ŞUAYB ALEYHİSSELÂM
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâm veya Sâlih aleyhisselâmın neslindendir. Soyu anne tarafından Lût aleyhisselâmın kızına ulaştığı ve Eyyûb aleyhisselâmla teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ül-Enbiyâ (Peygamberlerin hatîbi) denildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını tebliğ etti.
Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe Körfezinden Humus Vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb aleyhisselâm, azgın ve sapık kavmin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve çok namaz kılardı.
Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte muhakkak hîle yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp, stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı.
Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariblerin mallarını çeşitli hîlelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sâhip oldukları pekçok nîmetin şükrünü yapmayıp, nankörlük ediyorlardı.
Allahü teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Şuayb aleyhisselâm onlara nasîhatlerde bulunup, Allahü teâlâya şirk koşmamalarını ve yalnızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hîle yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Kötülüklere devâm ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını söyledi. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb aleyhisselâmın sözlerini dinlemeyip, ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler. Şuayb aleyhisselâm, bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyânları sebebiyle helâk edilen Nûh aleyhisselâmın gönderildiği kavmin, Hûd kavminin, Lût kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip îmân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi hâlde kendilerinin de isyân edip, helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb aleyhisselâma îmân etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup, Şuayb aleyhisselâma gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb aleyhisselâmı ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip, tehdit ettiler. Şuayb aleyhisselâm azgın Medyen halkının, bütün nasîhatlerine rağmen îmâna gelmelerinden ümit kesince, onları Allahü teâlâya havâle etti.
Şuayb aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin hayırlısısın.” diye duâ etti.
Azgınlıklarına ve inananlara karşı düşmanlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine, Allahü teâlâ azâb gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı.
Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek, oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tâne ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb aleyhisselâma inanmak için gelenleri vaz geçirmek için çalışırlar, Şuayb aleyhisselâma yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ederlerdi.
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, azgınlık ve taşkınlıklarından vaz geçmeye dâvet etti. Eyke halkı Şuayb aleyhisselâmdan mûcize istediler. Şuayb aleyhisselâm çevredeki putlara hitâb edip; “Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin!” dedi. Taş ve ağaçtan yapılmış cansız birer varlık olan putlar dile gelip; “Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü teâlâdır. Yâ Şuayb! Sen ise Allahü teâlânın peygamberisin!” dediler ve kâidelerinden yere düşüp paramparça oldular. Bu mûcize karşısında bâzı kimseler îmâna geldi.
İnanmayanlar da azgınlıklarını daha da arttırdılar. Şuayb aleyhisselâm son defâ îkâz edip, puta tapmaktan vaz geçmelerini, Allah’a îmân etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip, kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, yalancısın, sihirbazsın, büyülenmişsin dediler. Îmân etmeyeceklerini açıkça söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.
Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çâresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir taraftan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup, gittiler. Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı kerîmde (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O gölge (zulle) gününün azâbı onları yakalayıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.” (Şuarâ sûresi: 189)
Şuayb aleyhisselâm, Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü. Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ aleyhisselâm, kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb aleyhisselâmın kızlarına yardım ederek, koyunlarını suladı. Şuayb aleyhisselâm ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin güvenilir bir kimse olarak görüp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ aleyhisselâm orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb aleyhisselâm, her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı ve dâmâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip yerleşti. Daha sonra da orada vefât etti. Vefâtında 300 yaşında olduğu rivâyet edilmiştir.
Şuayb aleyhisselâm çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb aleyhisselâm, Medyen ve Eyke kavimleri hakkında âyet-i kerîmeler mevcuttur.
Şuayb aleyhisselâmın altı çeşit mûcizesi vardır:
1. Hazret-i Şuayb’ın duâsı bereketiyle, koyunlardan doğmuş siyah kuzuların hepsi beyaz olmuştur.
2. Hazret-i Şuayb’ın duâsı bereketiyle taşlar toprak olmuştu. Şöyle ki: Medyen kasabası dağlık, taşlık bir yer olduğundan: “Hak peygamber iseniz, duâ ediniz, şu dağlar, taşlar kalkıp, yerimiz geniş olsun.” diye teklif etmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm duâ edince, cenâb-ı Hak duâsını kabul edip, elini o dağ ve taşlar üzerine koy, diye emreyledi. Elini koyunca hepsi toprak oluverdi.
3. Şuayb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Medyen’de bâzı taşlar koyun olmuştur. Şöyle ki, kendilerinin hiç koyunu olmadığı için kavmi, bizim koyunlarımızı elimizden almak için Şuayb buraya gelmiştir diye söz etmişlerdi. Hazret-i Şuayb bunu işitince, çok üzülüp, kendinin de koyunu olması için cenâb-ı Hakka duâ eyledi. Cenâb-ı Hak, duâsını kabul edip, orada bulunan taşlara eliyle işâret etmesini emreyledi. Hazret-i Şuayb işâret ettiği anda o taşlar koyun oluverdi. Bu sûretle koyunları kavminin koyunundan birkaç misli fazla oldu. O koyunları sekiz, yâhut on sene hazret-i Mûsâ’ya güttürüp, kızını da ona verdiği meşhurdur.
4. Hazret-i Şuayb, bir yerin taşları etrâfında dönünce, o taşlar hemen bakır olup, ahâli bununla pek zengin olmuştur.
5. Hazret-i Şuayb’ın duâsı bereketiyle kum tepeleri yerinden kalkmıştır.
6. Hazret-i Şuayb, bir dağa çıkmak istediği zaman, dağ âdeta devenin oturup kalktığı gibi, Şuayb aleyhisselâm çıkıncaya kadar küçülür, çıktıktan sonra evvelki hâli gibi büyük bir dağ olurdu.
Alm. Oberverwaltungsgericht, Fr. Conseil d’Etat, İng. State council, the council of state. Bir işin yürütülmesi için seçilen ve belli vasıfları taşıyan kişilerden meydana gelen danışma meclisi veya bu meclisin toplandığı yer. İslâm târihinde devlet ve millet işlerinin görüşüldüğü, halîfeye veya hükümdara yardımcı olan, idâre edenlerle idâre edilenlerin karşılıklı düşünce ve görüşlerini açıkladıkları, insanlar için en faydalı olanın karara bağlandığı meclislere de şûrâ adı verilmiştir.
Arapçada; danışmak, istişâre etmek ve meşverette bulunmak, istişârenin yapıldığı yer ve müessese mânâlarını ifâde eden şûrâ, İslâmiyette devlet idâresinin temel prensiplerindendir. Fert ve toplum hayâtında önemli bir yer tutar ve İslâm dîninin en önemli emirleri arasında yer alır. Kur’ân-ı kerîmin Âl-i İmrân sûresi 159. âyetinde Peygamber efendimize hitâb ederek meâlen; “...İş husûsunda onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendine güvenip dayananları sever.” ve Şûrâ sûresi 38. âyetinde meâlen; “İşleri kendi aralarında şûrâ iledir.”buyurularak şûranın önemi işâret edilmiştir.
Sevgili Peygamberimiz de Kur’ân-ı kerîmde bildirilmeyen birçok işlerde Eshâb-ı kirâmın fikirlerine başvurarak, danışmanın ve şûrânın önemini işâret buyurmuştur. Meselâ, Uhud Savaşından önce, Medîne’de kalarak mı, yoksa düşmana karşı şehir dışına çıkarak mı harp edilmesi husûsunda Eshâb-ı kirâmla müşâverede bulundu. Kendisi Medîne’de kalarak muhârebe etmeyi tercih ettiği hâlde çoğunluk şehir dışına çıkmayı istediği için düşmana karşı şehir dışına çıktı. Buna benzer birçok hususlarda Eshâb-ı kirâmla istişâre eden Peygamber efendimiz yüce Allah’ın emrine uyduğu gibi kendisinden sonra, Eshâb-ı kirâm ve Müslümanlara, hakkında kesin delil bulunmayan hususlarda istişârede bulunmaları için örnek oldu. Ayrıca kurduğu İslâm Devletinin işlerini yürütmek için, görüşlerine başvurduğu kimselerden meydana gelen bir şûrâ meclisi de kurdu. Bu şûrâ meclisinin üyeleri ilk Muhâcirler ve Ensarın ileri gelenlerindendi. Daha sonra bu şûrâ üyelerinin Müslümanlar tarafından seçilmesi veya onlar adına karar verecek bir heyetin seçilmesi şeklinde bir yol tutuldu ve uygulama böyle oldu.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra ilk halîfe hazret-i Ebû Bekr şûrâ yoluyla seçildi ve Eshâb-ı kirâmın hepsi gelip ona biat ettiler. Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimiz zamânında toplanıp mushaf hâline getirilmemiş olan Kur’ân-ı kerîmin toplatılıp kitap hâline getirilmesine şûrâ yoluyla karar verdi. Vefât etmeden önce diğer Eshâb-ı kirâmla müşâverede bulunduktan ve onların görüşlerini aldıktan sonra hazret-i Ömer’in kendi yerine halîfe seçilmesini teklif etti. Şûrâ usûlüyle ve istihlaf yâni yerine halîfe tâyin etme yoluyla seçilen hazret-i Ömer de halîfeliği sırasında pekçok hususta şûrâya başvurdu. Onun, Muhâcirler ve Ensârın ileri gelenlerinden ve Kureyş’in yaşlılarından meydana gelen bir şûrâ meclisi vardı. Ayrıca isteyen her Müslümanın katıldığı bir de genel istişâre kurulu vardı. Mescitte cemâatle namaz kılındıktan sonra bir mesele cemâate anlatılır ve dileyen fikrini söylerdi. Bâzan özel şûrâya bundan sonra danışılırdı. İstişâre kurulunda bulunanlar hazret-i Ömer’den önce, fikirlerini rahatlıkla söylerlerdi. Hazret-i Ömer vefâtına yakın bir zamanda, hazret-i Osman, hazret-i Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d bin Ebî Vakkas ve Abdurrahmân bin Avf’tan meydana gelen şûrânın içlerinden birini halîfe seçmelerini vasiyet etmişti. Nitekim hazret-i Osman Şûrâ usûlüyle halîfe seçildi. O da halîfeliği müddetince yapacağı işleri istişâre ederek yaptı. Hazret-i Ebû Bekr zamânında kitap hâline getirilen Kur’ân-ı kerîmin çoğaltılarak İslâm ülkesinin çeşitli merkezlerine gönderilmesi şûrâda alınan karar netîcesinde oldu. Hazret-i Osman’ın şehit edilmesinden sonra hazret-i Ali’nin halîfe seçilmesi de şûra usûlüyle oldu. Hazret-i Ali yaptığı işleri Eshâb-ı kirâmın görüşlerine başvurarak gerçekleştirdi.
Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde hiçbir iş şûrâ dışı bırakılmazdı. Verilen kararlar tek veya çift taraflı olabilirdi. Bir konudaki farklı görüşlerden, çoğunluk tarafından tercih edilene tâbî olunurdu. Halîfe (devlet başkanı) ile şûrânın görüşleri karşılaşırsa ya o konuda mütehassıs (uzman) bir heyetin tercih ve hükmüne uyulur veya çoğunluğun görüşüne tâbi olunur veya birinci derecede sorumluluk taşıdığı için halîfenin görüşüne uyulurdu.
Dört halîfe devrinden sonraki devirlerde de halîfeye ve hükümdarlara yardımcı olan ve onların devlet-millet işlerini danıştığı belli vasıflara sâhip seçilmiş kimselerden meydana gelen şûrâ meclisleri vardı. Bu meclise Ehlü’ş-Şûrâ ve Ehl-ül-Hall vel-Ahd adı verilirdi. İlk Emevî halîfesi hazret-i Muâviye istişâreye önem verir, günde beş defâ idâresi altında bulunanların dertlerini dinlerdi. Daha sonra devlet millet işlerini danışacağı husûsî şûrâ meclisini çağırır, meseleleri görüşerek karara bağlardı. Diğer Emevî halîfelerinin de şûrâ meclisleri vardı. Abbâsîler zamânında biri husûsî, diğeri umûmî olmak üzere iki çeşit şûrâ meclisi vardı.
Birincisi halîfe ve devlet ileri gelenleri ve büyük kumandanlardan meydana gelen şûrâ meclisi, ikincisiyse günlük işlerin görüşülüp karara bağlandığı şûrâ meclisiydi. Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları gibi Müslüman-Türk devletlerinde eski Türklerdeki Kurultay Meclisi yerine “Dîvân” adı verilen şûrâ meclisleri kuruldu. Büyük Selçuklular zamânındaki “Dîvân-ı Sultan” adı verilen büyük dîvân bu dîvânların en önemlisidir. Haftada iki defâ sultanın başkanlığında toplanan bu dîvândan başka Memlükler zamânında ortaya çıkan hükümdarın haftada iki gün halkın dâvâ ve dertlerini dinleyip, oradaki yetkili ve ilgili kimselerle birlikte şikâyetleri karara bağlayan Dârü’l-Adl veya Dîvânü’l-Mezâlim adlı şûrâ meclisi vardı. Anadolu Selçuklularında “Dîvân-ı Saltanat” veya “Dîvân-ı Âlî” adını alan yüksek meclis hükümdarın danışma meclisi hüviyetindeydi. Bâbürlüler, Karakoyunlular ve Akkoyunlularda da Selçuklularda olduğu gibi önemli devlet işlerinin görüşüldüğü büyük dîvân ve çeşitli küçük dîvânlar vardı.
Osmanlılar zamânında devlet ve millet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Dîvân-ı Âlî veya Dîvân-ı Hümâyûn denilen şûrâ meclisi vardı. Dîvân-ı Hümâyûnda devlete âit, siyâsî, idârî, askerî, dînî, adlî ve mâlî işler şikâyet ve dâvâlar görüşülüp ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra karara bağlanırdı. Dîvân, hangi din ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka; kadın-erkek herkese açıktı. Meseleleri mahallinde halledemeyen kimseler Dîvân-ı Hümâyûna mürâcaat ederlerdi. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar dîvân tarafından verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzâkere edilir ve neticelendirilirdi. Dîvânda karara bağlanmayan ve pâdişâha arz edilmesi gerekmeyen işler pâdişâhın mutlak vekîli vezîr-i âzamın ikindi dîvânında görüşülüp karara bağlanırdı. Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru dîvân toplantıları terk edilerek işlerin halli sadr-ı âzam dîvânına bırakıldı. Ayrıca devlet işleri hakkında kararlar vermek, yapılan nizam ve kânunları tetkik ve bir kısım memurları muhâkeme etmek üzere Şûrây-ı devlet denilen meclis kuruldu. 1868 yılında kurulan ve bugün danıştay adını alan bu meclis devletin sonuna kadar devâm etti. Osmanlılarda ayrıca harp îlânı, sulh akdi gibi olağanüstü hâdiseler hakkında büyük devlet adamlarıyla, ilim, irfan sâhiplerinin görüşleri alınmak üzere pâdişâhların katılmasıyla toplanan Şûrây-ı saltanat adlı bir meclis de vardı. Defâlarca toplanan bu meclis en son olarak Osmanlı Sultanı Vahideddîn Hanın pâdişâhlığı ve Dâmâd Ferid Paşanın sadrâzamlığı zamânında toplandı.
Cumhûriyetin îlânından sonra Şûrây-ı devlet adlı meclisin adı Danıştay olarak değiştirildi. Hâlen çalışmalarını sürdüren Danıştaydan başka çeşitli bakanlık ve kuruluşların çalışmalarını değerlendirip, karara bağlayan Şûrâ meclisleri vardır. Türkiye’nin eğitim ve öğretim meseleleriyle ilgili olarak toplanan ve tavsiye niteliğinde kararlar alan Millî Eğitim Şûrâsı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çalışmalarını değerlendirip, çeşitli kararlar alan Yüksek Askerî Şûrâ bunlardandır. Yüksek Askerî Şûrâ, çıkacak askerî kânunlar için teklifler hazırlar, albay, general ve amirallerin terfi, tâyin ve emeklilikleriyle ilgili kararlar alır. Yüksek Askerî Şûrâ Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanı, kuvvet komutanları ve orgeneral ve oramirallerden meydana gelir. Yılda iki defâ olağan olarak toplanan bu şûrâ olağanüstü hâllerde sık sık toplanır ve ülke meseleleriyle ilgili kararlar alır. Yüksek Askerî Şûrâya Cumhurbaşkanı, onun bulunmadığı durumlarda ise Başbakan başkanlık eder.
(Bkz. Danıştay)
Alm. Bewusstsein (n); Verstand (m), Fr. Conscience (f); Raison (f), İng. Conscience; mind; consciousness. İnsanların kendi şahsiyetleri, zaman, mekân ve hâdiseler hakkında bilgili olmalarını sağlayan ve yüksek beyin merkezlerinin birlikte çalışmaları sâyesinde gerçekleşen bilgili bir uyanıklık hâli. Uyku hâli, normal olan bir şuur kaybıdır. Şuurlu insan, içinde bulunduğu zamânı, mekânı, hâdiselerin mekân ve zamanla olan münâsebetlerini bilir.
Bir de şuuraltı vardır ki, şuraltı hâlleri, insan rûhunun baskı altında kalmış istekleriyle bunlara bağlı fikirlerden meydana gelen ve şuura ulaşamayan kısmıdır. Bâzı şahıslarda hipnoz, narkoz ve uyku sırasında, şuuraltında yer alan düşünceleri açığa çıkarmak mümkün olabilmektedir.
Beyindeki merkezlerin işlemelerinin, toksik (zehirli), enfeksiyöz (mikrobik), travmatik (çarpma veya darbeyle ilgili), vasküler (damarlarla ilgili), anoksemik (oksijensiz kalma), hipoglisemik (kan şekeri düşüklüğü) sebepler gibi çeşitli hâdiselerle aksayışı hâlinde hafif bir şuur bulanıklığından, tam komaya kadar giden çeşitli derecelerde şuur bozuklukları husûle gelir:
1. Somnolons (Uyuklamak): Otururken, istemediği hâlde ardarda ve sık sık uykuya dalma durumudur. Bu hastalar gerçek bir uykusuzluk bahiskonusu olmadığı hâlde devamlı olarak uyumak temayülündedirler. Şuurları hafifçe küntleşmiş olmakla berâber sorulara cevap verirler. İstenilen bir hareketi yapar ve bunu tâkiben yine uykuya dalarlar. Bu hâle en çok ilerlemiş müzmin akciğer hastalıklarında rastlanır.
2. Letarji: Somnolonsun, daha devamlı bir uyku hâliyle kendini belli eden bir şeklidir. Bu hastalar günlerce uyurlar, fakat bunlar da uyandırılabilir ve beslenebilirler. En çok beyin iltihaplarında rastlanır.
3. Stupor: Somnolonstan daha şiddetli bir şuur bulanıklığı hâlidir. Hastanın aklî faaliyetleri çok azalmış, şuur iyice küntleşmiş ve bulutlanmıştır. Hastalar ancak oldukça şiddetli uyarılarla uyanır, gözlerini açarlar, fakat kendilerine söyleneni kolayca anlayamazlar ve tepki gösteremezler, refleksler henüz bozulmamıştır. Tifonun ikinci haftasında görülen dalgınlık böyledir.
4. Senkop (bayılma): Beynin oksijenlenmesindeki geçici bir azalma sebebiyle ortaya çıkan, kısa süreli bir şuur kaybıdır.
5. Mental konfüzyon (Aklî karışıklık): Bu durum, ana zekâ melekelerinin işlemesindeki düzenin kaybolması sebebiyle, çevrenin karma karışık bir şekilde idrâk edilmesinden ibâret, özel bir şuur kaybıdır. Bu hâle özellikle, bâzı akıl hastalıklarında zehirlenmelerde yaşlılarda ve bunamada rastlanılabilir.
6. Prekoma (Koma öncesi hâli): Stupor hâlinin daha da ilerlemesiyle meydana gelen daha ağır bir şuur bozukluğudur. Bu hastalar şuursuz olup, dış uyaranlara karşı refleksleri çok hafiflemiş olmakla berâber bulunabilir. Uyaranlara karşı hiç cevap yoktur.
7. Tam koma: Şuur kaybının en ağır şeklidir. (Bkz. Koma)
Osmanlı Devletinin son yıllarında yetişmiş, Balkan Harbi sırasında Edirne’yi kahramanca müdâfaa etmiş kumandan. Adı Mehmed Şükrü olup, Erzurumlu Ayabakan âilesinden Kolağası Mustafa Beyin oğludur. Annesi Muhsine Hanımdır. 1857’de Erzurum’da doğdu. Çocuk yaşta askerliğe karşı ilgi duyarak Erzincan Askerî İdâdîsine girdi. Babasının ölümü üzerine İstanbul’a gelerek Sütlüce Topçu Okuluna girdi. 1879 senesinde Topçu Teğmeni olarak Harbiyeden mezun oldu. Harbiyedeki tahsili sırasında, zekâsı ve riyâziyeye, matematiğe karşı olan kâbiliyeti hocalarının dikkatini çekti ve Almanya’ya tahsil için gönderildi. Almanya’dayken, imparatorluk Üçüncü Topçu Hassa Alayına tâyin edilerek dört seneden fazla eğitim gördü. 1880 senesinde Mülâzim-i evvel (Üsteğmen)liğe 1882’de Yüzbaşılığa, 1883’te Kıdemli Yüzbaşılığa terfi etti.
Almanya’dan İstanbul’a döndükten sonra, Mühendishânede dil ve topçuluk dersleri verdi.
1888 senesinde Kaymakamlık (Yarbaylık)a yükselen Şükrü Bey, 1889’da Mîralaylık (Albaylık)a terfi etti ve Saraya yaver oldu. 1893’te 36 yaşındayken Mirlivâlığa yükseldi.
Edirne’ye topçu kumandanı olarak tâyin edildi. Mirlivâlıktan sonraki askerî hayâtı Edirne’de geçen Şükrü Paşa, burada Ferikliğe ve Birinci Ferikliğe terfî etti. İkinci Ordu Müfettişliğine tâyin edildi. 1905’de Selânik’teki Üçüncü Orduda vazifelendirildi. İkinci Meşrûtiyet öncesi günlerde Müşirliğe yükseldi. 1908’de meşrûtiyetin îlânı üzerine İstanbul’a gelen Şükrü paşa, 1912 senesine kadar Redif Müfettişliği, Çanakkale Boğazı Muhâfızlığı gibi askerî vazîfelerde bulundu. İttihatçılar tarafından yapılan askerî rütbeler tasfiyesinde, rütbesi Ferikliğe (Korgeneralliğe) indirildi.
1912 yılında Balkan Harbi çıkınca Birinci Ferik (Korgeneral) olarak Edirne Müstahkem Mevkii Kumandanlığına tâyin edildi. Şükrü Paşaya verilen yazılı emirde, Edirne’nin muhtemel bir muhâsarası hâlinde yalnız kırk gün müdâfaa edilmesi bildirildiği hâlde, güç şartlar altında Edirne’yi 5 ay 5 gün kahramanca savundu. Türk ordusunun şeref ve nâmusunu kurtaran ve bütün dünyânın takdir ve hayranlığını kazanan, muhteşem sahneler yaşandı.
Yiyeceği kalmayan, silâh ve mühimmâtı bitmek üzere olan Şükrü Paşa hiçbir yardım görememesi üzerine 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri Bulgar başkumandanına bir zâbit (subay) göndererek teslim olacağını bildirdi. Kahraman Şükrü Paşa, usûlen kılıcını Bulgar başkumandanına teslim etti. Esir edilen Şükrü Paşa ve kurmay heyetiyle diğer subaylar 29 Mart 1913’te trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Bulgarlar tarafından esir edilen 28.500 asker de toplanarak hapsedildi. Bu kahramanlar burada bir ay kadar açlıktan ağaç kabukları yiyerek sefâlet ve zulüm altında kolera ve dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada Edirne halkına Bulgarlar tarafından akla gelmedik işkenceler yapıldı. Kadınların-kızların nâmusları kirletildi. Bu mezâlim ve vahşet sırasında bir ay içinde binlerce ev tahrip edilip câmilere çan asıldı. Bu durumu tespit eden bâzı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâliminin medeniyet ve insanlık için yüz karası olduğunu ifâde ettiler.
Osmanlılarla Bulgarlar arasında antlaşma imzâlanmasından sonra, İstanbul’a dönen Şükrü Paşayı, ona halkın tezâhürâtta bulunması ihtimâlinden korkan İttihat ve Terakkinin meşhûr İstanbul muhâfızı Cemal Bey (Paşa), el çabukluğuyla trenden alıp muhâfızlık arabasına koyarak kimseye göstermeden evine getirdi.
Edirne müdâfaasında sürdüğü bedenî sefâlet hayâtı netîcesinde yakalandığı siyâtik hastalığının tedâvisi için gittiği Bursa kaplıcalarında zâtürreye yakalanan Şükrü Paşa, İstanbul’a dönüşünde 5 Haziran 1916’da evinde vefât etti.
Dürüst, çok sert ve cesur bir asker olan Şükrü Paşa, üst makamlara karşı bildiklerini çekinmeden söylemeyi, vatan borcu telakkî ederdi. Siyâsetle meşgul olmamış, hattâ asker olarak bundan şiddetle nefret etmiş olan Şükrü Paşa, devletine ve milletine karşı sadâkatle çalışmış, nâmusu ve cesâreti sâyesinde büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu yüzden İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin oklarına hedef olmuştur.
Şükrü Paşanın Edirne müdâfaasıyla ilgili, hakkında Avrupa basınında öğücü pekçok yazılar ve resimler yayınlandı. Bâzı Avrupa memleketlerinde onun hâtırâsına âbideler dikildi. Fransız milleti adına murassa bir şeref kılıcıyla binlerce imzânın yer aldığı bir altın kitap takdim edildi.
Alm. Dank (-sagung f) (m), Fr. Grâce, semerciments, İng. Gratitude. Teşekkür etmek, iyilik yapana karşı kalp, dil ve davranışlarla hürmet ve saygı göstermek. Güzel huylardan biri olan şükür, insanların Allahü teâlâ tarafından kendilerine ihsân edilen, verilen sayısız nîmetlerine, iyiliklerine karşılık olarak sevinç ve teşekkürlerini bildiren söz ve davranışlarda bulunmasıdır. Allahü teâlâya şükretmek, O’nun dînini kabul etmek ve dînin hükümlerine, yâni emir ve yasaklarına uymak demektir. Şükür, hem kulluk ve hem de insanlık vazîfesidir. İyilik edene, teşekkür etmenin lâzım geldiğini her akıl sâhibi kabul eder.
Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, var olmak nîmetini veren O’dur. Her an, varlıkta durduran da O’dur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara, O’nun rahmetiyle acımasıyla verildi. Hayat, ilim, işitmek, görmek, bir şeye gücü yetmek ve konuşmak sıfatlarımız hep O’ndandır. Sayılamayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran O’dur. Duâları kabul eden, belâlardan kurtaran hep O’dur. Öyle bir rızk vericidir ki, kullarının rızklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını meydana çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor.
Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman, herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına Müslümanlığı açıkça bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisi olan Muhammed aleyhisselâma uyarak, saâdet-i ebediyeye kavuşmayı emir buyuruyor. İşte, O’nun nîmetleri, ihsânları güneşten daha açık ve aydan daha âşikârdır. Başkalarından gelen bir emânetçinin, birisine emânet vermesi gibidir. Başkasından bir şey istemek, fakirden bir şey beklemektir. Câhil de, bunu âlim gibi bilir. Aklı az olan da, zekî kimse gibi anlar.
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nîmet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde, her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ her ayıp ve kusurdan uzak, insanlarsa, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, O’nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O’nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O’na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, O’na çirkin gelebilir. O’nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O’na hürmet ve şükr şekilleri, yine O’ndan bildirilmedikçe, O’na lâyık olacağına güvenilemez ve O’nun kabul edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamd etmeleri O’na belki hakâret olur. İşte, O’nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmat bildirdikleri dinlerdir. O’na kalple yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dille yapılacak şükürler, orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmakla ve kalbin ve bedenin yapmasıyla şükretmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlânın rızâsının ve dîninin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Çok defâ tersine olup, sevap sanılan, günah olur.
Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği bir şeydir. Allahü teâlâya, O’nun dîninin dışında şükredilemez.
Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O’nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, organın, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmasıyladır. Malın şükrü, parayı haram, günah olan yerlere harcamamak, israf etmemek ve zekâtının verilmesi, hayır, hasenâtın yapılmasıyla olur. Rütbe, mevkî sâhibi olanların bu nîmete şükretmesi, insanlara ve İslâmiyete hizmet etmesi, kimseye, zulüm, kötülük ve haksızlık yapmamasıyladır.
Şükür, nîmetlerin artmasına, devâmına sebep olur. Allahü teâlâ, İbrâhim sûresi 7. âyetinde meâlen; “Nîmetlerime şükrederseniz, arttırırım. Nankörlük ederseniz, muhakkak azâbım çok şiddetli olur.” ve Nisâ sûresi 147. âyetinde meâlen; “Îmân ederseniz ve şükrederseniz, neden size azâb edeyim?” yâni azâb etmem buyuruyor.
İnsanlardan gelen iyiliklere teşekkür etmek de, Allahü teâlâya şükretmek olur. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz.” buyruldu. İnsanların birbirine iyilik yapması, Allahü teâlânın nîmetidir, ihsânıdır. O hatırlatmazsa, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzu edemez.
Şükür duâsı: Hergün ve her gece yüz kere “Sübhânallahi ve bi-hamdihî” demek çok sevaptır. Her sabah bir kerre “Allahümme mâ esbahâ bi min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, felekel-hamdü ve lekeş-şükr” duâsını okumak ve her akşam “mâ esbahâ” yerine “mâ emsâ” diyerek, hepsini aynen tekrar etmekle sabah ve akşamın şükrü yapılmış olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü yapmış olur. Gece okuyan, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur.” Abdestli okumak şart değildir.
İnsan, küfürden ve sapıklıktan başka her hâline hamdetmeli, bulunduğu her hâlin bir nîmet olduğunu düşünmelidir.
Şükür namazı: Allahü teâlânın verdiği nîmetleri düşünerek kılınan iki rek’atlik nâfile bir namazdır. Her zaman kılınabilir.
Şükür secdesi: Tilâvet secdesi gibidir. Kendisine nîmet gelen veya bir dertten kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için şükür secdesi yapması müstehaptır, sevap olur. Secdede, önce Elhamdülillah der. Sonra secde tesbihini yâni Sübhâne rabbiyel-a’lâ’yı okur. Namazlardan sonra şükür secdesi yapmaksa uygun değildir, günah işlemeye sebep olur.
On yedinci yüzyılda yetişmiş Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hasan bin Ammâr bin Ali el-Mürîd’dir. Künyesi Ebü’l-İhlâs’tır. Şürnblâlî veya Şerblâlî diye meşhur olmuştur. 1586 (H.994) senesinde Mısır’da doğdu, 1658 (H.1069) senesinde vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Şürnblâlî, Şeyh Muhammed Hamevî’den ve Şeyh Abdurrahmân-ı Mesîrî’den ders okudu. Fıkıh ilmini meşhur Hanefî fakîhi Abdullah-ı Nakrirî’den, Allâme Muhammed Muhibbî’den ve Şeyhul-imâm Ali bin Ganim el-Makdisî’den öğrendi. Asrının en meşhûr fıkıh âlimlerinden oldu. İsmi ve şöhreti her yerde duyuldu. Asrında fıkhî meselelerin delîli olan nassları (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri) ve onların kâidelerini en iyi bilen o idi. Kalemi kuvvetli olup, herkes ona gelip fetvâ sorardı.
Kâhire’de Câmi-ul-Ezher Medresesinde müderrislik yaptı. Uzun zaman tedrisâtla meşgul olup, büyük bir şöhret kazandı. Pekçok âlim yetiştirdi. Ondan ilim tahsil edenlerden bâzıları; Allâme Ahmed Acemî, Seyyid Ahmed Hamevî, Şeyh Şâhin Ermenâvî, Allâme İsmâil Nablusî gibi kimselerdir. Zamânının fakihleri onun üstünlüğünü kabul ve tasdik etmişlerdir. Fıkıh ve diğer ilimlere dâir birçok eser yazmıştır. 1658 senesinde Ramazân-ı şerîf ayının on birinci Cumâ günü ikindi namazından sonra Mısır’da vefât etti.
Eserleri:
1. Nûr-ul-İzâh ile bunun şerhi olan Merâkıl-Felâh’ı, fıkhın ibâdetler kısmıyla ilgili olup pek kıymetli ve temel eserdir.
2. Gunyetü Zevil-Ahkâm fî Buğyet-i Dürer-il-Hükkâm; Molla Hüsrev’in Dürer ve Gurer adındaki Hanefî fıkhına âit eserine yazdığı güzel bir hâşiyedir.
3. İbn-i Vehbân’ın Manzûmesi’nin şerhi.
4. Merâk-üs-Seâde; kelâm ilmine dâirdir.
5. Ikd-ül-Ferîd fî-Cevâz-it-Taklîd. Bunlardan başka risâleleri de vardır.