesir örneği meydana getirir. Ayrıca işlenen konunun mânâsıyla şiirdeki mûsikî arasında bir bağlantı mevcuttur. Meselâ yağmur yağarken damlaların pencerelere, çatıya, yere düşerken çıkardığı sesler, dalgaların şırak şırak sâhile vuruşu, zelzelenin dehşeti seçilen kelimelerin seslerinde verilmeye çalışılmıştır.

Fikret’in dili, iyi bir dil süzgecinden geçirildiğinde mühim sayılacak hatâlarına da rastlanır. Kullanılan kelimeler de zâten daha önce kullanılmamış lügât sayfalarında aranıp bulunmuş kelime ve terkiplerdir. Yâni dil sâdeleşeceği yerde daha da ağırlaştırılmıştır.

Aslında iyi düşünüldüğünde Fikret ve arkadaşlarının Türk şiirini belli bir sistemden, belli bir intizamdan uzaklaştırarak, âdeta bir şekil anarşisinin içine ittiği de söylenebilir.

Eserleri:

1. Rübâb-ı Şikeste (Gençlik şiirleri, tabiat tasvirleri, aşk şiirleri, dînî heyecan ve kahramanlık şiirleri vs.)

2. Haluk’un Defteri (Oğlunun şahsında gençliğe tavsiyeleri. Şâir bu kitabında Türk vatanını Menhel “Hayvan sulanacak yer” olarak vasıflandırır.)

3. Rübâbın Cevabı (Meşrutiyetten sonra memleketin içine düştüğü ıstırapları terennüm eder.)

4. Şermin (Hece vezniyle yazdığı çocuk şiirleri).

Târih-i Kadim ve Doksan Beşe Doğru isimli şiirleri ölümünden çok sonra yayınlandı. Şâirin, “Sancak-ı Şerif Huzurunda” adlı manzumesinde Balkan Savaşında uğradığımız felâketlerle ve bu savaşlarda ölen şehitlerimizle alay ettiği görülür.

Tevfik Fikret’in İttihat ve Terakki Hükümetleri için yazdığı manzume:

HÂN-I YAĞMA

Bu sofracık, efendiler -ki iltikâma muntazır

Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayâtıdır;

Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır!

Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizden bellidir;

Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?

Şu nâdi-i niâm, bakın kudûmunuzla müftehir!

Bu hakkıdır gazânızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı zî-safâ sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say;

Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,

Bütün sizin efendiler, konak, saray, gelin, alay;

Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay

Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak!

Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak!

Bugün ki mîdeler kavî, bugün ki çorbalar sıcak,

Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler, yiyin bu hân-ı pür-nevâ sizin;

Doyunca tıksırınca çatlayıncaya kadar yiyin! 

TEVFİK RÜŞTÜ ARAS

Türk siyaâset adamı ve diplomat. 1883’te Çanakkale’de doğdu. İlk ve Orta öğrenimden sonra Beyrut Tıbbiyesini bitirdi. İzmir, Selânik ve İstanbul’da askerî hekimlik yaptı. İttihat ve Terakki fırkasına üye oldu. Teceddüt Fırkası’nın kuruluşuna katıldı. İlk TBMM’ye Menteşe(Muğla) milletvekili olarak girdi. Kastamonu İstiklâl mahkemesinde vazife alarak Türkiye’de yeni kurulan rejime karşı çıkan pekçok kimsenin cezâlandırılmasında aktif rol aldı. TBMM adına Bolşevikliğin (Komünizmin) temel esas ve uygulamalarını incelemek üzere Sovyetler Birliğine gönderilen heyette yer aldı. Dönüşünde Mustafa Kemal Paşanın isteği üzerine resmî Türkiye Komünist Fırkası (Partisi) kurucuları arasında yer aldı. 1923’te İzmir Milletvekili oldu. İsmet İnönü ve Celâl Bayar hükûmetlerinde kesintisiz olarak (1925-1938) dışişleri bakanlığı yaptı. Türk Sovyet dostluğunun gelişmesi için çalıştı. Türk dış politikasının Sovyetler Birliği tezlerine uygun olarak gelişmesini sağladı. Balkan Konferanslarında ve Balkan Paktının kurulmasında aktif rol aldı.

Atatürk’ün hastalığı sırasında İsmet İnönü’ye karşı olan grup içinde yer aldı. İnönü Cumhurbaşkanı olunca yeni hükûmette görev verilmeyerek 1939’da Londra büyükelçiliğine gönderildi. 1943’te emekli olarak yurda döndü. İnönü’ye karşı olduğu için 1946’da Demokrat Partiyi destekledi. Aynı yıl Fevzi Çakmak ve Zekeriya Sertel gibi kişilerle birlikte İnsan Hakları Cemiyetinin kuruluşuna katıldı. 1952-59 yılları arasında İş Bankası Yönetim Kurulu başkanlığı yaptı. 27 Mayıs 1960 sonrasında Yeni Türkiye Partisine girdi. Fakat siyasette aktif olarak yer almadı. Dış politika konusundaki yazılarını Görüşlerim adlı 2 ciltlik eserinde topladı. Numan Menemencioğlu tarafından derlenen nutukları Lozan’ın İzlerinde On Yıl adıyla yayımlandı. Şahsî ve siyâsî hayatı boyunca zikzaklı bir yol tâkip eden Türk dış politikasını millî olmayan hedefler doğrultusunda yönlendiren Tevfik Rüştü Aras 5 Ocak 1972’de İstanbul’da öldü.

TEVKİF (Tutuklama)

Alm. Verhaftung, Festnahme (f), Fr. Arrestation (f), İng. Detention, custody; arrest. Durdurma, alıkoyma, hapsetme, tutma ve tutuklama. Bir kişiyi görüldüğü suçla ilgili tutuklama. Hürriyetin zorla mahrumiyeti (kısıtlanması) şeklinde uygulanan tedbir.

Tevkif, geçici bir tedbir olup, mahkûmiyet veya tahliyeyle son bulur. Kânunun gösterdiği şartlarda, hâkim kararına göre, henüz mahkûm olmamış sanığın hürriyetinin zorla mahrumiyetidir.

1982 Anayasası’nın “Kişi Hürriyeti ve Güvenliği” başlığını taşıyan 19. maddesinin 4. fıkrası ve devâmı tevkifi düzenlenmiştir. “Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler ancak kaçmalarının, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kânunda gösterilen diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilir.”

Tutuklanan kişilere, tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar her halde yazılı olarak derhal, toplu suçlarda en geç hâkim önüne çıkarılıncaya kadar bildirilir.

Tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hâriç en geç 48 saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok 15 gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Kimse bu süreler geçtikten sonra hâkim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir.

Tutuklanan kişinin durumu, soruşturmanın kapsam ve konusunda açığa çıkmasının sakıncalarının getirdiği zorunluluk dışında, yakınlarına derhal bildirilir.

Tutuklanan kişilerin, mâkul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya soruşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Serbest bırakılma, ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir güvenceye bağlanabilir.

Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kânuna aykırılığı hâlinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sâhiptir.

Bu esaslar dışında, bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kânuna göre, devletçe ödenir.

Cezâ Mahkemeleri Usûlü Hukûkundaki kânunun 104. maddesi, cürüm ve kabahatlerde tevkif sebeplerini aşağıdaki şekilde göstermiştir:

1. Suçluluğu hakkında kuvvetli emareler bulunan kişiler;

a) Kaçma şüphesinin bulunması,

b) Delilin yok edilmesi, değiştirilmesi, gizlenmesi, şeriklerin uydurma beyana veya tanıkların yalan tanıklığa ve tanıklıktan kaçmaya sevkedildiğini, bilirkişilerin etki altına alındığını gösteren hal ve davranışların bulunması hâlinde,

2. Soruşturma kânun suçu cezâsının üst sınırı yedi yıldan az olmayan hürriyeti bağlayıcı cezâyı gerektirmesi veya sanığın ikâmetgâhının veya meskeninin bulunmaması, kimliğini ispat edememesi durumunda,

3. Altı aya kadar hürriyeti bağlayıcı cezâyı gerektiren suçlarda sanık, ancak “toplumda infial uyandırması” hâlinde tutuklanabilirler.

Bütün bu sebeplerin varlığı sanığın tutuklanmasını mecburi hâle getirmeyip, tevkife imkân verir.

Hazırlık soruşturması sırasında tevkife, Sulh Cezâ Hâkimliği karar verir. Sorgu Hâkiminin, sorgu sırasında tutuklama yetkisi yoktur. İlk soruşturmadaysa vardır. Ancak bu kararı Asliye Ceza Hâkiminin onaylaması gerekir. Son soruşturmada tevkif yetkisi mahkemenindir. Acele durumlarda bu yetkiyi mahkeme başkanı da kullanabilir.

Tevkif kararı, tevkif müzekkeresiyle infaz için savcılığa gönderilir. Savcılık da emniyete yollar ve infazı sağlar. Sulh ve sorgu hâkimleri doğrudan doğruya emniyete gönderip infazı sağlarlar. Tevkif kararına ve tevkifle ilgili diğer kararlara karşı îtirâz edilebilir.

Teminat göstermek şartıyla salıverme kânunlarımıza göre mümkündür. Hâkim istekle veya kendiliğinden salıverme (tahliye) kararı verebilir. Teminat çeşit ve miktarını hâkim tâyin eder. Teminatı üçüncü bir kişi de gösterebilir. Mahkûm olan sanığın infazdan kaçması hâlinde teminat hazineye gelir kaydedilir.

Cezâ Kânunu’nun 40. maddesi tutuklu kalınan sürenin mahkûmiyetten indirileceğini öngörmüştür. Sanık tutuklu olduğu suçtan beraet etse, bir başka suçtan mahkûm olsa, tutukluluk süresi, cezâsından mahsup (sayılır) edilir. Ancak beraet kararından önce işlenmiş bir suçsa indirme işlemi yapılır.

TEVRÂT

Alm. Thora (f), Pentateuch (m); Altes Testament (n), Fr. Thora (f), Pentateuque (m), l’Ancien Testament (m), İng. Torah, The Pantateuch; the old Testament. Allahü teâlâ tarafından, Mûsâ aleyhisselâma gönderilen semâvî (ilâhî) kitap; Mûsevîlik dînini açıklayan kitabın adı. Allahü teâlânın, Peygamberler vâsıtasıyle insanlara gönderdiği ve böylece emirlerini ve yasaklarını bildirdiği semâvî kitapların hepsi yüz dörttür. İnsanlara bildirilen yüz dört semâvî kitaptan yüzüne suhuf ve dördüne de büyük kitap denir. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhurdur.

Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncil kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm de Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, inmiştir.

Allahü teâlânın gönderdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış olmaz. Allahü teâlâ bu kitapları, bâzı peygamberlere, melekle okutarak, bâzılarınıysa levha üzerinde yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelâmıdır, sözüdür. Bunlar, meleklerin îcâdettiği veya peygamberlerin kendi sözleri değildir. Tevrât’ın aslı da Allah kelâmı olup, sonradan değiştirilmiştir. Asûriler ve Romalılar, Kudüs’ü alıp, Yahûdîleri kılıçtan geçirince Tevrât’ı da yaktılar. Tevrât unutuldu. Sonradan Talmut denilen uydurma bir din kitabı yazdılar. Yahûdîler, Ahd-i Atîk ismini verdikleri bu kitabı, Tevrât olarak okumaktadırlar.

Hazret-i Mûsâ, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmişti. Onlara, bugün bütün dinler tarafından esas ahlâk kuralı olarak kabul edilen Evâmir-i aşere (On emir)yi tebliğ etti, açıkladı. Onlara tek bir Allah olduğu îmânını aşılamaya çalıştı. Allahü teâlânın gönderdiği Tevrât adlı kitabı onlara getirdi. Yahûdîler, kendi kutsal kitapları olan Tevrât’a İbrânice olan “Talmut”, “Tanah” veya “Tora” diyorlar. Allahü teâlânın son gönderdiği ilâhî kitap olan Kur’ân-ı kerîmde ve Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde “Tevrât” adı ile zikredilmekte ve Allahü teâlânın kutsal kitaplarından biri olduğu açıklanmaktadır. Müslümanlar bütün ilâhî iktaplara olduğu gibi Tevrât’a da, hazret-i Mûsâ’ya indirildiği şekliyle îmân ederler.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Şüphesiz ki, Tevrât’ı biz indirdik. Onda bir hidâyet, bir nûr vardır. (Mâide sûresi:44)

(Yahûdîlere) söyle ki: Mûsâ’nın (aleyhisselâm) insanlara bir nur ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup, işinize geleni gösterip açıkladığınız, fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı (Tevrât’ı) kim indirdi?” (En’am sûresi: 91)

Tevrât’ın da sonradan değiştirildiğini Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir. Bakara sûresi 79. âyetinde meâlen; “Artık elleriyle kitabı (Tevrât’ı) yazıp da, sonra onu az bir ücretle satabilmek için; “Bu Allah katındandır” diyenlerin vay hâline!” buyruldu.

Aslında Mûsâ aleyhisselâm zamânında Tevrât’ın çok az yazılı nüshası bulunuyordu. Hazret-i Mûsâ’dan sonra, Yahûdîlerin yaşadıkları yerler düşman işgâline uğradı. İsrâiloğulları darmadığın oldu. Mîlâttan evvel Asurî Devleti iki defâ Kudüs’ü alarak ve mîlâdın 135’inci senesinde Roma İmparatoru Adiriyan, Kudüs’te Yahûdîlerin çoğunu kılıçtan geçirdiler. Tevrât’ları yaktılar. Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra, Ezra adında bir râhip, elinde Tevrât’ın asıl nüshasının bulunduğunu iddiâ etti. Bu nüsha esas alınarak Talmut veya Tora adını verdikleri din kitabı yazdılar ve çoğalttılar. Bugün Hıristiyan ve Yahûdîlerin elinde bulunan ve (Ahd-i Atîk= Eski Ahid) adını verdikleri kitap buraya dayanmaktadır. Bu ise, ilâhî bir kitaptan daha çok bir târih kitabını andırmaktadır.

Bugünkü Tevrât, Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma indirilen ve Kur’ân-ı kerîmde özellikleri belirtilen ilâhî kitaptan çok uzaktır. Şimdiki Tevrât’ın üç nüshası vardır: 1) Yahûdîler ve Protestanların kabul ettikleri İbrânice nüsha. 2) Katolik ve Ortodokslar tarafından kabûl edilen Yunanca nüsha. 3) Sâmirîlerce kabul edilen Samirî dilinde yazılmış nüsha.

Bunlar Tevrât’ın en geçerli nüshaları olarak bilinmelerine rağmen, gerek aynı nüshanın içinde ve gerekse kendi aralarında birçok konularda tezatlıklarla, çelişkilerle doludur. Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bâzılarına karşı, pek çirkin ve peygamberlik makâmına yakışmayan isnatlar, iftirâlar vardır. Halbuki hakîkî Tevrat’ta bu çelişkiler olmadığı gibi, Cenâb-ı Hakkın Muhammed adında bir Peygamber göndereceği yazılıdır. Kur’ân-ı kerîmin A’râf sûresi 155-157. âyetlerinde meâlen hazret-i Mûsâ’nın yoldan çıkmış kavminin günahlarının affını dilemek için, ikinci defâ Tûr Dağına gittiği zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ona ne buyurduğu meâlen şöyle bildirilmektedir:

“Mûsâ: “Ey Rabbim, dileseydin, daha önce beni ve onları yok ederdin. Aramızdaki akılsızların yaptığı (günahlar) yüzünden bizi yok eder misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Bizim dostumuz sensin, bizi bağışla! Bize merhamet et! Sen bağışlayanların en iyisisin. Sen dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola sokarsın. Bu dünyâda ve âhirette, bizim için güzel olanları yaz! Biz sana yöneldik, dedi.” Allahü teâlâ O’na; “Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, her şeyi kaplamıştır. Bunu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekât verenlere, âyetlerimize inanıp yanlarındaki kutsî kitaplarda yazılı buldukları, Allah’ın Resûlü (habercisi), okuyup yazması olmayan Muhammed’e uyanlara yazacağız. O Peygamber, onlara uygun olanları emreder ve fenâlıktan men eder. Temiz şeyleri helâl ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, onu sayan, ona yardım eden, onunla gönderilen nûra uyanlar, işte onlar, sonsuz saâdete varacaklardır.” dedi.

Yahûdîlerin son Peygambere inandıkları ve O’nun gelmesini bekledikleri muhakkaktır. Hattâ, bâzı tefsirlerde, Yahûdîlerin özellikle savaşlarda müşkül duruma girince; “Yâ Rabbî! Geleceğini bize vâd ettiğin son Peygamber hürmetine, bize yardım et!” diye duâ ettikleri yazılıdır.

Hazret-i Mûsâ’ya verilen mukaddes kitap Tevrât, kırk cüzdü. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi elde bulunan Tevrâtlarda bu kadar âyet yoktur. Çünkü Tevrât’ın ve İncîl’in sonradan bozulduklarını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.

Şimdiki Tevrât beş kitaptan meydana gelmiştir:

1. Doğuş (Tekvîn= Genesis): İlk insanın ve âlemin yaratılışından hazret-i Âdem’in Cennet’ten çıkarılmasından, yeryüzüne inişinden, Nuh Tûfanından, hazret-i Yûsuf’un Mısır’daki hayâtından, İsrâiloğullarının Mısır’a gelişlerinden bahseder. Hepsi elli bâbdır (bölümdür).

2. Çıkış (Huruc= Exodus): İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkışları, Firavun’dan çektikleri anlatılır. Kırk bölümdür.

3. Levililer (Leviticus): Günahların keffâreti, haram, yiyecekler, yasaklanmış evlilikler, dînî âyinler, hayvanlar ve adaklar gibi dînî hükümlerden bahseden bölümdür. Yirmi yedi bâbdır.

4. Rakkamlar (sayılar, a’dât= Numeri): Hazret-i Mûsâ’nın vefâtından sonra İsrâil milletinin Tûr Dağından ayrılıp, Ken’an ülkesine (arz-ı Mev’ûda) girmesinden bahseder. Otuz altı bölümdür.

5. Tesniye (Övme= Deuoronomium).

Kudüs’teki Süleyman mabedinde bulunmuştur. Mûsâ aleyhisselâmın ölümünden, gömülmesinden ve onun için tutulan yastan bahseder.

Son asırlarda Ahd-i Atik üzerinde ilim adamlarının yaptığı tenkîdi araştırmalar, Yahûdî ve Hıristiyanlarca mukaddes kabul edilen ve Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inanılan bu kitapların birçok hatâlarla dolu olduğunu, târihî ve ilmî gerçeklere uymadığını ortaya koymuştur. Dr. Jean Astruc; Conjectures il Parait que Mouse s’est Servi Pour Composer le livie de la Genese adlı eserinde, Tevrâtın yukarıda isimleri geçen beş kısmının çeşitli yerlerden derlenmiş birer kitâp olduğunu yazmıştır. Jean, bir kısmındaki isimlerin değiştirilerek, iki-üç yerde tekrar edildiğine de dikkatleri çekmiştir. Fransız papazlarından, Richard Simon da, Histoira Critique du Vieux Testament kitabında Tevrâtın Mûsâ aleyhisselâma vahy edilen Tevrat olmadığını, sonradan farklı zamanlarda yazılarak bir araya getirildiğini belirtmiştir. Papazın bu kitabı toplattırılmış, kendisi de kiliseden kovulmuştur.

Bugünkü Tevrât, Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma vahyedilen kitap olmadığı gibi, onun zamânında da çok az yazılmış nüshası vardı. Hazret-i Mûsâ’dan asırlar sonra birçok Tevrât nüshası yazılmıştır. Bugünkü hâlini alması, yaklaşık olarak bin yıldan fazla sürmüştür. Bu sebeple Müslümanlar, Mûsâ aleyhisselâmın Hak peygamber olduğuna, Tevrât’ın ona Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla vahyedildiğine inandıkları hâlde, bugünkü elde bulunan metnin tahrif edilerek bozulduğunu kabul ederler. Çünkü bizzat Mûsâ aleyhisselâma inen bir ilâhî kitapta, hazret-i Mûsâ’nın kendi vefâtından bahsedilmesi, vefât ettikten sonraki hâdiselerin anlatılması kabul edilemeyecek ilmî bir gerçektir.