TALYUM
Alm. Thallium (n), Fr. Thallium (m), İng. Thallium. Yumuşak ve ağır bir metal. Tl sembolüyle gösterilir. 1861 yılında W. Crookes tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Bulunuşu ve elde edilişi: Talyuma tabiatta az ve dağınık olarak, çinko blendi, pirit gibi minerallerin yanında rastlanır. Bulunduğu başlıca mineraller krukesit, (Cu, Tl, Ag)2 Se ve lorandit, TlAg2S2’dir.
Talyum sülfat asidinin kurşun odalar usûlüyle üretimi sırasında, odalarda biriken çamurlarda toplanır. Bu çamurların sıcak seyreltik sülfat asidinde çözünen kısımlarına sodyum klorür katıldığında az çözünen bir tuz olan talyum (I) klorür ele geçer. Metalik talyum, talyum tuzları çözeltilerinin elektroliziyle veya talyum klorürün potasyum siyanürle eritiş yapılmasında ele geçer.
Özellikleri: Talyum peryodik tablonun III A grubunda bulunur. Özellikleri bakımından kurşuna benzer. Atom numarası 81, atom ağırlığı 204,39’dur. Tabiî halde bulunan iki tâne kararlı izotopu 203 Tl ve 205 Tl’dir. Elektron düzeni (Xe) 4f14 5d10 6s2 6p1 olup, bileşiklerinde 1+ ve 3+ değerliklerini alır. 1+ değerlikli bileşikleri daha kararlıdır.
Erime noktası 304°C, kaynama noktası 1457°C, yoğunluğu 11.85 g/cm3tür.
Talyum mavimsi beyaz parlak bir metaldir. Ancak oldukça aktif bir metal olduğundan nemli havada bir oksit tabakasıyla örtülerek parlaklığını kaybeder.
Ticârî kullanımı azdır.
Talyum sülfür (Tl2S), çok hassas fotoelektrik pillerin, okrisülfürse kızıl ötesi ışığa hassas fotosellerin temel bileşenidir. Talyum oksit kırınım gücü oldukça yüksek optik camların bileşiminde ve sun’î mücevherlerin renklendirilmesinde kullanılır.
Alm. Pufferlösungen (f.pl.), Fr. Solutions (f.pl.), tampons, İng. Buffer Solutions. Kimyâda az miktarda kuvvetli asit veya kuvvetli baz ilâvesiyle, hidrojen iyonu derişimi değişmeyen çözeltiler. Çok seyreltik asit veya bazın bir damlasının ilâvesi saf suyun hidrojen iyonu konsantrasyonunda büyük değişiklik meydana getirir. Asit ve bazları nötralize eden tamponlar zayıf asit ve tuzu veya zayıf baz ve tuzu karıştırılarak elde edilir. Meselâ, zayıf bir asit olan asetik asit (CH3COOH) ile onun iyonize tuzu olan sodyum asetatı (Na+ CH3COO-) ihtivâ eden çözelti tampon çözeltidir. Asit, tuz iyonlarının bulunmasından dolayı pek az miktarda iyonlarına ayrılır.
CH3COOH H++CH3COOÆ
Çözeltiye sodyum hidroksit (NaOH) gibi kuvvetli bir baz ilâve edildiği zaman, asidin hidrojen iyonları (H+) ile bazın hidroksil (OH-) iyonları birleşerek su meydana getirir. Çözeltinin hidrojen iyonu konsantrasyonu asetik asidin daha fazla iyonlaşmasıyla takviye edilir. Hidroklorik asit (HCl) gibi kuvvetli bir asit ilâve edilirse, asitten gelen hidrojen iyonlarıyla çözeltideki asetat iyonları asetikasit teşkil etmek üzere birleşirler ve bu durumda da çözeltinin pH’sı pek değişmez.
Toprak, amonyum tuzları, karbonat ve fosfatlar bulunan tamponlar ihtivâ eder. Tamponlar zirâat problemlerinin tetkikinde önemlidirler. Kan bikarbonatlar ve karbonik asitlerle kuvvetlice tamponlanmıştır. Bu tamponlar kanı suyunkine yakın sâbit bir hidrojen iyonu konsantrasyonunda tutmaya yeterlidir. Aksi takdirde asit veya baz ilâvesiyle pH değişir ve ölüme sebep olurdu.
Alm. Morgen (-dämmerung f) (m), Fr. Aube (f) du jour, İng. Dawn. Güneş battıktan sonra ve doğmadan önce gökyüzünde hâsıl olan alaca karanlık ve bu sırada güneş ışığına mâruz üst atmosfer tabakalarından ışığın geldiği süre.
Güneş batınca gökyüzünde batış ufku üzerinde önce kırmızılık meydana gelir. Bu renk gittikçe zayıflar, incelir. Fark edilmez olur. Sonra hafif sarımsı bir renk çıkar. Sarı renk de kaybolurken gayet hafif bir beyazlık hâsıl olur. Beyazlık mevsime göre 10 ilâ 20 dakika kadar durduktan sonra kaybolur ve koyu bir siyahlık çöker. Güneş ufkun altına 17 derece inince kırmızılık, 19 derece inince de beyazlık kaybolur. Sabahları güneş doğmadan önce de bunun tersi olur. Güneş ufka 19 derece yaklaşınca beyazlık doğar. 18 derecede beyazlık ufuk boyunca yayılır. 17 derecede de kırmızılık görülür. Tan olayı esnâsında güneşin ufuk altına 18 derece yaklaştığı an Astronomik Tan, 12 derece yaklaştığı an Notik (Nautic) Tan, 10 derece yaklaştığı an Rasat Tanı, 6 derece yaklaştığı an Sivil (Civil) Tan adını alır. Notik Tan sırasında bütün parlak yıldızlar görülür. Rasat Tanında ise ufuk da bellidir, yer ve zaman tâyini gözlemleri kolayca yapılabilir. Sivil Tan sırasında ise hava aydınlanır ve yıldızların çoğu kaybolur.
Atmosferdeki toz molekülleri, azot, oksijen ve diğer gaz iyonları ve atmosferin üst tabakalarındaki yoğunluğu çok az olan hava, tan olayına sebep olmaktadır.
Güneş ışığının yanısıra güneşten gelen gaz iyonları da yerküresini çevirip, koruyan manyetik kalkana çarpar ve atomlar parçalanır. Protonlar (pozitif yüklü tânecikler) bir yöne, elektronlar (negatif yüklü zerrecikler) diğer bir yöne gider. Zaman zaman bunlardan bâzıları bu kalkanı aşarak bir mıknatıs olan yerküresinin manyetik kutuplarına doğru çekilirler.
Bu arada atmosferdeki mevcut gaz iyonlarına çarparak enerjilerinin bir kısmını ışık enerjisi olarak saçarlar. Böylece tan dışında da geceleyin gökyüzünde kutuplar civarında parlak ışıklar görünür. Bu olayın tana da tesiri olduğu sanılmaktadır. Atmosferin yerden 100 ilâ 1000 km kadar yüksekteki kısımlarından gelen bu ışıkların ve tan ışığının aydınlık nispeti atmosferdeki toz, bulut ve gaz miktarıyla çevredeki yüksek tepeler, binâlar ve ağaçlar gibi ışığı yansıtan cisimlerin mevcudiyetine bağlıdır.
Gözlem yapılan noktanın yeryüzünden yüksekliği arttıkça tan müddeti de azalır ve atmosferin üst tabakalarında sıfıra ulaşır. Tan süresi, bulunulan yerin enlemine ve güneşin deklinasyonuna (meyline) yâni mevsimlere bağlıdır. Takriben 1,5 ilâ 2 saat sürer. Kuzey yarımkürede enlemi 66,5 dereceden büyük yerlerde yazın güneş hiç batmaz ve kışın hiç doğmaz. Güneyde bunun tersi olur. Enlemi 48,5 dereceden küçük olan yerlerde astronomik tan olayı daima vukû bulur. Enlemi 48,5 ile 66,5 derece arasında kalan yerlerde ise, sâdece senenin bir kısmında tan olayı meydana gelir. Her sabahın fecri vardır, fakat her fecrin sabahı yoktur. Ekvator yakınında güneş hemen hemen ufka dik olarak doğar ve batar. Enlem derecesi arttıkça güneşin yörüngesi ufka eğik hâle gelir ve ufuktan belli bir yüksekliğe (irtifâa) ulaşması daha uzun sürer.
Güneş, batarken parlak bir ışıkla çevrilidir ve batı ile doğu cihetlerinde güneş ufkun altına indikten sonra kırmızı-sarı renkli şeritler zuhur eder. Doğu tarafında ufkun üzerindeki bu şeritler güneş ufuktan aşağı indikçe yükselir ve alttan karanlık çıkıp yükselmeğe başlar. Kırmızı bir sınırın altındaki bu karanlık, dünyânın gölgesidir. Ovalık yerlerde gözlenen bu şeritlere, yere yakın tozların güneş ışığını dağıtması sebep olur. Yüksek bir yerden bakınca toz etkisi az olacağından dünyânın gölgesi daha net görünür. Güneş ufuk altında 4 ilâ 10 derece alçaldığında dünyânın gölgesi süratle başucuna doğru ilerler ve doğuş tarafının kararması tamamlanır. Bu olay takriben 30 dakika sürer. Atmosfer olmasaydı tan meydana gelmez ve ayda olduğu gibi güneş batınca hemen tam karanlık çökerdi. Güneş ufka 20 dereceden daha yakınken atmosferin üst tabakaları aydınlıktır ve bu bölgeye gelen ışık dünyânın gölgede kalan kısmına yansır ve dağılır.
Akşam tanına şafak da denir. Kırmızılığa şafak-ı ahmer (kırmızı şafak), beyazlığa şafak-ı beyaz (beyaz şafak) adı verilir. Şafak “incelik” demektir. Şefkat de buradan gelmektedir ve kalbin rikkati, inceliği anlamını taşır. Işığın azalarak incelmesi sebebiyle bu ad verilmiştir. Sabah tanı ise fecr olarak bilinmektedir. Akşam doğu tarafında siyah çizgi zuhur eder ve yükselerek semâdaki aydınlığı yok eder. Sabah aynı yerde beyaz çizgi hâsıl olur ve yükselip, karanlığı yok eder.
Batıda, güneşin etrafındaki aydınlık leke, güneş yaklaşık ufkun iki derece altında bulunduğu zaman kaybolur. Bu sırada ufkun 25 derece üstüne kadar uzanan bölgede, güneşin üst kenarından yukarıya doğru erguvanî bir ışık görülür, yâni sarı, kırmızı, mavi karışımı bir renk süratle genişler ve kaybolur. Bu arada gökyüzü berrakken yerdeki cisimlere erguvanî bir renk verecek şekilde netleşir. Bu erguvanî ışığın şâyân-ı kabul yegâne îzâhı yaklaşık 10 km yüksekliğindeki hafif bir sis tabakasından dağıldığı şeklinde olmuştur. Mâmâfih bu da kat’î değildir.
Erguvanî ışık kaybolduktan sonra batıda ufkun 20 derece üstüne kadar geniş bir ışık yayı şeklinde yayılan tan parlaklığı (aydınlığı) görülür. Güneş ufkun 18 derece altında kalana kadar geçen 1,5 saat süre zarfında bu ışık tedricen ufka doğru iner. 60 km’nin üzerinde atmosfer aydınlanırken dağılımların üst üste gelerek birbirini kuvvetlendirmesi sonucu iyonize azot ve sodyumun hâsıl ettiği parlak şerit şeklinde ışıklar ortaya çıkar. Tan olayı bilhassa akşam, yatsı, imsak ve sabah vakitlerinin tâyininde; gemicilikte seyr sırasında vakit ve yer bulunmasında ve askerlikte muhârebede ehemmiyet arz eder.
Alm. Backvorrichtung (f); Kohlenbecken (n), Fr. Four (m), sans cheminée; chauffe-pieds (m), İng. Earth oven; heating arrengement. Isınmak için kullanılan bir çeşit mangal. Yere çukur kazılarak yapılan özel bir fırına da tandır denir.
Eskiden kış soğuk geçen yerlerde alçak dört köşe bir masanın altına bir mangal konur ve bunun üzeri, tamâmen örtecek, ateşten zarar görmeyecek şekilde pamuklu bir örtüyle kapatılırdı. Isınmak istiyenler bu örtüyü dizleri üzerine çekerler, ayaklarını mangalın etrafına koyarlardı. Sobaların olmadığı, mangalla ısıtmanın sağlanamadığı yerlerde bu usûl çok kullanılırdı.
Bâzı yerlerde altı ayaklı, altı köşeli veya yuvarlak ağaç masa altına kendine mahsus bir mangala ateş konmak sûretiyle de tandır yapılırdı. Bunun üzerine çapraz yorganlar daha üstüne halılar örtülürdü. Ayaklar masaya doğru uzatılarak ısınılırdı. Bu ısınma esnâsında güzel fıkralar ve masallar anlatılırdı. Böyle tandır başında anlatılan masal, hikâye vs.lere Tandırnâme denirdi.
Yere kazılarak yapılan tandırların derinliği daha ziyâde 130-150 cm olur. Çaplarıysa 50-65 cm arasında değişir. Sıkı çamur, saman ve keçi tüyü ile hazırlanan karışımla yapılan tandırlar, güneşte kurutulur. Daha sonra yere kazılan çukura yerleştirilir. Tandırda mangal kömürü, odun gibi yakacaklar kullanılır. Genellikle burada kuzu kızartılır. Tandırda kuzu etini pişirmek için önce et temizlenir. Bir çengele asılarak üzeri iyice kapatılıp, tandır içinde pişmeye bırakılır. Buna tandır kebabı adı verilir.
(Bkz. Tannik Asit)
(Bkz. Tanzanya)
Alm. Panzer, Tank (m), Fr. Tank (m), İng. Tank. Ateş gücü, hareket kâbiliyeti, darbe, sürat, baskın gibi askerî nitelikleri üzerinde toplayan, makineli tüfek, uçaksavar makineli tüfeği, top, sis havanı gibi silâhlardan müteşekkil bir zırhlı savaş aracı. Bugünün tankı; motor bölmesi, kule (savaş bölmesi), şoför bölmesi, palet ve askı donanımı gibi ana bölmelerin bir araya gelmesiyle meydana gelir. Bu bölmeler bütün tanklarda vardır.
Bugünün tanklarında mürettebat genellikle dört kişidir. Kule (savaş) bölmesinde tank komutanı, nişancı ve doldurucu olmak üzere üç kişi, şoför bölmesinde de bir kişi vardır.
Tankların yürümesini palet ve askı donanımı sağlar. Motor bölmesinin hemen arkasında bulunan transmisyon, motordan aldığı gücü 90 derecelik açıyla, cer dişlilerine aktarır. Cer dişlisi de paletlerin dönmesini sağlar. Transmisyonun bir fonksiyonu da tankın nokta dönüşü yapmasını sağlamaktır. Tank bulunduğu noktada ileri geri gitmeden 360 derece dönme kabiliyetine sâhiptir. Düşman mevzileri üzerinde nokta dönüşü yapan tank, mevzilerdeki düşmanı ezer. Paletlerin genişliği 70 cm civârındadır. Palet, çelik miller arasında sıkışmış kauçuk palet baklalarından meydana gelir.
Dünyâ ordularında genellikle orta tanklar kullanılır. Bu tankların ağırlığı ortalama olarak 50 ton civarındadır. Ordumuzdaki Leopard’ın savaş ağırlığı 42 ton. M48T5’in 48 ton, M48A5Tl’in 54 tondur.
Tankın meydana getirilmesinde dayanak olan ana fikir, yâni oynak vurucu güç prensibi, hemen hemen harp târihi kadar eskidir. Eski çağlarda kullanılan cenk arabaları, Anibal’ın, Kubilay Hanın, Tîmûr’un kullandıkları harp filleri, aynı ana fikrin basit (iptidâi) tatbikatlarıdır.
Modern tank fikri Birinci Dünyâ Harbinde doğmuştur. Birinci Dünyâ Harbinde tankın etkisi görülmüştür. Dünyâ ordularında, zırhlı birlikler genellikle süvârinin yerini almıştır. Türk ordusuna ilk tank 1927 ve 1928’de katılmış olan, Fransız Renault tankıdır.
Birinci Dünyâ Harbinden sonra İngiltere, Fransa Amerika, Rusya tank ve zırhlı araçlar üzerinde geliştirme faaliyetlerine girişmişlerdir. Alman zırhlı birliği tanklarında, general Guderian tarafından yapılan çalışmalarla âzamî sürat saatte 25-30 km’ye, tam dolu depo ile alınan yol 100-120 km’ye çıkarılmıştır.
İkinci Dünyâ Harbinde Amerikalılar, hâlen İsrail’in modernize ederek kullandığı Sherman tankını kullanmışlardır.
İlk tankların üzerindeki silâhlar, insanlara karşı kullanılan makineli tüfek ve küçük çaplı, düşük ilk hızlı toplardan ibâretti. Günümüzde bu fikir değişti. Tanka karşı tank fikri esas alınarak, ilk hızı çok yüksek tank topları kullanılmaya başladı. Uçaklara karşı kullanılmak üzere makineli tüfek de yerleştirildi. Bugünün tankı, bir düşman tankını uzak mesâfelerden ve hattâ hareket hâlinde, gece-gündüz demeden birkaç sâniye içinde, ateş altına alabilmektedir. 1930’lu yıllarda yapılan tankların azamî sürati 25-30 km iken, gittikçe arttırılarak saatte 72 km’ye çıkmıştır. Modern tank, gece görüş cihazlarıyla 2000 m mesâfeyi gözetleme ve ateş edebilme kâbiliyetine ulaşmıştır.
Dünyâ ordularındaki en süratli tank, saatte 72 km ile Alman Leopard-2 ve Amerikan Ml tanklarıdır. Hareket sahası (Bir dolu depoyla -1 ton- ikmâl yapmadan aldığı yol) en çok olan tanklar 603 km ile İngiliz Valiant tankı, 600 km ile Türk ordusundaki Leopard-1A3Tl’dir.
Modern tanka monteli telsizlerle 40-50 km uzaklıktaki birlikle görüşme imkânı vardır. Türkiye’de yapılan çok mükemmel özelliklere sâhip Aselsan telsizler, tanklara monte edilmiştir. Paletlerin sağladığı ezici güç, baskın, sürat, zırh korunması, psikolojik baskı neticesinde tank, muhârebe meydanının en güçlü silâhı olarak kendini kabul ettirmiştir.
Tanksavar silâhı: Belli bir mesâfeden zırhla korunmuş malzemeyi imhâ edebilen muhârebe sahasının etkili bir silâhıdır. Birinci Dünyâ Harbinden sonra yapılan harplerde dâimî tahkimat sistemlerinin başarısızlıkları gelecek harplerde de özellikle zırhlı birliklere karşı âzamî derecede oynak ve elastikî bir tanksavar savunmasını mecburî kılmıştır. Harp târihinde, tankların harekat alanına çıkışından günümüze kadar, zırh ve zırh delici silâhlar arasında devam eden mücâdele, modern teknik tanksavar silâhların da etkili şekilde geliştirilmesini gerektirmiştir. Bugünün tanksavar silâhlarıyla tahrip ve imhâ edilemeyecek bir tank mevcut değildir. Tanklara karşı mücâdeleye geri tepmesiz toplarla başlanmış, roketatarlar, tanksavar, tüfek bombaları ve güdümlü füzelere kadar ulaşılmıştır.
Tanksavar silâh çeşitlerinin belli başlıları, Armbrus-300 Lanze, Milan, Dragon, Tow ve Swingfire’dir.
Alm. Tanker (m), Tankschiff (n), Fr. Pétrolier, bateau-citerne (m), İng. Tanker. Okyanuslarda işleyen, genellikle sıvı olmak üzere büyük yükler taşıyan bir deniz aracı. Taşıdığı başlıca yük, petroldür. Küçük tankerler yakın mesâfelerde ve nehirlerde kullanılır. Büyük tankerlerse okyanus aşırı ülkeler arasında kullanılır. Uzak mesâfelerde ekonomik bir nakliyat vâsıtası olduğundan tankerlerin büyüklüğü gittikçe arttı. En yenileri, nükleer uçak gemisi U.S.S. Enterpirse’nin üç katı büyüklüğündedir. Bir tanker ne kadar büyük olursa taşıma masrafları da o kadar az olur. Çünkü motor gücü ve tayfa ihtiyacı tankerin petrol taşıma kapasitesi kadar çabuk artmaz.
Tankerlerin dünyâca bilinen büyük tiplerinin her birinin 312.000 ton kapasiteleri vardır. Bunların ilki İrlanda Dünyâsı isimli, 1968’de Japonya’da bir Amerikan şirketi için yapılan tankerdir. Uzunluğu 345 m olup, eni 53 m’dir. Su altı derinliğiyse 24 m’dir. Seyir hızı saatte 27 km’dir. Toplam tayfa sayısı 51 kişidir.
Yük yerinden başka; geminin bir baş kısım deposu, 8 merkez ve yanlarında 16 yan deposu mevcuttur.
Motor kabininin yanındaki üç küçük depoda ise geminin kendi yakıtı vardır. Güvertenin üstündeki büyük bir boru sistemiyle bütün depoların doldurulması veya boşaltılması sağlanır. Güçlü pompalar vâsıtasıyla depoların dolması 24-36 saatte, boşalması ise 36-40 saatte olur. Çoğu tankerlerde olduğu gibi bütün denizcilik âletleri ve denizciler kıçta, motorun üzerindeki büyük ve ihtişamlı kısımda bulunur.
Tankerin büyüklüğü limanlardaki su derinliğine ve kritik su yollarına bakılarak tespit edilir. Süveyş Kanalının ağırlık sınırı 70.000 ton olduğundan, daha büyük tankerler, 1967’de İsrail-Arap savaşından önce bile Ortadoğu’dan aldıkları petrolü Afrika’nın güneyinden dolaştırarak Avrupa’ya taşırlardı.
Basra Körfezinden Japonya’ya petrol taşıyan tankerlerin büyüklükleri 18 m derinlikteki Malacca şeridiyle sınırlandırılmışlardır. Bu yolla gidenlerin en büyüğü 206.000 tonla geçen İdemitsu Maru’dır.
Petrolün deniz yoluyla ulaşımı Birinci Dünyâ Harbinden sonra kullanılmaya başlanmış ve 1939’dan sonra çok fazla yayılmış, artık petrol deniz vâsıtasıyla nakledilir hâle gelmiştir.
Büyük tankerlerin gelişmeleriyle birlikte birçok meseleler meydana gelmiştir. 1967’de Birleşik Yakıt Şirketine âit Torrey Conyen tankeri, İngiltere civârında batmıştı. Tankerin taşıdığı 120.000 ton petrol İngiliz ve Fransız sâhillerine yayılarak dünyâyı, tankerlerin tehlikeleri hakkında ikaz etti. 1969’da yeni yapılmış 200.000 tonluk üç tanker yüksüz Basra Körfezine dönerlerken depo temizleme ânında çıkan bir kıvılcımla patlamışlardı.
Kuru yük tankerleri: İlk tanker yapıldığından îtibâren tankerlerle yük gemileri arasındaki fark belirmiştir. Fakat katı yükün taşınması ve temizlenmesine yardımcı olan makineler vâsıtasıyla depo temizleme metodları meydana gelmiş ve bu farklılık ortadan kalkar gibi olmuştur. Yeni tankerler hem sıvı hem kuru taşıyacak biçimde yapılmış ve böylece bir yöne giderken yakıt, diğer yöne giderken de katı madde taşınması sağlanmıştır.
Alm. Gerbsäurel (f), Fr. Acide (m) tannique, İng. Tannik acid. Bâzı bitkilerin kabuk, gövde ve yapraklarından elde edilen bir materyal karışımı. Tannik asit, proteinlerle çözünmeyen bileşikler meydana getirir. Bu özelliğiyle hayvan derilerinin dabağlanmasında kullanılmaktadır. Asırlarca bu maksatla kullanılmıştır. Bundan başka, sâbit mürekkeple kağıt ve kumaş için ahar (haşıl) îmâlinde, mordant olarak, fotoğrafçılıkta ve pirogallol ile gallik asit üretiminde kullanılır. Eskiden tıbbî maksatlarla da kullanılmıştır.
Tannik asit, sarımsı ve amorf (şekilsiz) bir toz veya lapa şeklindedir. Ancak ışık ve havanın etkisiyle yavaş yavaş kararır. Suda az, alkolle asetonda iyi çözünür. Tannik asit tek tip bir bileşimde değildir. Tanenin bâzı grupları hidrolizlenebilen glikoz ve gallik asit (veya diğer hidroksibenzoik asitlerin) esterlerinden müteşekkildir. Diğer grup ise hidrolizlenemeyen flavanollerden ibârettir.
Tannik asit çayda vardır. Ticârî ölçüde elde edildiği en mühim kaynak mazı meşesidir. Tannik asit, bitkinin sıcak suyla ekstrakte edilmesiyle (çayın demlenmesi gibi) suya çekilir. Bundan sonra çözelti buharlaştırmaya tâbi tutulur ve katı halde tanen (veya tannik asit) elde edilir.
Alm. Gott (m), Gottheit (f), Fr. Dieu (m), divinité (f), İng. God, divinity. İlâh, mâbut, tapınılan şeylerden her biri. Hakîkî doğru ve tek ilâh olan Allahü teâlâdan başka mâbutlara verilen isim. İnsanların kendi elleriyle yapıp tapındıkları heykellere, putlara, tabiatta bulunup sevgi veya korkudan dolayı tapınılan güneşe, ay ve yıldızlara tanrı ismi verilmiştir. Gök tanrısı, yer tanrısı gibi.
Târihin her devrinde, insanlara kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber, bir peygamber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülmektedir. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibini, aklı sâyesinde düşündü. Fakat O’na giden yolu bulamadı. Bunu evvelâ etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Herbiri için bir sûret, sembol yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu (Bkz. Put). İlâh, tanrı diyerek tapındıkları bu putların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ insanları bile bu putlara kurban etti. Her yeni olayla, o olayı temsil eden putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman Kâbe’de 360 put vardı. İnsanların tanrı diyerek tapındıkları putlar, her devirde ve her millette başka başka olmuştur.
İslâmiyetten evvel Türkler, tapındıkları şeylere tanrı ismini vermişlerdir. Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in evlâdından olan Türk, babasının vefâtından sonra onun yerine geçti. Bunun evlâdı çoğalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi dinlerine bağlı, îmânlı, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldı. Başlarına geçen bâzı zâlim hükümdarlar, semâvî (ilâhî) dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. İslâmiyetle şereflenmeden önce, Asurîler Türkistan’a girerek asil bir millet olan Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmışlardı. Tan yeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebepten güneşin ismi, “tanyeri” ve nihâyet “tanrı” oldu.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde çeşitli yerlerde meâlen buyuruyor ki: “Benim ismim Allah’tır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız.” O’nun, bundan başka isimleri de vardır. Bunlardan doksan dokuzunu (99) Kur’ân-ı kerîmde insanlara bildirmiştir. Tanrı ismi bunların içinde yoktur. Allahü teâlânın doksan dokuz ismine Esmâ-i Hüsnâ denir (Bkz. Esmâ-i Hüsnâ). Allahü teâlânın isimleri, dînin bildirmesine bağlıdır. Dînin bildirdiği isimlerle çağrılır ve onlarla anılır. Bunlardan başka isimlerle çağırmaya ve anmaya dînimizde izin verilmemiştir. En’am sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ondan başka ilâh (tanrı) yoktur. Her şeyin hâlıkı, yaratıcısı, ancak O’dur.” buyruluyor.
Yalnız şu kadar var ki, tanrı ismi ibâdetlerin dışında “mâbut” mânâsına kullanılmaktadır. Meselâ eski Mısırlıların, Romalıların tanrıları demek, tanrımıza hamd olsun demek, dinde yasak edilmemiştir. Çünkü burada, Rabbimize, yaratanımıza hamd olsun denilmektedir.
Alm. Blutdruck (m), Fr. Tension (f), İng. Blood pressure. Kan basıncı; kanın atardamar duvarlarına yaptığı basınç. Bu basınç sâyesinde, kan vücuttaki bütün organ ve dokulara kadar nakledilmekte ve böylece bu organ ve dokular hayatiyetlerini devam ettirebilmek için gerekli maddeleri kandan almaktadır.
Tansiyonun belirli normal değerleri vardır. Tansiyonun bu değerlerin altına düşmesi veya üstüne çıkması sağlık için zararlı olmaktadır. Tansiyonun iki şekli vardır: Büyük tansiyon (sistolik kan basıncı), kalbin kasılması yâni kalbin kanı damarlara atması esnâsındaki ölçülen tansiyondur ve yetişkin insanlar için normal değerleri 10 ilâ 14 cm (cıva basıncı) ise, kalbin gevşediği yâni kanın kalbe dolduğu sırada ölçülen kan basıncı olup, normalde 9 cm cıva basıncını geçmemelidir. Tansiyon bebeklerde oldukça düşük değerlerdedir. Yaş ilerledikçe bu değerler artmaya başlar ve yetişkinlerdeki değerlere yükselir.
Bir kimsede hipertansiyon (yüksek kan basıncı) var diyebilmek için büyük tansiyonun 14’ten, küçük tansiyonun 9 cm cıva basıncından yüksek olması gerekir. Hipertansiyonu değerlendirmede özellikle küçük tansiyon ehemmiyet arz eder. Bununla berâber bir kimsede tansiyon düşüklüğü var diyebilmek için, büyük tansiyonun 10 cm cıva basıncının altında olması gerekir. Yâni tansiyon düşüklüğü değerlendirilirken, büyük tansiyon dikkate alınır.
Tansiyon nasıl ölçülür: Tansiyon, sfigmomanometre adı da verilen tansiyon âletleriyle ölçülür. Cıvalı, metalik ve elektronik tansiyon âletleri vardır. Bunlar içinde en hassas ölçüm yapanı cıvalı âletlerdir. Fakat taşıma kolaylığı yönünden diğerleri tercih edilmektedir. Elektronik olanlar pahalı olmakla birlikte, herkes tarafından kullanılma kolaylığı vardır. Diğer âletlerle doğru ölçüm yapabilmek için belirli bir tecrübeye sâhip olmak lâzımdır. Son zamanlarda parmaktan ölçüm yapan tansiyon âletleri ve kolye şeklinde tansiyon âletleri geliştirilmiştir.
Tansiyon ya rahat bir koltukta oturulurken veya yatarken dinlendikten sonra ölçülmelidir. Hangi vaziyette ölçülürse ölçülsün kolun gevşek ve hafifçe bükük bulundurulmasına, elbisenin kolu sıkmamasına, mümkün oldukça kolun kalp seviyesinde bulundurulmasına dikkat etmelidir. Ölçüm sırasında manşetteki havanın, cıva sütunu veya ibre sâniyede 2-3 mm kadar inecek şekilde yavaş yavaş boşaltılmasına dikkat edilmelidir. Tansiyon âletinin manşonu, kolun 2/3 üst kısmını kaplayacak şekilde sarılır, dinleme cihazının tamburu da kol atardamarının üzerine konulur ve ölçüm yapılır. Dinleme sırasında sesin ilk duyulduğu sayı büyük tansiyonu, hafiflediği veya kaybolduğu sayı ise, küçük tansiyonu gösterir. Dinleme âleti olmaksızın ise el yardımıyla sâdece büyük tansiyon ölçülebilir. Bunun için de tansiyon âletinin menşonu şişirilmeden önce bilek atardamarı (radial arter) bulunarak sol elin dört parmağı üzerine konur. Manşon şişirilince nabız kaybolur. Manşon indirilmeye başlanınca, nabızın tekrar hissedildiği sayı büyük tansiyonu gösterir. Dinleme cihazıyla ve el yardımıyla ölçülen tansiyonlar arasında 1-1,5 cm cıva basıncı kadar fark bulunabilir. Hangisi daha yüksekse, o değer esas alınmalıdır.
İnsanların çoğunluğunda tansiyon, sağ kolda sol kola nazaran biraz daha yüksektir. Şâyet bu fark, 3 cm cıva basıncından daha fazlaysa düşük olan taraftaki atardamarlarda darlık olma ihtimâli vardır. Şişmanların tansiyonları, yaşına uygun olandan 1-1,5 cm cıva basıncı daha yüksek çıkabilir. Özellikle çocuklarda ve gençlerde kollardan ölçülen tansiyon yüksek bulunursa, bacaklardan da tansiyon ölçülmelidir (doğuştan olabilen bâzı damar darlıklarının teşhisi yönünden).
Tansiyon; yaş, heyecan, ruhî ve fizikî yorgunluklar, açlık ve tokluk hâlleri, cinsiyet, gıdâ tarzı gibi sebeplerle değişiklikler gösterir. Dolayısıyla günün her saatinde tansiyon değişiklik arz edebilir. Kadınlarda, yaş dönümüne kadar, erkeklere nazaran 1 cm kadar düşüktür. Bundan sonra birden yükselme görülür. İnce şahıslara göre tıknaz tiplerde biraz daha yüksektir.
Yüksek tansiyon (Hipertansiyon): Tansiyonun yüksekliği, küçük ve büyük tansiyonun veya her ikisinin birlikte yükselmesiyle ayrı ayrı tipler gösterir. Her ikisinin birlikte yükselmesine böbrek hastalıklarında ve sebebi bilinmeyen hipertansiyonda rastlanır. Küçük tansiyon normal olduğu halde, büyük tansiyonun yükselmesine umumiyetle yaşlılarda rastlanılan damar sertliğinde, yemeklerden, eforlardan ve psişik yorgunluklardan sonra, bâzı kalp hastalıklarında, zehirli guatr hallerinde rastlanır.
Hipertansiyonun ortaya çıkışında rol oynayan mekanizmalar şunlardır: Çevresel atardamarların direncinin artması, büyük atardamar duvarlarının elastikiyetinin azalması ve sertleşmesi; kalbin dakikada pompaladığı kan miktarının, vücuttaki kan hacminin ve kanın yoğunluğunun artması.
Herhangi bir sebeple böbreklerden birine veya her ikisine gelen kan miktarı azalınca, böbrekten renin adlı bir madde salgılanmakta ve bu da hipertansiyona yol açmaktadır. Bu mekanizma, çeşitli böbrek hastalıklarında (had ve müzmin nefritler, nefroskleraz, pyelonefrit vs.) ortaya çıkan hipertansiyonun sebebini açıklamaktadır. İdrar akımına engel olan mekanik hâdiselerin (taş, prostat hipertrofisi) tansiyonu yükselttiği ve engelin ortadan kaldırılmasıyla tansiyonun normale döndüğü bilinmektedir. Bu durumlarda da idrar yollarındaki gerilmenin yaptığı basınçla, böbrek damarlarının daralması neticesi böbreğe az kan gelmesi rol oynamaktadır.
Tansiyonun, beyindeki özel merkezlerden devamlı olarak gönderilen ve damarın gerginlik durumunu düzenleyen kesici ve gevşetici uyarılarla idâre edildiği ve organizmanın kan basıncını hassas bir şekilde vücûdun ihtiyaçlarına göre ayarladığı mâlumdur. Bu ayarlamada sinirsel ve hormonal uyarılar rol oynar. İşte bu mekanizmadaki bir aksama hipertansiyona yol açmaktadır.
Cushing hastalığında (böbrek üstü bezinin bir hastalığı), fazlaca mineralokortikoid denen hormonların ifrazı sonucu vücutta su ve tuz birikmekte ve bu durumda da tansiyon yükselmektedir. Böbreküstü bezinin diğer bir hastalığı olan feokromasitiomada ise fazlaca salgılanan adrenalin ve noradrenalin de yüksek tansiyona yol açmaktadır.
Hiçbir sebebi bulunamayan tansiyon yüksekliklerine, esansiyel hipertansiyon ismi verilir. Bütün hipertansiyonların yaklaşık % 90 kadarı esansiyel hipertansiyondur. Kadınlarda daha fazla görülür. En çok 50-60 yaşları arasında rastlanır. Hayat seviyesi arttıkça, teknik ilerledikçe, stresler çoğaldıkça esansiyel hipertansiyon da artmaktadır. Esansiyel hipertansiyonda irsiyetin büyük rolü olduğu kabul edilmektedir. Ebeveynin her ikisinde de yüksek tansiyon varsa, bunların çocukları da yüksek tansiyona adaydır. Esansiyel hipertansiyona daha çok şişmanlarda, tıknazlarda, hareketli, stresli, aceleci şahıslarda rastlanmaktadır.
Hipertansiyon vak’alarının bir kısmı belirti vermez, ancak bir muâyene esnâsında tesâdüfen farkına varılır. Tansiyonu oldukça yüksek olmasına rağmen, yıllarca şikâyetsiz yaşayan birçok hasta vardır.
Dikkatle soruşturulduğunda, birçok vak’ada başın arka kısmında yerleşen ağrılar bulunur. Bâzı hastalarda baş dönmesi, başta ağırlık hissi, kulak uğultusu; uykusuzluk, yorgunluk ve sinirlilik bulunur. Bâzan baş dönmeleri çok şiddetli olabilir. Hastaların birçoğu sinirlidir. Yorgunluğa da sık rastlanır ve istirahatle geçmez. Sabah kalkarken özellikle enseden başlayan başağrılarında tansiyon yüksekliği akla gelmelidir. Bâzı vak’alarda aşırı derecede bir zayıflama bulunabilir. Burun kanamalarına fazlaca rastlanır. Bâzan burun kanamaları hipertansiyonun ilk belirtisini teşkil eder.
Küçük tansiyonun 10 cm cıva basıncının üstünde olması, büyük tansiyonda belirgin bir yükselme olmasa bile hipertansiyon teşhisi için önem arz eder. Bir kimsede devamlı hipertansiyon var diyebilmek için müteaddit defâlar yapılan ölçümlerde tansiyonun hep yüksek çıkması lâzımdır.
Hipertansiyonlu bir hastada öncelikle buna yol açacak bir sebebin bulunup bulunmadığı araştırılmalıdır. Bu sebeple idrar tetkiki, böbrek fonksiyon testleri, ilâçlı böbrek filmi, göz dibi muâyenesi her hipertansiyonlu hastaya uygulanmalıdır. Hipertansiyonlu vak’alarda nabız dolgun olarak hissedilir. Fakat bu dolgunluğun derecesine bakılarak, tansiyon hakkında her zaman hüküm vermek doğru değildir.
Hipertansiyonun gidişâtı büyük değişiklikler gösterir. Başlangıçta tansiyon oldukça oynaktır. Yorgunluk, üzüntü vb. sebepler tansiyonu yükseltirler; istirahat etmek, uyumak ve müsekkinler kullanmak tansiyonu düşürür. Hastalığın bu oynak devresinden sonra, hipertansiyonun devamlı bir hal aldığı sâbit devre gelir. Bu sâbit devrenin gidişi esnâsında organ hasarları baş gösterir. Böylece hipertansiyon üçüncü devri olan komplikasyon devrine girer. Kalpte zamanla büyüme ve genişleme husûle gelir, kroner yetmezliği gelişebilir, ritm bozuklukları meydana gelebilir. Hipertansiyon devam ettiği takdirde, kalp yetmezliği ortaya çıkar. Hipertansiyonun seyri esnâsında retinada, yâni göz dibindeki damarların bulunduğu tabakada da körlüğe kadar varabilen değişiklikler görülür. Beyin kanamaları, beyin damarlarının tıkanması da hipertansiyonun tehlikeli komplikasyonlarıdır. Nörolojik ve psişik belirtiler arasında başağrısından başka, unutkanlık, kulak çınlaması, el ve ayaklarda uyuşma ve karıncalanma, gelip geçici körlük, konuşamama, vücudun bir tarafında güçsüzlük görülebilir.
Beyinle ilgili belirtiler arasında ayrı bir özellik arz eden hipertansif ansefalopati; şiddetli başağrısı, durgunluk, kusma, kısmî felçler ve bâzan zaman zaman görülen şuur kaybı ve havale nöbetleriyle karakterize bir tablodur.
Hipertansiyon, zamanla böbreği de bozar. Hipertansiyonla, şeker hastalığının bir arada bulunuşuna da oldukça sık rastlanmaktadır.
Esansiyel hipertansiyonun gidişi esnâsında küçük tansiyon 14 cm cıva veya bunun üstüne çıkar ve sâbitleşirse artık hastalığın malign (kötü) hipertansiyon safhasına girdiği kabul edilmektedir. Vak’aların az bir kısmında hastalık başlangıçtan îtibâren malign olarak başlar ki bu şekil, erkeklerde daha fazladır. Malign hipertansiyondaki belirtiler daha şiddetli ve ilerleyici vasıftadır. Hastalar süratle zayıflarlar, bitkindirler, renkleri soluktur. Böbrekte ileri derecede harâbiyet sözkonusudur. Bu hastalar, genellikle 1-2 sene içinde ölürler.
Hipertansiyon tedâvisi: Hipertansiyonların ancak % 10 kadarının sebebi bulunabilmektedir. Sebebi bulunan hipertansiyonların tedâvisi, bu sebebin ortadan kaldırılmasına yönelik olacaktır. Önemli olan sebebi bilinmeyen hipertansiyonlardır. Mükerrer ölçümlerde kan basıncı yüksek bulunan hastalar tedâvi ve tâkibe alınmalıdır. Tedâvinin başarısı, hastayla doktorunun işbirliğine bağlıdır. Bunun için tedâvinin ehemmiyeti, faydaları ve hayat boyu devam etmesinin gerekli olduğu, hastayı korkutmadan anlayabileceği bir şekilde izah edilmelidir. Hipertansiyonda orta derece tuz kısıtlanması, tansiyonun düşmesine yardımcı olur. Yemeklere tuz konulmamalı ve tuzlu gıdâlardan kaçınmalıdır.
Şişmanların zayıflaması da tansiyonun düşmesine yardım eder. Şişman hastaların fazla kilolarını tedrici olmak üzere ideal kilo civârına indirmek amacıyla diyetteki kalori ayarlanmalıdır. Kilo kaybı ve diyetteki tuzun azaltılması tansiyonu kontrol altına alıyorsa; hastaya tansiyon düşürücü ilâç verilmez. Yalnız, hastanın tâkibi de ihmâl edilmemeli, düzenli aralıklarla tansiyonu ölçülmelidir.
Hipertansiyonlunun uzun süre ve aşırı miktarda alkol kullanması, kalp kasına yaptığı kötü etkiyle kalp yetmezliğinin ortaya çıkışını hızlandırdığından, alkol yasaklanmalıdır. Aşırı kahve, aşırı çay ve sigaradan da kaçınılmalıdır.
Yorucu olmayan hafif ekzersizler de tansiyonun düşmesine yardımcı olur. Bu bakımdan namaz kılmak da oldukça faydalıdır. Hastayı üzen, streslere sokan durumlardan kaçınmak da fayda sağlamaktadır.
Ara sıra normal ölçülerde bulunmakla berâber, genellikle 150/90 ilâ 160/90 mm cıva basıncı arasında seyreden hipertansiyonlara oynak hipertansiyon denir. Hafif hipertansiyonda küçük tansiyon 90 ilâ 105 mm cıva arasında bulunur. Orta derecede hipertansiyonda küçük tansiyon 115 mm cıva arasındadır. Ağır hipertansiyonda ise küçük tansiyon 115-130 mm cıva veya daha yukarıdır. Oynak hipertansiyonlar ilâç tedâvisini gerektirmez, tansiyonu yükseltici sebeplerden kaçınmak ve tansiyonu belirli aralıklarla ölçtürmek yeterlidir.
Hafif hipertansiyonlarda yukardaki tavsiyelere ilâveten müsekkin verilir. Buna rağmen pek düşme olmuyorsa, ilâç olarak idrar söktürücü ilâç ilâve edilir. İdrar söktürücü ilâçlar genellikle tansiyonu kontrol altına alırlar, bâzı yan etkileri de olabileceğinden dikkatli olunmalıdır. İdrar söktürücü ilâçların, tesirsiz kaldığı orta ve ağır hipertansiyonlarda tâkip eden tabibin tavsiyesine göre diğer tansiyon düşürücü ilâçlar da (reserpine, aldomet, prazosin, minoksidin gibi) tedâviye eklenir.
Unutulmaması icab eden husus hipertansiyon, devamlı ilâç kullanımını ve belli aralıklarla doktor kontrolünü gerektiren bir hastalıktır.
Tansiyon düşüklüğü (Hipotansiyon): Büyük tansiyonun 10, küçük tansiyonun 6 cm cıva basıncı altına düşmesi hâlidir.
1. Semptomatik (belirli bir sebebi olan) hipotansiyonlar: Kalp krizi ve birçok kalp hastalıklarında kalp kuvveti azaldığı için tansiyon düşer. Kan veren şahıslarda da hafif ve geçici bir tansiyon düşüklüğü olur. Büyük kanamalarda ve her türlü şokta, doğumdan hemen sonra da tansiyon düşer. Bâzı aşırı hassas şahıslarda boyundan geçen şah damarının uyarılmasıyla da tansiyon düşer.
2. Pozisyona bağlı hipotansiyon (ortaostatik hipotansiyon): Hastalar yatar vaziyetten birden bire ayağa kalkarlar veya uzun süre ayakta dururlarsa tansiyon düşer. Bu tür hipotansiyonlar şahsın duruşuna göre tansiyonun ayarlanmasındaki bozukluktan ileri gelir. En çok orta ve ileri yaşlarda görülür, hayat boyu devam eder. Bu hastalar tansiyon düşüşü esnâsında hâlsizlik, baygınlık gösterirler. Bâzı sinir krizleri, bâzı ilâçlar, şiddetli sportif hareketler buna yol açabilir.
Hipotansiyon tedâvisinde buna yol açan muhtemel hadiseler araştırılmalı ve bulunursa bunların kaldırılmasına çalışılmalıdır. Belirli bir sebep bulunamayan vak’alarda tansiyon yükseltici ilâçlar, tuzlu ayran tavsiye edilebilir. Addison hastalığında, miksödemde, insülin şokunda, enfeksiyon hastalıklarında, had zehirlenmelerde, güneş çarpmasında, aşırı yorgunluklarda, beslenme bozukluklarında, kansızlıklarda tansiyon düşer.
3. Konstitüsyonel (bünyevî) hipotansiyon: 15-30 yaş arasındaki sağlam şahısların % 3’ünde bünyevî tansiyon düşüklüğü vardır. Bu şahısların çoğunda hiçbir belirti yoktur, dolayısıyla bir muayene esnâsında tesâdüfî olarak teşhis edilirler. Böyle bir kişiye, doktorun düşük tansiyon bulunduğunu söylemesi yanlış bir harekettir; bu yüzden hastalar ciddî bir hastalık olduğunu zannederek evhama kapılabilirler. Bu durum, bir hastalık olmaktan ziyâde bünyevî bir anormalliktir. Kadınlarda erkeklerden daha sık rastlanmaktadır. Bu vak’aların tedâvisine ihtiyaç yoktur. Bunun bir hastalık değil bir bünyevî durum olduğunu ve bu bünyedekilerin, normal insanlardan daha uzun ömürlü olduğunu hastaya anlatmak gerekir.
Portal hipertansiyon: Karaciğere gelen portal toplardamarın ana kısmı veya dallarında kan basıncının yükselmesi sonucu ortaya çıkan ve çok kere ölümle neticelenen bir hastalık tablosudur. Portal toplardamar; dalaktan ve barsaklardan kan getiren toplardamarların birleşmesinden husûle gelmiştir. Portal venin çapı ortalama 1 cm olup içindeki kanın normal basıncı 50 ilâ 180 mm su veya 3,5 ilâ 13,5 mm cıva basıncı arasında değişir. Portal basınç bir manometre vâsıtasıyla, ultrason rehberliğinde doğrudan portal venden veya dalaktan rahatlıkla ölçülebilir. Portal ven kanının normal seyrindeki her engel, portal vende basınç yükselmesine sebep olur. Portal dolaşımdaki engeller; doğuştan olabilir veya sonradan husûle gelebilir. Bu engeller karaciğer içinde veya dışında yer alırlar. Karaciğer içindeki sebeplerin başında alkolik siroz gelir. Ayrıca postnekrotik siroz, toksik siroz, biliyer siroz, sifilitik siroz, Wilson sirozu, pigmenter siroz, amiloidoz ve parazitlere bağlı siroz sayılabilir. Karaciğer dışı sebepler arasında; portal veya dalak toplardamarının çeşitli sebeplerden ileri gelen kan pıhtılaşmasıyla tıkanması, damarın sıkışması veya darlıkları, bâzı kalp hastalıkları sayılabilir.
Portal hipertansiyonun belirtileri, altta yatan sebebe göre değişiklikler arz eder. Portal hipertansiyon karaciğer içi sebeplerden meydana gelmişse umûmiyetle sirozda görülen belirtiler görülür (Bkz. Siroz). Zâten portal hipertansiyonun % 80’inin sebebi, karaciğer sirozudur. Karaciğer bozukluğu ve portal hipertansiyonun berâber tesiriyle dalak büyümesi, karında su toplanması ve yemek borusu varisleri meydana gelir.
Portal hipertansiyon tedâvi edilmezse veya tedâvi tesirsiz kalırsa hastalar ya kanamadan (özellikle yemek borusu varisi kanamaları) ya karında aşırı su toplanmasından veya karaciğer komasından ölürler.
Portal hipertansiyonun özellikle karaciğer içi sebeplerinin tedâvisi umûmiyetle mümkün değildir. Tedâvi daha ziyâde belirtiler için söz konusudur. Ayrıca bozulan karaciğer için karaciğeri koruyucu diyet, husûle gelen asit için tuzu az rejim tatbik edilir. Fakat netice yüz güldürücü değildir. Karaciğer dışı sebepler eğer ameliyatlarla düzeltilebilecekse başvurulur (Damara baskı, tıkanma gibi durumlarda).
Türk kadın iktisatçı ve siyâsetçi. Türkiye Cumhûriyetinin 50. hükûmetini kuran ve ilk kadın başbakanı olan Tansu Çiller, 1946’da İstanbul’da doğdu. Robert Koleji (Bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) iktisat bölümünü 1967’de bitirdi. ABD’de New Humpshire Üniversitesinde iki yıl iktisat okudu, master yaptı. Connecticut ve Yale üniversitelerinde doktora yaptı. Doktora üstü öğrenimini Yale Üniversitesinde 1971’de tamamladı. Franklin and Marshall Kolejinde yardımcı profesörlük ve doçentlik yaptı. 1976’dan başlayarak Boğaziçi Üniversitesi İktisâdî ve İdârî Bilimler Fakültesinde öğretim üyeliği vazifesini yürüttü. 1976’dan 1979’a kadar Boğaziçi ÜniversitesiEkonomi bölümü başkanlığını sürdürdü. 1990 yılında siyâsete atılarak Süleyman Demirel başkanlığındaki Doğru Yol Partisine (DYP) girdi. Parti meclisi üyesi ve genel başkan yardımcısı olarak vazife aldı. 1991 genel seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili seçildi.
Süleyman Demirel başkanlığında kurulan DYP-SHP koalisyon hükûmetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak vazife yaptı. 1993’te SüleymanDemirel’in Cumhurbaşkanı olmasından sonra Doğru Yol Partisi genel başkanlığına seçilen Tansu Çiller, Türkiye Cumhûriyetinin 50. hükûmetini kurdu ve ilk kadın başbakan oldu.
İki çocuk annesi olan ve İngilizce, Almanca bilen Tansu Çiller’in ekonomiyle ilgili eserleri vardır. Bu eserleri şunlardır: Türk Sanâyiinde Koruma veİthal Ekonomi, Türk Sanâyiinin Büyümesindeki Kaynaklar, Dünyâda ve Türkiye’de Kur Politikaları, İktisâdî Devlet Teşekküllerinin Ekonomiye Mâliyeti Yükseltici Etkileri, Türk Finans Kesimindeki Problemler ve Çözüm Önerileri, Kamu Borçları ve Enflasyon, Reform Önerileri, Türk Endüstrisinde İthalİkâmesi ve Gümrük Koruması, Kamu Kaynakları ArasındaDenge.