TEFLON

Alm. Teflon, Fr. Teflon, İng. Teflon. Isıya, kimyevî maddelere, neme, elektrik atlamasına, sürtünmeye dayanıklı bir polimerin ticârî adı. Teflonun monomerinin kimyevî ismi tetrafluoroetilen (TFE) olup, Du Pont firmasından başka diğer firmalar tarafından da değişik isimlerde üretilmektedir. 1944 yılında piyasaya sürüldü. Teflon, flor atomlarıyla doymuş uzun ve düz bir karbon zincirinden meydana gelmiş moleküler yapıya sâhiptir. Karbon ve fluor atomları arasındaki çok kuvvetli kimyevî bağlar sebebiyle, başka hiçbir polimerde bir arada bulunmayan üstün özelliklere sâhiptir. Teflon, -260°C ile +327°C arasındaki sıcaklıklara dayanıklıdır. Hiçbir maddeye yapışmaz, sürtünme katsayısı bütün katı cisimlerinkinden küçüktür. Elektrikî yalıtkanlığı her türlü şartta bütün yalıtkanlardan üstündür.

Tetrafluoroetilen eldesinde, hekzaklor etandan başlayarak, 1,2 diklor, 1-1, 2-2 tetrafluor etan elde edilir. Bu da çinko ile reaksiyona sokulursa tetrafluoretilen elde edilir. Tetrafluoretileni kloroformdan başlayarak da elde etmek mümkündür.

Elde edilen tetrafluoretilen yüksek sıcaklıkta peroksidin katalitik etkisiyle polimerize edilir.

nCF2= CF2Æ [-CF2-CF2-CF2-CF2-] n/2

Poli tetrafluoroetileni îmâl eden iki firmadan Du Pont bu maddeye teflon; Allied Chemical ise halon ticârî isimlerini vermişlerdir. Elde edilen polimer yapışkan olmadığı, ısıya ve mekanik baskılara dayanıklı olduğu için kullanma maksadına göre özel kalıplarda çok büyük basınçlar altında 300-400°C sıcaklık altında sentezlenmek sûretiyle kütükler hâline sokulur. Teflonun belli başlı özellikleri:

Özgül ağırlığı (gr/cm3): 2,1-2,2

Çekme mukâvemeti (kg/cm2): 140-380

Basma mukâvemeti (kg/cm2): 45-50

Eğilme modülü (kg/cm2): 3500-6300

Sürtünme katsayısı (dinamik): 0,06

Isı iletkenliği (cal/cm °C): 5,5-6,6x10-4

Çalışma sıcaklığı (°C): -260 +270

Dielektrik mukâvemeti (KV): 40-80 (0,1 mm)

Hacmî direnç (ohm-cm): 1018

Direnç (ohm): 1016

Kimyevî maddelere mukâvemeti: Mükemmel.

Erimiş veya çözünmüş hâldeki saf sodyum, saf potasyum gibi alkali metaller, fluor gazı, yüksek sıcaklık ve basınç altında teflona etki eder. Bunun dışında ultraviyole ışınlarına, ozon, nem, sıcaklık, tuz ve benzeri maddelere dayanıklılığıyla metal, plastik, ağaç, seramik gibi maddeler içinde kullanma özellikleri en iyi olan mükemmel bir maddedir. Pahalı olduğu için kullanma sahası dardır. Bununla berâber çeşitli sanâyi kollarında tercih edilmektedir.

En çok kullanıldığı yerler yüksek ısıya dayanıklı conta, keçe, bant, vana seti, salmastra, taşıyıcı band ve merdâneler, kimyevî maddelere dayanıklı boru, karıştırıcı, laboratuar cihazları, filitre, diyafram, elektrik gerilimlerine dayanıklı kablo yalıtkanı, izalatör, elektrikî âletlere gerekli muhtelif yalıtkan parçalar ve makina sanâyinde sürtünmeye dayanıklı yağsız yataklar ve burçlar, köprü ve binâlar için kayar yataklar, segmanlar ve yağ sıyırma siğilleri, pnömatik ve hidrolik parçalar yapımı sayılabilir. Teflonun metaller, plastikler ve diğer maddelerle mukâyese edilmeyecek ölçüde üstün vasıfları mevcuttur.

TEFSİR

Dînî ilimlerden biri. Tefsir lügatte, “örtülü ve kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek” demektir. Istılahta tefsir; beşer kudreti dâhilinde, Kur’ân-ı kerîm âyetlerindeki Allahü teâlânın murâdını bildiren ilimdir. Kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayıp, bildiren âlimlere müfessir denir. Buna göre tefsir ilminin mevzûu, konusu Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, sonsuz bilgiler, hükümler, hikmetler ve fazîletler menbaı, kaynağıdır. Allahü teâlâ onu insanların en yükseği olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma indirmiştir. Bu sebeple Kur’ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma (radıyallahü anhüm ecmaîn) açıklamışlardır.

Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, ana dili olarak Arabîyi bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, bâzı âyetleri anlayamaz, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) sorarlardı. Hazret-i Ömer bir yerden geçerken, Resûlullah’ın, Ebû Bekr-i Sıddîk’a (radıyallahü anh) bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları gördüler, fakat gelip dinlemeye çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i (radıyallahü anh) görünce; “Yâ Ömer! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim.” dediler. Çünkü, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem dâimâ; “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz.” buyururlardı.

Ömer radıyallahü anh; “Dün Ebû Bekr (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmden anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım.” dedi. Çünkü Ebû Bekr’in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer radıyallahü anh, o kadar yüksekti ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu.” buyurdu.

Böyle yüksek olduğu ve Arabî’yi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlayamadı. Ebû Bekr’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını, esrârını, gizli ve ince mânâlarını Resûlullah’a sorardı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin bildirilmesi îcâb eden tefsirini Eshâbına bildirdi. Böyle olduğunu İmâm-ı Süyûtî rahmetullahi aleyh söylemektedir. Onun için Kur’ân-ı kerîmin esas tefsiri bizzat Peygamber efendimizin açıklamaları, yâni hadîs-i şerîfleridir.

Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bu tefsîrleri öğrenen Eshâb-ı kirâm, müfessirlerin ilk tabakasını meydana getirir. Başta Hulefa-i râşidîn olmak üzere, İbn-i Mes’ûd, Übey bin Ka’b, Ebû Mûsel Eş’arî, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik ve Abdullah bin Abbâs radıyallahü anhüm ecmaîn, Kur’ân-ı kerîmin tefsiri husûsunda önde gelen sahabîlerdendir. Bilhassa Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâmın en âlimlerinden biri olarak tanınmıştır. Âyet-i kerîmelerle ilgili açıklamalarının pek yüksek olduğunu tefsir âlimleri bildirmiş, tefsirlerini bunlarla süslemişlerdir. Ancak ona âit tefsir kitabı yoktur. Yalnız tefsir âlimleri onun bu açıklamalarını tefsirlerinde nakletmişlerdir. Tefsir ilmindeki yüksekliğinden dolayı kendisine; Tercümân-ül-Kur’ân, Hibr-ül-Ümmet, Reîs-ül-Müfessirîn lakapları verilmiştir.

Eshâb-ı kirâm da, Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) öğrendikleri Kur’ân-ı kerîmin tefsirini, müfessirlerin ikinci tabakasını teşkil eden Tâbiînin büyüklerine öğrettiler. Mücâhid bin Cebr el-Mekkî (v.103/M.721), İkrime (v.105/M.723), Tâvus bin Keysân (v.106/M.724), Atâ bin Ebî Rebâh (v.114/M.732), Alkame bin Kays (v.102/M.720), Şa’bî (v.105/M.723), İbrâhim Nehâî (v.105/M.723), Dahhâk bin Müzâhim (v.105/M.723), Hasan-ı Basrî (v.121/M.738), Mâlik bin Enes (v.179/M.795) (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) Tâbiîn devri müfessirlerinin meşhûrlarındandır.

Tâbiînin büyükleri de, Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri bu tefsirleri, Tebe-i tâbiîne ulaştırdı Süfyan bin Uyeyne (v.198/M.813), Vekî’ bin Cerrâh (v.917/M. 812), İshak bin Râheveyh (v.233/M. 848), Ali bin Ebî Talha (v.143/M.760), Kâsım bin Sellâm (v.223/M. 837) (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) Tebe-i tâbiînin müfessirlerindendir. Bunlar da müfessirlerin üçüncü tabakasını meydana getirir. Bu tabakada bulunanlar tefsire dâir rivâyetleri derleyip toplamaya başladılar.

Kur’ân-ı kerîmin tefsirine dâir Peygamber efendimizden ve Sahâbe-i kirâmdan gelen rivâyetler böyle gönülden gönüle nakledilip fevkalâde bir tarzda zaptedildi. Nihâyet, ilimler kitaplara yazılmaya başlanınca, tefsir âlimleri de daha önce toplanıp kendilerine ulaşan bu rivâyetlerle Kur’ân-ı kerîmi tefsir ettiler.

Böyle rivâyetlerle yapılan tefsire rivâyet, me’sûr ve naklî tefsir denir. Rivâyet tefsirlerinden bâzıları şunlardır:

1. Câmi-ül-Beyân an Te’vîl-il-Kur’ân: Muhammed bin Cerîr et-Teberî (v.310/M.922).

2. Meâlim-üt-Tenzîl: Ebû Muhammed el-Hüseyn el-Begavî (v.516/M. 1122).

3. El-Muharrer-ül-Vecîz fî Tefsîr-il-Kitâb-il-Azîz: İbn-i Atiyye el-Endelusî. İbn-i Atiyye kendisinden önceki tefsirlerdeki rivâyetleri ve senedlerini tahkik ve tedkîke tâbi tuttu.

4. Câmi-ül-Ahkâm: Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kurtubî (v.671/M.1272). Kurtubî de, tefsîrinde İbn-i Atiyye’nin usûlünü tâkip etmiştir.

5. El-Cevâhir-ül-Hısân fî Tefsîr-il-Kur’ân: Abdurrahmân es-Se’âlebî (v.876/M.1471).

6. Ed-Dürr-ül-Mensûr fî Tefsîr-il-Me’sûr: Celâleddîn es-Süyûtî (v.911/M. 1505).

Rivâyet tefsirleri yanında dirâyet tefsirleri de yapıldı. İlk asırda îrâb, belâgat gibi lisan bilgileri Araplarda meleke hâlinde bulunduğundan, bunları anlatan bir kitaba ihtiyâç yoktu. Fakat zamanla fetihler sebebiyle hudutlar genişledi. Yabancı milletlerle irtibat netîcesinde, Arabî lisânın yanlış kullanılması ve bozulması durumu ortaya çıktı. Diğer taraftan Arap olmayanların Arabî’yi öğrenebilmeleri için bu lisânın gramerini bilmeleri îcâb ediyordu. Yine Kur’ân-ı kerîm Arabî olduğu için, lüzûm görüldükçe lisân bilgilerine göre îzâhına ihtiyâç duyuluyordu. Onun için Arabî lisânına dâir kitaplar yazıldı. Asıl tefsir olan Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen rivâyetler esas alınarak, Kur’ân-ı kerîmin lisân ve daha başka bilgilerle de açıklamaları yapıldı. Bu îzâhlara, açıklamalara tevîl denildi.

Tevillerin doğruluğu, nakle, yâni Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen tefsirlere uygunluğu ile anlaşılır. Tefsir kitaplarını yazan âlimler, tefsire uygun tevilleri de yine tefsir olarak kabul etmişlerdir. Tevil, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa tefsir değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Kur’ân’ı, kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir.” buyrulmuştur.

Bunun içindir ki, Kur’ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış tevil yapılarak, yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid’at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. Bunlar sırf akla güvenme, ona göre hareket etme yolu olan felsefenin de tesirinde kalarak akılla anlaşılamayacak olan âhiret hâllerini dahi akıllarıyle îzâha kalkıştılar. Böyle bozuk kimselerin tefsir diye yazdıkları kitaplar zararlı olup, okuyanların îtikâdlarını bozmaktadır.

Hâlbuki Ehl-i sünnet âlimleri nakli esas alıp, aklı onu îzâh etmekte yardımcı saydılar. Kur’ân-ı kerîmi bu esâsa bağlı olarak tefsir ettiler. Dînî hükümlerin bir çoğunu ictihâd ederek bu yolla elde ettiler. Bu îtibârla kelâm, fıkıh ve ahlâk kitapları da Kur’ân-ı kerîmin tefsiridir.

Dirâyet yoluyla yapılan tefsirlerden bâzıları şunlardır:

1. Mefâtîh-ül-Gayb: Fahreddîn Râzî (v.606/M. 1209). Bunda rivâyet ve dirâyet yolları birleştirilmiş, filozofların bozuk fikirleri reddolunmuştur. Tefsîr-i Kebîr diye de bilinen eserde; zaman zaman nahiv ve belâgatla ilgili meselelere girilmiştir.

2. Envâr-ût-Tenzîl ve Esrâr-ut-Te’vîl: Beydâvî (v.685/M.1288). Bu da Râzî Tefsîri’nin usûlünü tâkip etmiştir.

Buna Beydâvî Tefsîri de denir. En kıymetli tefsir kitaplarındandır. Yüze yakın şerh ve hâşiyesi yapılmıştır. Bunların en meşhuru Şeyhzâde Hâşiyesi’dir.

3. Medârik-ut-Tenzîl ve Hakâik-ut-Te’vîl: Nesefî (v.701/M.1301).

4. El-Celâleyn: El-Mahallî (v.684/M.1459) ve’s-Süyûtî (v.911/M.1505).

5. İrşâd-ül-Akl-is-Selîm ilâ Mezâyâ’l-Kitâb-il-Kerîm: Ebüssü’ûd (v.892/M.1574).

6. Tefsîr-i Mazharî: Hindistanda yetişen âlimlerin büyüklerinden Senâullah-ı Pâni-Pütî’nin yazdığı çok kıymetli bir tefsir kitabıdır. On büyük cilt hâlinde 1976 da Pakistan’da yeniden basılmıştır.

Bir de tasavvuf büyüklerinin yazmış oldukları te’vil kitapları vardır ki, bunlara İşârî tefsir denilmiştir. Bu te’viller onların sâf (temiz ve berrak) kalplerine gelen ilhamlar olup, Allahü teâlânın dilediği bilgiler olabilir, denilmiştir. Bunların sözleri vicdana bağlı şeylerdir. Bunlara inanmak vicdân sâhiplerinin vicdanlarına bırakılır, başkalarına senet olamaz. Yâni îmân olunacak şeyleri ispat etmezler ve amel ve ibâdetleri gösteremezler. Onların hâlini, onları tanıyanlar anlar ve onların yüksek derecelerine erişenler bilir. Muhyiddîn-i Arabî, Necmeddîn-i Kübrâ ve İsmâil Hakkı Bursevî’nin tefsirleri böyledir.

İslâm âlimlerinin böyle asırlar boyunca yazdıkları tefsirler her asra uygundur ve kâfidir. Kur’ân-ı kerîmin emirleri her asırdaki her insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka değildir. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak isteyen bir Müslüman, aradıklarını mevcut tefsirlerde bulur. Fakat bozuk kimseler kendi bozuk isteklerini, bu tefsirlerde bulamazlar. Herkesin kendi aklına ve asrın isteklerine göre tefsir yapması câiz değildir. Bu, aslı değiştirip bozmaya kalkışmaktır.

Tefsir âlimleri, ehil olmayan kimselerin çıkıp, Kur’ân-ı kerîm tefsiri diye kendi şahsî düşüncelerini söyleyip, yazmalarına mâni olmak için, müfessirde, yâni tefsir yapacak kimsede bâzı şartların bulunması lâzım geldiğini bildirdiler. Bunları, sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleriyle bilmek, on iki âlet ilmiyle bunların kolları olan yetmiş iki ilme vâkıf olmaktır. Bu sebeple tefsir yapacak kimsenin lügat, metn-i lügat, bedî, beyân, meânî, belâgat, kırâat, usûl-i din (kelâm), fıkıh, esbâb-ı nüzûl, nâsih ve mensûh, Usûl-i fıkıh, hadis, usûl-i tefsir ve ilm-i kalp (tasavvuf, ahlâk ilmi) gibi çeşitli ilimleri öğrenmek, sarf, nahiv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, zamânının fen bilgilerinde söz sâhibi olmak, âyet-i kerîmelerin zâhirî, zımnî, murâdî, iltizâmî mânâlarını ve her âyet-i kerîmenin, ne zaman, ne sebeple ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını hakkıyla bilmek lâzımdır. Ayrıca Ehl-i sünnet îtikâdında olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şeyin sevgisine yer verilmemesi ve ilm-i vehbîye, yâni Allah vergisi olan ilme sâhip olması lâzımdır. Ancak böyle bir âlim, Kur’ân-ı kerîmi tefsir edip, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın ilâhî murâdını anlayabilir. Böyle olmayanların Kur’ân-ı kerîmden mânâ çıkarmaya kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitabı okumasına ve kimyâ deneyleri yapmaya kalkışmasına benzer. Böyle nice zavallıların, deneylerde kurban gittiği çok duyulmuştur.

Müfessirler (rahmetullahi aleyhim), Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” buyurduğu büyük âlimlerdir. Tefsirlerini bu yüksek mertebenin sâhipleri olarak, büyük bir din gayreti ve hassâsiyeti içerisinde yazdılar. Böyle olduğu hâlde o büyüklerin tefsirleri hakkında; “Eski tefsirler İsrâiliyyâtla doludur.” denilerek lekelenmektedir. İsrâiliyyât, ya ehl-i kitâbın bizzat ağzından, yâhut onların ele geçen kitaplarından nakledilen rivâyetlerdir. İslâmiyetin ilk zamanlarında, fitne ve fesâda sebep olur endişesiyle, İsrâiloğullarına âit haberlerin nakil ve kitaplarının mütâlaa edilmesi men olunmuştu. Sonradan dînî akîdeler, şer’î (dînî) hükümler iyice yerleşince o mahzûr kalkmış Benî İsrâil’e âit hâdiselerin nakli mübah kılınmış, izin verilmiştir. Bu da ibret alınabilecek kıssalara dâirdir. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakliyse câiz değildir. Tefsir ilminde müctehîd mertebesine yükselen müfessirler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermişseler bunu câiz olduğu için yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Bununla berâber, onlar bu işi yapmakla Benî İsrâil’e (İsrâil oğullarına) âit haberlerden nelerin nasıl alınabileceğine dâir de kendilerinden sonrakilere güzel bir nümûne ve ölçü vermiş olduklarını da dikkate almak lâzımdır. Bu sebeple, İsrâiliyyât bulunduğunu söyleyerek, bu mevzûları bilmiyenler nazarında bu tefsirlerin ve sâhiplerinin kıymetini düşürmek gâyet hatâlı bir iştir.

Bu tefsirler hakkında söylenen diğer bir husus da, onlarda mevdû’ hadis bulunduğudur. Mevdû’ kelimesinin lügat mânâsı “uydurma” demektir. Fakat ıstılahta, yâni hadis usûlü ilminde başka mânâda kullanılır. Hadis usûlü ilminde müctehid olan bir âlimin bir hadisin mevdû’ olduğunu söylemesi; “Bir hadisin sahîh olması için lüzumlu gördüğüm şartlara göre mevdû’dur, yâni hadîs-i şerîf denilen bu sözün hadis olması bence anlaşılmamıştır.” demektir. Yoksa Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sözü değildir, demek istemez. Bu âlime göre hadis olmaması, hakîkatte hadis olmadığını göstermez. Bilakis hadîs usûlü ilminde müctehîd olan başka bir âlim de bir hadisin sahîh olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, “Hadistir, mevdû’ değildir.” diyebilir. O hâlde bâzı kimselerin; “Bâzı tefsirlerin hadisleri mevdû’dur (hadîs-i şerîf değildir).” demesiyle, o hadîs-i şerîfler mevdû’ olmaz. Bu sebeple Beydâvî gibi kıymetli tefsirlerde mevdû’ hadis var demek, onların kıymetini aslâ düşürmez. Böyle sözlerin ilmî bir kıymeti de yoktur.

İslâm âlimlerinin yazdıkları bu tefsirler asırlar boyunca Müslümanlar tarafından kabul görüp okutulmuş ve zamânımıza kadar gelmiştir.

Tefsir kitaplarını okuyup anlayabilmek için de senelerce durmadan çalışıp yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek lâzımdır. Yalnız Arapça bilmekle tefsir kitapları anlaşılmaz. Bu ilmi iyi bilen âlimler, Türkçe tefsir kitapları da yazmışlardır. Mevâkib, Tibyân ve Ebülleys tefsirleri bunların en kıymetlilerindendir. Kur’ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhî tercüme yoluyla ifâde edilemeyeceği için, bu kitaplar tefsir tarzında yazılmışlardır. Kur’ân-ı kerîmin bütün husûsiyetleriyle aynen tercümesi mümkün değildir (Bkz. Kur’ân-ı kerîm). Fakat tefsîrlerin ışığı altında meal, îzâh açıklama tarzında tercümesi yapılabilir.

Fakat bu tercümelerden din öğrenilmez. Hattâ, âyet-i kerîmelerin mânâları tam anlaşılmadığı için, bunlar zararlı da olabilir. Kur’ân-ı kerîmin tefsirinden her Müslümanın bilmesi lâzım olanlarını, kelâm, fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri bildirmişler, bunları kitaplarına yazmışlardır. Bu sebeple, kelâm (akâid), fıkıh ve tasavvuf kitapları da birer tefsir kitabıdır. Din, bunlardan öğrenilir. Ayrıca bu kitaplardan fazla teferruata girmeden îtikad (îman) ibâdet, amel (diğer yapılacak işler) ve ahlâka dair kitaplarda yazılmıştır ki, bunlara ilmihâl kitapları denir. Bu kitaplarda, âlim-câhil her Müslümanın bilmesi lâzım gelen bilgiler olan, zarûrât-ı dîniyye anlatılır. Her Müslümanın bu bilgileri bilmesi farzdır, lâzımdır. Ehil olmadan, din bilgilerini doğrudan Kur’ân-ı kerîmden, tefsir kitaplarından ve meâllerden öğrenmeye çalışmak yanlış olup, insanın dalâlete, bozuk yollara düşmesine, îtikâdının ve îmânının sarsılmasına sebep olur.

TEHECCÜD NAMAZI

Uykuyu terk ederek kılınan gece namazı. Nâfile bir namaz olan teheccüd gecenin üçte ikisi geçtikten sonra imsak vaktinden önce kılınır. İki ile on iki rekat arasında değişir. İki rekatte bir selâm vermek iyidir. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) teheccüd namazı farz kılınmıştır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz olarak gece uykudan kalk da Kur’ân-ı kerîm ile teheccüd (namazı) kıl. (İsrâ sûresi: 79)

Peygamber efendimiz muhârebelerde bile teheccüd namazı kılardı. Teheccüd namazı diğer Müslümanlar için sünnet olup, çok sevaptır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Teheccüd namazına devâm ediniz. Zîrâ sizden önceki sâlihlerin kıldığı bir namazdır ve sizi rabbinize yaklaştırıcıdır ve günâhların affedilmesine, bağışlanmasına ve nefsi günâhtan alıkoymaya sebep olur.

Kazâ namazları olan, teheccüd zamânında kazâ namazı kılındığında hem kazâ borcunu ödemiş olur, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek (sığınmak), yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını hatırlamak, kıyâmetteki azapları düşünüp korkmak günâhların affına sebep olup çok sevaptır.

TEKÂLÎF-İ ÖRFİYYE

devletin dâimî ve fevkalâde giderleri için hükümdârın irâdesiyle toplanan vergiler. Örfî vergilerden maksat, şer’î olmayan vergiler demek değildir. Çünkü şer’î ölçülere aykırı olmayan vergiler de İslâm hukûkunun şumûlüne girer. İslâmiyet, devlet başkanına lüzûmunda vergi koyma selâhiyeti de vermiştir. Halkın imkânları nispetinde alınan tekâlîf-i örfiye iki kısımda mütâlaa edilir:

1. Tekâlîf-i dîvâniyye: Harp ve âniden ortaya çıkan, büyük masraflar isteyen kamu hizmetlerini îfâ edebilmek için konan vergilerdir. Avârız-ı dîvâniye veya sâdece avârız da denir.

Başlangıçta savaş masraflarını karşılamak için konan bu vergiler, 17. yüzyıl sonlarından îtibâren normal vergiler hâline gelmiştir. Avârız vergileri bütçe gelirlerinin % 10-20’sini teşkil ediyordu. Tekâlif-i dîvâniye; Sûriye, Bağdat, Girit ve Yemen gibi eyâletlerin dışındaki eyâletlerin halkından alınırdı. Her sene vâli, voyvoda ve kâdılar vâsıtasıyla, senede iki taksitle alınmak üzere tevzî defterleri tanzim edilirdi. Bu defterler şer’iyye sicilleri arasında saklanırdı. Avârız gelirleri, mâliye teşkilâtının mevkufât kalemi tarafından teftiş edilirdi. Avârız vergisi alınan kimseler köyde toprağa, şehirde ise dâimî bir işe sâhiptiler. Asker, din ve devlete faydalı mâlî ve bedenî hizmetlerde bulunanlarla, çalışamayacak durumda olanlar avârız vergilerinden muaf idiler.

Avârız vergisi çok çeşitli olup, bâzıları şunlardır:

a) İmdâdiyye-i seferiyye: Harp sırasında hazînenin (beytülmâlın) durumu müsâit olmadığı zaman, orduya maddî destek için halktan alınan vergidir. Miktârı fermanla bildirilirdi. Tanzimatla birlikte normal vergiye çevrilmiştir.

b) İmdâdiyye-i hadâriyye: İhtiyat sebebiyle sulh zamanlarında alınan vergi olup, Rûz-ı hızır ve Rûz-ı kâsım olmak üzere iki taksitte alınırdı.

c) İânei cihâdiyye: Muhârebe sırasında geçici olarak toplanıp, İmdâdiye-i seferiyeden farklı olarak doğrudan merkeze gönderilir, kazâ ve sancaklara merkezden dağıtılırdı.

d) Nüzûl bedeli: Çoğunlukla ülkenin savaş alanına yakın veya ordunun geçeceği yol üzerindeki konaklara komşu bölgeler için aynî; bu bölgeler dışındaki yerler için ise nakdî bir mükellefiyetti. 1683’ten sonra ağır savaş şartları sebebiyle devamlı toplanan bir vergi hâline gelmiştir.

e) Sürsat bedeli: Reâyânın, ihtiyâç hâlinde, askerî birliklere; yem, yiyecek maddesi ve yakacağın tespit edilen fiyat üzerinden satılmasıdır. Arpa, saman, un, koyun, et, yağ, bal ve odun bu şekilde bedeli tespit edilen maddeler arasındadır. Sürsat, hukûkî bakımdan sözleşmeye dayanan bir mükellefiyetti. Sürsat bedeli zaman zaman toplanırdı. 1683’ten sonra ağır savaş şartları sebebiyle nakden toplanmasına karar verildi.

f) İştirâ (satın alma) bedeli: Devlet, ordu için gerekli zahîreyi nüzûl ve sürsat yoluyla temin edemeyince, bu açığı zahîre satın alma yoluyla kapatmaya çalışırdı. Her kazânın iştirâ yoluyla teslim edeceği, zahîrenin miktârı, önceden kazâlara bildirilir, bu sûretle bir mükellefiyet hâlini alırdı. İştirada fiyat piyasa fiyatı olup, halk bu fiyattan devletin istediği kadar zahîre ve erzağı satmakla yükümlüydü.

g) Diğer avârız vergileri: Ayrı ayrı isimlerle sayıları, yüze kadar ulaşır. Boğazlardan geçen gemilerden alınan izn-i sefîne, konak masrafı, kürekçi bedeli, muâfiyet bedeli, kereste bedeli, yol resmi bunlardan bâzılarıdır. Dîne uygun olmayarak alınan bâzı avârız vergileri için zaman zaman bu husûsu belirten fermanlar gönderilirdi.

2. Rüsûm-ı örfiyye (örfî vergiler): Devletin idârî hüküm mercîlerinin (organlarının) îfâ ettikleri, icrâ ve hüküm vazîfeleri karşılığında halktan aldıkları vergilerdir. İcrâ (yürütme) ve hüküm (yargı) mercîleri olan beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı, sipâhî ve kâdılara ehl-i örf denirdi. Rüsûm-ı örfiye, umûmiyetle hizmetleri karşılığı bunlara verilirdi. Ancak istisnâî olarak bu vergileri tamâmen tımar sâhibinin alacağı kabul edilebilirdi. Bu çeşit tımarlara serbest tımarlar denir.

Rüsûm-ı örfiyenin bâzıları şunlardır:

a) Bâd-ı hevâ: Kânunnâmelerdeki târifi şöyledir: Tapu tahrir defterlerinde kaydolunan resm-i arûs, resm-i cürm-i cinâyet, çiftlik tapusu, ev tapusu ve bir tımar arâzisine hâriçten gelip kışlayanlardan alınan tütün resmidir.

Resm-i arûs: Gerdek resmi de denir ve düğünlerde alınırdı.

Resm-i cürm-i cinâyet: Buna cerîme de denir. Örf ehlinin tımar içindeki cezâları infazına karşılık aldıkları resimlerdir. Miktârı cürüm ve cinâyete göre değişirdi.

Çiftlik tapusu: Resmî tapudur. Timar arâzilerinde ev yapanlardan alınır.

b) Diğer rüsûm-i örfiyye: Bâzıları şunlardır: Şehir ve kasabalarda kesilen koyun ve keçilerden alınan kasaphâne, kellehâne, paçahâne, kelle, ayak, ciğer parası ve benzeri resimler, otlatılan, yaylanan ve kışlaklayan davarlardan alınan ağıl, çit, otlak, yaylak ve kışlak resimlerini muhtesiplerin belediye hizmetleri karşılığında aldıkları ihtisâp resmi vs. dir. kısaca, ehl-i örfün hizmetlerine karşılık, reâyânın (halkın) vereceği bedel hâline getirilmiş ve buna, rüsûm-ı örfiye denmiştir.

TEKEOĞULLARI BEYLİĞİ

1321-1423 yılları arasında merkezi Antalya olan Teke-elinde, Hamidoğulları beyliğinin bir kolu olarak hüküm süren bir Türkmen hânedanı. Hamidoğlu Dündar Beyin Antalya’yı fethettikten sonra idâresini Yunus Beye bırakmasıyla Tekeoğulları Beyliği kurulmuş oldu (1321). Saltanatı çok kısa süren Yunus Bey döneminde Anadolu’da Moğol vâlilerinin nüfuzları devam ediyordu. Bu sebeple Yunus Bey, saltanatını onlara bağlı olarak devam ettirdi.

Yunuz Beyin ölümü üzerine yerine oğlu Mahmûd Bey geçti. Mahmûd Bey, kardeşi Sinânüddîn Hızır Beyle Korkudeli emiriydi. Bu dönemde Anadolu beylikleri arasında İlhanlılara karşı genel bir hoşnutsuzluk vardı. Bu sebeple 1324’te İlhanlıların Anadolu umûmî vâlisi Timurtaş, Hamidoğlu Dündar Beyin üzerine yürüyerek onu Antalya’ya kaçırdı. Ancak Timurtaş’ın düşmanlığını üzerine çekmek istemeyen Mahmûd Bey, amcasını İlhanlı vâlisine teslim ederek ölümüne sebep oldu. Daha sonra İlhanlı genel vâlisi Timurtaş’ın görevinden alınmasıyla, onunla birlikte Mısır’a kaçan Mahmûd Bey orada hapse atıldı (1327). Bu durum üzerine Korkudeli Emîri Sinânüddîn Hızır Bey, kardeşi Mahmûd Beyin yerine geçti.

Hızır Bey ve ondan sonra tahta çıkan Dadı Bey devri hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Dadı Beyden sonra tahta çıkan ve Zincirkıran lakabıyla tanınan oğlu Mübârizüddîn Mehmed Bey döneminde Kıbrıs Kralı Pierre de Lusignan-I, 114 parçadan müteşekkil kuvvetli bir filoyla gelerek Antalya şehrini işgal etti (24 Ağustos 1361). Bundan sonra Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey ve Alaiye Beyiyle ittifak eden Mehmed Bey Kıbrıslılarla amansız bir mücâdeleye girişti. Daha sonra Memluk sultanlığından da yardımlar alan Mehmed Bey 1373’te çok şiddetli geçen bir savaştan sonra kaleyi almaya muvaffak oldu. Mehmed Bey, Antalya’yı zaptetmenin şükrânesi olarak Selçuklulardan Sultan Alâeddîn Keykubat’ın yaptırmış olduğu Yivli Minâreli Câmiyi yeniden tâmir ve ihyâ ettirdi. Mübârizüddîn Mehmed Beyin ölümünden sonra yerine oğlu Osman Çelebi geçti. Bu beyin zamânında Osmanlı Sultanı Yıldırım Bâyezîd Han, 1390’da zaptettiği Antalya’yı bütün Teke-eliyle berâber oğlu Îsâ Çelebi’ye sancak olarak verdi.

Ankara Meydan Muhârebesinden (1402) sonra Antalya hâricinde beyliğinin bütün topraklarını ele geçiren Osman Bey Korkudeli’ni merkez olarak seçti. 1423’te Osmanlı tahtındaki saltanat değişikliğinden istifâdeyle Karamanoğlu İkinci Mehmed Beyle ittifak ederek Antalya’yı almak istedi. Ancak bu ittifakı haber alan Osmanlıların Teke-Karahisarı’ndaki subaşısı Firuz Bey, oğlu Hamza Bey, Korkudeli’ne âni bir baskın yaparak Osman Beyi öldürdü.

Osman Çelebi’nin ölümüyle, Tekeoğulları Beyliği sona erdi ve arâzileri bütünüyle Osmanlılar eline geçti. Sultan İkinci Murâd, Hamza Beye Anadolu Beylerbeyliğiyle birlikte Teke-eli Sancağını mükâfat olarak verdi.

Tekeoğulları Beyliğinin arâzisi küçükse de Antalya limanı gibi önemli bir ticâret merkezine sâhipti. Bilhassa 19. asrın ilk yarısında, Göller Bölgesinin halı, kilim, astarlık dokuma ve pamuklu gibi eşyâları buradan ihraç edilmekte ve bundan Tekeoğulları büyük gelir sağlamaktaydı. Şehâbeddîn el-Ömerî, 1332’de Hızır Beyin 8000 atlı askerle 12 şehir ve 25 kaleye sâhip bulunduğunu yazmaktadır. Bunun yanısıra Tekeoğullarının mevkileri îtibâriyle küçük çapta bir donanmaya sâhip oldukları tahmin olunmaktaysa da faaliyetleri hakkında bir bilgi yoktur.

TEKERLEK

Alm. Rad (n), Scheibe (f), Fr. Raue (f), disque (m), İng. Wheel, round disk. Bir eksen etrâfında dönen bir disk veya dâirevî bir çatı vâsıtasıyla dönme hareketi yapabilen mekanik bir düzen. Tekerlekle elde edilen dönme hareketi makinanın temelidir. Öyle ki makinalaşmış medeniyetin onsuz gelişebilmesi düşünülemezdi. Tekerleğin keşfi çok eski zamanlara uzandığından zaman içinde sayısız kullanma alanı ortaya çıktı. Önce kara taşımacılığında yeni bir devir açtı. Sonraları bir seri değişikliklerle işçiliği azaltmak, verimi arttırmak, taşıma hayvanının ve insanın sınırlı kas gücü kapasitelerine destek olan güç kaynaklarının yerini almak üzere makinalar geliştirildi.

Tekerlek prensibinden geliştirilen sâdece birkaç düzeni zikretmek bile tekerleğin yol açtığı gelişmenin, boyutları hakkında bir fikir verir. Dönen miller, makara ve kasnaklar, dişliler, volanlar ve diğer düzenler, türbinler, içten yanmalı motorlar ve elektrik motorları gibi karmaşık düzenler, sıkça kullanılan tekerlek prensibinden geliştirilmiş mekanizmalardan sâdece bir kısmıdır. Bunlardan bâzısı vinç ve dâirevî testerelerde olduğu gibi gücün doğrudan çalışma noktasına uygulanmasını sağlar. Diğerleri, tabiî güç kaynaklarını yeldeğirmeni ve dinamoda olduğu gibi aktarılabilen şekillere dönüştürür.

Tekerleğin çalışması sonsuz sayıda kaldıraç gibi düşünülerek açıklanabilir. Meselâ at arabası tekerleğinde yere değen çember dayanak noktası olmak üzere her parmak bir kaldıraçtır. Lokomotifteki tekerlekteyse dingil dayanak noktası olmak üzere yarıçapın ortasında bir yere bağlanan kol, gücü tekerlek çemberine aktarır. Dingilin sâbit olması hâlindeyse tekerlek çemberine uygulanan kuvvet, bağlanan kolu hareket ettirir. Çeşitli dişli takımları, gücü ve hızı yarıçap uzunluklarıyla orantılı olarak değiştirir. Tekerlek, yükü ileriye çektiği gibi sürüklenen bir cismin aksine sürtünmeyi de azaltır. Böylece at veya insan, sırtında taşıyabileceğinden çok fazlasını çekebilir.

Tekerlek hakkında ilk bilgi, mîlâttan 3500 yıl önce Sümerlerin kullandığı iki tekerlekli araba olarak belirlenmiştir. Diğer bütün keşifler gibi tekerleğin keşfinde de daha önceden bilinen düzenlerin rolü olmuştur. 2000 yıl süreyle büyük ağırlıkların taşınması için yuvarlak cisimler kullanılmış, yükler hayvanlar tarafından sürüklenen ağaç gövdeleri ve kızaklar üzerinde nakledilmiştir. Bu tip kızaklar altındaki gövdelerin kılavuzlarla gönderilmesi taşımayı büyük ölçüde geliştirmiş daha sonra kılavuzların karşılaştığı güçlükleri kaldırmak için gövdenin ortası inceltilmiştir. Böylece gövdenin iki tarafında ilk tekerlekler elde edilmiştir. Nihâyet sâbit dingillere takılıp serbestçe dönebilen tekerlek tipine ulaşılmıştır. Arkeolojik bilgilere göre tekerleğin menşeinin Yakın Doğu olduğu anlaşılmaktadır. Tekerlekli araçlar Sümerlerde M.Ö. 3500, Asurlularda M.Ö. 3000, İndüs Vâdisinde M.Ö. 2500, Orta ve Kuzey Avrupa’da M.Ö. 1000 ve İngiltere’de M.Ö. 500 yıllarında bilinmekteydi. Bu sıra, tekerleğin tek bir menşe’den yavaş yavaş Eski Dünyâ’ya yayıldığını göstermektedir.

İlk tekerlekli araçların birçok mahzurlu yanları olduğundan sınırlı kullanma alanları vardı. Dört tekerlekli araba da hemen iki tekerlekli kadar eskidir. Bunlara hareketli bir ön dingil takılana kadar bütün gövde kaldırılmak sûretiyle yönlendiriliyorlardı. Ayrıca kullanılan öküz veya eşeklerle hız çok azdı. Ancak M.Ö. 2000 yıllarından sonra daha süratli olan atın, Asya steplerinden Mezopotamya’ya gelmesinden sonra iki tekerlekli araba bir savaş aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Tekerleğin bir makinaya ilk uygulaması değirmen taşının akan bir suya karşı konulmuş su dolabıyla döndürülmesidir. Bu düzen Yakın Doğudan M.Ö. 1. yüzyılda yayılmış çok geçmeden basit dişliler ilâve edilerek ilk un değirmenleri yapılmıştır. Bundan sonra tekerleğin kullanıldığı yerler gittikçe genişlemiş, su dolabıyla işleyen mekanik çekiçler, mâden öğütme değirmenleri ve dirsekli millerle körükler ve yel değirmenleri geliştirilmiştir.

Dişli çarkların bulunmasından sonra saat mekanizması gibi daha karmaşık sistemler yapıldı. Zamanla bu hususta büyük gelişmeler oldu.

TEKERLEME

Alm. Wortsbpiel (n), Kalauer (m), Fr. Calembour (m); repartie, réplique (f), İng.Jingle; pun. Söz, kelime ve ses benzerliğinden faydalanılarak söylenen, kısa, hoş cümlecikler. Bâzı yörelerde halk âşıklarının karşılıklı atışmaları, verilen bâzı hazır cevaplar da tekerleme şeklindedir. Tekerlemeler; söz cambazlığı ve hayâl mahsulü oldukları için yarı anlamlı veya anlamsız olabilirler. Genellikle masalların başlarında, çocuk oyunlarının aralarında birbirine benzer kelimelerden yapılırlar. “Bir varmış, iki yokmuş... evvel zaman içinde kalbur saman içinde... vs.” gibi.

Halk Edebiyatı diye isimlendirilen karagöz, ortaoyunu ve meddah hikâyelerinde, çeşitli törenlerde, Kandillerle Ramazan ayının son günlerinde de güzel ve hoş tekerlemeler söylenir. Söyleyenlere dinliyenler tarafından bahşişler verilir.

Tekerlemelerin bilinen çeşitleri şöyle sıralanabilir:

1. Oyun tekerlemeleri: Bunlar genellikle çocuk oyunları arasında yer almaktadır. Oyun kurulurken veya oyunu idâre edecek kişi seçilirken tekerlemeler söylenir. Tekerlemenin son kelimesine isâbet eden şahıs ebe veya oyun idârecisi olur. Buna ayıklama ve gösterme metodu da denmektedir. “Karga karga gak dedi, çık şu dala bak dedi... Hacı anne kına ezer, ben bilirim kimi sever... Sepet çardakta, gümüş yüzük parmakta...” gibi tekerlemeler oyun tekerlemelerinin bâzılarıdır.

2. Masal tekerlemeleri: Halk masallarında, gerçekçi veya olağanüstü masallarda masalcı; anlatacağı olaya başlamadan önce akla mantığa sığmaz, karmakarışık, birbirine çapraz, şaşırtıcı, ilgi çekici giriş cümleleriyle hâdiseyi kendi başından geçmiş gibi anlatmaya çalışır. Bunlar vezin ve kâfiye kâidelerine uyarak, şiir ve nesir karışımı olarak söylenir: “Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, ne yapalım dost arkadaş hatırı...” misâllerinde olduğu gibi.

3. Söylemesi insanlara zor gelen tekerlemeler: Bunlar insanlar arasında söylenmesi maharet isteyen tekerlemelerdir: “Kapı gıcırdatıcılardan mısın? Yoksa kıvılcım sıçratıcılardan mısın? Keşkekçi keşkeği kepçelemiş mi, kepçelememiş mi?” gibi tekerlemeler çok yaygındır.

TEKFUR

Alm. Byzantinischer Prinz (m), Fr. Pirince (m), byzantin. İng. Christian princelet. Bizanslıların müstakil vâlilerine ve Anadolu’nun bâzı Hıristiyan beylerine verilen ünvan. Bizans İmparatorluğunda merkez dışındaki şehirlerin müstakil vâlilerine Tekfur denirdi. Bunların idârî ve askerî vazifeleri vardı. Türkiye Selçukluları ve Osmanlı Devletinin ilk zamanlarında Tekfurlarla çok sıkı münâsebet kuruldu. Tekfurlar Türk akınlarından korunup, istiklâllerini muhâfaza etmek için Türklere çok miktarda vergi verirlerdi.

Tekfurların bâzıları durumlarını muhâfaza edebilmek için Türk kumandan ve beyleriyle akrabâ olma yollarına başvururlardı. Bu sebepten ekserisi kızlarını Türk kumandan veya oğullarına gelin verirlerdi. Bu tekfurların içinden Müslüman olanlar da oldu. Bunlardan Harmankaya Tekfuru Köse Mihal en meşhurudur. Osmanlı Devletine ve İslâmiyete hizmetlerde bulundu. (Bkz. Köse Mihal)

Bizans İmparatorluğu yıkılınca tekfurluk da tamâmen târihe karıştı.

TEKİR BALIĞI (Mullus surmuletus)

Alm. Schwarzgrau (Katze), Streifenbarbe (f), Fr. Tigre, Rouget, İng. Redmullet, Tabby, Striped goatfish. Familyası: Barbunyagiller (Mullidae). Yaşadığı yerler: Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Karadeniz’de. Özellikleri: Kırmızımtrak renkli, küçük pullu, bıyıklı bir balık. 15-26 cm boyundadır. Barbunyaya çok benzer. Eti lezzetlidir. Çeşitleri: Denizlerimizde tek türü vardır.

Dünyânın tropikal ve ılık denizlerinde yaşayan barbunyaya benzeyen bir balık. Barbunyadan daha yassı ve küçüktür. Denizlerimizdekiler 15 cm’yi geçmez. İrilerine balıkçılarımız çuka adını verirler. Atlantikte 25 cm, hatta 60 cm’ye kadar ulaşanlarına rastlanır. Çenesinde iki adet bıyık olduğundan “tekir” adıyla anılır. Eti lezzetli bir balıktır. Tanımayanlara “barbunya” diye satıldığı olur. Barbunyanın eti daha lezzetlidir. Çoğu parlak kırmızıdır. Diğerleri siyah, sarı lekeli ve çizgilidirler. Bıyıklarıyla kumları karıştırarak yiyecek araştırırlar. Deniz solucanları, karides ve yumuşakçalarla beslenirler. Dili bulunmaz. Çoğunlukla sürüler hâlinde dolaşırlar. Daha küçük balıklar tekir balığını tâkip ederek onun besin artıklarıyla geçinirler. Mart ve haziran aylarında bol tutulurlar. Mayısta yumurtlarlar. Barbunyanın ızgarası, tekirin tavası makbuldür.