TERMODİNAMİK
Alm. Thermodynamik, Wärmekraftlehre (f), Fr. Thermodynamique (f), İng. Thermodynamics. Enerji ve enerji dönüşümlerini, entropiyi ve burada maddenin fizikî özellikleri arasındaki bağıntıları inceleyen bir ilim. Termodinamik fiziğin bir koludur. Diğer ilimlerde olduğu gibi, termodinamik de esas olarak önce gözleme, deneye dayanır. Sonra elde edilen neticelerden termodinamiğin kânunları formüle edilir. Bu kânunlar, termodinamiğin sıfırıncı, birinci, ikinci ve üçüncü kânunlarıdır. Sıfırıncı kânun ısıl denge ve sıcaklıkla, birinci kânun enerjiyle, ikinci kânun entropiyle ve üçüncü kânun mutlâk entropiyle ilgilidir. Mühendislik problemlerinin çözümünde en çok termodinamiğin birinci kânunu ve ikinci kânunu kullanılır.
Kapalı sistemler için termodinamiğin birinci kânunu, herhangi bir hal değişimindeki ısı değişimi, iş değişimi ve iç enerji değişimi arasındaki bağıntıyı belirler. Buna göre ısı değişimiyle iş değişimi arasındaki fark iç enerji değişimine eşittir.
Sıcaklıkla ısı birbirinden ayrı kavramlardır. Sıcaklık sisteme âit bir özelliktir. Isı ise sisteme âit özellik değildir. Isı, sistem sınırında sıcaklık farkından dolayı meydana gelen enerji akışıdır. Bu sebeple, denizin veya havanın sıcaklığı şu kadar derece demek doğru, fakat ısısı şu kadar derece demek yanlıştır. Sıcaklık ve ısı ifâdeleri çoğu zaman gazetelerde, radyoda ve halk arasında yanlış kullanılmaktadır.
Termodinamiğin ikinci kânununun iki ifâdesi vardır:
Kelwin Planck ifâdesi: Bir ısı kaynağından ısı çekerek bu ısının tamâmını işe çeviren bir ısı makinası yapmak mümkün değildir.
Clausius ifâdesi: Düşük sıcaklıktaki bir ortamdan yüksek sıcaklıktaki bir ortama ısı nakli ancak dışarıdan bir enerji vermek sûretiyle mümkün olur (buzdolaplarında olduğu gibi).
Termodinamiğin ikinci kânununun önemli konularından biri de entropidir. Kâinattaki bütün olaylarda entropi (değişiklik) artışı vardır. Bu sebeple kâinatın entropisi hızla artmaktadır. Nihâyet kâinatın entropisi maksimum noktaya gelecektir. Maksimum olması demek, daha fazla artmaz demektir. Bu da entropi artışını meydana getiren kâinattaki olayların durması demektir. Kâinattaki olayların durması, bitmesi demekse kıyâmetin kopması demektir. Burada olduğu gibi, müsbet ilimler doğru anlaşılır ve herhangi bir felsefî görüşe âlet edilmezse insanı gerçeğe ve Allah’a götürmektedir.
Alm. Thermoelektrizität (f), Fr. Thermoélectricité (f), İng. Thermoelectricity. Sıvı ve katı maddelerdeki ısı farklılıkları ve elektrik akımlarının sebeplerini inceleyen bir bilim dalı. Özellikle elektriğin ısıya ve ısının elektriğe dönüşmesiyle alâkalıdır. Üç ana termoelektrik etki; Seebeck, Peltiel ve Themsen etkileridir.
Seebeck etkisi: İletken bir çubuğun bir ucu ısıtıldığında bu uç diğerinden daha sıcak olur ve iletken çubuktan elektrik akımı geçmesi sağlanır. Buna Seebeck etkisi denir. a ve b gibi iki çubuk birleştirildikleri zaman T1 ve T2’deki ısılar da farklı olursa V voltajı elde edilir ki, buna da Seebeck voltajı denir. Bu voltaj T1 ve T2’nin ısı miktarlarına bağlıdır.
Târihi: Thomas Johann Seebeck 1821’de Seebeck etkisini bulmuştur. Yaptığı deney sonucu iki iletken telden meydana gelen bir devrede teller ısıtıldığında civâra konan bir pusulanın ibresinin hareket ettiğini görmüş ve bu hareketin kondüktördeki ısıdan ileri geldiğini söylemiştir. Aslında yaptığı deneyde bir elektrik akımı meydana geldiğini ve bunun ibrenin sapmasına sebep olduğunu fark edememiştir.
Peltier etkisi: Herhangi bir iletkenden elektrik enerjisi geçirildiğinde iletkenin bir ucu soğur, diğeriyse sıcak kalır. Buna Peltier etkisi denir. Peltier etkisinin meydana getirdiği soğuma veya ısınma olayını müşâhade edebilmek için iki farklı maddeden (âletten) meydana gelen bir birleşim yoluna gitmek gerekir.
Peltier ısısı, Joule ısısıyla hiçbir zaman karıştırılmamalıdır. Zîrâ Joule ısısı, elektrik akımı şiddetinin karesiyle oranlıdır.
Târihi: Peltier etkisi 1834’te bir Fransız saatçisi olan Jean Charles Athanase Peltier tarafından bulunmuş, fakat o da Seebeck gibi bulduğu şeyin farkına varamamıştır. Peltier, bu etkinin ohm kânununun hafif akımlar için geçerli olmadığını savunmuştur. Peltier’in buluşunun uygulama ve muhtevâsı sonradan St. Petersburg Akademisinin bir üyesi olan Emil Leuz tarafından açıklanmıştır.
Thomsen etkisi: Elektrik akımı geçen bir çubuk, ısı kazanacaktır. Çubuktan geçen akımın yönü veya çubuğun soğuk ve sıcak uçları değiştirildiğinde çubuk sıcaklık kaybedecektir. Bu, ısı alıp verme işlemine Thomsen ısısı denir. Thomsen ısı kazanım oranı, Pt= kJ(T2-T1) IL’dir. Buradaki k, Thomsen sâbitesidir. T2-T1 çubuğun üzerindeki L mesâfesinde meydana gelen sıcaklık farkını belirtir. Thomsen ısısıyla Joule ısısını ayırt etmek çok mühimdir. Bu iki ısı birbirine çok benzer.
Termoelektrik etkiler ısı ölçümünde, buzdolabı ve ısıtma tesislerinde ve ısıdan elektrik elde etmede kullanılır.
Alm. Thermometer (n), Wärmemesser (m), Fr. Thermomètre (m), İng. Thermometer. Sıcaklık ölçen âlet. Termometrelerin çalışma prensibi, pekçok maddenin sıcaklıkla genleşmesi esâsına dayanmaktadır.
En sık rastlananı cıvalı termometredir. Bu çok küçük kesite sâhip ve üst ucu kapalı bir tüpten ibârettir. Alt ucundaysa içinde cıva bulunan küresel veya silindirik bir hazne bulunur. Isıtılmasıyla, civa genişler ve tüpte yükselir. Tüpün kesitinin küçük olmasından dolayı az bir hacim büyümesinde cıvanın yükselmesi oldukça fazladır. Termometre iki sâbit nokta arasında kalibre edilir. Bunlar suyun donma noktasıyla kaynama noktasıdır. Normal atmosfer basıncında (760 mm cıva basıncı) bu iki nokta arasındaki mesâfe Celcius termometresinde 100 eşit parçaya bölünür. Bunların her biri bir Centigrad’ı (1°C) gösterir. Fahrenheit ölçüsündeyse bu 180 eşit parçaya bölünür. Bunların her biriyse Fahrenheit’i (1°F) gösterir. Bu ölçümde, suyun donma ve kaynama noktası sırayla 32°F ve 212°F olarak belirlenir. Réamur ölçümündeyse bu noktalar 0°R ve 80°R olarak isimlendirilir. Ara da 80 parçaya bölünür. Cıva -39°C’de donduğu için çok düşük sıcaklıkların ölçümü için uygun değildir. Bu tür olanlar donma noktası düşük olan renkli alkolle doldurulmuştur. Ulaşılabilecek en düşük sıcaklık mutlak sıfır olup, -273,16°C’dir. Mutlak sıfırdan başlayan bir ölçü de Kelvin’dir, yâni -273,16°C= 0°K’dır.
Termokupl: Farklı iki metal veya metal alaşımı telin (meselâ, bakırla demir gibi) birleştirilmesi ve bundan sonra birleşimlerden birinin sâbit sıcaklıkta tutulurken, diğerinin ısıtılması sonucu iki bileşim arasında bir termo-elektrik potansiyel farkı ortaya çıkar. Bu potansiyel farkı (volt), sıcaklığın farkının büyüklüğü nispetinde büyük olur ve voltmetreyle okunabilir. Bu voltmetrenin verilen sıcaklık için kalibre edilmesi sonucu, sıcaklık ölçebilecek bir termokupl elde edilmiş olur. Tek bir termokuplun verdiği voltaj birkaç milivolt gibi çok küçüktür. Yüksek voltaj için sıcak ve soğuk bileşimlere sâhip termokuplların sayısı arttırılır ve seri bağlama yapılır. Böylece termopil veya termo elektrik pil elde edilmiş olur.
Direnç termometresi: Bu bir iletkenin elektrik akımına karşı gösterdiği direncin sıcaklıkla değişimine dayanan bir âlettir. Metallerin pek çoğunun sıcaklıkları arttıkça elektrik geçirgenlikleri azalır. Ortaya çıkan direnç belirli sınırlar içinde, sıcaklıkla orantılıdır. Termometrede kullanılan direnç platin veya nikel tel şeklinde olup, direnci 0°C’de 100 ohm olacak şekilde düzenlenir. Sıcaklık değişimiyle direnç değişimi, akım şiddetinin değişimi olarak, meselâ çapraz bobin âletiyle ölçülür. Bu âletin göstergesi her iki bobinden geçen akım şiddeti (0) ile orantılı sapar. Bir bobindeki akım sıcaklıktan etkilenmeyecek şekilde direnç yoluyla sâbit tutulurken diğer bobindeki akım termometre telindeki sıcaklıkla değişen direnç yoluyla belirlenir.
İki metalli termometre: Benzer olmayan iki metal şeritin birleştirilmesinden meydana gelir. Farklı uzama katsayısına sâhip olan bu maddeler ısıyla farklı boylarda uzarlar. Spirâl şeklinde düzenlenen bu çeşit termometreye konacak gösterge, sıcaklıkla değişiminde hareket ederek sıcaklığın ölçüsünü bildirir. Göstergenin bilinen sıcaklıklarla kalibre edilmesi gerekir.
Pirometre: Cıvalı termometrelerle ölçülmesi mümkün olmayan yüksek sıcaklıkları ölçmeye yarayan bir tür termometredir. Sıcaklığı ölçülmesi istenen cismin yaydığı radyasyon enerjisinin ölçülmesi esâsına dayanır. Optik ve radyasyonlu pirometreler olmak üzere başlıca iki çeşidi vardır.
Optik pirometrede sıcaklığı ölçülecek cismin yaydığı görünür radyasyonun parlaklığı, pirometre üzerindeki tungsten filamanlı bir lâmbanın ışığının parlaklığıyla mukâyese edilir. Tungsten lâmbanın parlaklığı, bir potansiyometre vâsıtasıyla voltaj değiştirilerek, cismin yaydığı ışığın parlaklığına eşit olana kadar ayarlanır. Parlaklıklar aynı olduğu anda göstergeden direkt olarak sıcaklık okunur. Çünkü gösterge voltaj-sıcaklık arasındaki bağıntıya göre kalibre edilmiştir. Bu metodla 500-3000°C arası sıcaklıklar ölçülebilir. Özel camlar kullanılarak bu sıcaklık daha da arttırılabilir.
Radyasyon pirometreleri optik pirometrelerin aksine geniş dalga boylarıyla çalışır. Sıcaklığı ölçülecek cismin yaydığı radyasyon; termopil, bolometre ve fotoelektrik pil gibi bir hissedici termik eleman üzerine mercekle odaklanır. Bu termik eleman sıcaklığa göre kalibre edilmiş voltmetre gibi bir âlete bağlı olduğundan âletin göstergesi direk olarak sıcaklığı verir.
(Bkz. Hidrojen Bombası)
(Bkz. Nükleer Enerji)
Alm. Thermosflasche (f), Fr. Thermos (f), İng. Thermos flask. Vakumla sarılmış sıcak veya soğuk suların sıcaklığını korumak için kullanılan kap. 1892’de bir İngiliz kimyâcısı tarafından ortaya çıkarılan bu kap, ısı akışını önlemek için çift duvarlıdır. Kabı saran havasız, vakum olan kısım ısının kondüksiyon ve konveksiyonla ısı kaybını önler. Dış cidarın ve şişe iç kısmının gümüş kaplanmasıyla radyasyon yoluyla kayıp da önlenir. Isı, ancak iç ve dış cidarı birbirine bağlayan köprü kısımlarından çok az kaybolur.
Sıvı hidrojenin, sıvı azotun ve diğer düşük sıcaklıktaki maddelerin kullanımının artmasıyla bunların muhâfaza problemi ortaya çıkmıştır. Seyahatlarda ve evlerde gıdâ maddelerinin sıcaklıklarının veya soğukluklarının muhâfazası için de termos kullanılır. Günümüzde kullanılan depolama tankları termosun büyük şekli biçimindedir. İlâveten vakum olan yerde bir yalıtım maddesi de mevcuttur.
Alm. Warmuasserspeicher (m), Warmwasserheizung (f), Fr. Thermosiphon (m), İng. Thermosyphon (e). Isıtılan bir sıvının tabii konveksiyon ısı iletim metoduyla bir yerden diğer yere naklini sağlayan düzen. Evlerde odun, kömür ve elektrikle ısıtılan basınçsız banyo su ısıtıcı kazanları basit bir termosifondur. Banyo kazanlarının üst tarafına yerleştirilen ayrı bir hazne, genleşen suyun basıncını karşılamak içindir. Termosifonda sıvı dâima alt taraftan ısıtılır. Isınan sıvı yukarı doğru hareket ederek genleşme haznesine kadar ulaşır. Isınan sıvı bir kalorifer tesisatında veya doğruda doğruya kullanılabilir. Kullanılmadığı durumda genleşme haznesinden kazan altına tekrar dönerek daha fazla ısınmak sûretiyle tekrar yukarı doğru hareket eder. Sıvının bu hareketleri kendiliğinden olup, herhangi bir tulumba vâsıtasıyla değildir.
Bir sıvının iki bölgesi arasındaki ısı farkından dolayı sıvının bulunduğu kapta termomekanik hareket olur. Termodinamik prensibe göre ısı, sıcak bölgeden soğuk bölgeye doğru olur. Isının iletim şekliyse sıcak olan moleküllerin daha soğuk olan moleküllere doğru hareket ederek onlarla karışması ve yer değiştirmesidir (Bkz. Termodinamik). Moleküllerin bu yer değiştirme hareketi esâsen sıcaklık farkından dolayı sıvının her iki bölgesinde yoğunluk farkı meydana gelmesindendir. Bu şekilde meydana gelen termodinamik sıvı hareketine tabii konveksiyon yoluyla ısı iletimi denir.
Sıvı dolu bir kap içine bir sıcak bir de soğuk madde sokulup, uzun müddet bu şartlarda bırakılırsa sıcak tarafta yukarıya doğru; soğuk taraftaysa aşağıya doğru sıvı hareketi başlar. Termosifonun çalışma prensibi de bu basit ısı iletme prensibine dayanmaktadır.
Alm. Thermostat (m), Kanter, Fr.Thermostat (m), İng. Thermostat. Sıcaklığı istenen ölçüde sâbit tutabilen bir tür kontrol sistemi. Sıcaklıktaki değişim, termostattaki duyarlı bir parçaya tesir ederek bunun elektrik veya basınç sinyali göndererek bir ısıtma veya soğutma sistemini kontrol etmesini sağlar. Termostat binâlarda, su ısıtmalarda, fırınlarda, elektrik ütülerinde, otomobil radyatörlerinde ve önceden belirlenen sâbit sıcaklığın gerekli olduğu cihazlarda kullanılır.
İlk çift metalli sıcaktan müteessir olan termostat, 1726’da saatin çeşitli sıcaklık şartlarında çalışması sırasında hassâsiyetini korumak için kullanılmıştır. “Termostat” kelimesiyse 1830’da, çift metal şeridin sıcaklıkta farklı uzamadan dolayı bükülüp, ısıtma ve soğutma sistemlerini kontrol etmesinde ortaya atılmıştır. Değişik termostat türleri ortaya çıkmasına rağmen, geliştirilmiş çift metal şeritli termostatlar günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır. Diğer bir tür genleşme katsayısı düşük bir çubukla genleşme katsayısı yüksek bir tüpün birer uçlarının birleştirilmesinden meydana gelir. Tüpteki kısalma çubuğun serbest ucunun hareket edip, bir vanayı veya bir elektrik düğmesini kapatmasını sağlar. Değişik bir türse, kolay buharlaşan bir sıvının sıcaklığa bağlı olarak değişik basınç meydana getirmesiyle çalışır. Buzdolaplarındaki termostat bu tiptendir.
(Bkz. Anarşi)
(Bkz. Tetrasiklin)
Alm. Werft (f), Marinearsenal (n), Fr. Arsenal (m), İng. Dockyard, maritime arsenal. Gemi inşâ ve bakımının yapılması için gerekli teknik, lojistik imkânlara sâhip olan ve birçok fabrikanın bulunduğu geniş bir iş merkezine verilen isim. Tersânelerin ilk akla gelen imkânları meyilli kızak yapılar, kuru veya yüzer havuz, kaldırma kapasitesi tonlarca olan büyük vinçler, presler, giyotinler, makina tezgâhları, kaynak makinaları ve kalifiye teknik personeldir. Gemi inşâ ve bakım işlerinin aksamadan yürütülmesi için ayrıca malzeme akışını sağlayan lojistik imkânlar da tersânelerde büyük görevler icrâ eder. Bugünkü tersânelerde, inşâ edilecek gemilerin plânlarını tasarladıktan sonra çizen resimhâneyle iş sırasını ve yapılış şeklini târif eden plânlama kısmı da vardır.
Tersâneler, daha çok askerî maksatlarla kurulmuş olmakla birlikte hem gemilerin inşâsı için faaliyetlerini sürdürmüşler hem de arıza yapan gemilerin sistemlerinin tâmir işleriyle uğraşmışlardır. Dünyânın en büyük tersâneleri ABD’de bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı Boston, Newyork, Philadelphia, Norfolk, Charleston, San Fransisco, Long Beach ve Pearl Harbor askerî tersâneleridir. General Dynamics, General Motors ve daha birçok büyük firmanın özel gemi inşâ sahaları vardır. İngiltere’de büyük tersâneler Portsmonth ve Plymouth’ta; Fransa’nın büyük tersâneleri Cherbaurg, Brest ve Toulon’da bulunmaktadır. Avrupa’daki birçok devletin kendi tersâneleri mevcuttur.
Birinci ve İkinci Dünyâ harplerinde Alman gemi sanâyii çok ileri gitmişti. Bu savaşlar sonunda bu yüksek teknoloji ABD ve Sovyet Rusya’ya taşındı. Rusya savaştan sonra Doğu Almanya ve Polonya’daki tersânelerden söktüğü tezgâh, vinç ve diğer techizatı Leningrad, Nikoloyev, Kherson, Archangel, Sivastopol, Odessa ve Vladivostok tersânelerine taşıyarak sistemlerini yeniledi.
Gemilerin açık denizlerde bakımının yapılabilmesi için İkinci Dünyâ Harbinden sonra yüzer havuzlar inşâ edilmiştir. Yüzer havuzların özelliği bir gemi gibi açık denizlerde hareket etmesi veya çekilmesidir. Havuz sarnıçlarına su alarak dalışa geçer, onarım görecek gemi havuz içine girerek havuzun tekrar yükselmesiyle karinası su üstüne çıkmış olur. Tersânelerin lojistik görevlerini icrâ eden büyük cephâne, akaryakıt, yiyecek gibi malzeme taşıyan seyyar yüzer birlikler de mevcuttur.
Tersânelerimiz: Türkler Anadolu’ya ayak bastıktan sonra denize açılabilmek için tersâneler kurarak kendi gemilerini kendileri yapmışlardır. Türkiye Selçukluları Alanya’da Alâiye Tersânesini kurmuşlardır. Aydıncık Tersânesi, Çanakkale havâlisinde yerleşmiş olan KarasiBeyliği tarafından, Sinop Tersânesi, Candaroğulları Beyliği tarafından kurulmuştur. Orhan Gâzinin emrinde çalışan Karesi asıllı Karamürsel Alp, Karamürsel kasabasında Bizans topraklarında çok gizli olarak tekneler inşâ etmiştir (Bkz. Karamürsel Alp). Karamürsel Beyin tekne tipleri bugün dahi kullanılmaktadır.
Osmanlılarda ilk düzenli tersâne Sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamânında Gelibolu’da yapıldı. 1390 senesinde Saruca Paşa tarafından kurulan tersânede büyük gemiler yapılmaya başlandı. Donanma da buraya taşınınca Bizans’ın Akdeniz’le ilgisi kesilmiş oldu.
Gelibolu’dan sonra ikinci büyük tersâne İstanbul’da yapıldı. Fâtih Sultan Mehmed Han, Haliç’te Aynalıkavak semtinde küçük bir tersâne kurdurdu. Haliç Tersânesi adını alan bu tersâne, 1497 yılında Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından genişletildi. Kemâl, Burak ve Pîrî Reis tarafından idâre edilen donanmanın gemilerinin bir çoğu burada inşâ edilmiştir. Mısır ve Suriye’yi fetheden Yavuz Sultan Selim Han, Papa Onuncu Leon’un kendi aleyhine bir ittifak hazırladığını duyunca, bir donanmayla Akdeniz hâkimiyetini elde etmeyi düşündü. Vezir-i âzam Pîrî Mehmed Paşayı bu işe memur ederek dedesi Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan ve babası tarafından genişletilen Tersâneyi 1515’te daha da büyüterek üstleri kapalı kızaklar inşâ ettirdi. Bu tersânede Kânûnî Sultan Süleyman Han 1527’de göz tâbir edilen kapalı kızakları iki yüze çıkararak, tersâne ihtiyaçları için lüzumlu ambar ve mahzenleri inşâ etmek sûretiyle, Haliç’te mükemmel bir imkân vücûda getirdi.
Gemi inşâsının Avrupa tekniklerine uygun olarak yapılması maksadıyla, Baron de Tott’un tavsiyesi üzerine Haliç’te Karaoğlu semtinde mühendislik eğitimi veren bir okul açıldı (1776). Avrupa’dan gemi inşaat mühendisleri getirildi.
1789 yılında Sultan Mahmûd Han tarafından Haliç Tersânesi tekrar genişletildi. Gemi boylarının büyümesi dolayısıyla kızaklarda tâmirat zor olduğundan kuru havuz yapma yönüne gidildi. Haliç Tersânesinin Azapkapı yönünde bir kuru havuz inşâ edildi. Daha sonra 1825 yılında boyu 85,34 m, genişliği 19,20 m ve çektiği su 7,31 m3 olan gemileri alabilecek ikinci bir taş havuz inşâ edilmiştir. 1857 yılında üçüncü havuza başlanmış fakat Sultan Abdülmecîd Hanın 1860’ta vefâtı üzerine inşaat durmuş, daha sonra Sultan Abdülazîz Han zamânında tekrar başlanmış 1869’da tamamlanmıştır. Bu taş havuz 115,82 m uzunluğunda, 21,94 m genişliğinde, 8,53 m3 su çeken gemileri havuzlamaya elverişli büyüklüktedir.
Sultan Mahmûd Han zamânında inşâ edilen taş havuz, 1874 yılında Sultan Abdülazîz Han tarafından büyütülmüş, böylece bu havuz 153,92 m boyunda, 19,20 m genişliğinde, 7,31 m3 su çeken gemileri havuzlamaya müsâit bir hâle gelmiştir. Tanzimat devrinde tersânenin Hasköy kısmına Vâlide Kızağı, Taşkızak ve Ağaçkızak inşâ edilmiştir ki, Taşkızak’ın inşaatı 1840’ta bitirilmiştir.
Haliç Tersânesinde bu havuzlar hâlen kullanılmakta olup, sâdece kapakları değiştirilmiştir. Ecdattan kalan bu eserler tamâmen Türk mühendis ve işçisinin emeğiyle yapılmıştır. Bugün özel teknikler kullanılarak yapılan havuz inşaatları düşünüldüğünde eskilerin, o günkü imkânlarla nasıl yapılabildiği hâlen tam olarak bilinmemektedir. O günlerden kalan bu taş havuzlardan başkaca hiçbir taş havuzumuz (Kuru havuz) yoktur. Pendik Tersânesinde 1969 senesinde büyük bir kuru havuz inşaatına başlanmışsa da sâdece hafriyatı yapılıp bırakılmıştır.
Öte yandan Yavuz Sultan Selim Han zamânında sınırlar Mısır’a kadar ulaşınca harekât ve lojistik destek kolaylıkları sağlamak maksadıyla Süveyş ve Mısır kaptanlığı adıyla bağımsız bir kaptanlık kurdular. Bu donanma 1532 yılında 80 parça olarak Mısır Beylerbeyi Süleyman Paşa zamânında kurulmuştu. Gemi ihtiyaçlarını karşılamak için de Süveyş Tersânesi tesis edilmişti. Bu donanmayla Hint ve Umman denizlerinde faaliyet gösteren Portekizlilerle mücâdele edildiği gibi, Hindistan taraflarındaki İslâm ülkelerine de yardım yapılmıştır.
Osmanlılar Macaristan’ı fethettikten sonra, Tuna Nehri üzerindeki Rusçuk şehrinde tersâne yaptılar. Burada hafif nehir gemileri yapılır ve onarılırdı. Ayrıca kışın gemiler, bu tersânede kışlarlardı. Yerleri bakımından önemli olan bu tersânelerin yanında Basra ve çevresini korumak için Birecik (Urfa)te küçük bir tersâne kuruldu. Hafif gemilerin yapıldığı bu tersânede 18. yüzyıl sonlarında Fırat’ta çalışmak için hafif bir filo (ince donanma) donatılmıştı. Büyük harp gemisi inşaasına müsâit Gemlik Tersânesiyse 19. yüzyıl sonuna kadar faaliyetini sürdürmüştür.
Diğer bir Osmanlı tersânesi de İzmit Tersânesidir. Eski şekli bilinmeyen bu tersânenin muhâfaza duvarları 1838 yılında Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından yapılmıştır. Bu tersânenin kapasitesi hakkında bir fikir edinilmesi için muhtelif senelerde inşâ edilmiş bâzı gemilerin vasıfları aşağıda verilmiştir.
Feyziye Kalyonu: 1836’da inşâ edilmiştir. Geminin boyu 60,35 m, genişliği 16,76 m ve çektiği su 7,01 m3tür.
Feyzi Rahman Firkateyni: (Firkateyn: Üç direkli, hem güvertesinde, hem ambarında otuzdan yetmişe kadar topu olan 1500 kadar mürettebatlı, yalnız yelkenle yürüyen ve yelken donanımı tam, ağır harp gemisi) 1828 yılında inşâ edilmiştir. Boyu 39,32 m, genişliği 10,67 m ve çektiği su 4,57 m3tür.
Hüdâvendigâr Firkateyni: 1860 yılında inşâ edilmiştir. Boyu 52,42 m, genişliği 31,1 m ve çekdiği su 6,40 m3tür.
Peyki Ticâret Gemisi: 1840 yılında inşâ edilmiştir. Boyu 36,58 m, genişliği 8,53 m, çekdiği su 1,83 m3tür.
Şadiye Kalyonu: 1857 yılında inşâ edilmiştir. Boyu 97,54 m, genişliği 17,68 m, çektiği su 8,38 m3 olup, makine beygir kuvveti 650’dir.
Bugün Türkiye’de gemi inşâ edebilecek kapasitede; Pendik Tersânesi, Camialtı Tersânesi, Gölcük Tersânesi, Taşkızak Tersânesi mevcuttur. Camialtı Tersânesiyle Taşkızak Tersânesi Osmanlılar zamânından kalma tersâneler olup, tezgah kapasiteleri yönünden geliştirilmiştir. Gölcük Tersânesi Komutanlığının kuruluşu 1926 senesine rastlar. Yavuz’un havuzlanması maksadıyla başlatılan onarım tesisleri 1942 senesinde makine fabrikası, döküm fabrikası ve tekne fabrikalarının inşaasıyla tersâne hâline dönmüştür. Tersânenin asıl gelişmesi 1947 senesinden sonra NATO yardımları çerçevesinde olmuştur. Bugün Gölcük Tersânesinde denizaltı, muhrip, fırkateyn, çıkarma araçları 30.000 dwt’luk sivil gemiler yapılabilmektedir. İstanbul Tuzla’daki Pendik Tersânesi Türkiye’nin en büyük tersânesi olup, 1980 senesinde tam faaliyete geçmiştir. Büyük tersâneler yanında küçük tâmir atelyeleri de faaliyetlerini sürdürmektedir.
Osmanlı Devletinin İstanbul’daki tersâneleri. Haliç veya Kasımpaşa Tersânesi de denir. Günümüzde de burada küçük bir tersâne vardır. Tersâne-i Hümâyun, Osmanlı Devletinin Akdenize hâkim olduğu birkaç asır dünyânın en büyük tersânesiydi. Kaptan-ı deryânın emrinde olan bu tersâne 17. yüzyılın ikinci yarısında 137 gemiyi birden tezgâha koyup hepsini birden kızaktan indirecek kadar teşkilâtlı ve mükemmeldi. Burada çeşitli milletlerden 30.000’den aşağı olmayacak şekilde esir çalıştırıldı. Başlı başına bir şehir hükmünde olan bu tersâne hiçbir disiplinsizliğe, idâresizliğe, kargaşaya meydan verilmeden emniyet içinde idâre edilirdi.
Bugün bu tersâneden kalan küçük bir alanda Haliç Tersânesi bulunmaktadır. Buradaki üç havuz da Osmanlı devrinden kalmıştır. Havuzların boyları 83-118-153 metre, genişlikleri 16-20 metredir. Derinlikleriyse 9.5-10.5-13.5 metredir.
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed Vehbî’dir. Hayyât Vehbî ve Terzi Baba diye meşhurdur. 1780 (H. 1195) senesinde doğdu. Osmanlı Müellifleri, Sefînet-ül-Evliyâ, Esmâ-ül-Müellifîn adlı eserlerde Erzurum’da, diğer bâzı eserlerdeyse, Erzincan’da doğduğu yazılıdır. 1847 (H.1264) senesinde Erzincan’da vefât etti.
Terzi Baba temel din bilgilerini tahsil ettikten sonra, anne ve babasının isteği üzerine bir sanat sâhibi olmak için terzilik öğrenmeye başladı. Terzi Baba diye meşhur olması buradan gelmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (rahmetullahi aleyh) halîfelerinden, Erzincanlı Şeyh Abdullah Mekkî Efendiyle görüştü ve ona talebe oldu. Terzi Baba’nın Şeyh Abdulah-ı Mekkî’ye talebe olması şöyle nakledilir:
Bir gün Erzincan’a seyyâh fakirlerden birisi geldi. Üzerindeki palto çok eski olduğu gibi, ele alınmayacak kadar kirliydi. Bu zât paltosunu tâmir ettirmek için şehirdeki terzileri tek tek gezdi. Fakat mürâcât ettiği bütün terziler elbisesini dikmedikleri gibi el sürmekten bile çekindiler. O fakir zâta alay yollu; “Şurada Terzi Baba var. Ona götür, o diker!” dediler. Zavallı fakir zât, Terzi Baba’yı buldu. İstediğini anlattı. Terzi Baba ona; “Paltonu bırak, inşâallah yarına hazırlarım.” dedi.
Terzi Baba paltoyu alıp, güzelce yıkadı, kuruttu ve dikti. Ertesi gün o fakire elbisesini teslim etti ve yaptıklarının karşılığında ücret de almadı. O fakir zât paltosunu temizlenmiş, dikilmiş görünce çok memnun oldu. Terzi Baba’ya Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetine kavuşması için kalben duâ etti.
O günlerde de Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, halîfelerindenAbdullah Mekkî Efendiyi Anadolu’ya göndermişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzurum’a uğramış, sonra Erzincan taraflarına yönelmişti. Erzincan’a yaklaşınca, yanındaki arkadaşlarına; “MevlânâHâlid’in (rahmetullahi aleyh) bize târif eylediği memleket, Allah bilir ya burasıdır. Burada bir zâtın bizde emâneti vardır.” demişti.
Abdullah Mekkî Efendi, Erzincan’ı şereflendirince, insanlar akın akın ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Terzi Baba da vardı. Abdullah Mekkî Efendi, ilk defâ gördüğü Terzi Baba içeri girince ayağa kalktı. Dâvet edip yanında yer verdi. Hiç kimseye yapmadığı iltifâtı ona yaptı; “Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden bizde bir emânet var. O emânete seni müstehak gördüm. Bu emânet sana çok menfaatler sağlar. Kabul edersen sana teslim edeyim.” dedi.
Terzi Baba da; “Siz bilirsiniz efendim, maddî menfaatse; dünyâ için kabul etmem.” cevâbını verdi.
Abdullah Mekkî Efendi bu cevâbı alınca; “Oğlum, sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet seni dünyâ sevgisinden kurtarmaktan başka bir şey değildi.” buyurarak, Terzi Baba’ya himmetle nazar edip, emâneti verdi. Bunun üzerine Terzi Baba’nın hâli derhal değişti. Mânevî feyzler deryâsına daldı. Abdullah-ı Mekkî ona icâzet verdi. Bu hâdiselerden sonra, Terzi Baba’nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifâde etmek için ona geldi. Zamanla, Terzi Baba’ya bağlanan talebelerin sayısı arttı. Bunu çekemeyenler, onun hakkında dedikoduya başladılar. “Ümmî bir câhilin başına bu kadar insan toplanmış” diyorlardı. Hattâ ilimden biraz nâsibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi, Terzi Baba’yı imtihân için dâvet etti. Maksadıysa, Terzi Baba sorulan suâllere cevap veremeyince, cehâletini anlayıp, insanları irşâd dâvâsından vazgeçmesini temin etmekti. Terzi Baba, müftî efendinin dâvetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplanmış olduğunu gördü. Müftî efendiye kendisini niçin dâvet ettiğini sorduğunda; “Biz seni imtihan için dâvet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Size bâzı suâller soracağız. Siz de cevap vereceksiniz.” dedi. Sonra sıfat-ı sübûtiyenin kaç tâne olduğunu ve daha başka suâlleri sordu.
Terzi Baba büyük bir hakîkati ortaya çıkarmak için; “Allahü teâlânın, bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tâne sıfât-ı subûtiyesi vardır. Bu beldeye göre, Allahü teâlânın subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semi’, Basar, İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvin. Bu şehre göre, Allahü teâlânın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatını inkâr etmektedirler. Eğer Allahü teâlânın Kudret sıfatına inansalardı. Allahü teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kâbiliyetini yaratmaya kâdirdir, derlerdi!” cevâbını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba’nın ilm-i ledünnîye sâhip, kâmil bir zât olduğuna kanâat getirip, af dilediler. Buna, gereken ikrâm ve hürmeti gösterdiler.
Terzi Baba, 1847 senesinde Erzincan’da vefât etti. Dergâhının bulunduğu yere defnedildi. Bugün burası Terzi Baba Mezarlığı diye anılmaktadır. Türbesi, mezarlığın ortasındadır.
Terzi Baba’nın yetiştirdiği talebeler arasında en meşhurları; Hâfız Rüşdü Efendi, Hacı Mustafa Fehmi, Leblebici Baba’dır. Terzi Baba, ilâhî aşkla dolu âdetâ ikinci bir Yûnus Emre’dir. Tasavvufun hakîkatlerine dâir, Miftâh-ul-Kenz isminde manzum eseri çok meşhurdur. Terzi Baba hakkında yazılan Şevkistan adlı eserde kerâmet ve hâlleri uzun anlatılmaktadır.
Terzi Baba’nın dünyâya hiç rağbeti yoktu. Âhirete meyli çok fazlaydı. Mesleğiyle meşgul olurken, ibâdeti terk etmez, nefsinin arzu ve isteklerini yapmama husûsunda âzamî gayret gösterirdi. Dükkânında dikiş dikerken, her iğneyi kumaşa geçirip çıkarışta dili ve kalbiyle Allahü teâlânın ism-i şerîfini söylerdi. Halîm selîm, mütevâzî bir zâttı. Kimsenin hâlini bilmesini istemezdi. Fakirleri çok sever ve bunu açıkça belli ederdi.
Miftâh-ül-Kenz’den bir bölüm:
Îmân
Hidâyettir bize îmân ezelden
Onu hıfzeyleye Allah kederden
Ne noksan olur îmân ne ziyâde
Edip ikrâr-ı tasdîk altı şeyde
Ve lâkin var za’îfiyle kavîsi
Olur tasdîke göre her birisi
Eğer tasdik olursa kalbde her ân
Kavî olur onun îmânı ey cân
Dahî doğru söyler dilde kelâmın,
Ona kim sorsa söyler ol merâmın
Yalan ile îmân cem’ olmaz aslâ
Birikmez ikisi bir kalbde kellâ
Hidâyettir kuluna evvel îmân
Onun hıfz olmasına eyle idmân
Dahi çok de salât ve selâmı
Habîbi üstüne olsun müdâmı
TERZİ KUŞU (Cisticola cisticola)
Alm. Europäischer Zistensänger (m), Fr. Cisticole d’Europe (m), İng. Fan-tailed warbler. Familyası: Öteğengiller (Sylviidae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Asya ve Afrika’nın ormanlık bölgelerinde. Özellikleri: Yaşadığı ağacın büyükçe bir yaprağının kenarlarını ot lifleriyle dikerek yuva yapar. Çeşitleri: “Sutoria sutoria” türü Hindistan’da, “C. cisticola” Avrupa’da boldur.
Öteğengiller âilesinden, yaprak kenarlarını bitkisel liflerle dikerek yuva yapmakla meşhur bir kuş. Boyu hemen hemen serçe kadardır. Büyük bir yaprağın kenarlarını yanyana getirerek, sivri ve uzun gagasının arasında tuttuğu ottan bir lifle ustalıkla dikerek kese şeklinde bir yuva yapar. Yuva yapım işi erkeğe âittir. Dişi yuvaya 5-6 yumurta bırakır. Yılda üç parti yavru çıkardıkları olur. Eşler yavrulara beraber bakar. Çoğunlukla sırtı ve kanatları siyah veya kahverengimsi, karnı sarı olur. Hindistan, Burma, bölgelerinde yaşayan türün kuyruğu uzuncadır.
Alm. Schneider (-in f) (m), und Schneider-ge-werbe, -handwerk n, -kunst (f), Fr. Tailleur (m), et métier (m), de tailleur, couture, İng. Tailor, dressmaker and tailoring, dressmaking. Deri, kumaş ve buna benzer şeylerden erkek veya kadın elbisesi biçip diken kimse. Günümüzde elbise dikenlere “terzi”, bu mesleğe de “terzilik” ismi verilmektedir.
Terzilik; târihi çok eskilere dayanan bir meslektir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm zamânından beri insanlar giyinme ihtiyaçlarını dokuma, deri ve buna benzer şeylerden elbiseler dikerek karşılıyorlardı. Daha sonraları kumaş dokuma sanatı gelişti. Dokunan bu kumaşları kesip biçme, dikip süsleme, insan vücûduna uydurma durumu ortaya çıktı. Bu işin ortaya çıkması, terziliğin ilk adımı oldu. Kur’ân-ı kerîmde ismi geçen, ilk defâ kalemle yazı yazan İdris aleyhisselâm, ok ve yay kullanmanın yanında terzilik mesleğini de insanlara öğretti. Bunun için İdris Peygambere (aleyhisselâm), terzilerin ve âlimlerin pîrî dendi. Yüz seksen kadar da şehir kurduğu rivâyet edilmektedir.
Bu işler zamanla gelişerek cemiyetin bir ihtiyacı hâline geldi. Çeşitli ustalık ve ince zevke dayanan bir meslek şekline döndü.
Terzilik mesleği; “biçki” ve “dikiş” denen iki ana kâideye dayanmaktadır. Terzilerin mesleklerinde yükselebilmesi ve iş yapabilmeleri için, bu iki kâideyi iyi bilmeleri lâzımdır. Ayrıca biçki işleriyle uğraşan erkek terzilere “makas” ismi de verilmektedir.
1. Biçki: Kesilip dikilecek kumaşların, onu giyecek kişilerin ölçülerine ve modellerine göre biçme işine denir.
2. Dikiş: Biçki kadar önemlidir. Kumaşlar biçildikten sonra, kesilen parçaların birbirine eklenmesi, onların birbirine uydurulması işidir. Dikiş kendi başına ihtisas isteyen bir sanattır. Terzilikteyse çok daha mühimdir.
Biçki ve dikişten sonra terzilik mesleğinin içinde bulunan prova etme işi de çok önemlidir. Prova; elbisenin henüz tamamlanmadan dikilen, kişinin vücûduna uygun olup olmadığını öğrenmek için yapılan denemedir, kontroldür. Dikişte ve biçkide bir hatâ varsa bu sırada düzeltilir.
İlk zamanlar erkek ve kadın elbiselerini aynı terziler dikerlerdi. Günümüzde genel olarak erkek ve bayan terzileri ayrıdır. Bâzı yerlerdeyse hem erkek ve hem kadın elbise dikimleriyle uğraşan erkek terziler de vardır.
Son yıllarda ise konfeksiyonculuk (hazır elbise sanâyii) çok geliştiğinden ısmarlama elbise diken terzilik mesleğine rağbet azalmıştır.
Alm. Gebetskette (f), Fr. Chapelet (m), İng. Prayer beads. Allahü teâlâyı kemal, üstünlük sıfatlarıyla sıfatlandırıp, O’na layık olmayan bütün noksan sıfatlardan uzak kılmayı ifâde eden bir zikir, hatırlama. Tesbih: Sübhânallah demektir. Tesbih bir ibâdettir. Dînimizde namazda, namazdan sonra ve diğer zamanlarda yapılan tesbihler vardır. Namaz içinde rükûda üç kere Sübhâne Rabbiyel-Azîm, secdede üç kere Sübhâne Rabbiyel-A’lâ demek, namazdan sonra Âyetel Kürsî okumak, otuz üç kere Sübhânallah, otuz üç kere Elhamdülillah, otuz üç kere Allahü ekber demek, tesbih çekmek olup, mühim sünnetlerdendir.
Allahü teâlâyı tesbih ederken şaşırmamak için namazlardan sonra ve diğer zamanlarda çekilen, çeşitli maddelerden yapılmış, ortasındaki delikten ipliğe dizilmiş, belirli şekilde doksan dokuz veya otuz üç tâne bu işe mahsus olan araca da tesbih denilmiştir.
Namazlardan sonra yapılan tesbihlerin, parmakla veya bir âletle yapılması bidat değil, Peygamberimizin takriri sünnetlerindendir. Çünkü Peygamber efendimiz; hanımlarından Safiye vâlidemize tesbihleri çekerken sayıyı şaşırmamak için çakıl tânelerini kullanmasını emretmiş; yine bir kadının tesbihleri çekirdek tâneleriyle saydığını gördüğü halde men etmemiştir. Tesbih çekerken sayıyı belli etmek için ipe düğüm atarak tesbih çeken sahâbîlerin olduğu bildirilmiştir.
İslâm âlimleri ve evliyânın büyükleri tesbihi kullanmışlardır. Evliyânın büyüklerinden olan Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sirruh, tesbih hakkında; “Beni Allahü teâlâya yaklaştıran bu nesneyi terk edemem” buyurarak ölüm döşeğinde dahi tesbihi elinden bırakmamıştır. Yine büyük âlim Abdülkâdir-i Geylânî; “Bâzı büyükler elinde tesbih olduğu hâlde uyur, uyandığı zaman onu yine çekilir hâlde görürmüş, dilini de hakkı zikreder bulurmuş.” buyurmuşlardır.
Tesbihin başlangıcı ve tesbih sanatı, Peygamberimizin tesbihle ilgili takriri sünnetine uyularak başlanmış ve zamanla gelişmiştir. Özellikle Osmanlılar döneminde tesbihçilik sanatı daha da gelişerek 19. yüzyılda doruk noktasına çıkmıştır. Türk el sanatları içinde çok kıymetli, şâheser nitelikte tesbihler yapılmıştır. Bugün Topkapı Sarayında, Osmanlılar zamânında yirmi dört cins ağaç, yüz elli kadar da taştan yapılmış çok kıymetli, hepsi birbirinden güzel tesbihler bulunmaktadır.
Dünyânın en güzel tesbihleri İstanbul’da yapılmıştır. Tesbihler yapılırken, özellikle yeşim, mercan, kehribar, zümrüt, yakut gibi kıymetli ve sert taşlardan yapılacak tesbih tânelerinin aynı şekil ve hacimde yapılması çok zahmetli ve mahâret isterdi. Mücevher taşlarının tıraş edilmesi, hattâ ondan daha zor işlenen bâzı tesbihlerin yapılması on sene kadar sürerdi. Yapılan bu tesbihler o zamanlar birkaç bin altın liraya satılırdı.
Güzel ve kıymetli olan tesbihler onları yapan ustaların isimleriyle anılırdı. Bu tesbihler tornada çekildiği için onları yapanlara “çeken” tâbir olunurdu. Tesbih çeken ustaların dükkânları daha çok Bâyezîd çevresindeydi. Bu sanatkârların meşhurlarından bâzıları şunlardır: Horoz lâkaplı Sâlih Usta, Tophâneli İsmet Usta, Hasan Usta, Nûri Usta gibi.
Ağaç tesbihlerin îmâl edilişinde seçilen ağaçlar, önce ince çubuklar hâline getirilir. Sonra bu çubuklar testereyle küçük küçük doğranır, bu parçalar uzun çalışmalardan sonra yuvarlanır, delikleri açılırdı. Taştan yapılan tesbihlerse elmas tozu ile çarkta aşındırılarak traş edilmek üzere işlenirdi.
Tesbihte başlıca şu kısımlar bulunur:
İmâme: Tesbih ipinin iki ucunun içinden geçirilip, tepesinde düğümlenen uzunca bir sap görünümünde olan, tesbihin başlangıç noktasını belli eden kısım.
Püskül: İmâmenin ucunda bulunan ipekten süslü kısım. Buna kamçı da denir.
Nişâne: Her otuz üç tânede bir, yassıca ve ortası delik kısım, buna durak da denir.
Sandal ağacı, öd ağacı gibi kokulu ağaçlardan ve amberden yapılan tesbihler güzel koku verir. Rengi, tatlı bir kırmızı olan mercan tesbihler çok kıymetlidir.
Tesbih, insanlara Allahü teâlâyı hatırlatan bir vâsıta olduğundan, örfümüze de girmiştir. Anadolu’da yaşayan örflerimizden biri de, ölen bir babanın tesbihi Kur’ân-ı kerîmi ve saati büyük oğula verilir. Büyük oğul babanın yerini tuttuğundan örfe sadık kalarak Kur’ân-ı kerîmi okur, tesbihi çeker. Böylece, âile yapısından gelen feyz ve bereket devam ederdi.
Kur’ân-ı kerîmde tesbihle ilgili birçok âyet-i kerîme vardır. Hadid sûresi 1. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Göklerde ve yerde ne varsa hep Allah’ı tesbih etmektedir.”; İsra sûresi 44. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar (insan, cin ve melekler) Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir varlık, yoktur ki, O’nu hamd ve tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız.” buyurulmaktadır.
Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kimse gece yatarken günde yüz defâ “Sübhanallahi vel hamdülillahi velâ ilahe illallahü vallahü ekber” derse, o kimse tesbih, tahmid ve tekbir eylemiş olur.” Bunu çok okumakla kusurlarının, günahlarının affedilmesini istemiş olur. Böylece günah ve sevaplarını düşünerek kendini muhâsebe yapar. Yine bir hadîs-i şerîfte; “Cenâb-ı Allahın dinde sevgili, dilde hafif, terâzide ağır olan iki şeyini bildiriyorum: “Sübhanallahi ve bihamdihi, sübhanallahil azîm.” Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Bir günde yüz defâ “Sübhanallahi ve bihamdihi” derse o kimsenin günahları deniz köpüğü kadar çok olsa (kul hakları hâriç) affolunur.” buyrulmuştur.