TACİKLER
Alm. Tadschike (n) (m.pl.), Tadschikin (nen) (f.pl.), Fr. Tadjik (s) (m.pl.), İng. Tajik. Asya’da yaşayan kavimlerden. Tacik kelimesi târihte çeşitli kavimler için kullanılmıştır. Önceleri Araplar için Tacik denilirken, sonraları Acemler Tacik olarak isimlendirilmiştir. Dîvânü Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig’te Tacik “İranlı” mânâsındadır.
Günümüzde Tacikistan Cumhûriyetinin çoğunluğunu teşkil eden Tacikler, buranın dışında, Surhandarya, Kaşkadarya, Fergana, Endican, Nemangan, Semerkant, Buhara, Kazakistan ve Afganistan’da yaşamaktadırlar. Çoğunluğu Ehl-i sünnet Müslümandır.
Fars dillerine mensup olan Tacikçe, ana çizgileriyle günümüz Farsçasına yakındır. Yalnız eski Farsçanın özellikleri daha çok vardır. Ayrıca Özbeklerin konuştuğu Türkçenin de büyük tesiri görülür. Komünist devrimine kadar Arap harflerini kullanan Tacikler, sonradan baskıyla Kiril alfabesini kullanmaya başlamışlardır. 1991’de bağımsızlığını îlân eden Tacikistan’da hâlen Kiril alfabesi kullanılmaktadır.
Çiftçilik başlıca geçim kaynakları olup, hayvancılık ikinci plândadır. İptidaî usûllerle yapılan çiftçilik, son senelerde modernleşmiştir. El sanatları an’anevî bir geçim yoldur.
Alm. Kaufmann (m), Fr. Commerçant, négociant, marchand (m), İng. Dealer, merchant. Ticâret yapan, alım-satım işleriyle uğraşan, bir ticârî işletmeyi kısmen dahi kendi adına işleten; tüccar. Tâcir, insanın ihtiyaçlarını temin eden, ayağına getiren kimsedir. Kolay kazanç sağladıkları ileri sürülerek bâzı memleketlerde hor görülmüşlerdir. Tâcirleri hor görmeyip, onların hakkını gözeten memleketler tâcirlerle berâber zengin olmuşlardır. İlk tâcir milletler, Fenikeliler ve Venediklilerdir. Günümüzde ise tâcirlik rağbet bulan bir iş sahasıdır.
On sekizinci yüzyıldan îtibâren Avrupa’da tâcirlerin korunması “burjuva” denen yeni bir sınıfın doğmasına, toplumun yapısının değişmesine ve devletin refah seviyesinin yükselmesine sebep olmuştur. İslâm devletlerinde haklı kazanç hürmet görmüş, tâcir Müslüman olmasa dahi her türlü hakkı korunmuştur.
İslâmiyette tâcir: İslâm dîni ticâretle uğraşmayı teşvik etmiş, doğru tâcirleri övmüştür. Hadîs-i şerîfte: “Doğru olan tâcir, kıyâmette sıddıklarla ve şehitlerle berâber olacaktır.” buyrulmuştur. İslâm devletlerinin yükselme zamanlarında ticârette de ileri gittikleri görülmüştür. Tâcir kendini yasaklardan koruyabilmek için alışveriş (bey’ ve şirâ) ilmini öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü İslâm dîninde herkesin kendi sanatını öğrenmesi emredilmektedir.
Türk hukûkunda tâcir: Devletler, tâciri ayrı kânunda düzenlemek ihtiyacını duymuşlardır. Buna paralel olarak Türkiye’de de tâcir, basit alış-veriş yapanlardan ayrı olarak 6762 sayılı Türk Ticâret Kânununda hükme bağlanmıştır. (Mad. 11-25). Bu kânuna göre iki çeşit tâcir vardır:
1. Gerçek kişi tâcir. Bir ticârî işletmeyi kısmen de olsa kendi adına işleten kimse. Ticârî mümessiller, kânunî temsilciler tâcir değildir. Ticârî işletmeyi açtığını îlân eden veya işletmesini ticâret siciline kaydettirerek îlân eden, fiilen ticârete başlamasa bile tâcir sayılır.
2. Tüzel kişi tâcir: Ticâret ortaklıklarıyla gâyesine ulaşmak için ticârî bir işletme işleten dernekler ve kendi kuruluş kânunları gereğince, özel hukuk hükümleri içerisinde idâre edilmek veya ticârî biçimde işletilmek üzere, devlet, vilâyet, belediye gibi kamu tüzel kişileri tarafından kurulan kuruluşlar ve kurumlar (iktisadî devlet teşekkülleri gibi).
Devlet, belediye gibi resmî kuruluşlar ticâret yapmış olsalar da tâcir sayılmazlar. Deniz ticâretindeki donatma iştiraki tâcir kabul edilir.
Tâcir olmanın neticeleri şunlardır: 1) Bir ticâret ünvanı seçer ve kullanır. 2) İflas kânununa tâbi olur. 3) Ticârî defter tutmak mecburiyetindedir. 4) Ticâret siciline kaydolur. 5) Ticâret ve Sanâyi Odalarına kaydedilir. 6) İleri görüşlü bir işadamı gibi hareket eder. 7) Ticârî iş karinesi doğar. 8) Fatura ve teyit mektubu verir. 9) Ücret ve cezâî şartın indirilmesini isteyemez. 10) Ticârî örf ve âdetlere uymak mecburiyetindedir.
Şu hükümler iki tarafın da tâcir olması durumlarında uygulanır: 1) İhbar ve ihtarlar yazılı şekilde yapılır. Ticârî alım satımlarda, alıcı temerrüdü ve ayıp ihbarları için konulmuş hükümler bulunur. 3) Ticârî defterlerle ispat durumu vardır.
İslâm hukûkunda tâcir, ayrıca düzenlenmeyip muâmelât hükümleri içinde düzenlenmiştir.
Hadis, usûl, edebiyât, târih ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülvehhâb bin Ali bin Abdülkavî bin Ali bin Temmâm bin Yûsuf el-Ensârî eş-Şâfiî es-Sübkî’dir. Künyesi Ebû Nasr, lakabı Tâcüddîn’dir. 1327 (H.727) senesinde Kâhire’de doğdu. 1370 (H.771) Zilhicce ayında tâûn hastalığından vefât etti. Kâsiyûn eteğindeki Sübkiye Kabristanına defnedildi.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberleyen Tâcüddîn Sübkî ilk tahsiline babasından Arapça temel bilgilerle, îtikâdî bilgileri öğrenmekle başladı. Ayrıca asrın meşhur hocalarından ders aldı. Kısa süre sonra İbn-i Şihne ve Yûnus ed-Debbûsî gibi âlimlerden icâzet (diploma) aldı. Yahyâ bin Mısrî, Abdülmuhsin es-Sâbûnî, İbn-i Seyyidnâs, Sâlih bin Muhtâr, Abdülkâdir bin Mülûk ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi.
Babası Şam Kâdı’l-kudâtlığı vazifesini alınca, 1338 senesinde birlikte Şam’a gitti. Orada İbn-i Ebi’l-Yüsr ve İbn-i Temmâm’dan hadîs-i şerîf dinleyip, Müzzî’den ilim öğrendi. Zehebî’nin ilim meclislerinde bulundu. İbn-i Râfiî ve el-Haccâr’dan icâzet (diploma) aldı. Esîrüddîn Ebû Hayyân da hocaları arasındaydı. İbn-i Sübkî bu kadar âlimden ders almakla kalmayıp, kendi kendine pekçok mütâlaada bulundu.
Tâcüddîn Sübkî, ilme olan sevgisinden dolayı, genç yaşta çeşitli ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Kısa zamanda birçok âlimin dikkatini üzerine çekti. Asrının büyük âlimlerinin derslerinde bulundu. Önce fıkıh ilmiyle meşgul oldu. Zîrâ herkesin ona çok ihtiyâcı vardı. Fetvâlar vermek ve kâdılık, fıkıh ilmini bilmeyi îcâb ettiriyordu. Onun için bu hususta çok bilgi sâhibi oldu. Bu ilme dâir eserler yazdı. Babasının fetvâlarını topladı. Fıkıh ilmine verdiği husûsî ehemmiyetten dolayı, Tabakât-üş-Şâfiiyye adlı eserini fıkıh meseleleriyle doldurdu. Usûl-i fıkha çok ehemmiyet veren İbn-i Sübkî, bu ilme dâir çeşitli eserler yazdı.
Tâcüddîn Sübkî, hadîs ilmine de gereken önemi verdi ve asrının büyük hadis âlimlerinden rivâyette bulundu. İbn-i Hacer; “Tabakât’ında İbn-i Sübkî’nin hadis ilmindeki yüksek derecesi kolayca anlaşılır.” demektedir. İbn-i Sübkî, hadis ilminde cerh ve tâdil üzerindede durmuştur.
Yine Tabakât-üş-Şâfiiyye’sinde kelâm ilmine dâir verdiği bilgiler, onun bu ilimde de ne kadar mâhir ve mütehassıs olduğunu ortaya koymaktadır.
Tâcüddîn Sübkî, târihî hâdiseleri, meşhûr şahısların hayatlarını çok iyi bilirdi. Onu bu husûsa sevk eden şey; İslâm târihine vâkıf olmak, âlimlerin hayatlarını tetkik etmek sûretiyle, onların hayatlarından ibret almak ve tecrübelerinden istifâde etmekti. İbn-i Sübkî, târih ilminde çok yükseldiğinden, kâideler ve hâdiseleri vermekte tâkip edilecek usûller ortaya koydu.
İbn-i Sübkî; fıkıh, hadis ve târih ilimlerinde mütehassıs olmakla birlikte, Arabî ilimlerde de çok ileri seviyelere ulaştı. Tabakât kitâbında; nahiv, sarf, belâgat ve arûz ilimlerine geniş yer verdi.
Tâcüddîn Sübkî, küçüklüğünden beri edebî ilimlerle de uğraşmıştı. Şiir sanatında pek mâhirdi. Bu hususta ince görüşleri vardı.
Tâcüddîn Ebû Nasr Sübkî, ilim tahsilini tamamlayıp çeşitli ilimlerde mütehassıs olduktan sonra, çeşitli vazîfelerde bulundu. Azîziyye, Âdiliyye-i kübrâ, Gazâliyye, Azrâviyye, Şâmiyyeteyn, Nâsıriyye, Emîniyye, Dâr-ül-hadîs-i Eşrefiyye, Dîmâgiyye ve Mesrûriyye medreselerinde müderrislik yaptı. Mısır’da Şâfiiyye ve Şeyhûniyye medreselerinde ders verdi. Şam’da Emeviye Câmii hatipliğinde bulundu. Babasının yerine kâdı tâyin edildi. Ayrıca, Şam Nâibi Alâeddîn Emîr bin Ali Mardînî’nin yazı işlerinde vazifelendirildi.
Tâcüddîn Sübkî’nin şöhreti, bütün İslâm memleketlerine ulaşmıştır. Fetvâ husûsunda zamânının en büyük merciiydi. Muhtelif İslâm memleketlerinden kendisine fetvâlar sorulurdu. O da bu fetvâlara gerekli cevapları bildirirdi. İbn-i Sübkî, talak ve Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerini ziyâret meselesinde İbn-i Teymiyye’ye cevaplar verdi.
Eserleri:
Tâcüddîn Sübkî, çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Ehâdîsü Refilyedeyn, 2) El-Eşbâh ven-Nezâir fil-Fürû’, 3) Evdâh-ul-Mesâlik, 4) Telâyin-ül-Ahkâm fî Tahlîl-il-Hâid, 5) Tercihu Tashîh-il-Hilâf, 6) Terşih-üt-Tevşîh fî Usûl-il-Fıkh, 7) Tevşîh-ut-Tashîh, 8) Cüz’ün fit-Tâkîn, 9) Celeb Haleb, 10) Cem-ül-Cevâmi fî Usûl-il-Fıkh: İbn-i Sübkî, bu eserini takrîben yüz eserden toplamıştır. 11) Ref-ül-Hâcib an Şerhi Muhtasar-i İbn-i Hâcib fil-Usûl, 12) Ref-ül-Havbe fî Vad-it-Tevbe, 13) Es-Seyf-ül-Meşhûr fî Şerhi Akîdet-i Ebû Mensûr el-Mâtürîdî, 14) Şerh-ül-Minhâc-il-Vüsûl ilâ İlm-il-Usûl lil-Beydâvî, 15) El-Fetâvâ, 16) Kavâid-üd-Dîn ve Umdet-ül-Muvahhidîn, 17) Musannetün fî İlm-il-Elgâz, 18) Muîd-ün-Niâm ve Mübîn-ün-Nikâm, 19) Menâkıb-iş-Şeyh Ebû Bekr bin Kavvâm, 20) Men’ül-Mevânî, 21) Tabakât-üş-Şâfiiyye es-Sugrâ vel-Vustâ vel-Kübrâ: Bu, İbn-i Sübkî’nin en meşhur ve en kıymetli eseridir. Tabakât-üş-Şâfiiyyet-ül-Kübrâ’sı ile Arapça’da insanlara çok güzel bir İslâm ansiklopedisi sunmuştu.
Alm. 1. Krone (f), 2. Kopfputz (m), (einer Braut), 3. Kopfbedeckung (f), (der Derwische), 4. Blumenkrone, Korolla (f), Fr. 1. Couronne (f); Coiffure (f), (des derviches), 2. Corolle (f), İng. 1. Crown; 2. Bot, corolla, dervishe’s headgear. Başlık. Hükümdarın merâsim günlerinde başına giydiği kıymetli taşlarla süslenmiş başlık. Avrupa’da hükümdarlar taç giyme merâsimiyle îlân edilirdi.
Taç, İslâm dünyâsına İran kanalıyla girdi. İslâmiyet öncesi İran şahlarının taç merâsimleri sikkelerde basıldı. Çeşitli minyatürlere işlenerek varlığını muhâfaza etti. Abbasîlerin son zamanlarında da İran’dan örnek alınarak taç giyme merâsimlerinin olduğu vâkidir. Osmanlı pâdişâhlarının hiçbirisinin Batıdaki krallar ve İran hükümdarları gibi taç giyme merâsimleri yoktur. Osmanlılarda taç yerine kavuk, sarık, fes, giyilir; pâdişâhlar da tahta çıkarken kılıç kuşanma merâsimleri yaparlardı.
Gelinlerin başlarına geçirdikleri, taşlarla süslü başlıklara da taç adı verilirdi. Eskiden bâzı tarikat mensuplarının giydikleri başlık da taçtı. Bitkilerde, çiçek örtüsünün çift olduğu hâllerde, iç dâireyi meydana getiren, umûmiyetle çeşitli renklerde olan yaprak örtüsüne de taç denir. Günümüzde çeşitli dallarda yapılan yarışmalar sonunda birinciye giydirilen başlığa da taç denilmektedir.
Hindistan’daki Gürgâniye türbelerinden en meşhuru. Egre/Agra şehrinde Cumma/Yamuna Nehri kenarında beyaz mermerden yapılmış çok muhteşem bir sanat âbidesidir. Tâç Mahal Türbesi, Gürgâniye hükümdarlarından Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal ünvanlı eşi Ercümend Banu’nun 1631’de vefâtı üzerine inşâsına karar verildi. Türbenin yapımında Gürgâniye Devletinin en seçkin mîmar ve sanatkarlarıyla Osmanlı mîmârlarından Muhammed Îsâ Efendi vazifelendirildi. İnşâsında 20.000 işçi çalışıp, bütünü 22 yılda tamamlandı.
Tâç Mahal Türbesi, selvi ve portakal ağaçları ve fıskıyeli havuzlarla süslü bir bahçe ortasındadır. İçi, dışı beyaz mermerlerle kaplıdır. Türbe iki kısım üzerine yapıldı. Türbenin tabanı yerden 130 cm yüksekliktedir. Alt ve üst kısımlar kırmızı kum taşından kuşakla ayrılır. İkinci kısım altı metre yüksekliğindedir. İkinci kısmın üstünde kenarları kesik kare yâni sekizgen plânında, kubbe kasnağına kadar 39 m yüksekliğinde asıl türbe vardır. Kubbesinin kasnaktan yüksekliği 36 metredir. Kubbe Lotus çiçeği biçimindedir. Dört tarafında her köşede birer minâre vardır.
Türbenin içi, mermer kakmalı somaki, lâcivert taş, akik ve firûze gibi kıymetli taşlarla yapılmış çiçek, demet ve tezyinatlı İslâmî yazılarla süslüdür. İçinde beş oda, birbirlerine koridorlarla bağlıdır. Büyük odada Mümtaz Mahal ve Şah Cihan’ın kabirleri bulunmaktadır. Tâç Mahal, kıymetli taşlarla süslenip, zenginleştirilmesine rağmen İngilizler ve Hintlerin istilâ ve yağmalarına uğradığından, bugün bunların çoğu mevcut değildir. Kırk iki zümrüt, yüz iki yâkut, altı yüz yirmi beş elmas, elli inci ve on binlerce kıymetli diğer mâdenlerle süslendiği târihî kaynaklarda yazılıdır.
Namazın vâciplerinden biri. Namazın belli yerindeki rükünleri doğru yapmak. Namazı belli tertip ve düzene uygun olarak ve hakkını vererek kılmak. Ta’dîl-i erkân, namazda beş yerde hareketsiz durmaktır. Rükûda, secdelerde, rükûdan doğrulunca ve iki secde arasında, her uzuv hareketsiz olduktan sonra biraz durmaktır.
Her namazın beş yerinde ta’dîl-i erkâna riâyet etmek vâciptir. Farz olduğu da bildirilmiştir. Namazı, ta’dîl-i erkân üzere kılmak demek, namazın kıyam, rükû ve secdelerini tam olarak yapmak demektir. Rükûda en az üç tesbih miktarı, üç kere “Sübhâne rabbiyel azîm” diyecek kadar durmak; secdelerde üç kere “Sübhâne rabbiyel-a’lâ” diyecek kadar durmak; rükûdan doğrulunca, “Sübhânallah” diyecek kadar tam dik oturmak lâzımdır. Namazda ta’dîl-i erkânı unutarak terk eden sehv secdesi yapar. Bile bile terk eden günah işlemiş olur ve namazı eksik kalır. Böyle kılınan namazı iâde etmek gerekir.
Bir Müslüman namazını, huzur ve huşû ile kılmadıkça rükû ve secdelerini tamam yapmadıkça, kavmeyi, yâni rükûdan kalkıp dikilmeyi ve celseyi, yâni iki secde arasında oturmayı iyi yapmadıkça namazı tamam olmaz. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir.” buyurdu.
Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar? diye sordular. “Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla.” buyurdu.
Peygamber efendimiz bir defâ da buyurdu ki: “Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını Allahü teâlâ kabul etmez.”
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp: “Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça namazı tamam olmaz.” Bir kere de buyurdu ki: “İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz.”
Birgün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) birini namaz kılarken, namazın ahkâm ve erkânına riâyet etmediğini, rükûdan kalkınca, dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp, buyurdu ki: “Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü, sana, benim ümmetimden demezler.” Bir başka yerde de buyurdu ki: “Bu hâl üzere ölürsen Muhammed’in (aleyhisselâm) dîninde olarak ölmemiş olursun.”
Ebû Hüreyre radıyallahü anh buyurdu ki: “Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiçbir namazı kabul olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir.”
Evliyâdan Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp, ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun, dedi. Kırk sene deyince, sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen Muhammed Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünneti, yâni dîn-i İslâm üzere ölmezsin, dedi.
Alm. Kirschlorbeer (m), Fr. Laurier-Cerise (m), İng. Cherry laurel. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey Anadolu.
Nisan-mayıs aylarında küçük ve beyaz renkli çiçek açan, rutûbetli ve gölgeli yerlerde yetişen 2-6 m yüksekliğinde yaprak dökmeyen ağaçlar. Yapraklar çok kısa saplı, derimsi, tüysüz ve oval şekillidir. Çiçekler 30-35 tânesi bir arada olup, gruplar teşkil ederler. Meyveleri 1 cm çapında kiraz görünüşünde parlak, koyu kırmızı veya olgunlukta siyah renktedir.
Avrupa’ya İstanbul’dan yayılmış olup, süs bitkisi olarak yer yer yetiştirilmektedir. Lâz kirazı, Gürcü kirazı ve Karayemiş olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin yaprakları siyah hidrik asit veren bir glikozit taşıması sebebiyle zehirlidir. Bu yüzden yapraklarının baharat olarak kullanılması tehlikelidir. Fakat yapraklardan elde edilen taflan suyu öksürük dindirici olarak kullanılır. Tâze meyveleriyse meyve olarak yenilmektedir. Kurutulmuş meyvelerinin tohumlarıysa şeker hastalığına karşı kullanılır. Tâze meyveleri taş düşürücü olarak da kullanılmaktadır.
On sekizinci yüzyılda Kuzey Afrika’da yetişen hadis ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi Muhammed bin Tayyib’dir. Taflâtî diye de tanınmıştır. Fas taraflarında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1777 (H.1119) senesinde Kudüs’te vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Muhammed Taflâtî sekiz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ve muhtelif ilimlere dâir metinleri babasının yanında ezberledi. Ecrümiye adlı kırâat kitabını okudu. Şeyh Muhammed Sa’dî Cezâirî’den Sünûsiyye isimli kitabı okudu. Daha sonra ilim tahsili için Trablusgarb’a gitti. Oradan da deniz yoluyla Mısır’a geçti. Burada iki sene dokuz ay kadar kalıp ilimle meşgul oldu. Mısır’ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Annesini ziyâret etmek üzere memleketine giderken Fransızlar tarafından esir edilerek Malta Adasına götürüldü. O zamanlar İslâmiyetin ve Müslümanlığın düşmanlığını yapanların mühim bir merkezi olan Malta’da Hıristiyan papazlarla uzun münâzaralarda bulundu. Papazlar, Muhammed Taflâtî’nin ilmi ve sözleri karşısında susmak zorunda kaldılar.
Papazların; Îsâ aleyhisselâm, İslâmiyet, Kur’ân-ı kerîm ve muhtelif mevzûlardaki yanlış fikirlerine sağlam ve delilli cevaplar veren Muhammed Taflâtî’nin o zamanki yaşı on dokuzdu. Papazlardan biri ona:
“Sen bu kadar bilgiyi nereden öğrendin?” diye sordu.
Taflâtî; “Senin bana sorduğun bütün sualler bizim başlangıçta öğrendiğimiz bilgilerdir. Eğer size derin, ince ve yüksek bilgilerden bahsetmiş olsaydım, hayretler içinde kalırdınız.” dedi.
Taflâtî’nin şöhreti papazlar ve Malta’nın ileri gelenleri arasında da yayıldı. Bir gece esirlikten kurtulacağına dâir bir rüyâ gördü. Ertesi gün bir gemiyle İskenderiye’ye gitme imkânı buldu. Oradan Mısır’a geçti. Mısır’da kaldığı müddet içinde birkaç defâ Hicâz’a gitti. Yemen, Amman, Basra, Haleb ve Dımaşk’ta ilim öğrendi. Bu ilmî seferleri sırasında Şemsüddîn Muhammed bin Sâlim Hafnî, Yûsuf Hafnî, Şeyh Ahmed Mevlevî, Şeyh Muhammed Belîdî, Şeyh Ahmed Cevherî, Şeyh Ahmed İşbilî, Şeyh Ahmed Dimenhûrî ve daha birçok âlimden ders aldı. En sonunda Kudüs’e gelerek oraya yerleşti. Hanefî mezhebi kâdılığı yaptı 1777 senesi Zilkâde ayında Kudüs’te vefât etti. Orada defnedildi.
Muhammed Taflâtî’nin manzum nesir ve muhtelif ilimlere dâir seksene yakın kitap ve risâlesi vardır.
Osmanlılar zamânında Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîki saâdete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisidir. Lakabı Şihâbüddîn ve İmâdüddîn’dir. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî’dir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu olup, seyyiddir. Yâni Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundandır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin en kıymetli talebesidir.
Tâhâ-i Hakkârî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledikten sonra ilim öğrenmeye başladı. Süleymâniye, Kerkük, Revandız, Erbil ve Bağdat’taki medreselerde ve daha başka birçok medresede zamânının büyük âlimlerinden ders gördü. Fen ve din ilimlerini öğrenip, icâzet (diploma) aldı.
Tâhâ-i Hakkârî, tasavvuf ilmini Süleymâniye’de ziyâretine gittiği ve sohbetinde bulunduğu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrenip kemâle geldi.
Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalplerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamânın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimâm ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî onu büyük bir cemâatle uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitâben:
“Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçamazsınız.” buyurdu. O da sıkılarak, “Emîr edepten üstündür.” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merâsimiyle yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip:
“Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusûr etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhları sığınağın olsun.” buyurdu. Tâhâ-i Hakkârî hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.
Önce Berdesûr’da, sonra da Şemdinan’da, Nehri kasabasında ders vermeye başladı. Kırk iki sene insanlara doğru yolu gösterdi. Nehri’deki babadan kalma küçük evine yerleşip, aklî ve naklî ilimleri öğretmeye ve İslâmın güzel ahlâkını yaymağa çalışırdı. Ağalarla, beylerle ve siyâset adamlarıyle görüşmez, huzûrunda siyâsetten ve dünyâ işlerinden konuşulmazdı. Hergün büyük âlim Veliyyi Kâmil İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabını okurdu. Bu kitaptaki; “Herkese iyilik etmek, yapılan kötülüklere sabredip karşılık vermemek, hattâ iyilikle karşılamak, büyüklere hürmet etmek” gibi nasîhatları gönüllere aşılardı. Çok kıymetli âlimler yetiştirdi. Onun yetiştirdiği âlimlerin ve velîlerin en üstünü kendi kardeşi Seyyid Sâlih ve Seyyid Fehim-i Arvâsî’dir. (Bkz. Fehim-i Arvâsî ve Seyyid Sâlih)
Seyyid Tâhâ hazretleri 1853 senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleriyle sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arz edildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra:
“Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi.” buyurdu.
Abdülehad da; “Aman efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınlarıyla helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için;
“Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.
Mübârek mezârı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedir.
Kerâmetleri ve menkibeleri çok olup, bir kısmı şunlardır:
Seyyid Tâhâ daha talebeyken, bir gün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alırken, arkadaşları bu su çok azdır, bununla abdest olmaz deyince: “Bu, akarsudur, dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz. Bu suda balık bile yaşar.” buyurup, elini su birikintisine sokup çıkarır. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda balıklar yaşıyor.” deyip eliyle balığı gösterir. Bunu gören arkadaşları; “Bundan sonra sana îtirâz etmeyeceğiz.” derler.
Hırsızın biri, Seyyid Tâhâ’nın ambarına girip, bir çuval un almak istedi. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Kaldırmak değil, çuvalı yerinden bile oynatamadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ ambara geldi; “Ne o? Çuvalı kaldıramıyor musunuz? Yardım edeyim.” buyurdu. Hırsız, Seyyid Tâhâ’yı görünce, donakaldı. Bir şey diyemedi. Seyyid Tâhâ çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdi ve; “Bunu al git, başkaları seni görmesin, belki seni üzerler. Bir daha ihtiyâcın olursa, ambara değil, bize gel.” buyurup, onu gönderdi. Hırsız tövbe edip talebelerinden oldu.
Buyurdu ki; “İki şeyi muhâfaza lâzımdır. Biri iki cihânın efendisine uymak, diğeriyse, Allahü teâlânın evliyâsını ihlâsla sevmek. Bu iki şey olunca ne verilirse nîmettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Eğer, Allahü teâlâ korusun bu iki şeyden birinde noksanlık olursa, tehlike var demektir. Doğru yol budur.”
“Amellerinizi ucb (kendini beğenme, ibâdeti kendinden bilme) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”
“Bizim yolumuzun yolcularının faydaları ana ve babalarına dahi ulaşır.”
(Bkz. Temizlik)
(Bkz. Hububat Bitkileri)
Türk halk hikâyesi. Kerem ile Aslı’dan sonra en çok yayılmış olan halk hikâyeleri arasında gelir. Tâhir ile Zühre de yazarı bilinmeyen bir eserdir. Hikâyenin, ne zaman, nerede meydana geldiği bilinmiyor. Ancak gerek nazım, gerek nesir dilinden anlaşıldığına göre 17. yüzyıla âit olduğu zannediliyor. Tâhir ile Zühre’nin, Âzerbaycan’da, Doğu Anadolu’da ayrı ayrı şekilleri, varyantları bulunmaktadır. Anadolu şeklinde Mardin Kalesi ve Şat Nehri geçmektedir.
Tâhir ile Zühre hikâyesi şöyle gelişir:
Çocuğu olmadığı için pek üzgün olan bir hükümdar vardır. Veziri de kendi durumundadır. Bir gün veziriyle geziye çıkarlar. Yolda bir derviş ile karşılaşırlar. Derviş onlara bir elma verir. Doğacak çocukların da birbiriyle evlendirilmesini söyler. O gece yarımşar elmayı eşleriyle yerler. Hükümdarın kızı, vezirin ise bir oğlu dünyâya gelir. Dervişin sözüne uyarak kızın adını Zühre, oğlanın adını Tâhir koyarlar. Bu çocuklar ergenlik çağına gelince birbirine âşık olurlar. Hükümdar ve vezir bu evliliğe râzıdırlar. Fakat tam çocuklarını evlendirmek üzereyken Karadiken isminde bir köle, Zühre’nin annesini kandırır. Zenci köle hükümdara çeşitli ilâçlar ve sihirler yaparak evlendirme kararından vazgeçirir. Ama genç âşıklar gizli gizli buluşurlar. Karadiken bunların durumunu bildirince hükümdar Tâhir’i Mardin Kalesindeki zindana attırır.
Tâhir epey mâceralardan sonra zindandan kurtulup, yurduna döner. O gece Zühre, zorla bir başkasıyla evlendirilmektedir. Zühre’nin evleneceğini öğrenen Tâhir, ihtiyar bir âşık kıyâfetiyle saraydaki düğüne gider. Bir yolunu bulup Zühre ile yalnız başbaşa kalır. Kaçmak için karar verirler. Karadiken yine durumu öğrenir. Kaçarlarken saray muhâfızları Tâhir’in üzerine atılırlar. Tâhir bunların hepsiyle başa çıkarsa da sonunda kementlerle yakalanır. Hükümdar, Tâhir’i parçalatıp etlerini lime lime doğratır. Bu durumu öğrenen Zühre çılgına döner anne ve babasına sitem eder, parça parça olan sevgilisinin üstüne kapanır:
Hey tatarlar tatarlar
Birbirine ok atarlar
Çarşıda et tükenmiş
Tâhir etin satarlar
diye manilerle ağlaya ağlaya Tâhir’in yanında ölür. Bedduâsına uğrayan anası, babası da kıvrılıp yanarlar. Karadiken de iki gencin arasına yığılır, bir anda alev alev yanar. Yan yana gömülen Zühre’nin mezarından beyaz bir gül, Tâhir’inkinden kırmızı bir gül biter. Aralarında bulunan Karadiken’in mezarından biten çalı, bu iki gülün birbirlerine kavuşmalarına mâni olur.
Horasan’da kurulan 9. asır İslâm devletlerinden. Hânedân, adını, kurucusu Mevlâ Tâhir bin el-Hüseyin’den alır. Tâhir bin el-Hüseyin, Abbâsî Halîfelerinden El-Me’mûn (813-833) zamânında Bağdat ve El-Cezire vâliliği yaptıktan sonra, İran’ın doğusundaki Horasan bölgesinin vâliliğine tâyin edildi. Tâhir bin el-Hüseyin, bâzı hoş karşılanmayan hareketleri olan El-Me’mûn’un adını Cumâ hutbesinden çıkardı. İstiklâl mânâsına gelen bu hareket, El-Me’mûn’un da vâli tanıdığı oğlu Talha (822-828) zamânında kesinleşti. Talhâ’dan sonra başa geçen Abdullah, yiğitliği ve adâletiyle meşhur oldu. Hâkimiyetini, doğuda Türkistan ve Hindistan, batıda Ren ve Kirman içlerine kadar genişletti. Tâhirîlerin asıl kolu Horasan’da bulunmasına rağmen, âilenin diğer üyeleri 10. yüzyılın başlarına kadar Bağdat’taki garnizon kumandanlığı(Sâhib eş-Şurta) gibi mühim vazîfeleri yapmakta devâm ettiler.
Tâhirîler, merkezleri olan Nişâpûr’da müstakil hareket etmelerine rağmen, vergilerini halîfelik merkezi Bağdat’a da muntazaman gönderdiler. Bölgede Ehl-i sünnet îtikâdının müdâfaasını yapıp, halka çok iyi muâmele ettiler. Bölgenin ileri gelenlerine dâimâ hüsn-ü kabul gösterdiler. Zirâat ve îmârı teşvik ettiler. İlmi yaydılar. Âlim ve şâirleri korudular. Tâhirîler, bölgenin iktisâdî, sosyal ve kültürel hayâtını yükselttiklerinden, halktan çok yardım, destek ve teşvik gördüler.
Tâhirîler, iç isyânlar sebebiyle zayıflayınca, hâkim oldukları bölgeler, Saffâri ve Sâmânî hâkimiyetine geçti.
Tâhirî Hâkimleri
Tâhir I. bin el-Hüseyin |
(821-822) |
Talhâ |
(822-828) |
Abdullah |
(828-845) |
Tâhir II |
(845-862) |
Muhammed |
(862-873) |
Câmiye veya mescide girince kılınan nâfile namaz. Tahiyyet-ül mescit “mescide tâzim (hürmet, saygı)” demek ise de aslında mescidin sâhibine, yâni Allahü teâlâya tâzim etmek demektir. Allahü teâlâya tâzimden maksat, O’na yakın olmaktır.
Tahıyyet-ül-mescit namazı sünnettir. Câmiye girince, oturmadan kılınması iyidir, evlâdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Biriniz mescide girdiği vakit iki rekat namaz kılmadıkça oturmasın.” buyurdu. Câmiye girince, tahiyyet-ül-mescit namazı kılmadan oturulmuşsa, kalkıp yine kılınabilir. Bu namazı iki rekat kılmak evlâdır. Dört rekat de kılınabilir. Niyette tahiyyet-ül-mescit denilmese de câmiye girince kılınan farz, sünnet ve nâfile her namaz tahiyyet-ül-mescit namazı yerine geçer. Aynı sevâba kavuşur. Aynı camiye, aynı günde birden fazla girip çıkılsa da günde bir tahiyyet-ül-mescit namazı kılmak kâfîdir. İlk girişte veya son girişte kılınabilir. Mescide girerken salavât-ı şerîfe okuduktan sonra “Allahümmefteh ebvâbe rahmetike: Allahım! Rahmetinin kapılarını aç” demek ve çıkarken; “Allahümme innî es’elüke min fadlike: Allahım! Senin keremini dilerim.” demek mendupdur, iyidir.
Namaz kılmak haram olan vakitlerde tahiyyet-ül-mescit namazı kılınmaz. Bu vakitlerde câmiye giren kimsenin; “Sübhânellahi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber” demesi müstehabdır, iyi görülmüştür. Bu sûretle mescidin hakkı yerine getirilmiş olur.
Alm. Untersuchung (f), Fr. Enquête, instruction (f), İng. Inquiry, examination. Soruşturma. Suç işlemiş olmak zannı altında bulunan bir kimsenin, suçla münâsebeti derecesini meydana çıkarmak üzere zâbıtaca tâkibine başlanmasından îtibâren hükmün kesinleşmesine kadar geçireceği araştırma ve derinleştirme safhalarına denir. Bu safhaların bütününe ve aldığı zamana verilen isim.
Tahkikat dört bölümden meydana gelir:
1. Hazırlık tahkikatı; Savcılar tarafından yapılır. İsnat ve beraat delillerinin toplanmasına yardım eder (CMUK. 159). Delil bulunmazsa tahkikat kesilir.
2. İlk tahkikat; Sorgu hâkimi tarafından, Cumhûriyet Savcısının talebinden tamâmen müstakil olarak, işin yeteri kadar aydınlatılması maksadiyle yapılır.
3. Ara tahkikat; hazırlık tahkikatı veya ilk tahkikat sırasında elde edilen delillerle, son tahkikatın açılıp, açılamayacağının mahkemece tâyinine yardım eder.
4. Son tahkikat; son tahkikat açılma kararını tâkip ederek, duruşmada hüküm verilmesiyle sona erer.
Tahkikat, dâvâda, karşılıklı lâyihaların verilişinden îtibâren 10 gün sonradır. Ancak bu süre uzayıp, kısalabilir. Tahkikat sırasında, taraflar ve tanıklar dinlenir, deliller ileri sürülür. Tahkikat esnâsında verilen kararlara “Ara kararı” denir. Tahkikatı yapan hâkime, Tahkikat Hâkimi adı verilir. Suç işleyen bir memurun âmiri veya dâiresi tarafından önceden yapılan soruşturmaya ise “Ön Tahkikat (soruşturma)” denir.
Alm. Freilassung, Enflassung (f), Fr. Mise en liberté (f), İng. Setting free, release, letting out. Boşaltma, salıverme, çıkarma, serbest bırakma. Cezâ hukûkuna göre tevkif edilen sanığın (tutuklunun) kefâlet veya teminat karşılığı veya herhangi bir karşılık beklenmeden salıverilmesi. Devletin şahsiyetine karşı suç işleyenler ve mükerrirler (birden çok suç işleyenler) bu müsâadeden faydalanamazlar.
Kefâlet, para, devlet hisseleri ve tahvilleri tevdii sûretiyle olabileceği gibi tanınmış ve mûteber kişilerin mâlî kefâlet vermesiyle de olabilir. Kefâlet miktarı ve cinsini hâkim tâyin eder. Sanık kaçarsa bu teminat yanar, yâni hazineye gelir kaydedilir (CMUK 117-122).
Milletlerarası hukûka göreyse: Harp esnâsında hasta ve yaralıların, muhârebe alanından gerideki bölgelere taşınmasına âit, çeşitli sağlık ve taşıma işlerinin bütünü.
Tahliye günü: Bir ticâret gemisinin veya bir gayri menkulün boşaltılması için verilen gün.
Tahliye taahhütü: Kirâcının kirâladığı gayrimenkûlü, aktin bitiminde veya belli bir müddet sonra tahliye edeceğine dâir, kirâlayana verdiği söz veya yazılı belge.
Tahliye musluğu: Bir şebeke veya cihazın içindeki sıvıyı veya fazlasını boşaltmaya yarayan musluk veya otomatik âlet.
Tahliye dâvâsı: Bir gayrimenkûlün veya bir geminin haksız işgâline son verilmesi için açılan dâvâdır.
İran’daki Safevî şahlarından ikisi. Birinci Tahmasb (1524-1576), İkinci Tahmasb (1722-1732) yılları arasında hükümdarlık yaptılar. (Bkz. Safevîler)
(Bkz. Nazım Şekilleri)