T
Türk alfabesinin yirmi dördüncü harfi ve Türkçede bu harfin işâret ettiği ses. T, ses olarak süreksiz bir diş ünsüzüdür.
T, bilinen en eski Türkçeden beri bütün Türk dil ve lehçelerinde kullanılmıştır. Bu ses, Türkçe kelimelerin başında, ortasında ve sonunda yer alır: Taş, top, tırnak, balta, altmış, bütün, katır, at, it, öt, but, kanat, yurt gibi.
Birçok kelimenin başında “t”ler “d”ye dönüşmüş (tokuz= dokuz, tegirmen= değirmen, tört= dört gibi); kelime içinde Anadolu Türkçesinde olduğu gibi kalmış, kelime sonlarında da çoğunlukla yerini muhâfaza etmiştir.
Türkçe imlâda bâzı kelimelerin sonlarındaki “t”ler, bir ek gelmesi hâlinde “d”ye dönüşür: Kurt= kurdu, art= ardı, söğüt= söğüdü gibi.
Ayrıca bilhassa Avrupa dillerinden geçen kelimelerin sonundaki “t” sesleri de ek alması hâlinde “d”ye dünüşür: Maket= makedi gibi.
Kur’an-ı kerîm harflerinin kullanıldığı Osmanlı alfabesinde “te” ve “tı” olmak üzere iki çeşit “t” vardı.
Alm. Verpflichtun (f), Versprechen (n), Zusage (f), Fr. Engagement (m), Entreprise (f), İng. Engagement, obligation, contract. Üstüne, üzerine alma, bir işi yapacağına dâir söz verme, bir işi yapmak için resmî şekilde sözleşme, borç altına girme, vaad etme. İnsanlar verdikleri sözleri, taahhütlerini yerine getirdikleri ölçüde faziletli, ahlâklı, güvenilir olarak kabul edilmişlerdir. Türkler taahhütlerini mutlaka yerine getirmekle tanınmışlardır. Hele İslâmiyeti kabul ettikten sonra bu, Türklerin karakterlerinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu hususta târihçiler şunları demektedir:
“Türk için sadâkat, bir görevdir. Sadâkati olmayan görevine ihânet etmiş sayılır. Fakat vefâsızlık, taahhüdünü yerine getirmeme, sadâkatsızlıktan çok ağırdır. Türk için vefâsız, sözünde durmayan adam, en aşağı insandır.” “Türkler, taahhütlerine dindarca bir sadâkat gösterirler.” (Comte de Bonneaual)
“Türkler, yeminlerine ve taahhütlerine son derece sâdıktırlar.” (d’Ohsson)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, hadîs-i şerîfte; “Münâfıkın alâmetleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vâd ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder.” buyurmuştur. İslâm dîni taahhütlerin yerine getirilmesini emretmektedir.
Hukukta taahhüt: Kendi nam ve hesâbına bir gerçek veya tüzel kişiye karşı, sözleşmeli veya sözleşmesiz bir işin yapılması veya bir şeyin teslimini söz verme, yüklenme. Yazılı olarak yapılan taahhüte, taahhütnâme adı verilir.
Taahhüt işlemi, tasarrufa yönelik değil, borçlandırıcı bir muâmeledir. Mal; varlığın aktifine dokunmaz, pasifi fazlalaşır. Yük mülkiyet karşı tarafa geçemez. Ancak, mülkiyeti karşı tarafa geçirme borcu doğar. Eğer bu borç yerine getirilmezse, karşı taraftan uğranılan zarar, sözleşilen meblağ istenebilir. Noterde yapılan gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi bir taahhüt işlemidir. Buna dayanılarak mülkiyetin geçmesi için mahkemeye dâvâ açabilir. Taahhüt altına girene müteahhit denir. İslâm hukûkunda da taahhüt işlemi, tasarrufî değil, borçlandırıcı bir işlemdir. Taahhüt eden, taahhüdünden vazgeçebilir. Ama taahhütleri yerine getirmek gelenek hâlindedir.
Taahhütleri yerine getirme, devletlerarası bir hukuk kuralıdır. (Bkz. Ahde Vefâ)
Taahhüt seneti: Kontrat.
Tahahütlü mektup: Her hangi bir yanlışlık veya kaybolma ihtimâlinin önlenerek, mektubun gideceği yere emniyetle gitmesinin sağlanması. İki çeşit taahhütlü mektup vardır: a) Taahhütlü: Bunda ayrıca bir fiş doldurulmaz. b) İâdeli taahhütlü: Ayrıca bir fiş doldurulur. Doldurulan bu fiş alıcı tarafından imzalandıktan sonra, gönderene geri gelir. İâdeli taahhütlü posta ücreti daha pahalıdır.
Alm. Mindestpreis (m), Fr. Prix (m), minimum, İng. Reserve price. Mal veya hizmet için devletçe konan en düşük satış fiyatı. Tespit edilen fiyatlardan daha aşağı satışlar yasaklanır. Buna mukâbil bu fiyatın üstünde satış yapmak mümkündür. Bu çeşit fiyatlardan gâye genellikle üreticileri korumaktır. Tek alıcının bulunduğu durumlarda (monopsoncu) düşük fiyatlarla mal alışını önleyebilmek için devlet çok defâ taban fiyatları üzerinden büyük ölçüde alımlar yapar. Âdil fiyat, malın üretimi için harcanan masraflardan ibârettir. Piyasa fiyatını, mâliyet masrafları seviyesine getiren unsur ise yalnızca serbest rekâbettir. Her zaman ve her ekonomide devletin serbest rekâbeti sağlayabilmesi mümkün değildir. Zîrâ serbest rekâbet ancak, arzın talebe veya talebin arza kolaylıkla uyabilmesi ve piyasada çok sayıda satıcının bulunması hâllerinde söz konusu olabilmektedir. Onun içindir ki, arz ve talep kânunu sağlam temellere dayandırılmıştır. Günümüzde serbest rekâbet rejimini sağlayabilmenin imkânsızlığı veya büyük ölçüde zorluğu devletin fiyatlara müdâhalesini gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan kahve, tütün, fındık, üzüm, ayçiçeği gibi maddelerde devletin taban fiyatları üzerinden destekleme alımları yaptığı görülmektedir.
Tavan fiyat (Tavan narhı): Mal veya hizmet için devletçe konan en yüksek satış fiyatı. Satıcıların tespit edilen fiyattan daha yukarı bir fiyat talep etmeleri yasaktır. Tavan fiyatlarının asıl gâyesi tüketiciyi korumaktır. Bu cins fiyat müdâhalesine daha çok enflasyon ve savaş yıllarında rastlanır. Tavan fiyatları hükümet, belediye, meslekî kuruluşlar tarafından belirlenebilir. Tavan fiyatları politikasını, çok sayıda ve dağınık satıcı zümrelerine uygulamak zordur. Bu durumda arz ve talep dengesi bozulur, satıcıların denetiminin imkânsızlığı sebebiyle karaborsa piyasası denilen, malların tavan fiyatından daha yükseğe satıldığı bir piyasa ortaya çıkar. Bu da tavan fiyatlarını gâyesine ulaştırmayıp, ters şekilde sonuçlandırmaktadır. Fakat az sayıda büyük firmalar karşısında tavan fiyatlarının uygulanması kolay olmaktadır. Günümüzde ilâç, şehirlerarası ulaştırma tarifelerinde hükümetlerin tavan fiyatlarını belirledikleri görülmektedir.
Eskiden İslâm hukûkunun tam uygulandığı devletlerde taban ve tavan fiyatı tespiti, narh (fiat) konması uygulaması mecbur olmadıkça yapılmazdı.
Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik buyuruyor ki: Medîne-i münevverede pahalılık oldu. “Yâ Resûlallah fiyatlar yükseliyor bize kâr haddi koyunuz.” denildi. Peygamber efendimiz:
“Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O’dur. Ben Allahü teâlâdan bereket isterim.” buyurdu.
Yalnız esnafın hepsi fiyatları fâhiş olarak arttırdığı ve millet zarar ve zulüm görür hâle geldiği zaman hükümetin tüccarlarla görüştükten sonra, uygun narh (fiyat) koyması gerekli olur. Bu karara da bütün Müslümanların uymaları şarttır.
Alm. Revolver (m), Pistole (f), Fr. Pistolet, revolver (m), İng. Pistol, revolver. Kısa menzil ve namlulu, hafif bir ateşli silâh. Namlu, mekanizma, kabza, tetik gibi parçalardan meydana gelir. On altıncı asırda Avrupa’da kullanılmaya başlanan tabanca da tüfek gibi ilk zamanlar ağızdan doldurulmaktaydı ve mermi bir demir bilyadan ibâretti. İtici gücü teşkil eden barutun ateşleme sistemleri zamanla fitilli, çakmaklı olacak şekilde geliştiği gibi doldurma da arkadan yapılmaya başlandı. Daha sonraları kovanlı ve kapsüllü mermilerin gelişmesiyle ateşleme sistemi, günümüzde de kullanılan horoz-iğne sistemi hâline geldi. Mermiler ya bir şarjörle veya dönebilen delikli bir silindir vâsıtasıyla hazneye sürülür. Diğer mermiler bir önceki mermi patladıkça otomatik olarak hazneye girer.
Otomatik tabancalarda ikinci bir merminin ateşlenmesi için tetiğin tekrar çekilmesi gerekmez. Fakat yarı otomatiklerde merminin hazneye girmesi, bir önceki patlama neticesinde meydana gelen geri tepmeyle sağlanmasına rağmen, ateşleme için tetiğin tekrar çekilmesi gerekir. Tabancaların mermi kapasiteleri ve kalibre denen namlu çapları değişik değişiktir. Modern tabancaların namlu çapları 6.35, 7.65 ve 9 mm olanları vardır. Uzun şarjörlü, kısa dipçikli ve kısa namlulu otomatik silâhlar da tabanca sınıfına girer. Bunların namlu çapları 8-11 mm civârındadır ve şarjörlerindeki mermi miktarı 100’e kadar çıkanlar vardır. Toplu tabancaların silindirleri 6 veya 8 mermiliktir. Ayrıca işâret fişeği atmak için kullanılan 20-27 mm namlu çaplı yivsiz tabancalar da vardır.
Günümüzde tanınmış tabancalar olarak Kırıkkale, Negant, Walter, Browning, Colt, Flabert, Smith-Wesson sayılabilir. Ayrıca kalem, şemsiye, baston vb. şeklinde yapılmış veya manyetolu ateşleme sistemi olan tabancalar, tabancaların değişik tipleri olarak ele alınabilir.
Meşhur tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Süleymân bin Ahmed bin Eyyûb bin Mutayr eş-Şâmî el-Lahmî et-Taberânî; künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. 873 (H.260) senesi Safer ayında Şam’ın Taberiyye kasabasında doğdu. İsfehan’a yerleşti. 970 (H.360) senesi Zilkâde ayının sonlarına doğru 100 yaşlarında vefât etti. İsfehan şehrinin girişinde Resûlullah’ın Eshâbından olan Hammâd ed-Devrî’nin kabri yanına defnedildi.
Taberânî; Hâşim bin Mürsed et-Taberânî, Ebû Zür’a-es-Sekafî, İshâk ed-Debrî, İdrîs el-Attâr, Beşîr bin Mûsâ, Hafs bin Ömer, Abdullah bin Mahmûd bin Saîd bin Ebî Meryem, Ali bin Abdülazîz el-Begâvî, Mikdâm bin Dâvûd er-Re’yinî, Yahyâ bin Eyyûb el-Allât, Ebû Abdurrahmân en-Nesâî gibi pekçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Kendisinden de; Ebû Huleyfe el-Cemhî, İbn-i Ukde, Ebû Nuaym el-Hâfız, Ebû Hüseyin bin Fâzişâh, Abdân, Câfer el-Feryâbî, Ebû Abdullah bin Merde el-Hâfız ve daha birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Büyük hadis âlimlerinden olan Taberânî, güvenilir, sağlam, hadîste huccet, yâni üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi senetleriyle birlikte ezbere bilen ünvânına sâhiptir. Onun ilmi ve rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, bütün İslâm âlemine yayıldı. Kendisine; “Bu kadar hadîs-i şerîfi ezberleme bahtiyârlığına nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Otuz sene kuru hasır üzerinde uyudum.” buyurdu.
İlim tahsili için rahatı terkederek sâde bir hayat yaşadı. Otuz üç sene ilim uğrunda seyâhat yaptı. Bu yolda fedâkârlıktan kaçınmadı. Her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapar ve insanları Cehennem ateşinden kurtarmak için çalışırdı. Talebelerinden Ebû Abbâs Şirâzî, Taberânî’den üç yüz bin hadîs-i şerîf yazdığını, güvenilir, sağlam bir muhaddis olduğunu bildirmekte ve hocasının ne derece ilim sâhibi olduğunu vesîkalandırmaktadır.
Yazmış olduğu başlıca eserleri; Mu’cem-ül-Kebîr, Mu’cem-ül-Evsat ve Mu’cem-üs-Sagîr’dir.
Tefsir, kırâat, hadis, târih, edebiyat, nahiv, matematik, tıp ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Muhammed bin Cerîr; künyesi Ebû Câfer’dir. Memleketine nispetle Taberî denildi. İbn-i Cerîr ve Taberî diye meşhurdur. 839 (H.224)da Taberistan’ın Amul şehrinde doğdu. 923 (H.310)te Bağdat’ta vefât etti.
Eshâb-ı kirâm düşmanı Muhammed bin Cerîr bin Rüstem Taberî ve yine Eshâb-ı kirâm düşmanı Muhammed bin Ebi’l-Kâsım Taberî başka olup, bunlarla karıştırılmamalıdır. Yine Eshâb-ı kirâm düşmanı İmâmiyye fırkasına mensup olup, yazdığı Mecma’ul-Beyân adındaki bozuk Tabersî Tefsîri ile meşhur olan Fadl bin Hasan Taberî’nin de, İbn-i Cerîr Taberî hazretleriyle hiçbir alâkası yoktur. Ayrıca, Taberî hazretlerinin târihini kısaltarak yazan Ali bin Muhammed Şimşâtî de Eshâb-ı kirâm düşmanıdır. Bu kitab, Târih-i Taberî adıyla Türkçe’ye de çevrilmiş ve Eshâb-ı kirâm aleyhinde bozuk fikirlerin memleketimizde yayılmasına sebep olmuştur.
İbn-i Cerîr Taberî, ilk tahsiline doğduğu yerde başladı. Yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Dokuz yaşında hadîs-i şerîf yazmaya başladı. Bundan sonra, ilim tahsili için Kûfe, Basra, Rey, Mısır, Suriye ve Irak şehirlerine gidip, buralarda ilim öğrendi. Tahsilden sonra, Bağdat’a yerleşti. Kırâat, tefsir, hadis, fıkıh, târih, matematik ve tıp ilminde engin bilgi sâhibi oldu. Muhammed bin Abdülmelik, İshak bin Ebî İsrâil, Ahmed bin Menî’ Begâvî, Muhammed bin Müsnâ ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip rivâyette bulundu. Yüz bin hadîs-i şerîfi râvileriyle ezberleyerek hâfız oldu. Fıkıh ilmini, Dâvûd-i Zâhirî’den; Şâfiî fıkhını Mısır’da Rebî’ bin Süleymân’dan ve Bağdat’ta Muhammed Za’ferânî’den öğrendi. Yûnus bin Abdüla’lâ’dan ve diğer fıkıh âlimlerinden Mâlikî mezhebinin bilgilerini öğrendi. Ebû Mukâtil’den de Hanefî fıkhını öğrendi. Şâfiî mezhebinde olmasına rağmen, amelde dört hak mezhebin fıkıh bilgilerini çok iyi öğrenip, dört mezhepte de âlim oldu. Şâfiî mezhebinde zamânın en büyük âlimiydi. Kendisinden, Ebû Şuayb-il-Harrânî ve Abdülgaffâr Huseybî ilim öğrendi.
Muhammed Cerîr Taberî, birçok ilimde mütehassıs olduktan sonra, ilmini insanların istifâdesine sundu. Bağdat’ta on sene Şâfiî mezhebine göre fetvâ verdi.
839 senesinde Bağdat’ta vefât etti. Rahbet-i Yakûb denilen mahallede kendi evine defnedildi.
İbn-i Cerîr Taberî, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışır, İslâmiyeti öğrenmeye ve öğretmeye gayret ederdi. Din ve ilim zenginliğini, dünyâ zenginliğine tercih ederdi. Dünyâya ehemmiyet vermez, zarûret miktarı malla yetinirdi. Harama düşmek korkusundan mübahların bir çoğunu terk eder; ömrünü yalnız ilim öğrenmek, öğretmek ve ibâdet edip, kitap yazmakla geçirirdi. Çok kitap yazdı. Kitaplarının sayfası ömrüne bölününce, her gün için on dört sayfa düşmektedir.
İbn-i Cerîr Taberî, bilhassa tefsir ilminde meşhur olup, tefsiriyle tanındı. Câmi-ul-Beyân et-Te’vîl-ül-Kur’ân adlı bu eseri, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin rivâyetlerini toplayan en geniş tefsirlerdendir. Kendisine gelen rivâyetleri çeşitli yönlerden inceledi. Âyet-i kerîmelerden çıkarılan hükümleri bildirip, lüzûmunda Arapçanın kâideleri hakkında da bilgi verdi. Daha önce yazılmış pekçok tefsirdeki bilgileri, eserinde değerlendirdi. Eserinin mukaddimesinde; Kur’ân-ı kerîmin belâgat ve fesâhatından, îcâzından bahsederek, Kur’ân-ı kerîmin yedi harf üzerine nüzûlü, te’vil ve tefsir hakkında bilgi vermektedir. Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn kavilleri üzerinde durarak, nâsih ve mensûh, hurûfu mukattaa (sûre başlarındaki harfler) hakkında açıklamalarda bulunmaktadır.
Taberî Tefsîri, daha sonra gelen âlimlerin birçoğu tarafından kaynak olarak kullanıldı.
İbn-i Cerîr Taberî’nin yazdığı Târih-ül-Ümem vel-Mülûk adlı târih kitabı çok meşhurdur. Ahbâr-ur-Rusül ve’l-Mülûk, kısaca Târih-i Taberî de denilmektedir. Bu eserinde Âdem aleyhisselâmın yaratılışından, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretine kadar olan hâdiseleri, işittiği ve târih kitaplarında gördüğü bilgilere göre yazdı. Hicretten sonraki hâdiseleri de vesîkalara ve rivâyetlere göre geniş bir şekilde anlattı: Târihçiler için mühim bir kaynak olan bu kıymetli eser, daha sonra Ali bin Muhammed Şimşâtî adında bir Eshâb-ı kirâm düşmanı tarafından kısaltılarak yazıldı ve Târih-i Taberî ismiyle meşhur oldu. Bu Eshâb-ı kirâm düşmanının kısaltarak yazdığı Taberî târihinde, onun güzel sözleri tahrif edilerek, Eshâb-ı kirâma (radıyallahü anhüm) iftirâ edilmektedir. Bu yanlış ve bozuk yazılar, okuyanları aldatmaktadır.
İbn-i Cerîr Taberî’nin diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: El-Müsterşîd fî Ulûm-id-Dîn, Kitâb-ül-Aded ve’t-Tenzîl, Kırâat, Kitâbü-İhtilâf-ül-Fukahâ (matbudur). Tehzîb-ül-Âsâr, Et-Tebşir fî Usûl-üd-Dîn, Târih-ür-Ricâl min-es-Sahâbeti vet-Tâbiîn, Cüz’ün fil-İ’tikâd.
Çin’de kurulan bir Türk devleti. Asya Hunlarının bir kısmı olan bu topluluğa Çinliler To-ba veya T’o-pa derler. Tabgaç, Türkçede “ulu, muhterem, saygıdeğer” mânâsında kullanılan bir ünvandır. Tabgaçlar, Çin’de hüküm sürmüş kudretli, büyük bir hânedandır.
Tabgaçlar, önce Kuzey Şan-si’de Tai başşehir olmak üzere Birinci Tabgaç Devleti (338-376)ni kurdular. Birinci Tabgaç Devletinin bilinen ilk hükümdarı Şarmo Handan îtibâren diğer küçük Hun devletleri ve Sien-pi topluluklarıyla mücâdele ettiler. Tabgaçlar devamlı kuvvetlenip, etraflarındaki mahallî hükümetçikleri idâreleri altına alarak 386’da büyük devlet hâline geldiler.
Tabgaç Devleti (386-556) Doğu Çin’de genişleyerek, 394’te Küçük Ts’in, 403’te Liang devletlerini de tâbiyetine aldı. Beşinci yüzyılda bütün Çin’i tek idâre altında topladılar. İç Moğolistan ve İç Asya’ya hâkim, târihi İpek Yoluna sâhip oldular. T’a-o (424-452) zamânında Tabgaçlar en parlak devrini yaşadılar. Çin’e hâkim olan Tabgaçlar, Türklerin Çinlileşmemesi için Budizmi yasakladılar. T’a-o’dan sonra gelen hükümdarlar, Türk millî kültürü lehinde olan Budizm yasağını gevşettiklerinden bu bozuk din Türkler arasında yayılmaya başladı. Tabgaçlar, Budizmi kabullendikçe Çinlileşip, zayıfladılar. Budizm ve Çinlileşme sonunda, zamanla kendi dil, örf, âdet ve giyimlerini kaybederek, eriyip gitttiler. Tabgaç Devleti, 537’de Ho-nan’da Doğu ve Ç’ang-an’da Kuzey ve Batı Wei’ler adı ile ikiye ayrıldı ve kısa zaman sonra bütün arâzileri Çinli hânedanların hâkimiyetine geçti (550, 556).
Eshâb-ı kirâmı gören Müslümanlar, Peygamber efendimizi görmemiş, fakat Eshâb-ı kirâmın sohbetine kavuşan, onlarla görüşüp konuşanlar.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda olan Müslümanlardır (yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız.” buyurdular. Bu hadîs-i şerîfte Tâbiînin büyüklüğü, kıymeti bildirilmekte, âhiretteki üstün dereceleri müjdelenmektedir.
Tâbiînin içinden pek büyük âlimler çıkmış, bütün insanlığa kıyâmet kopuncaya kadar yol gösterecek, ışık tutacak eserler bırakmışlardır. Çünkü onlar, Peygamber efendimizin mübârek cemâlini gören, hizmetiyle şereflenen Eshâb-ı kirâma yetişip, onları görmek ve sohbetlerine kavuşmak saâdetine ermişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıklarıyla parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsus oldu. Sonsuz saâdete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kâfile, bunlar oldu. Ümmet-i Muhammed içinde Eshâbdan sonra en üstün onlar oldular. Bu büyük âlimler, Eshâb-ı kirâmla Tâbiîn-i izâmın, yâni Selef-i sâlihînin îmânları hep aynıydı. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Sonra gelenler bu îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını hep Tâbiînden öğrendiler. Şimdi yeryüzünde bulunan Müslümanların çoğu Selef-i sâlihînin inancında, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebindedirler.
Yetmiş iki sapık bid’at fırkasının hepsi ikinci asırdan sonra ortaya çıktı. Bunların bir kısmının kurucuları daha önceden yaşamış iseler de, kitaplarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tâbiîn-i izâmdan sonra oldu.
Tâbiînin en meşhur simâsı İmâm-ı A’zam hazretleridir. Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) sonra gelen müctehidlerin en büyüğüdür. Bu büyük imâm, her hareketinde, verâ ve takvâ üzereydi. Her işinde Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tam mânâsıyla tâbiydi. İctihâd ve istinbâtta, ulaştığı dereceye hiç kimse varamadı. Kendisinden önce, daha âlim ve daha yüksek kimseler geldiyse de, onların zamânında, uydurmalar ve sapıtmalar, henüz yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar hazırlayıp kitaplara geçirmemişler; daha başka kıymetli işlerle uğraşmışlardır.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh ise, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiği ilmi, kitaplara geçirmiş, doğruyu ayıracak mi’yârlar hazırlamıştır.
Tâbiîn içinden; Veysel Karânî, Kâsım bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Hasan-ı Basrî, Saîd bin Müseyyib, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd bin Sâbit, Seleme bin Abdurrahmân, Süleymân bin Yesâr, Ubeydullah bin Abdullah bin Utbe bin Mes’ûd, Alkame bin Kays, Mesrûk bin Ecdâ (rahmetullahi aleyhim) gibi birçok mübârek zât da ilim, ibâdet, zühd ve takvâlarıyla meşhur olmuştur.
Tâbiîni, âlimler tabakalara ayırmışlardır. Bunlar; bir kısmına göre üç, bâzılarına göre on beş tabakadır.
Birinci tabaka: Hayâtlarında Cennetle müjdelenerek Aşere-i mübeşşere ismiyle şöhret bulan Eshâb-ı kirâmı görüp, onlardan rivâyetlerde bulunanlar. Kays bin Ebî Hâzım rahmetullahi aleyh gibi.
İkinci tabaka: Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sağlığında doğdukları hâlde, Efendimizi görmekle şereflenemeyenler. Hazret-i Alkame, Mesrûk radıyallahü anhümâ gibi.
Üçüncü tabaka ve diğer tabakalar. Diğer sahâbîleri görüp hadîs-i şerîf rivâyet edenler, en son vefât eden sahâbîden hadîs rivâyet edenler gibi kısımlara ayrılmaktadır.
Alm. Staatsangehörigkeit; Abhängigkeit (f), Fr. Nationalité; dépendance (f), İng. Nationality, allegiance. Tâbi olma, uyrukluk. Bir şahsı (hakikî veya hükmü) veya bir şeyi (gemiler ve hava gemileri) devlete bağlayan siyâsî ve hukûkî bağ. Tâbiiyet aslî ve müktesep olmak üzere iki çeşittir.
Aslî tâbiiyet: Kan ve toprak esâsına göre kazanılan ve doğumla iktisab edilen tâbiiyet olup, kânundan doğar.
Müktesep tâbiiyet: Telsik (vatandaşlığa geçme), evlenme, evlât edinme, muhâceret, arâzi ilhakı ve ahâli mübâdelesi yollarından biriyle sonradan (doğumdan sonra) kazanılan tâbiiyettir.
Tâbiiyet vatandaşlıkla eşdeğer bir durumdur. Türk Vatandaşlığı Kânunu, Türk vatandaşlığının nasıl kazanılacağını ve ne sûretle kaybedildiğini ve vatandaşlıktan çıkma ve çıkarılmayı îzâh eder.
Osmanlı Devletinde, sınırları içinde bulunan yabancıların kayıtlarını tutan resmî dâireye Tâbiiyet Kalemi adı verilirdi.
Alm. Sarg (m), Fr. Cercueil (m), bière (f), İng. Coffin, bier. Meyyitin, ölünün taşınmasına veya kabire konulmasına yarayan âlet, sandık. Tâbut, cenâzenin taşınmasını kolaylaştıran bir vâsıtadır. Bir sandık şeklinde olup, uzunluğu ve genişliği bir insanın sığabileceği büyüklüktedir. Baş taraftan ayağa doğru daralmaktadır. Çeşitli şekillerde tâbutlar yapılmaktadır.
Dînimiz, ölünün mezara çivisiz, geçmeli tahtadan yapılmış, sâde, zînet ve süslü olmayan tâbutla gömülmesine izin vermiştir. Hattâ kadınların, tâbutla gömülmesi çok iyidir.
Dînimizde ilk tâbut, Peygamber efendimizin hanımı Zeyneb vâlidemiz için yapıldı. Ömer radıyallahü anh, cenâzeye mahremlerinden, nikâh düşmeyen erkek akrabâlarından başkasının gitmesine izin vermemiş, Eshâb-ı kirâm da bundan üzülmüştü. Esmâ binti Umeys; “Habeşistan’da tâbut gördüm. Cenâzeyi örtüyor.” dedi. Bunun anlattığı şekilde tâbut yapılıp, bütün Eshâbla birlikte gidilerek defnedildi.
Kabir toprağı çürük, nemliyse, erkeğin, lâhdin veya doğruca kabrin içine tâbutla konulmasına dînimiz izin vermiştir. Toprak kuru ve sağlam ise tâbutla gömülmeyebilir. Tâbutla gömülünce, tâbut içine biraz toprak konur. Kadınları, her zaman tâbutla gömmek daha iyidir, çok faziletlidir.
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebü’l-Vefâ; ismi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Zeyd bin Hasan el-Ârif bin Zeyd bin İmâm-ı Zeynel’âbidîn bin İmâm-ı Hüseyin bin Aliyy-ül-Murtezâ bin Ebî Tâlib’dir (radıyallahü anhüm). Lakabı Tâc-ül-Ârifîn olup, Kakis diye de anılır.
1026 (H.417) senesinde Irak’ın Kuşende mevkiinde doğdu. 1107 (H.501) senesinde vefât etti.
Ebü’l-Vefâ hazretlerinin babası Seyyid Muhammed Ârızî zamânının büyük evliyâsındandı. Benî Nercis kabîlesinin reisi Ömer bin Şirküre bin Ebî Ammar Nercî’nin kızıyla evlendi. Bu evlilikten Seyyid Ebü’l-Vefâ doğdu. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, babasının vefâtından iki ay sonra doğdu. Daha bebekken oruç tutmaya başladı. Gündüzleri annesinden süt emmez, geceleri emerdi.
Küçük yaşında Şenbekî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetlerinde bulundu. Daha sonra hocasının izniyle Buhârâ’ya gitti. Orada zâhirî ilimlerin hepsini tahsil etti. Bu esnâda nesebi hakkında kimseye bir şey söylemedi. Tahsilini tamamladıktan sonra, Buhârâ’dan ayrılıp Kalmine’ye gelip, oraya yerleşti. Burada halka İslâm dîninin emirlerini ve yasaklarını anlatıp, talebe yetiştirmeye başladı.
Ebü’l-Vefâ hazretleri şöyle anlatır:
İlim öğretmekle meşgul olduğum sırada, bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Rüyâda Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bana dönerek:
“Yâ Ebü’l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdkla riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâlâya hürmet eden, Cennet’i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet etmezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeriyse Cehennem’dir.
Ey Ebü’l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâk olur. Ey Ebü’l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yâreninin eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan uzaklaşan, benden uzaklaşmış olur.” buyurdu.
Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve yedi zâtı da cânu gönülden yârenliğe kabul ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım.
Kapıyı açınca, o yedi zâtı gördüm ve onları içeriye dâvet ederek yemek yedirdim ve; “Gelmenizin sebebi nedir?” diye sordum. Onlar da; “Rüyâmızda Peygamber efendimizi gördük. Bize; “Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin.” buyurdu.” dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bî’at ettiler.
Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri bir müddet Bağdat’a gelip halîfe Kâim biemrillah’a nasîhatte bulundu. 1107 senesi Rebîülâhir ayının yirminci günü seksen dört yaşında vefât etti. Cenâzesini Adiy bin Müsâfir yıkadı, kefenledi ve defnetti.
Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki:
“Az yiyip, az uyuyun. Çok tefekkür edin. Geceyi ibâdetle geçirin! Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk olan gâfil, gâfil olan da mahzûn olur. Bu ise insanı felâkete götürür.”
“Takvâ bir ağaçtır. Bu ağacın kökü Peygamber efendimizdir. Budakları Sahâbe ve Tâbiîndir. Meyvesiyse sâlih ameldir.”
“Nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın, Allahü teâlâ sizi görür. Onun için, yasaklanan yerlerde değil, emredilen yerlerde bulunun.”
“Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: 1) Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, 2) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı olmak, 3) Bid’atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, 4) Tevâzu ehli olmak, 5) Devamlı iyi düşüncelerle meşgul olmak, 6) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, 7) Dînin hudutlarından bir zerre bile dışarı çıkmamak, 8) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, 9) Kendini beğenmişlerden olmamak, 10) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak.”
“Vaktini boş yere harcayan kimse câhildir.”
“Dünyâya aşırı düşkün, mağrûr ve fitneci kimselerle dostluk kurup onların bulunduğu yerlere gitmeyin. Bunlarla birlikte olanın gideceği yer Cehennem’dir.”
Türkiye Selçuklu Devletinin zayıflaması üzerine Karadeniz kıyısında Bafra ile Ordu arasında, güneyde Niksar’a kadar olan bölgede kurulan Türk beyliği. Merkezi Niksar olan Beyliğin kurucusu Tâceddîn Beydir.
Tâceddîn Beyin babası Doğancık Bey, Anadolu’da İlhanlı hâkimiyeti yıkılırken meydana gelen nüfuz mücâdeleleri esnâsında Kürt ve Taşan beyleri ve Emir Eretna ile savaşmış kudretli bir kimseydi. Niksar ve çevresini elinde bulunduran Doğancık’ın nüfûzu kuzeybatıda Kastamonu Emîri Süleymân Şahın hudûduna kadar uzanıyordu. 1345 veya 1347 yılında öldüğü tahmin edilen Doğancık’ın yerine beyliğin asıl kurucusu Tâceddîn Bey geçti.
Tâceddîn Bey, beyliğin başına geçtiği ilk yıllarda Amasya Emîri Şadgeldi’ye tâbi oldu. Kâdı Burhâneddîn Ahmed’e karşı ülkesini korudu. Trabzon Rum İmparatoru Üçüncü Aleksios, kendi hudutları boyunca kuvvetlenen Türk beylerinden korkmaya başladı. Tâceddîn Bey, 1381’de İmparator Aleksios’un kızı Eudokia ile evlendi. Ordu vilâyetindeki Türkmen Emîri Hacı Emirzâde Süleymân Beyin ülkesine taarruz ettiyse de, yenilip öldürüldü. Fırsattan istifâde eden Kâdı Burhâneddîn Niksar ve İskefser’i ele geçirdi.
Ancak, Tâceddîn Beyin öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Mahmûd Bey (Mahmûd Çelebi), Kâdı Burhâneddîn’e bir elçilik heyeti göndererek bağlılığını arz etti ve topraklarının tekrar kendisine iâde edilmesini istedi. Bunun üzerine Kâdı Burhâneddîn Niksar ve buraya tâbi yerleri tekrar Mahmûd Çelebi’ye verdi. Ancak bir müddet sonra Mahmûd Çelebi, Kâdı Burhâneddîn’e karşı Osmanlılarla ittifak kurdu. Kâdı Burhâneddîn ise Mahmûd Çelebi’ye karşı Tâceddînoğullarından Alparslan’ı desteklemeye başladı. Alparslan, Kâdı Burhâneddîn’den aldığı kuvvetlerle beylik içinde hâkim duruma gelince, güç duruma düşen Mahmûd Çelebi, bu durumdan kurtulmak için, Kâdı Burhâneddîn’le anlaştı. Bu hâlden şüphelenen Alparslan, Burhâneddîn Beyin düşmanı olan Eretna âilesine mensup Feridun Beyle münâsebet kurdu. Bunu öğrenen Kâdı Burhâneddîn, onun üzerine yürüdü ve yapılan savaşta Alparslan öldü (1394). Alparslan’ın, Hüsâmeddîn ve Mehmed Yavuz isimli iki oğlu, babalarından kalan Samsun ve Çarşamba bölgesinde müştereken hâkimiyetlerini devâm ettirdiler.
Alparslan’ın ölümünden sonra, Kâdı Burhâneddîn’in hedefi, Tâceddînoğullarının topraklarını tamâmen ele geçirmekti. Bunun için Tâceddînoğullarına âit Yenişehir Kalesi yanında bir kale yaptırarak, içerisine, devamlı Mahmûd Bey üzerine sefere çıkan seçkin kuvvetler koydu. Mahmûd Bey, bu kuvvetlere karşı meydan harbi veremediğinden, çete savaşlarıyla bu hücumları savuşturmaya çalışıyordu. Kâdı Burhâneddîn, 1398 senesinde Akkoyunlu hükümdârı Karayülük Osman Bey tarafından, Sivas önlerindeki muhârebede öldürülmesi üzerine Mahmûd Bey; Bâyezîd Hanın Amasya, Tokat ve Sivas’ı ele geçirmesinden sonra, Osmanlı Devleti hâkimiyetine girdi.
1402 Ankara Muhârebesinde Yıldırım Bâyezîd’in yenilmesinden sonra, Alparslan’ın oğlu Hasan Bey, Tîmûr Hanın himâyesinde bağımsız olarak Niksar ve bir kısım Canik topraklarında Tâceddînoğulları Beyliğinin başına geçti ve Osmanlıların bu döneminde kendi başına hareket etti. Bu arada İsfendiyâr Beyle anlaşarak topraklarını genişletmeye çalıştı. Bu iki bey, Bafra ve Samsun üzerine iki koldan yürüdüler. Yapılan savaşta Samsun beyini öldürerek, beyliğin büyük bir kısmına sâhip oldular. Osmanlı Hükümdârı Çelebi Mehmed, tek başına devleti toparlayıp, hâkimiyeti sağlayınca, İsfendiyâroğullarından Samsun’u geri aldı. Tâceddînoğlu Hasan Beyle kardeşi Mehmed Bey, Çelebi Mehmed’le dostluklarından dolayı yerlerinde kaldılar.
Hasan Bey, Sultan İkinci Murâd devrine kadar beyliğini korudu. İkinci Murâd Han tahta geçtikten sonra, Anadolu’nun bu bölgelerini ele geçirmek ve bölge vâlilerini ortadan kaldırmak için Lala Yörgüç Paşayı vazîfelendirdi. Bunun üzerine Yörgüç Paşa, Hasan Beyi yakalamak ve topraklarını ele geçirmek niyetiyle büyük bir düğün merâsimi düzenleyerek onu ziyâfete çağırdı. Fakat bunu fark eden Hasan Bey, dâvete katılmayıp, topraklarını Sultana teslim edeceğini bildirdi. Sözünün eri olan bu beye nihâyet, 1427 senesinde Rumeli’de bir sancak verildi. Böylece, Tâceddînoğulları Beyliği Osmanlılara geçmiş oldu.
Tâceddînoğullarına âit şimdiye kadar hiçbir sikkeye rastlanmamıştır. Hasan Beyin Çarşamba’da bulunan, 1424 târihli câmi ve vakfiyesi vardır. Buranın kitâbesinde kendisi; “Emîr-i kebîr, Hüsâmüddevleti ved-dîn Hasan Bey bin el-Merhum Alparslan Bey İbn-ül-Emîr-il-Mağfûr Tâceddîn” diye zikrolunmuştur. Tâceddînoğullarındancesûr ve atılgan bir zât olan Alparslan Bey ise, fazîlet sâhibi ve edebiyâta düşkündü. Arapçayı çok iyi bilen bu bey, nahivle meşgul olurdu.
Tâceddînoğulları |
Tahta geçişleri |
Taceddîn bin Doğancık |
1348 |
Mahmûd Çelebi |
1387 |
Osmanlı hâkimiyeti |
1398 |
Alparslan bin Tâceddîn |
1394 |
Hasan Bey |
1402 |
Osmanlı hâkimiyeti |
1428 |
DEVLETİN ADI |
Tacikistan Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Duşanbe |
NÜFÛSU |
5.358.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
143.100 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Tacikçe |
DÎNİ |
İslâmiyet |
PARA BİRİMİ |
Ruble |
Orta Asya’da yer alan bir devlet. Doğuda Çin, güneyde Afganistan, batı ve kuzeyde Özbekistan ve Kırgızistan’la çevrili Tacikistan toprakları Asya’nın dağlık iç kesimlerinde yer alır.
Târihi
İran kökenli bir halk olan Tacikler, mîlâttan önce sırasıyla Perslerin, Büyük İskender’in ve onun ardından kurulan devletlerin hâkimiyetleri altında kaldılar. Yedi-sekizinci asırlar arasında Müslüman Araplar Taciklerin yaşadığı bölgeyi fethettiler ve buralara Mâverâünnehr ismini verdiler. Kısa zamanda Müslümanlığı kabul eden Tacikler, bölgeye hâkim olan Türklerin kültür ve dillerinden büyük ölçüde etkilendiler.
Tacikler 15. asırdan 18. asrın ortalarına kadar Buhara Hanlığının hâkimiyeti altında yaşadılar. Daha sonra Ceyhun Irmağının güneyinde ve güneybatısındaki toprakları ele geçiren Afganlar, Taciklere hâkimiyetlerini kabul ettirdiler. Tacik topraklarının büyük bölümü 1860’lı yıllarda Rusların eline geçti. Buhara Hanlığı ise 1868’de Rusya’nın hâkimiyetini kabul etti.
Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden sonraTaciklerin yaşadığı toprakların bir bölümü 1918 Nisan’ında kurulan Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetine bağlandı. Bugünkü Tacikistan topraklarının böyük bölümünü içine alan Buhara Hanlığında 23 Ağustos 1920’de yönetime el koyan devrimciler, Ekim ayında Buhara Sovyet Halk Cumhûriyetini kurdular. Devrimciler 1921 başlarında Duşanbe ve Kulyab’ı ele geçirdiler. Yeni yönetime karşı ayaklanan halk, kanlı bir şekilde bastırıldıysa da ayaklanmacılar İbrâhim Bek idâresinde mücâdelelerine 1931’e kadar Doğu Buhara’da devam ettiler.
Buhara Sovyet Halk Cumhûriyeti ile 1924’te Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetine bağlı Tacik toprakları birleştirilerek Tacikistan Özerk Cumhûriyeti kuruldu. İdârî olarak Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetine bağlıydı. 1929’da Sovyetler Birliğini meydana getiren 15 cumhûriyetten biri hâline getirildi.
Sovyetler Birliğinde 1989’da başlayan reformlar Tacikistan’da da köklü değişikliklere sebep oldu. İlk çok partili seçimler yapıldı. Ülke yeni bir siyâsî ve ekonomik döneme girdi. Tacikistan 1991’de bağımsızlığını îlân etti ve aynı sene Bağımsız Devletler Topluluğuna katıldı.
Tacikistan bağımsızlığını îlân eder etmez, ülkedeki belli başlı üç muhâlif grup başta bulunan yöneticilerle mücâdeleye başladı. Bunlar batı taraftarı Demokratik Parti, Tacikistan’a İslâmî idâreyi yeniden getirmek isteyen Rastohen Millî Cephesi ve kurulur kurulmaz yasaklanan İslâmî Yenilik Partisiydi. Yapılan protesto gösterileri neticesinde muhâlefetin birçok istekleri kabul edildi. Komünist Partisi yasaklandı ve İslâmî Yenilik Partisi kânûnî statüye kavuştu. Seçimler sırasında Nabiyev cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı. Fakat 24 Kasım 1991’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Nabiyev kazandı. Üç muhâlif partinin desteklediği Eski Sinema İşçileri Sendikası başkanı Davlat Hudonazaov seçimlere hile karıştığı iddiasında bulundu.
Orta Asya cumhûriyetleri arasında en fakiri olan Tacikistan’da ekonominin kötü durumu huzursuzluklara sebep olmaktadır.
Fizikî Yapı
Tacikistan topraklarının büyük bölümü dağlarla kaplıdır. Toprakların yarısından fazlasının yüksekliği 3000 metreden fazladır. Kuzeyde Tanrı Dağlarının batı uzantıları, orta kesimde aynı dağların güney uzantıları, güneydoğuda ise Pamir-Alay dağ silsilesinin buzullarla kaplı dorukları yer alır. Güneydeki dağlar arasında geniş vâdiler bulunur. Topraklarının tamâmı zelzele kuşağında yer aldığından, ülkede sık sık zelzele olur.
Ülkedeki göller Pamir bölgesinde toplanmış olup sayıları çok azdır. Göllerin en büyüğü denizden 3960 m yükseklikte yer alan Karakul Gölüdür. Dağlardan kaynaklanan sular Sır Derya ve Amu Derya nehirlerinin kollarını meydana getirir. Amu Derya (Ceyhun), cumhûriyetin güney sınırının büyük bölümünü çizer. Diğer önemli akarsu cumhûriyetin orta kesiminden geçen Zerefşan Irmağıdır.
İklimi
Tacikistan’da sert kara iklimi hüküm sürer. Vâdilerde Astropik bir iklim görülür. Yazlar çok sıcak ve kurak geçer. Yağış miktarı genelde düşüktür. Senelik ortalama yağış miktarı 150-250 mm arasında değişir. Dağlık bölgelerde kışlar çok soğuk olup, sıcaklığın zaman zaman -46°C’ye düştüğü görülür. Dağlık bölgeler vâdilere nazaran daha az yağış alır. Yağış ortalaması 60-80 mm arasında değişir.
Tabiî Kaynaklar
Mâdenler: Yeraltı zenginlikleri bakımından zengin olan Tacikistan’da demir cevheri, kurşun, çinko, antimon, cıva, altın, kalay, tungsten, petrol, doğalgaz ve kömür yatakları vardır.
Bitki örtüsü: Yeryüzü şekilleri ve iklim şartları sebebiyle son derece zengin bir bitki örtüsüne ve hayvan varlığına sâhiptir. Ülke topraklarında beş binin üzerinde çiçek türü vardır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Tacikistan nüfûsu 5.358.000 olup, nüfus yoğunluğu 37’dir. Ülkede nüfus artışı çok yüksektir. Tacikistan nüfûsunun % 62’sini Tacikler, % 24’ünü Özbekler, % 8’ini Ruslar, % 6’sını diğer milletler meydana getirir. Ülkenin en büyük şehirleri Duşanbe ve Leninâbad’dır. Nüfûsun büyük kısmı kışlak adı verilen küçük köylerde yaşamaktadır. Kışlakların çoğunda okul, sağlık, alışveriş ve kültür merkezi vardır.
Eğitim: Eğitim parasız olup 7-17 yaş arasında mecbûridir. Ülkede meslekî eğitim veren çok sayıda orta öğretim kurumuyla yüksek okul vardır. Tacikistan İlimler Akademisi 1951’de kurulmuş olup, 18 enstitüsü mevcuttur.
Ekonomi
Tacikistan ekonomisinde tarım birinci plânda yer alır. Başlıca tarım ürünü pamuktur. Pamuk ekiminin büyük bir kısmı sulama ile yapılır. Ayrıca üzüm, susam, buğday, arpa, kavun, sebze yetiştirilir. Hayvancılık da ülke ekonomisinde önemli yer tutar. Küçükbaş hayvan besiciliği ve ipekböcekçiliği yaygın olarak yapılır. Çiçek yetiştiriciliği yaygındır.
Mâdencilik, hidroelektrik enerji üretimi, petrol çıkarma ve pamuk işleme başlıca sanâyi kuruluşlarını meydana getirir. Ayrıca gıdâ işleme makinaları, kimyevî maddeler ve halıcılık, sanâyide önemli yer tutar. Örme eşyâ üretimi, ipekli kumaş, halıcılık gibi hafif sanâyi kollarının yanında güç transformatörleri ve kabloları, tarım âletleri üretimi gibi orta ve ağır sanâyi kolları da vardır.