TAKVÂ

Alm. Frömmigkeit (f), Fr. Piété (f), İng. Piety. Kötülüklerden sakınmak. Allahü teâlânın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak. Haramların ve şüpheli olanların hepsinden sakınmak. İnsanı, Allahü teâlâya kavuşturan, O’nun sevgisine ulaştıran güzel huylardan biri de takvâdır. Takvâ, Allahü teâlâdan korkup, yasak ettiği şeylerden elini çekmek, uzaklaşmaktır.

İnsana dünyâda ve âhirette zarar veren her şey, kötü ahlâktan meydana gelmektedir. Yâni, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır. Kötülüklerden sakınmaya Takvâ denir. Takvâ, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Çünkü birşeyi tezyin etmek, süslemek için, önce pislikleri, kötülükleri yok etmek lâzımdır. Bunun için, günahlardan temizlenmedikçe, tâatların, ibâdetlerin faydası olmaz. Hiçbirine sevap verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, küfürdür. Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevap verilmez. Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. Her şeyden önce, takvâ sâhibi olmaya çalışmak, Allahü teâlânın emridir. Ayrıca herkesin birbirine takvâ sâhibi olmalarını emir ve nasîhat etmeleri de emr olunmuştur. Dünyâda rahata, huzûra kavuşmak, sevişmek, kardeşçe yaşayabilmek, âhirette de, sonsuz azâptan kurtularak, ebedî nîmetlere, saâdetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasip olur.

Allahü teâlânın, îmândan sonra en çok sevdiği, râzı olduğu şey takvâdır. Bunun için Hucurât sûresi 13. âyetinde meâlen; “Allahü teâlânın yanında en iyiniz, en yükseğiniz O’ndan en çok korkanınızdır.” buyuruldu. Allahü teâlâdan korkmak demek, O’nun emirlerinin hepsini yerine getirmek ve yasak ettiği şeylerden de kaçınmak demektir. Yalnız başına; “Ben, Allahü teâlâdan korkuyorum!” demek takvâ değildir. Yalan söylemek olur. Takvâ sâhibi olanlara “Müttekî” denir. Verâ ve zühd de, Allah’tan korkmanın meyveleridir.

Allahü teâlânın evliyâsı olmak, takvâ iledir. O’nun rızâsına kavuşmak, sevgili kullarından olmak için takvâ sâhibi olmak lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Hikmetin başı Allah korkusudur.” buyruldu. Hikmet iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıran kuvvettir. Allahü teâlâ, önce ve sonra gelen bütün kullarına takvâyı tavsiye etmekte ve Nisâ sûresi 131. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Senden önce kitap verilenlere de, size de, hep Allah’tan korkun diye tavsiye ettik” buyurulmaktadır. Âl-i İmrân sûresi 175. âyetinde de meâlen; “Mü’min iseniz onlardan değil, bana isyân etmekten korkun!” buyuruyor.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem takvânın fazîleti, üstünlüğü hakkında buyuruyor ki:

Allahü teâlâ, kıyâmet günü öncekileri ve sonrakileri bir yerde topladığı zaman, birden bir ses duyulur. Uzaktakiler de, yakındakiler gibi bu sesi aynen duyarlar. Buyurur ki: Ey insanlar! Sizi yarattığımdan bu güne kadar, ben sizi dinledim. Şimdi siz susup beni dinleyin! Muhakkak ki, yaptıklarınız size çevrilir, geri verilir. Ey insanlar! Ben bir neseb, soy seçtim. Siz başka bir nesep seçtiniz. Ben Allah’tan kim fazla korkarsa, daha kıymetliniz odur, dedim. Siz ise, falan filânın oğludur. Bunun için, filân falandan daha üstündür demekten vazgeçmediniz. İşte bugün ben, nesebimi yükseltiyor ve sizin nesebinizi aşağı alıyorum. Biliniz ki, benim sevdiklerim, benden korkanlardır. Takvâ sâhipleri nerededir? Bir kavim için sancak dikilir. Bu takvâ sâhipleri, sancakları ardından yerlerine gidip, hesapsız Cennet’e girerler.” Ve yine buyurdu ki: “Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim!” Abdullah ibni Mes’ûd’a (radıyallahü anh) da; “Bana kavuşmak istersen, benden sonra korkun daha çok olsun!” buyurdu.

Tam takvâ, evliyâ olan kimselerde hâsıl olur. Hased (çekememezlik), kin beslemek, kibir (büyüklenmek), riyâ (gösteriş), şöhret ve benzeri nefsin kötülükleri büsbütün gitmedikçe, tam takvâ hâsıl olmaz. Bunların büsbütün gitmeleri için de nefsin fenâ bulması, kötü isteklerin yok edilmesi lâzımdır. Allah’ı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hattâ kalpte Allah’tan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça kâmil, olgun îmân ve tam takvâ elde edilemez. Takvâ, yalnız nâfile ibâdet yapmakla elde edilmez. Takvâ, farzları ve vâcibleri yapmak ve haramlardan sakınmak demektir. İhlâsla yapılmayan farzların, vâciblerin hiç kıymeti yoktur. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin ikinci âyetinde meâlen; “Allah’a ihlâsla ibâdet et! İbâdet, ancak O’na yapılır.” buyurdu. Haramlardan kaçınmak da, fenâ-i nefs olmadan hâsıl olamaz. Görülüyor ki, evliyâlığın kemâllerine kavuşmak, farzları yapmakla olur. Evliyâlık derecesine kavuşmak, Allahü teâlânın bir ihsânıdır.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin Iyâd rahmetullahi aleyh; “Kim Allahü teâlâdan korkarsa, bu korku onu her iyiliğe götürür.” buyurdu. Büyük âlim Şiblî de (rahmetullahi aleyh); “Hangi gün Allahü teâlâdan korktuysam, muhakkak o zamâna kadar O’nun için görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı gördüm.” buyurdu.

Şüphelilerden ittikâya, yâni sakınmaya, Verâ; haramlardan sakınmaya, Takvâ; şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk etmeye de Zühd denir. “Âbid” çok ibâdet eden kimsedir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurur ki: Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtaç kalmazsın.”

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Hüreyre’ye (radıyallahü anh) buyurdu ki; “Verâ sâhibi ol ki, insanların en âbidi olursun!”

Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.”

Ebû Hüreyre radıyallahü anh; “Kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhipleridir.” buyurdu.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki; “Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, verâ sâhipleri gibi yaklaşan olmaz.”

Büyük âlimlerden bâzısı buyurdu ki: “Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olmaz: Gıybet etmemeli. Müminlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki, makam istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği imân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.

Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki:

Allah’ın yasak ettiği şeylerden gücünüz yettiği kadar perhiz ediniz (kaçınınız)! (Tegâbün sûresi: 16)

Rablerinden korkanlar için hidâyet ve mağfiret vardır. (A’raf sûresi: 154)

Allahü teâlâdan ancak âlim kulları korkar. (Fâtır sûresi: 28)

Allahü teâlâ onlardan râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan hoşnutturlar. İşte, bu mükâfatlar ve Allah’ın rızâsı, Rabbinden korkanlara mahsustur. (Beyyine sûresi: 8)

Elbette kurbanların ne etleri, ne kanları Allahü teâlâya erişmez. Fakat Allahü teâlâya, sizsden takvâ, hâlis ve kâmil ibâdetler ulaşır. (Hac sûresi: 37)

Şüphesiz ki, takvâ sâhipleri için, (her korkudan) selâmet ve (her arzuya) kavuşma vardır. (Ya o) bahçeler, üzüm bağları, hepsi aynı yaşta kızlar ve (içi şerbetlerle) dolu kadehler! Orada ne boş bir söz ve ne de yalan işitmezler. Bu nîmetler, Rabbinden bir mükâfat, yeterli bir bahşiştir. (Nebe’ sûresi: 31-36)

TAKVİM

Alm. Kalender (m), Fr. Calendrier (m), İng. Calendar. Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran; dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller. Kelimenin aslı Arapçadır. “Doğrultmak ve sağlamlaştırmak” demektir. Takvimler kitap şeklinde olduğu gibi, duvara asılan tipleri de vardır. Senelik olarak yapılanlar olmakla beraber, uzun zamanlar için hatta dâimî mâhiyette olarak yapılmış olanları da mevcuttur.

Takvimin başlangıç târihi, insanlık târihi kadar eskidir. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâma Allah tarafından vahyedilen sahifelerde din ve dünyâya âit bilgiler mevcuttur. Zaman ve takvim bilgileri ilk defâ bu sahifelerden öğrenilmiştir. Peygamber efendimizin Mekke’den Medîne’ye hicretini başlangıç olarak alan Hicrî takvimin ayları hazret-i Âdem tarafından bildirilen şekildeydi.

Her ilim gibi takvim ilmi de semavîdir. Yâni Allahü teâlânın bildirmesiyle öğrenilmiş, daha sonra geliştirilmiştir. Mevsimleri, ayları, haftaları, günleri hesaplamak için güneş, ay ve yıldızlar gibi gökyüzü cisimlerinin hareketleri esas alınıyordu. Geceyle gündüzün birbirini tâkip etmesi ve ayın seyriyle sıhhatli şekilde zaman tâyini mümkün oluyordu. Ağaçların yapraklanması, hayvanların bâzı âdetleri, yağmurlar ve kuraklıklar, nehirlerin periyodik taşmaları gibi düzenli tabiat hâdiseleri de tam sıhhatli olmasa da takvim maksadıyla kullanılıyordu.

Takvim kayıtlarının ilk olarak tespiti, ayın günlük devrelerinin müşâhadesiyle başlamıştır. Tam bir dolunay şeklinde görülen ayın, gün geçtikçe, incelerek hilâl şeklini alması, gözden kaybolması, sonra tekrar hilâl şeklinde doğması ve büyüyerek dolunay hâline gelmesi takvimin esâsını teşkil etmiştir. Fakat zirâat işlerinde ve mevsimlerin tâyininde ayın hareketleri kat’î mâlumat verememekteydi. Çünkü ayın iki dolunayı arasındaki zaman 29,5 gündür. 12 ile çarpıldığında bir ay senesi 354 gün olur. Halbuki güneş senesi yaklaşık 365 gün 6 saattir. İkisi arasında 11 gün 6 saatlik bir fark vardır. Bu fark uzun seneler sonra birikerek artar ve neticede aylar tabiî mevsimlere uymaz. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için güneşin hareketini esas alan takvimler de yapılmaya başlandı. Bâzı milletler her iki takvimi de berâber kullanmışlardır.

Takvimin esâsı târih, yâni senedir. Târihler Hicrî, Rûmî, Mâlî, Efrencî vs. gibi isimler alırlar. Takvim için mühim bir hâdise “târih başı” olarak ele alınır. Her milletin ve cemiyetin kendisine esas kabul ettiği bir takvimi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandığı takvimler de vardır. Romalılar, Roma şehrinin kuruluşu olan M.Ö. 753 senesini, Eski Yunanlılar, ilk olimpiyat oyunlarının yapıldığı M.Ö. 776 senesini başlangıç olarak kabul etmişlerdir. Hıristiyanlıkta bu başlangıç Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târihtir (Bkz. Noel). Doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine mîlâttan önce, sonrasına da mîlâttan sonra denmiştir. Hicrî takvimin başlangıcı da Peygamberimizin Mekke’den Medîne’ye hicretidir. (Bkz. Hicrî Yıl)

Mısır’da M.Ö. 5000 veya 3000 yıllarında ilk takvim denemeleri yapılmıştır. Mısırlılar gökyüzünün en parlak yıldızı olan Sirius’un iki doğuşu arasındaki 365 günlük süreyi 1 yıl kabul etmişlerdir. Ancak Sirius’un her dört yılda bir 365 gün yerine 366 günde doğduğu anlaşıldığından bu bir günlük fark, yılbaşının yavaş yavaş mevsimlere göre gerilemesine sebep olmuştur. Daha başka mahzurları da olmasına rağmen bu takvim yüzyıllar boyunca birçok ülkede kullanılmıştır.

Babilliler ve Yunanlılar da yılı 12x29,5= 354 gün kabul eden takvimi kullanmışlardır. Ancak, takvimlerini güneş yılına yaklaştırmak ve mevsimlerle olan uygunsuzluğu düzeltmek için, Babilliler her üç yılda araya 1 ay, Yunanlılar da her 8 yılda 3 ay ilâve etmişlerdir.

Bugün kullanılan Mîlâdî takvime en yakın doğruluktaki takvim eski Roma takvimi olan Julien takvimiydi. M.Ö. 45 senesinde Roma imparatoru Julius Caesar tarafından islâh edilen bu takvimde sene 365 gün 6 saatti. Her seneden artan 6 saatlik zamânın doğurduğu mahzur, 4 yılda bir, senenin gün sayısının 366 olmasıyla çözülmüştü. Bugün de Şubat ayına ekleniyordu. Ancak bu 365 gün 6 saatlik sene, 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 sâniye süren tropik seneye göre 11 dakika uzundu.

Papa XIII. Gregorius tarafından 1582’de mahzuru ortadan kaldırmak için 10 gün silindi. 4 Ekim 1582’nin ertesi günü 15 Ekim 1582 sayıldı. Yüzyılları gösteren senelerin 400’e bölünememesi hâlinde bunlar artık yıl olmayacaklardı. Bu sebepten 1700, 1800, 1900 artık yıl olmadılar. 1600 ise artık yıl sayıldı. Bu takvime de Gregoryan Takvimi denildi. Fransa ve İtalya bu takvimi 1582’de, Almanya 1700’de, İngiltere 1751’de, Bulgaristan 1917’de, Sovyetler Birliği 1918’de, Yunanistan 1923’te, Türkiye 1926’da kabul etti.

Rûmî takvim: Bu takvim güneş yılına göre düzenlenmiştir. Fakat şimdi kullanılan mîlâdî takvimden 13 gün geri olduğu için 1917 yılında yapılan değişiklikle bu fark kaldırıldı. 1917 senesinin Şubat ayının16’sı, 1333 senesi Mart’ının 1’i sayıldı. Bu takvimin târih başlangıcı Hicrî takvimle aynı idi. Fakat ayın ve güneşin bir senesinin arasındaki fark sebebiyle sene sayısı iki sene geri olmuştu. Kısaca bu takvimde Mîlâdî 584 senesi başlangıç kabul edilir. Yılbaşı 14 Mart’tır. Aylar Mîlâdî yıldaki gibidir. Güneşe göre hesaplanır. 1926’da Milâdî takvimin kabûlüyle yürürlükten kaldırıldıysa da nüfus cüzdanlarında Rûmî doğum târihleri muhâfaza edildi. Çevirme cetvelleri yardımıyla Rûmî, Hicrî ve Milâdî seneler birbirine çevrilmektedir.

Kameri Hicrî takvim: (Bkz. Hicrî Yıl)

Dünyâ yüzünde çok çeşitli takvim kullanılmasının çeşitli mahzurları görüldüğünden, bütün dünya milletlerinin müştereken kullanacağı tek tip takvim yapılması için bir asırdır çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar “Değişmez Takvim” ve “Evrensel Takvimi” adı altında yürütülmektedir. Ancak yeni tatbikatların daha büyük mahzurlar doğuracağı tabiî olduğundan bu çalışmaların hiçbiri kabul görmemiştir.

Osmanlı Devletinde Takvim-i dâimî veya Ruznâme isminde takvim tatbikatı vardı. Bu takvim bir sene için değil, devamlı kullanılmak üzere iki metre uzunluğunda, gâyet ince deri üzerine yapılan ince hesap ve zarif tezhiplerle meydana getirilmişti. Hesaplar 100 sene için yapılır ve takvimden 100 sene ahkâm çıkartılır, erbâbı müteakip asırlar için de kullanabilirdi. Bu işle pekçok uğraşanlar olmuş, bunlar arasında iki buçuk asır önce yaşamış Süleyman Hikmetî isminde bir zat meşhur olmuştur. Bu takvimlerde seneler, mevsimler, aylar, günler, güneş ve ay tutulmaları, sayılı günler, meteorolojik ve astrolojik hesaplar yer alırdı. Takvimlerin açılıp sarılması ve istenen yere bakılması için iki ucunda parmak kadar ve daha büyük fildişi masuralar bulunurdu. Takvimler pekçok sayıda yapılmış olup; âdîleri bir-iki liraya, iyileri 10-15, fevkalâdeleri de 30 liraya kadar satılırdı.

İslâm memleketlerinde takvim hazırlanmasındaki esas maksat, namaz vakitlerinin sıhhatli şekilde Müslümanlara duyurulmasıydı. Bunun için ilm-i heyet, yâni astronomi ilmiyle uğraşan hey’etşinâsların defter şeklinde hazırladıkları, namaz vakitleri cetvelleri bulunan, takvimler çıkartılmıştı. Namaz vakitlerinin yanısıra bir sene içindeki sayılı günler, güneş ve ay tutulmaları, burçlar, iklim ve zirâat hâdiseleri de gösterilen bu takvimler Hicrî Kamerî, Hicrî Şemsî, Rûmî ve Efrencî (Mîlâdî) senelere göre tertiplenmişti. Namaz vakitleri hesaplarını en sıhhatli şekilde yapabilen muvakkıtlar (vakit tâyin ediciler) tarafından tertiplenen bu takvimler, Osmanlı Devletinin son devrine kadar kullanılmıştır. Hâlen eski kitap satan sahaflarda bunların çeşitli tiplerini bulmak mümkündür. Eyüb Câmii muvakkıtı Ahmed Ziyâ Beyin takvimi bilhassa meşhur olmuş ve yaptığı namaz vakti hesapları o zamanın Şer’ıyye Vekilliğince (Diyânet İşleri Başkanlığınca) tastik edilmişti.

Bugün duvar, cep, masa vs. şeklinde bastırılıp satılan çeşitli takvimler vardır. Birçok firma ve kuruluşlar reklâmlarını yapabilmek için kendi adına bastırdıkları takvimlerini müşterilerine yeni yıl hediyesi olarak dağıtmaktadır.

TALÂK

(Bkz. Boşanma)

TALAS MEYDAN MUHÂREBESİ

İlk müttefik Türk ve İslâm orduları ile Çin ordusu arasında yapılan meydan savaşı. İslâmiyeti henüz kabul etmeyen Türklerin, Orta Asya’da İslâm dînini tanıtıp yayan Araplarla berâber Çinlilere karşı Talas’ta yaptıkları bu harp sebep ve neticesi bakımından çok önemlidir.

Göktürk İmparatorluğunu yıkmış olan Çin’in başındaki Tang Sülâlesi (618-906) devrinde İmparator Hivang-Çang (713-755), Türk Hanoğulları’nın hâkimiyetindeki Şaş/Taşkent şehrini ele geçirmek istedi. Bu gâyeyle Taşkent Seferine çıkan Kuça Vâlisi Kao Sien-tche çok geçmeden Taşkent hükümdarı Bagatur-tudun’u esir alarak Çin İmparatoruna gönderdi.

Bagatur-tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Tüen-en, başta Karluklar olmak üzere bölgedeki Türk boylarınıÇin’e karşı birlikte harekete çağırdı. Ancak Göktürklerin yıkılmasından sonra henüz birliğini kuramamış olan Türkler, Çin kuvvetleriyle tek başlarına mücâdele edemeyeceklerini bildikleri için Abbasîlerden yardım istediler. Ziyad bin Sâlih kumandasında gelen İslâm ordusu, yardımcı Türk kuvvetleriyle birleşti. Bunu haber alan Çin komutanı Kao Sien-tche de 100.000 kişilik orduyla Talas şehrine geldi ve burada müttefik kuvvetlerle karşılaştı. 751 yılı Temmuzunda başlayan savaş pek şiddetli bir şekilde beş gün devam etti. Savaşın son gününde Çin kuvvetlerinin arkasına sarkan Karluklar düşmana ağır bir darbe indirdiler. Kao Sien-tche az bir kuvvetle canını zor kurtarabildi. Savaşta Çinliler, elli bin ölü ve yirmi bin esir verdiler.

Talas Meydan Muhârebesinin zaferle neticelenmesi Türk, Çin, İslâm ve dünyâ târihiyle medeniyetinde çok önemli tesirler bıraktı. Çinliler Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar Tanrı Dağları (Tiyenşan) batısına geçemediler. Batı Türkistan, Çin tehlikesinden kurtuldu.

Karluklar, Talas Zaferinden on beş yıl sonra 766 târihinde Tanrı Dağları batısında ve Çu Irmağı boylarında müstakil Türk devleti kurdular. Türkistan’daki Kamlık Buda ve Mani dinlerindeki yerli ve göçebe Türklerle Müslümanlar arasında serbest ticâret, dostluk ve iyi münâsebetler başladı. Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslâm dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslâm dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, buralardaki Türklerin İslâmiyeti benimsemelerine sebep oldu. İslâm medeniyet dâiresine Orta Asya’da binlerce Türk dâhil oldu.

Türkler, kâğıt yapmasını Araplar’a öğretti. Semerkant’taki imâlathânelerde yapılan ipekten kâğıtlar, Orta Doğu ve Akdeniz’e yayıldı. Müslüman Araplar hâkimiyetlerindeki bölgelerden öğrendikleri kâğıdı imâl ederek medeniyetin bütün dünyada hızla yayılmasına hizmet ettiler.

TALAT AYDEMİR

22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963’te iki defâ askerî darbeye teşebbüs eden subay.

1917 senesinde Bilecik’in Söğüt kasabasında doğan Talat Aydemir, Kara Harp Okulunu ve Kara Harp Akademisini bitirerek kurmay subay oldu. 1950’den îtibâren 27 Mayıs İhtilâlini hazırlayan çekirdek kadronun içinde yer aldı. Ancak 27 Mayıs 1960’ta vazifeli olarak Kore’de bulunduğu için, ihtilâle fiilen katılamadı ve Millî Birlik Komitesine giremedi. Bu ise MBK’ye şahsî kırgınlık duymasına sebep oldu.

Kore dönüşünde Kara Harp Okulu Komutanlığına tâyin edildi. 27 Mayısçıların, Ondörtleri de içine alan radikal kesimi içinde yer aldı. 1960 senesi sonlarında MBK’nin ılımlı kesimi, radikal kanadı tasfiye etti. Fakat MBK içinde olmayan Talat Aydemir bu gelişmeden etkilenmedi. 15 Ekim 1961’de seçimlerin yapılmasından sonra Ordu içindeki memnuniyetsizlikler arttı. Kendilerine Silahlı Kuvvetler Birliği(SKB) adını veren bir grup subay 21 Ekim’de seçimlerin, siyâsî partilerin ve MBK’nin feshini öngören bir protokol imzâladı. 27 Mayısın hedefine ulaşamadığı, Demokrat Partinin yeniden güçlendiği, koalisyon hükûmetlerinin gerekli reformları yapamıyacağı, bu sebeple yeni bir müdâhalenin gerekli olduğu görüşünde olanAydemir grubuyla SKB arasında yakın irtibat kuruldu. Ordu içindeki bu memnûniyetsizliği hisseden İsmet İnönü başkanlığındaki hükûmet, muhtemel bir  darbe girişimini önlemek için aralarındaTalat Aydemir’in de bulunduğu bir grup subayı başka yerlere tâyin etti. Bunun üzerine Talat Aydemir, Ankara’daki askeri birliklerin bir kısmının katılmasıyla 22 Şubat 1962’de bir darbe teşebbüsünde bulundu. Fakat ordu, hükümetin yanında yer alınca yalnız kalan Talat Aydemir hükûmetle anlaşarak teslim oldu. Bu anlaşma uyarınca 22 Şubatçılar yargılanmadılar fakat emekliye sevk edildiler.

Talat Aydemir, bundan sonra da darbe teşebbüsüyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. 20-21 Mayıs 1963’te Kara Harp Okulunun katılmasıyla yeni bir darbe düzenlendi. Bu darbe teşebbüsü de bastırıldı. Talat Aydemir birçok subay, Kara Harp Okulu öğrencileri ve Ondörtlerden bâzılarıyla birlikte yargılandı. 5 Eylül 1963’te Fetih Gürcan’la birlikte ölüm cezâsına çarptırıldı. Kararı TBMM’nin onaylaması üzerine ikisi birlikte Ankara’da îdâm edildi.

TALATPAŞA

Posta memuruyken sadrâzamlığı ele geçiren İttihat ve Terakki Komitesi üyesi. Edirne’de 1874 yılında doğdu. Babası, bâzı kazâlarda sorgu hâkimi muâvinliği yapan Ahmed Vasıf Efendidir. Muhalifleri tarafından çingene asıllı olduğu ileri sürülmüştür. İlk öğrenimini Edirne’nin Vize kazâsında tamamladıktan sonra Edirne Askerî Rüştiyesini (askerî ortaokul) bitirdi. Bütün tahsilinin bundan ibâret olduğu bilinen Talat Paşa, 1895’te rejim aleyhinde faaliyette bulunmaktan tutuklandı. Edirne’de 25 ay hapis yattı. Daha sonra Selânik’e gönderildi. Selânik-Manastır arasında seyyar posta memurluğu ve Selânik posta başkâtipliği gibi küçük memuriyetlerde bulundu. 1906 yılında gizli olarak çalışan Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurdu. Bu gizli cemiyetin adı Paris’te Ahmed Rıza’nın idâre ettiği cemiyetle birleştikten sonra Terakki ve İttihat, bilâhare de, İttihat ve Terakki Fırkası olarak değiştirildi. Faaliyetlerini gizli olarak Selanik Mason Locası binâsında yürüttü. Balkan komitecileriyle de birlik olan Talat Paşanın gizli çalışmaları ortaya çıkarılınca, Posta ve Telgraf İdâresindeki memuriyetine son verildi. Yıkıcı çalışmalarından dolayı Anadolu’ya sürüldüyse de araya girenlerin kefâletiyle bu cezâ yerine getirilmedi. Selânik’te özel bir okulda müdür olarak çalışırken İstanbul’a iki defâ gelip, İttihat ve Terakki Fırkasının teşkilâtını kurdu.

1908’de îlân edilen İkinci Meşrûtiyetten sonra İttihat ve Terakki Fırkasının Edirne mebusu olarak Meclis-i Mebusana girdi. Meclis reis vekili oldu. Mebusları tehdit ederek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesi kararını aldırdı. 1909’da Londra’ya gitti. Aynı yıl Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Dâhiliye Nâzırıydı. Said Paşa kabinesinde Posta ve Telgraf Nazırı oldu. Bundan sonraki yıllarda altı yüz senelik Osmanlı Devletinin mukadderatına hâkim olma, devleti adım adım yıkıma götürme faaliyetleri içinde bulundu. Balkan Harbinde nefer elbisesi giyerek birlikleri dolaştı. Askerler arasında particilik tohumlarını ekti.

Balkan Harbinin en karanlık günlerinde “Edirne gidiyor, din gidiyor, vatan gidiyor!” propagandalarıyla 23 Ocak 1913 günü Babıâli’yi basan komitecilerin içinde bulunan Talat Paşa, Dahiliye Nâzırı Vekili sıfatıyla iktidar değişikliğini telgrafla vâliliklere bildirdi. Harbiye Nâzırı Enver ve Cemal paşalarla birlikte devleti Almanların yanında Birinci Dünyâ Savaşına sokan komitenin içinde bulundu. Said Halim Paşanın kurduğu kabinede tekrar Dâhiliye Nâzırı oldu. Said Halim Paşanın son sadâretinden istifâ etmesi üzerine, komitecilerin pâdişâha baskısı sonucu, 3 Şubat 1917’de Sadrıâzam oldu.

Talat Paşa; hükümetin, pâdişâhın, milletin haberi olmadan hiçbir millî zarûret yokken, sırf Almanya istediği için, Osmanlı Devletini Birinci Dünyâ Harbi ateşine atanlardan biridir. Enver ve Cemal paşalara Osmanlı Devletinin yıkılması, milyonlarca vatan evlâdının kaybedilmesiyle son bulan akıl almaz hatalarının ortağı oldu. Yegâne meziyeti komitecilik olan Talat Paşa, on senede koca Osmanlı Devletini param parça eden bir teşekkülde en önemli rolü oynadıktan sonra, hesap vermekten korkarak Almanya’ya kaçtı. 15 Mart 1921’de Berlin’de Toylryan adındaki bir Emeni tarafından vurulup öldürüldü. Cenâzesi tahnit edilerek Berlin Müslüman Mezarlığındaki mescidin mahzeninde senelerce kaldıktan sonra, 1944’te İstanbul’a getirilerek Hürriyet-i Ebediyye Tepesine gömüldü.

TALHÂ BİN UBEYDULLAH

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. İlk Müslüman olanlardan ve Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biridir. Adı Talhâ bin Ubeydullah, künyesi Ebû Muhammed’dir. Uhud Savaşında gösterdiği kahramanlık sebebiyle “Hayyir”(hayırkâr) ve Tebük Savaşında bütün servetini ordunun techizine vermesi sebebiyle de “Feyyaz” (bolluk ve bereket sâhibi) isimleri ona, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tarafından verilmiştir. Soyu Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyu ile birleşir. Hicretten yirmi dört yıl önce Mekke’de doğdu. Cemel Vak’asında şehit oldu.

Hazret-i Talhâ, hazret-i Osman’dan sonra îmân etti. Müslüman olması şöyle oldu: Ticâret maksadıyla Busra’ya gitmişti. Busra panayırında bir Hıristiyan râhibi pazarda bulunan insanların arasına girip, bu pazar halkı içinde Mekkeli bir kimse var mı? diye bağırarak sordu. Hazret-i Talhâ yanına koşup; “Evet var. Ben Mekkeliyim” dedi. Râhib “Ahmed zuhûr etti mi?” diye sordu. Talhâ radıyallahü anh; “Ahmed kimdir?” dedi. Râhib; “Abdullah bin Abdülmüttalib’in oğludur. O, peygamberlerin sonuncusudur. Mekke O’nun peygamberliğini bildireceği yerdir. Sonra oradan hicret edecektir.” dedi.

Bu sözler hazret-i Talhâ’nın kalbine mızrak gibi işledi oradan ayrılıp Mekke’ye geldi ve hemen sordu:

“Ben yokken buralarda bir şeyler oldu mu?”

“Evet oldu. Abdullah’ın oğlu Muhammed,nebîlik iddiâsıyla meydana çıktı. Ebû Bekr radıyallahü anh; “O’na uydu.” dediler. Hazret-i Talhâ duyduğu haberin sevinciyle doğru hazret-i Ebû Bekr’in huzûruna varıp dedi ki:

“Yâ Ebâ Bekr! Duyduklarım doğru mu?”

Evet yâ Talhâ! Duydukların doğrudur!..

“O’nun hakkında ne düşünüyorsun, ne biliyorsun?”

“O, Allah’ın resûlüdür ve bizi hak dînine dâvet edicidir.”

“Yâni atalarımızın dînini bırakacak mıyız?”

“Evet!”

“Nasıl olur?”

“O, Allah’ın son resûlüdür ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bizi, bir olan Allah’ın dînine dâvet ediyor...”

“Öyleyse beni O’na götür!” deyince hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Talhâ’yı Resûlullah’ın huzûruna götürdü. Hazret-i Talhâ, Resûlullah’ın huzûrunda:

“Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yok ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür!..” diyerek îmân etti.

Kureyş müşrikleri ilk Müslüman olanlara ağır işkenceler yapıyorlardı. Hazret-i Talhâ’ya da çok işkence ettiler. Onu iple bağlayıp, eski dînine döndürmek için ezâ ve cefâ yaptılar. Fakat onlara: “Beni öldürseniz de dînimden dönmem!” dedi.

Daha sonra Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olduğu müjdelendi.

Talhâ radıyallahü anh, Medîne’ye hicret edildiği sırada Şam’da bulunuyordu. Orada ticâret yapıp, dönerken yolda Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın Medîne’ye hicret ettiğini haber aldı. Ticâret kervanında bulunan mallarından ve kârından vazgeçip, Medîne’de kaldı. Daha sonra âilesini de getirtti.

Bedir Savaşı sırasında müşriklerin kervanını tâkip etmek üzere Şam tarafına gitmişti. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tarafından verilen bu vazîfeyi yapmak üzere gittiğinde, Bedir Savaşı yapıldı. Bu sebeple Bedir Savaşında bulunamadı. Uhud Savaşına katıldı. Bu savaşta göstermiş olduğu akıllara hayret veren kahramanlığı bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tarafından taktir edildi. Bütün Eshâb-ı kirâm onun kahramanlığına, cesurluğuna ve fedâkârlığına hayran kalmıştır. Çünkü savaşın en nâzik bir ânında Eshâb-ı kirâm, müşriklerin azgın saldırıları karşısında Peygamber efendimizin etrâfını halka gibi sararak yapılan hücumlara karşı koymuşlardı. Bu savunmada en büyük gayreti ve cesâreti gösteren eshâptan biri de hazret-i Talhâ idi. Vücûdunu Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) yapılan hücumlara karşı tutarak darbeleri göğüsledi. Bir kılıç darbesini de koluyla karşılayıp, kolundan ağır şekilde yaralanmıştı. Savaş sırasında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir kayanın üzerine çıkmak istediğinde, Talhâ radıyallahü anh, Resûlullah’ı(sallallahü aleyhi ve sellem) sırtına alarak kayanın üzerine çıkarmak saâdetine kavuştu. Onun kahramanlığı büyük takdir topladı. Hazret-i Ebû Bekr; “Talhâ bin Ubeydullah bir Uhud kahramanıdır.” buyurdu. Hazret-i Ömer, onun için; “Uhud gününün en büyük kahramanıdır.” buyurmuştur.

Talhâ radıyallahü anh, Uhud Savaşından Mekke’nin fethine kadar olan bütün savaşlara katıldı. Hudeybiye’de Bîat-ı Rıdvan’da da bulundu. Mekke fethinden sonra Huneyn Gazvesinde bulunup, düşmanın şiddetli saldırısı karşısında çok kahramanlıklar gösterdi. Tebük Gazvesine de katılıp, bu savaşta bütün malını, ordunun hazırlanmasında harcadı. Vedâ Haccında Peygamberimizle birlikte bulunup, Vedâ Hutbesini dinledi. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında çok üzülüp, gözyaşı dökmüştür. Hazret-i Ebû Bekr halîfe seçilince, derhâl bîat etmiş ve emrinden ayrılmamıştır. Hazret-i Ebû Bekr, vefâtı yaklaşınca yerine kimin halîfe olacağı husûsunda hazret-i Talhâ ile istişâre etmiştir.

Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Talhâ radıyallahü anh, şûrâ heyetine dâhil olup, çok hizmetlerde bulundu. Hazret-i Ömer kendinden sonra halîfe seçilecek olan kimseyi tespit etmek üzere altı kişilik bir şûrânın (heyet) toplanmasını emretmişti. Bu altı kişiden biri de hazret-i Talhâ idi. Hazret-i Osman’ın halîfeliği sırasında âsilere karşı şiddetli mukâbelede bulunarak hazret-i Osman’a yardımcı oldu. Osman radıyallahü anh şehit edilince çok üzüldü. Talhâ radıyallahü anh Sıffîn Savaşında okla şehit oldu. Hazret-i Ali buna çok üzüldü. Ağlayarak yüzündeki toprağı sildi ve cenâze namazını kıldırdı.

Hazret-i Talhâ, önceleri ticâretle uğraşırdı. Medîne’ye hicretten sonra da zirâatle meşgul oldu. Bu sebeple kazancı ve serveti çoktu. Servetini tamâmen İslâm uğrunda harcadı. Bir gazvede kuyu satın alarak İslâm ordusuna vakfetmişti. O zaman kuyu satın almak zor ve büyük bir meseleydi. Zül-Usre Gazâsında bütün orduyu tek başına doyurdu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin vefâtından sonra müminlerin anneleri olan ezvâc-ı tâhirâtın hizmetine koştu, bütün malını ve parasını emirlerine âmâde kıldı. Bütün fakirlerin yardımına koşmuştur. Öksüzleri korur, darlık içinde olanlara yardım ederdi. Onun servetinden faydalanmayan kalmamıştır. Medîne’ye gelen her misâfiri evinde ağırlar, ikrâmda bulunurdu. Bütün Eshâb-ı kirâma karşı müşfik ve muhabbetliydi. Herkes onu sever onun muhabbetinden zevk alırdı. Kiminle konuşsa tebessüm ederek konuşur ve öylece ayrılırdı.

Eshâb-ı kirâmdan, Zübeyr radıyallahü anh bildiriyor ki: “Uhud Savaşında Resûlullah’ın üzerinde iki zırh vardı. Orada bulunan büyük bir kayanın üzerine çıkmak istedi. Bu sırada hazret-i Talhâ yaralı olduğu halde, Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) sırtına alıp, kayaya kaldırdı. O sırada Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu duydum: “Talhâ, Allahü teâlâya ve Peygamberine sevgisinden yaptığı bu işle, kendine Cennet’i vâcib kıldı.” Bir hadîs-i şerîfte: “Yeryüzünde yürüyen şehit görmekle sevinmek isteyen Talhâ bin Ubeydullah’a baksın.” buyruldu.

Sa’d bin Ebî Vakkas radıyallahü anh şöyle bildirir: Resûlullah Uhud günü; “Yâ Rabbî! Bunun (Talhâ’nın) oklarını kuvvetli ve isâbetli eyle.” diye duâ etti.

Hazret-i Ali’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Talhâ ile Zübeyr Cennet’te benim komşularımdır.” buyruldu.

Kur’ân-ı kerîmdeki: “Bunlar öyle kişilerdir ki, Allah’a karşı ne taahhüd etmişlerse onu muhakkak yerine getirmişlerdir.” meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olunca Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Hazret-i Talhâ’ya; “Sen de her taahhüdünü yerine getiren, Allah’a karşı her nezrini îfâ edenlerdensin.” buyurmuştur.

Hazret-i Talhâ bin Ubeydullah’ın Peygamberimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir:

Necd ahâlisinden saçı darmadağın (fakir) bir adam Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna geldi. Biz onun sesini duyuyorduk fakat ne dediğini anlayamıyorduk. Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) yaklaştı; İslâm’dan sormaya başladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (bu suâline karşı; “Bir gün ve bir gece içinde (günde) beş vakit namaz kılmak.” buyurdu. O kimse: “Üzerimde bundan başka (namaz) var mı?” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hayır, ancak nâfile olarak kılarsan o başka.” buyurdu. Ondan sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Bir de Ramazan orucunu tutmak.” buyurdu. O şahıs; “Bundan başka üzerimde oruç var mı?” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hayır, nâfile tutarsan o başka.” buyurdu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zekâtı da ona söyledi. O; “Bundan başka mükellefiyyet var mı?” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hayır, nâfile olarak verirsen o başka!” buyurdu. O kimse dönüp giderken; “Allah’a yemin olsun ki bunu arttırmayacak ve eksiltmeyeceğim.” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Eğer sözünde sâdık çıkarsa kurtuldu.” buyurdu.

TALİDOMİD

Eskiden kullanılmış olan ve zararlı etkileriyle târihe geçen bir uyku ilâcı. Barbitürik asit türevi (barbiturat) olmayan bu ilâç, birçok memlekette, zararlı tesirleri öğrenilinceye kadar geniş bir şekilde kullanılmıştır. 1960’lı yıllarda Avrupa’da özellikle hâmileler tarafından bulantı ve kusmaları önleyici özelliğinden dolayı kullanılmaya başlandı. Gebe kadınlarda bilhassa gebeliğin üçüncü ayında kullanılmasına bağlı olarak binlerce kolsuz, bacaksız çocuk dünyâya geldi. Bu hâdise talidomid fâciası olarak tıp târihine geçti. Bu fâcia, “yeni bulunan ilâçların klinik denemesinde sıkı tedbirlerin tatbikini uyarma” bakımından iyi bir ders olmuştur. Talidomid, bugün artık sâdece târihî bir önemi hâiz olup, kullanılmamaktadır.

TALK

Alm. Talk (m), Fr. Talc (m), İng. Talc. Pekçok ticârî mâmulde kullanılan, kristal suyuna sâhip bir magnezyum silikat minerali. Bileşimi Mg3Si4O10(OH)2, sertliği 1, (Mohs sertlik derecesinin en yumuşak standart minerali) özgül ağırlığı 2,82 olup, kristal sistemi monokliniktir. Başlıca, yaprağımsı ve pullu kütle hâlinde bulunur. Talk sedef pırıltılıdır. Ele yağlı bir hâl verir ve eli boyar. Aleve tutulursa yanmaz, parlar ve sertliği yükselir. Talk serpantin gibi olivin ve başka magnezyumlu minerallerin değişmesinden meydana gelir.

Saf hâlde çok yumuşak olması, talk pudrası ve yüz pudrası olarak kullanılmasını sağlamıştır. Ancak, pekçok talk, ateşe dayanıklı olması ısı ve elektriği kötü iletmesi sebebiyle, seramik sanâyiinde ve tavan kaplamasında kullanılır. Kauçuk, boya ve kâğıt sanâyiinde dolgu maddesi olarak da istifâde edilir.

Talk taşının saf olmayan şekli “steatit” veya sabun taşıdır. Sabun taşı, laboratuvarlarda aside dayanıklı tezgâh üstü kaplaması, lavabo yapımında kullanılır. Talk, metamorfik bir taş olup, bileşimi serpantine benzer. Genellikle soluk yeşildir, beyaz veya gri de olabilir. Bünyede demir mevcutsa kırmızımsı veya kahverengimsi olabilir. Genellikle dağlık bölgelerde bulunur. En çok ABD ve Japonya’da rastlanır.

TALMUD

Yahûdîlikte, Tevrat’tan sonra mukaddes olarak kabul edilen kitap. Talmud “nizam, öğrenim” gibi mânâlara gelmektedir.

Yahûdîliğin kaynağı yazılı emirler ve sözlü emirler olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Yazılı emirler Tevrat (Tora)da yer almakta, sözlü emirlerse Talmud’da toplanmıştır. Talmud’un Yahûdîler yanında Tevrat kadar önemi vardır. Onun da vahiy ve ilham mahsulü olduğu kabul edilir.

Talmud iki kısımdan meydana gelmiştir. Bunlar Mişna ve Gamârâ’dır.

Mişnâ: İbrânice “tekrar” demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir. Yahûdî inanışına göre Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma Tûr Dağında Tevrat kitabını (yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri, yâni sözlü emirleri de söyledi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ’ ve Eliâzâra (aleyhimüsselâm) bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Bu bilgiler, nesilden nesile, yâni hahamlardan hahamlara rivâyet edildi.

M.Ö. 538 ve M.S. 70 senelerinde çeşitli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir konudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitaplar hâline geldi. Yahûdî hahamlarından Akiba bunları topladı ve kısımlara ayırdı. Talebesi Haham Meir bunlara ilâveler yaparak basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerin te’lifi ve toplanması için çeşitli usûller koydular. Böylece pekçok rivâyetler ve kitaplar ortaya çıktı. Nihâyet bunlar Mukaddes Yehûdâ olarak bilinen Judah Hanesiye’ye ulaştı.

Yehûda bu karışıklıklara son vermek için mîlâdın ikinci asrında bu kitapların en sağlam kabul edilenini yazdı. Yehûda, mevcut nüshalardan, bilhassa Meir’in yazdığı nüshadan istifâde ederek kırk yılda bir kitap vücûda getirdi. Bu kitap diğerlerini içine toplayan en son ve meşhur Mişnâ oldu. Yehûda’dan sonra gelen hahamlar Mişnâ’ya ilâve ve şerhler yaptılar. Mişnâ’nın dili, Yunanca ve Lâtincenin tesiri görülen Yeni İbrânice (Neo Hebrew)dir. Yehûda’nın yazdığı Mişnâ’ya almadığı ve diğer hahamların yazdığı Mişnâlardaki bilgiler sonradan toplandı. Bunlara ilâveler (Tosofta) denildi.

Mişnâlar, Tevratlardan daha basit olup kelime ve cümle şekilleri onlardan çok farklıdır. Emirler umûmi kâideler şeklinde bildirilmiştir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelmiştir. Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de cümlelere bölünmüştür.

Gamârâ: Talmud’un ikinci kısmıdır. Yahûdîlerin Filistin ve Babil’de iki mühim dînî mektepleri vardı. Bu mekteplerde Amoraim (İzahcılar) denilen hahamlar Mişnâ’nın mânâsını açıklamaya, tezatları (çelişkileri) düzeltmeye, örf ve âdetlere dayanarak verilen hükümlere kaynak aramaya, olmuş veya olmamış, yâni teorik meseleler üzerinde hükümler vermeye çalıştılar. Bâbil’deki hahamların yaptıkları şerhlere Bâbil Gamârâsı denildi. Bu Gamârâ Mişnâ ile berâber yazıldı. Meydana gelen Talmud’a Bâbil Talmudu adı verildi. Kudüs’teki hahamların yaptıkları şerhlere de Kudüs Gamârâsı denildi. Bu Gamârâ da Mişna ile berâber yazıldı. Meydana gelen bu kitaba Kudüs Talmudu denildi. Daha sonra Kudüs ve Bâbil şerhleri ayırt edilmeksizin Mişnâ ve bir Gamârâ’yaTalmud tâbir edildi. Bâbil Talmudu, Kudüs Talmudunun üç misli daha uzundur. Yahûdîler Bâbil Talmud’unu Kudüs Talmud’undan daha üstün tutarlar.

Hahamlar Talmud’da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse, onu yapmasa bile günâhkar olacağını bildirmişlerdir. Onlara göre, hahamların nehy ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur. Yahûdîler Talmud’a inanmayanı Yahûdî saymazlar. Bunun için Yahûdîler sâdece Tevrat’ı kabul eden ve ona bağlanan Karâim Yahûdîlerini, Yahûdî kabul etmezler. Yahûdî din adamları Kudüs ve Bâbil Talmudları arasında büyük farklar ve tezatlar olduğunu söylemekten sakınırlar.

Bâbil Talmudu ilk defâ mîlâdî 1520-1522’de, Kudüs Talmudu ise 1523 senesinde Venedik’te basıldı. Bâbil Talmudu Almanca ve İngilizceye, Kudüs Talmudu da Fransızcaya tercüme edilmiştir. Bâbil Talmudunun yüzde otuzunu, Kudüs Talmudunun yüzde on beşini hikâyeler ve kıssalar teşkil eder. Bu hikâyelere Hagada adı verilir. Yahûdî edebiyatının esâsını bu hikâyeler meydana getirir. Okullarında bunları okuturlar. Yahûdî okullarında, hattâ üniversitelerinde Tevrât ve Talmud’un öğrenilmesi, öğretilmesi mecbûrîdir.

Hıristiyanlar, Talmud’a düşman olup, ona şiddetle hücum ederler. Karâim Yahûdîleri de Talmud’u reddetmiş ve bunu bid’at kabul etmişlerdir.

Talmud’a göre kadın dînî mekteplere alınamaz. Çünkü hafif akıllıdır ve ona din eğitimi şart değildir. Talmud müneccimliğin insan hayatına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmud’a göre güneş tutulması milletler için kötü bir alâmettir, ay tutulması ise Yahûdîler için kötü bir alâmettir. Talmud sihir ve kehânetlerle doludur. Talmud’da; “Yahûdî olmayan kimselerin kanını akıtmak Allaha kurban takdim etmektir. Yahûdîlik maksat ve gâyesi için işlenen bütün günahlar gizli olmak şartıyla mübahtır. Yalnız Yahûdî olanlara insan gözüyle bakılır. Yahûdî olmayanlar birer hayvandır. Allah bütün dünyânın servetini sâdece Yahûdîlere tahsis etmiştir. Hırsızlık etmeyiniz emri sâdece Yahûdîler içindir. Diğer milletlerin canları malları helaldir. Zinâ etmeyeceksin emri Yahûdîler içindir. Yahûdî olmayanın, malını çalan ve işini elinden alan bir Yahûdî iyi bir iş yapmıştır.” gibi cümleler vardır.

Talmud’da Yahûdîlerin bekledikleri Mesih için; “Mesih, Yahûdî olmayanları, harp arabalarının, tekerlekleri altında ezecektir. Büyük harp olacak ve insanların üçte ikisi ölecektir. Yahûdîler gâlip olacak, mağlup olanların silahlarını yedi sene yakacak olarak kullanacaklardır. Diğer milletler Yahûdîlere itâat edeceklerdir. Bütün milletlerin hazineleri Yahûdîlerin ellerine geçecek, Yahûdîler çok zenginleşecekler. Hıristiyanlar yok edilince diğer milletlerin gözleri açılacak, onlar da Yahûdî olacaklar. Böylece Yahûdîler dünyâya hâkim olacak, dünyânın hiçbir yerinde Yahûdî olmayan kimse kalmayacaktır.” demektedir.