ŞİÎLİK

Hazret-i Ali ve çocuklarına sevgi, bağlılık iddiâsıyla ortaya çıkan, halîfeliğin yalnız onlara âit olduğunu söyleyen dînî ve siyâsî hareketin adı. Kelime mânâsı “taraftarlık” demektir. Şiîlik inancında olana “Şiî”; Şiî topluluğuna ise “Şîa” denir. Buna göre Şîa “taraftarlar” demektir. İlk önce hazret-i Ali ve çocuklarına sevgi ve bağlılık gösterenlere ve Eshâb-ı kirâmın hepsini sevenlere Şîa-yı Ali denilmişti. Bunlara Şîa-yı ûlâ (ilk Şiîler) da denir ki, tamâmı Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundaydılar. Daha sonra Eshâb-ı kirâmı sevmeyenler ortaya çıktı. Bunlar Şiî adını alınca, Eshâb-ı kirâmı sevenler, isim benzerliği olmaması için kendilerine “Ehl-i sünnet” dediler.

Şiîlerin kendilerine verdikleri isimlerden biri de “Alevî” kelimesidir. Önceleri hazret-i Ali ve soyundan gelenlere ve bunlara bağlılık gösterenlere Alevî denirdi. Sonradan bâzı ülke ve bölgelerde Şiîler inançlarını ve fikirlerini yaymak ve kabul ettirmek için kendilerine Alevî demişlerdir. (Bkz. Alevî)

Şiîliğin ortaya çıkışı şöyle olmuştur: İslâmiyet, tebliğinden, insanlara anlatılmasından kısa bir müddet sonra süratle yayılmaya başladı. Peygamber efendimizden sonra İslâmiyeti yayma şerefi arkadaşlarına yâni Eshâb-ı kirâma nasîb oldu. İslâmiyet doğuda Irak ve İran’a; kuzeyde Şam’a; batıda Mısır ve Afrika’ya kadar yayıldı. Bu memleketlerde İslâmı kabul etmeyenler, İslâmiyeti yaymaya çalışan Eshâb-ı kirâma kin ve düşmanlık beslediler. Bilhassa İslâmın yayılmasında büyük gayretleri görülen hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Amr bin Âs, Muâviye ile Ebû Süfyan’ın diğer oğlu Yezîd’i bu işte en büyük suçlu olarak gördüler. İslâmiyetin yayılmasını durdurmak için harb ettiler, fakat durduramadılar. Bunun üzerine teröre başvurdular ve hazret-i Ömer’i şehit ettiler. Hazret-i Ömer’i şehit etmekle İslâm nûrunun söneceğini sandılar. Halbuki Kur’ân-ı kerîmde İslâm dîninin muhâfaza edileceği Allahü teâlânın nûrunun sönmeyeceği bildiriliyordu. Hazret-i Osman zamanında İslâm orduları İran’ın ötelerine vardı. Bütün hâkimiyet ve topraklarını kaybeden Mecûsîler ve Yahûdîler tecrübeleriyle şuna kesin olarak inandılar ki İslâmiyet bozulmadığı, aslı üzere kaldığı müddetçe, harple, Müslümanların halifelerini şehid etmekle, İslâmiyetin yayılması durdurulamayacaktır. Son çâre olarak Müslüman görünüp, İslâmiyeti içerden yıkmayı plânladılar. Kendilerine siper olacak birini aradılar. Bu iş için Peygamber efendimizin dâmâdı hazret-i Ali ve çocuklarını sevme ve halîfeliğin onların hakkı olduğu dâvâsı ile ortaya çıkmayı uygun buldular. Bu plânı ilk ortaya atan Yemenli bir Yahûdî olan Abdullah ibni Sebe’ oldu. Şiîliği kuran ve ilk ortaya çıkaran odur. Mısır’dan Medîne’ye gelip Müslüman olduğunu söyledi. “Sen tanrısın.” dediği için hazret-i Ali halîfeyken, bunu Medayin şehrine sürdü. Abdullah ibni Sebe’ orada da boş durmayıp adamlarıyle beraber Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya devam ettiler. Zamanla yayılan Şiîler çeşitli fırkalara ayrıldılar. Bu fırkaların ilkinden olan “Keysaniyye”, Hicretin 60. senesinde, “Muhtariyye” 66. senesinde ve “Hişâmiyye” fırkası da 109. senesinde ortaya çıktılarsa da tutunamadılar. Bir müddet sonra yok oldular. Hicretin 112. senesinde “Zeydiyye” fırkası ve daha sonra da öteki fırkalar meydana çıktı.

İmâm Zeynelâbidîn vefât edince, Şiîler, Zeyd bin Zeynelâbidîn Ali imâmdır, dediler. Bunlar Zeyd’e, Ebû Bekr ile Ömer’e düşman ol dedi. O da büyük dedem olan Resûlullah’ın sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem, dedi. Bunun üzerine Zeyd’in yanından ayrıldılar. Bunun için, bunlara ayrılanlar, terk edenler mânâsında “Râfızî” denildi. Fakat onlar kendilerine “İmâmiyye” adını verdiler. Zeyd’in yanında kalanlara “Zeydî” denildi.

Günümüzde Şiîlerin çoğu “İmâmiyye” fırkasına mensupturlar. Bugün bu fırka kendilerine “Ca’ferî” diyor. (Bkz. İmâmiyye)

Şiîlerin diğer bâzı meşhur fırkalarının isimleri şöyledir:

Kâmiliyye, Benâniyye, Cenâhiyye, Mansûriyye, Hattâbiyye, Gurâbiyye, Zemmiyye, Yûnusiyye, Müfevvida, İsmâiliyye (Bâtıniyye).

Bütün Şiî fırkaları inanışları bakımından başlıca üç grupta toplanmaktadır:

1. “Hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür.” diyenler. Bunlara Tafdîliyye denir. Eshâb-ı kirâmdan hiç birisine kötü söz söylemediler ve küfürle ithâm etmediler. Ancak hazret-i Ali’yi Eshâbın en üstünü olarak kabul ettiler. Hazret-i Ali, kendisini üç halîfeden üstün gören bu kimseleri cezâlandırmakla korkuttu.

2. “Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim olup, dinden çıktılar!” diyerek kötülüyenlerdir. Bunlara Sebeiyye denilmektedir. Hurûfî de denilen bu kimseler Abdullah ibni Sebe’in fikirlerini benimserler. “İbn-i Mülcem, hazret-i Ali’yi öldürmedi. Şeytan Ali’nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek kamçısıdır.” ve gök gürültüsü işitince; “Ey Emîr-el-Mü’minîn sana selâm olsun.” derler. İran’ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah isminde birisi, Sebeiyye (Sebe’cilik) yoluna birçok hurâfe ve yalan da katarak, Hurûfîlik ismini verdi. (Bkz. Fadlullah Hurûfî)

3. “Hazret-i Ali tanrıdır!” diyenlerdir. Bunlara Gulât-ı Şîa denilmektedir. “Hazret-i Ali’ye Allah hulûl etmiştir, (hâşâ) hazret-i Ali tanrıdır.” dediler. Onlar, ilâhî bir parçanın imâmlara girdiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. Bâzıları ise, bizzat bu yolla reîslerinin ilâh olduğuna inanırlar. Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabul ederler. Rûhların bir bedenden bir diğer bedene geçtiğini (tenâsüh) kabul edip, kıyâmeti inkâr ederler. Kıyâmet, bir rûhun bedenden bedene intikâl etmesidir, derler.

Şiî fırkalarının bu temel inanışları çerçevesinde ortaya çıkan diğer fikirlerinden bir kısmı ise şöyledir:

Hazret-i Ali’yi imâm, devlet reisi yapmadıkları için Eshâb-ı kirâma ve hakkını aramadığı için de hazret-i Ali’ye kâfir oldu, dediler. Bundan başka şu iddiâlarda da bulunmuşlardır: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi Ali’ye götürmesi için emir vermişti. Cebrâil yanılarak Muhammed aleyhisselâma götürdü. İlâh insan şeklindedir. Zamanla helâk oldu. Yalnız yüzü kaldı. Rûhu Ali’dedir. İmâmet, yâni devlet reisliği, namaz, oruç, zekât gibi dînin esaslarındandır. Peygamber efendimiz, hazret-i Ali ve evlâdından belli kimseleri hayattayken vahiy ile halîfe tâyin etmiştir. İmâmlar, Peygamberler gibi mâsumdur, günâhtan korunmuşlardır.

İmâmlardan bâzısı ölmemiştir. Zamanı gelince tekrar insanlar arasına gelecektir. On ikinci imâm Muhammed Mehdî bunlardan biridir. Hazret-i Ali, Eshâb-ı kirâma düşman olduğu halde onları seviyormuş gibi göründü. Yâni takıyye yaptı. Şiîler Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile ilgili hususlarda, Mutezilî îtikâdındadırlar. Kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadis kitabındaki kendi inanışlarına uymayan hadîs-i şerîfleri kabul etmezler.

Şiîlerin fıkıhla ilgili görüşlerinden bâzıları da şöyledir: “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah”tan sonra “Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah”; “Hayyealelfelâh”tan sonra ise, “Hayye alâ Hayril amel”, derler. Mest üzerine değil, çıplak ayak üzerine mesh ederler. Namazda Kerbelâ toprağından yapılmış “türbet” veya “mühür” denen bir parça üzerine secde etmenin efdal olduğunu söylerler. Mut’a nikâhını (muvakkat, belli bir müddet için olan evliliği) kabul ederler. Mîras hususunda da farklı görüşleri vardır.

Buraya kadar Şiîliğin ve fırkalarının görüşleri genel çerçevede ortaya konulmuştur. Bunların Ehl-i sünnete (Sünnî îtikâda) göre değerlendirilmesi şöyledir:

Ehl-i sünnet, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına) hürmet noktasında hassasiyetle durmuştur. Çünkü Eshâb-ı kirâmın hepsi Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde medh olunmuştur. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah (celle celâlüh) onların hepsinden râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar.” buyrulmaktadır. Sahâbeyi kirâmı kötülemek bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur. Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: “Eshâbımı seven beni sevdiği için sever, onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur.” ve “Eshâbımdan bundan sonra çıkacak hatâları, Allahü teâlâ affedecektir. Çünkü onların İslâm dînine yaptığı hizmeti kimse yapmamıştır.” ve “Eshâbımın herbiri gökteki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz.”

“Eshâbımın ismini işitince, susunuz. Şanlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz.” ve “Herkese şefâat edeceğim. Fakat Eshâbıma dil uzatanlara, onları kötüleyenlere hiç şefâat etmem.”

Şiîler, Ehl-i beyte sevgi ve bağlılık iddiâsıyla Eshâb-ı kirâma kin ve düşmanlık beslemişlerdir. Üstelik Ehl-i beyti ve onlardan olan Oniki İmâmı sevdiklerini söyledikleri hâlde, onların yolundan da gitmemişlerdir. Çünkü Oniki İmâmın hepsi Ehl-i sünnetti.

Şiîler, Eshâb-ı kirâmı kötülemekle, dolaylı olarak İslâmiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi kötülemiş oluyorlar. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin toplanmasında herbirinin hizmeti olduğu gibi, İslâmiyeti bize ulaştıranlar da onlardır. Bu sebeple, onları kötülemek, Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti kötülemeye götürür.

Şiîlerin dediği gibi, halîfelik dînin esaslarından yâni îmânı ilgilendiren bir rükn değildir. Fakat bâzı Şiî fırkaları bunda taşkınlık yaptığından Ehl-i sünnet âlimleri halifeliğe âit bilgileri Akâid (ve kelâm) ilmi içine almışlardır. Üstünlükleri hilâfet sırasına göredir. Böyle inanmak, Ehl-i sünnet olmanın alâmeti ve işâreti sayılmıştır.

Ehl-i sünnete göre peygamberlerden başkası mâsum, günahlardan korunmuş değildir. Hiçbir evliyâ sahâbîlik derecesine ulaşamaz, nerde kaldı ki peygamberlik derecesine yaklaşabilsin. Halbuki Şîilerde imamlar mâsum, yâni günahtan korunmuşlardır. Onlara vahiy de gelmektedir.

Ehl-i sünnet, hazret-i Ali’nin ve bütün Eshâb-ı kirâmın birbirini sevdiğini, kabul eder, dolayısıyle hazret-i Ali’nin takiyye yaptığını reddeder.

Şiîler, târih boyunca Ehl-i beytten bir mübârek zâtı kendilerine siper etmişlerdir. Meselâ, Ca’fer-i Sâdık’ın yolunda olduklarını iddiâ ederler ve kendilerine “Câferî” ismini verirler. Halbukî, bu mübârek zât Şiî inancında olmadığı gibi, târihî kaynaklarda bildirildiği üzere onların görüş ve fikirlerini reddetmiş, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe gibi Ehl-i sünnetin reisine hocalık yaparak tasavvufta daha yüksek mertebelere ulaşmasını sağlamıştır. (Bkz. Câfer-i Sâdık)

Yine bazı Şiî fırkalarının, Allahü teâlânın hazret-i Ali’ye hulûl ettiğini (girdiğini) ve onun ilah olduğunu söylemeleri, Eshâb-ı kirâmdan bir kısmını kâfirlikle itham etmeleri gibi inançlar İslâmiyetten ayrıldıklarını göstermektedir.

Şiîlerin ezan, abdest, namaz, nikâh gibi fıkhî konulardaki farklı noktaları âdetâ îtikâdî esasları gibi onların ayırıcı özellikleri olmuştur. Bu husûsiyetleriyle Müslümanların asırlardan beri doğru ve hak olduğunda söz birliği ettikleri Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden ayrılmışlardır.

ŞİİR

(Bkz. Edebî Türler, Nazım Şekilleri)

ŞİLİ

DEVLETİN ADI

Şili

BAŞŞEHRİ

Santiago

NÜFÛSU

13.590.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

 756.945 km2

RESMÎ DİLİ

İspanyolca

DÎNİ  

Hıristiyan

PARA BİRİMİ

Peso

Amerika kıtasının güneybatı kıyısında yer alan bağımsız bir devlet. Batıda ve güneyde Pasifik Okyanusu, doğuda Arjantin, kuzeydoğuda Bolivya ve kuzeyde Peru ile komşu olan Şili, 18° ve 56° güney enlemleriyle 67° ve 75° batı boylamları arasında yer alır.

Târihi

Kuzey Şili 1536-40 yılları arasında İspanyollar tarafınadn fethedilinceye kadar İnkaların idâresindeydi. Güneydeki Araucanian yerlileri 19. yüzyıl sonlarına kadar mukavemet ettiler. İspanyollar 1541’de bugünkü başşehir Santiago şehrini kurarak Şili’yi bir sömürge hâline getirdiler. Fransa ve Amerika’daki ihtilâller önce reform, sonra bağımsızlık hareketlerine sebep oldu. Napolyon’un 1808’de İspanya’yı istilâ etmesi ayaklanma için fırsat sağladı. 1810-18 yılları arasındaki mücâdeleden sonra Şili İspanya’dan bağımsızlığını elde etti.

Bağımsızlıktan sonra Şili iç karışıklıklar, dış savaşlar ve geniş ölçüde değişik siyâsî görüşlere sâhip hükümetlerle idâre edildiğinden istikrarsızlığa uğradı. 1879’da kuzeydeki zengin nitrat yatakları üzerindeki Bovliya ve Peru ile anlaşmazlık Pasifik Savaşıyla neticelendi. 1884’te Bolivya ve Peru mağlup olunca, zengin mâden yatakları Şili’ye kaldı. 50 yıldan fazla bir süre boyunca, Arjantin’le sınır anlaşmazlıkları 1902’ye kadar devam etti.

Şili Birinci Dünyâ Harbinde tarafsız kaldı. İkinci Dünyâ Harbindeyse 1945 Nisanında Japonya’ya savaş îlân etti. Aynı yıl Temmuz ayında kurucu üye olarak Birleşmiş Milletler Teşkilâtına katıldı. 1964’te işbaşına gelen hükümet yabancılara âit mâdenleri yavaş yavaş devletleştirmeye başladı.

1970’te Lâtin Amerika’da ilk olarak sosyalist Salvador Allende, marksist bir devlet başkanı oldu. Allende devletleştirme hareketlerini hızlandırdı. Marksist Allende’nin üç senelik iktidarında Şili’nin ekonomisi çok daha kötüleşti. Kamyon şoförlerinin başlattığı grev bütün ülkeye yayıldı. Ev kadınları boş tencerelerle sokağa döküldüler. Şili grevler anarşi ve terör ülkesi hâline geldi. 1973’te Şili Silâhlı Kuvvetleri darbeyle iş başına geçti. Allende başkanlık sarayının uçaklarla bombalanması sırasında öldü. Askerî idâre 1983 senesine kadar devam etti. General Pinochet’in 1980 Anayasasına göre 1989 senesine kadar Şili Devlet Başkanı olarak ve büyük yetkilerle iş başında kalması kabul edildi.

Pinochet idâresinin Şili ekonomisini düzeltememesi üzerine gösteri, grev ve sabotajlar yeniden hızlandı. Pinochet ile mücâdele edenler Allende taraftarı marksist ve komünistlerdi. Allende’nin siyâsî ve askerî yakınları Şili dışından Şili’deki anarşi ve terörü idâre etmektedirler. 1989’da yapılan başkanlık seçimini Hıristiyan Demokrat Parti üyesi Patricio Aylwin kazandı. Başkanlığı Patricia Aylwin’e devreden Pinochet, Genel Kurmay Başkanlığı görevine geri döndü. Şili tam istikrarlı bir duruma henüz gelemedi (1994 Ocak).

Fizikî Yapı

Pasifik kıyısı boyunca 4200 km uzanan Şili, batıda Okyanus ve doğuda And Dağlarının yüksek tepeleri arasında kalmakta olup, ortalama 180 km’lik bir genişliğe sâhiptir. Ülke birbirinden oldukça farklı üç bölgeye ayrılır: Kuzey Şili, Orta Şili ve Güney Şili.

Kuzey Şili, Peru sınırından La Serena şehrine kadar uzanır. Bu bölgede dünyânın en kurak yerlerinden biri olan Atacama Çölü ve ülkenin en yüksek noktası olan Ojos del Salado Tepesi (6880 m) bulunur.

Orta Şili, La Serena şehrinden Chiloé Adasına kadar uzanmakta olup, ülkenin en önemli bölgesidir. Büyük kısmı Santiago ve Oncepción arasında yer alan merkezî vâdidir. Temuca şehrinin güneyinde çok sayıda göl ve her mevsim üzerinde kar bulunan volkanlar mevcuttur.

Güney Şili, Chiloé Adasından Amerika’nın en güneyde kalan noktası Horn Burnuna kadar uzanır. Burası büyük ölçüde fiyordlu ve dağlık bir bölgedir.

İklim

Şili’de iklim bölgelere göre oldukça büyük farklılıklar arz eder. Kuzey Şili’de iklim oldukça kurak olup, Atacama Çölüne hemen hemen hiç yağmur düşmez. Çöl şartları güneye doğru Calderaya kadar devam eder. Yağış miktarının 141 mm olduğu La Serena’dan îtibâren güneye doğru yağış sür’atle artar. Valdivia’da yıllık yağış miktarı 2707 mm’ye ulaşır. Maksimum yağış Bahia Felix’te 5380 mm olup, Güney Şili dünyânın en fazla yağış alan yerlerinden biridir. Bölgede soğuk ve nemli bir iklim hüküm sürer. Yıllık ortalama sıcaklık kuzeyden güneye doğru her 10° lik enlem aralığında 4°C düşer. Bu yüzden kuzey sınırında 18°C olan ortalama sıcaklık güney sınırında 6°C’ye düşmektedir.

Tabiî Kaynaklar

Şili topraklarının yaklaşık dörtte biri ormanla kaplıdır. Ormanların çoğu sert tahtalı ağaçlardan meydana gelmiştir. Şili’de bulunan belli başlı vahşî hayvanlar puma, kurt, geyik ve yaban kedisidir.

Ülke oldukça fazla yeraltı zenginliklerine sâhiptir. İşletilen başlıca mâdenler: Bakır, molibden, gümüş, nitrat, iyot, demir, mâden kömürü, gaz, altın, kobalt, çinko, mangenez, borat, mika, cıva, tuz, kükürt ve mermerdir. Bakır dünyâda çıkarılan miktarın % 10’unu, iyot ise yarısını teşkil eder.

Nüfus ve Sosyal Hayat

13.590.000 nüfuslu Şili’nin büyük çoğunluğu (% 81) şehirlerde yaşar. En büyük şehir 3.448.700 nüfuslu Büyük Santiago olup, diğer önemli şehirleri, Vinaedel Mor, Valparaiso ve Concepción’dur.

Halkın % 66’sını İspanyollarla yerlilerin birleşmesinden meydana gelen melezler, % 25’ini İspanyollar, % 5’ini yerliler teşkil eder. Ayrıca merkezî vâdinin güneyinde birçok Alman, Santiago-Valparaiso bölgesinde de bir miktar İtalyan, İngiliz ve Fransız vardır.

Şili’de İspanyolca konuşulur. Yaklaşık nüfûsun % 95’i Katoliktir. Ayrıca ülkede bir miktar Ortodoks bulunur.

Şili’de 7 ilâ 15 yaşı arasındaki bütün çocuklar için öğrenim mecburîdir. Okuma-yazma oranı% 90’dır. Yüksek tahsil devlete âit iki üniversitede ve beş özel üniversitede yapılır. Üniversiteliler bütün diğer Lâtin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, siyâsî yönden çok faaldir.

Siyâsî Hayat

Komünistlerin Şili’de iktidar olmasını önlemek maksadıyla 1973’te general Pinochet askerî bir darbeyle iktidar oldu. Moskova yanlısı olan Şili Komünist Partisinin faaliyetini yasakladı. Ülke 1973’ten 1989’a kadar çoğu askerlerden meydana gelen bir hükümet tarafından idâre edildi. 1989’da yapılan seçimleri Hıristiyan Demokrat Patricio Aylwin Azocar kazanarak, Devlet Başkanı oldu. Son senelerde komünistler kilise, üniversite ve sendikalara sızarak hükümet aleyhtarı kanlı gösteriler çıkarmaktadır.

1981’de yürürlüğe konan anayasaya göre yasama organı olan Kongre iki meclisten meydana gelir. Senatonun 48 üyesinden 10’u devlet başkanı tarafından atanırken 38’i halk tarafından seçilir. Temsilciler Meclisinin 120 üyesinin hepsi halk tarafından seçilir.

25 eyâletten ibâret Şili, Birleşmiş Milletler ve Amerika Devletleri teşkilâtlarına üyedir.

Ekonomi

Şili ekonomisi esas îtibâriyle mâdenciliğe bağlıdır. Mâden ürünleri ülke ihrâcât gelirlerinin % 80’ini meydana getirir.

Ülke sanâyisi çelik, tekstil ve orman ürünleriyle ilgilidir. Şili sanâyisi pahalıya mal olmakta olup, üyesi olduğu Lâtin Amerika Serbest Ticâret Birliği ülkenin rekâbet gücünü zayıflatmaktadır.

Tarımda makinalaşma ve çiftçi âletleri yeterli değildir. Diğer taraftan tarım büyük ölçüde ticârete yöneliktir. Başlıca yetiştirilen bitkiler tahıl, pirinç, fasulye, patates, bezelye ve üzümdür.

Şili, Lâtin Amerika’nın en önemli orman ürünlerine sâhip ülkelerinden biridir. Fakat orman sanâyii, toplam potansiyeli işletecek kadar güçlü değildir. Ülkede balıkçılık iyi durumdadır.

Şili’nin başlıca ihraç malları bakır, demir cevheri, nitrat, iyot, yapağı, pirinç, fasulye, tâze meyve ve balıktır. Makinalar, ulaşım malzemesi, metalürji ürünleri, kimyâ ürünleri ithâl ettiği belli başlı mallar arasında yer alır.

Ülke en fazla ABD ile ticâret yapar. Bununla birlikte Lâtin Amerika ülkeleri, Japonya ve Avrupa ülkeleriyle ticârî münâsebetlerini geliştirmeye çalışmaktadır.

Şili gelişmiş bir demiryolu ve karayolu ağına, oldukça ileri seviyede havayolu hizmetine sâhiptir. Demiryolu sisteminin % 80’i devlete âittir.

ŞİLİ GÜHERÇİLESİ

(Bkz. Sodyum)

ŞİMŞEK

Alm. Blitz (m), Fr. Eclair (m), İng. Flash of lightning. Atmosfer elektriğinin, bir elektrik kutbundan diğerine gözleri kamaştıran ve uzunluğu 3-4 kilometreyi bulan yüksek voltaj şerâresi hâlinde havayı delerek boşalması. Şimşek meydana gelmesi için havada artı ve eksi elektrik yüklerinin bir araya toplanarak iki zıt kutup hâsıl etmesi lâzımdır. İki elektrik kutbu arasında potansiyel farkı (voltaj) belli bir değerin üzerine çıkınca aradaki havayı iyonize edip, kutuplar arasında elektrik akımı başlar. Bu hâdise yüklerin birbirini yok etmesi (nötrlemesi) ile son bulur.

Havada elektrik yüklerini meydana getiren sebeplerin başında atmosferin üst ve alt tabakaları arasındaki ısı farkları ve fırtınalar sebebiyle su zerrecikleri, toz bulutları, donmuş su zerrelerinin birbirine sürtünmeleri gelir. Volkanik patlamalarda çıkan gaz ve nükleer patlamalarda yükselen top şeklindeki ateş küresinde de elektrik yüklerinden dolayı şimşek memydana gelebilir.

Zıt elektrik yüklü kutuplar arasında havada meydana gelen akımlar 100 amperle 100.000 amper arasında değişir. Havada parlak bir ışıldama olarak gözüken bir büyük akım bir mikrosâniye (1/1.000.000 sâniye) sürer. Elektrik kutupları bulutların üstünde artı, altında eksi değerlidir. Toprak ise artı yüklüdür. Elektrik akımı bâzan iki buluttaki zıt kutuplar arasında; bâzan da bulutla toprak arasında meydana gelir. Bulutlar arasında meydana gelen elektrik akımı şimşek, bulutla toprak arasında meydana gelen elektrik akımı yıldırım olarak bilinir. Şimşek veya yıldırım meydana gelebilmesi için elektrik kutupları arasında 100 milyon volta yakın gerilim olması lâzımdır. Havada meydana gelen elektrik yük sahasının şiddeti, hava basıncı, nem ve diğer bâzı tesirlere bağlı olarak değişir.

Elektrik yükü bir kutuptan diğerine boşalırken, havanın moleküllerini iyonize eder. Akım, kısa bir sürede aldığı 3-4 kilometrelik yol süresince birkaç kademeden geçer. Elektrik yükünün akım olarak boşalması önce merdiven basamakları şeklinde olur. Bu süre 50 milisâniye kadardır. Akım diğer kutba ulaşınca ters yönde âni ve büyük bir akım meydana gelir. Gözle görülen şimşek veya yıldırım ışığı bu büyük akımın doğurduğu parlaklıktır. Bir mikrosâniye süren bu kademede şerâre civârında plazma ısısı 25.000°K’ya kadar çıkabilir. Bunu 40 milisâniye sonra ikinci büyük akım tâkip eder. Şerârede meydana gelen çok kısa süreli ışıldama, 10 mikrosâniye aralıkla akan 100.000 amper civârındaki büyük akımdır. Bu akımın meydana getirdiği güç 100.000 Megawatt’tır. Bir şimşek çakması iki yönlü iki büyük akımdan meydana geldiğine ve bu hâdise yaklaşık 300 milisâniye sürdüğüne göre 4.000.000 kilowatt güç veya 350 kw saatlik enerji elde edilmiş olur. Bu enerji normal bir âilenin üç aylık elektrik enerjisi ihtiyâcını karşılar.

Şimşek çakmasının etkileri muhteliftir. Şimşek meydana gelmesiyle birlikte büyük bir elektrik yük akımı yer değiştirdiği için elektrik sahasında değişiklik meydana gelir. Bu elektrik sahası ise vektörel olarak kendisine dik açıda elektromanyetik alan doğurur. Bir başka ifâdeyle şimşek hattı büyük bir radyo verici anteni gibi çalışarak çevreye yayın yapar. Bu yayının frekansı şimşek hattının uzunluğuyla ters orantılıdır. En kısa süren şimşeğin doğurduğu elektromanyetik dalganın frekansı 1000 kilosaykıl civârındadır. Şimşek çakmasıyla meydana gelen değer bir olay gök gürültüsü olarak bilinen, havanın yüksek harâretle genleşmesi neticesinde çıkan titreşimlerdir. Bu titreşimler 100 saykıl civârında olup, havada yaklaşık 330 m/sn hızla yayılır. Şimşek ve bilhassa yıldırımın etkilerinden en büyüğü temas ettiği mevkide meydana getirdiği hasardır. Şimşek ve yıldırım uçak, gemi ve kara üzerindeki yüksek yerlere isâbet ederek üzerindeki büyük akım dolayısıyle yangınlara ve canlılarda hücre bozulması ile ölümlere sebep olabilir. Her sene bu tür yangınlarla birçok orman kül olmakta, yüzlerce canlı ölmektedir.

Havadan yere doğru olan elektrik akımından korunmak için patlayıcı, yanıcı madde bulunan yerlerin civârında bulunan en yüksek binâ üzerine metal bir çubuk ile bu çubuğu toprağa birleştiren iletken kablodan meydana gelen paratöner sistemi kullanmak îcâb eder. Paratöner sisteminin etkili olması için toplam direnci 10 ohm’u geçmemelidir. (Bkz. Paratöner)

Şimşek uçaklara umûmiyetle zarar vermez. Yalnız şimşek hattı içinde kalan bir uçağın pilotu gözlerini ışıktan korumalıdır. Kömpüter ve diğer hassas elektronik sistemlerin bulunduğu mevkiler şimşek ve yıldırımın hem elektrostatik hem de manyetik etkisinden korunmalıdır.

Havadaki elektrik yüklerini ilk fark ederek deney yapan Benjamin Franklin’dir. Şimşek ve yıldırımın bu elektrik yüklerinden ileri geldiğini 1750 senesinde açıklayarak ve ispat ederek Avrupa’daki bâtıl inançlara son verdi. Bu târihe kadar bilhassa Almanya’da şimşek çakması, gök gürültüsü ve yıldırımın yerdeki yakıcı tesirleri çeşitli uğursuzlukların sebebi olarak bilinirdi. Yıldırımın devirdiği bir ağaç mukaddes kabul edilirdi. Yıldırımı en çok kedi, köpek ve hâmile kadınların çektiğini düşünerek bunlardan nefret ederlerdi.

Bu bâtıl inançlar Avrupa’ya eski Yunan ve hind mitolojisinden yansıyarak yayılmıştı. Hindlilerin şimşek tanrısı İndra, Amerikan yerlilerinin şimşek tanrısı Wakan, Stavların şimşek tanrısı Perun idi. Şimşeğin Yunan tanrılarından Zeus ve Roma tanrılarından Jupiter tarafından silâh olarak kullanıldığına inanılırdı. İslâmiyetin Avrupa’ya yayılması ve etkisiyle şimşek ve yıldırımın insanlar üzerindeki bâtıl inanışlara dayanan tesiri tamâmen ortadan kalktı.

ŞİMŞİR (Buxus sempervirens)

Alm. Buchsbaum(m), Fr. Buis (m), İng. Box-tree. Familyası: Şimşirgiller (Buxaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz.

Mart-nisan aylarında küçük, sarımsı renkli çiçekler açan, kışın yapraklarını dökmeyen, 1-3 m yüksekliğinde, sert ve sarı odunlu tek evcikli küçük ağaççıklar, Avrupa’dan doğuya yayılmıştır. Kolay üretildiğinden bahçelerin etrafına ekilir. Dallar kısa ve sıktır. Yaprakları kısa saplı, oval veya elips şekilli, üstü parlak ve koyu yeşil, altı donuk ve açık yeşil renklidir. Çiçekler dört parçalıdır. Meyveleri olgunlukta açılan bir kapsüldür. Tohumlar üç köşeli ve parlak siyah renklidir.

Kullanıldığı yerler: Yaprak ve kökleri alkaloitler, zamk ve uçucu yağlar taşırlar. Yaprak ve kökler safra söktürücü, kan temizleyici, terletici, ateş düşürücü ve kurt düşürücü etkilere sâhiptir. Yüksek dozları zehirlidir. Odunu sert olduğu için süs eşyâsı yapımında da kullanılır.

ŞİMŞİRGİLLER (Buxaceae)

Alm. Buchsbaumgewaechse, Fr. Buxacées, İng. Boxwoods. Yaprak dökmeyen tek ve iki evcikli çalı veya ağaççıklar. Yapraklar karşılıklı ve tamdır. Çiçekler küçük ve tek eşeylidir. Çanak yaprakları dört parçalıdır. Taç yaprakları yoktur. Meyveleri bir kapsüldür. Familyanın altı cins ve altmış civârında türü vardır. Memleketimizde bir cins (Şimşir-Buxus) bulunur.

ŞİNÂSİ

Avrupaî Türk edebiyatının en tanınan şâir ve yazarı. 1826 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı “İbrâhim Şinâsi”dir. Babası topçu yüzbaşı Bolulu Mehmed Ağadır.

İlk tahsilini mahalle mektebinde tamamladıktan sonra Tophane müşiriyeti kaleminde mâliye memuru oldu. Bu memuriyeti esnâsında devrin kültür adamlarıyla tanışarak, kuvvetli bir dil, kitâbet bilgisi ve edebî kültür edindi. İbrâhim Efendi denilen bir zattan şark ilimlerini öğrendi. Kısa zamanda düzgün manzumeler söyleyecek kadar edebiyatını geliştirdi.

Tophane, yarı Avrupaî bir müessese olarak kurulmuştu. Burada Fransız mütehassıslar bulunduğu gibi Fransızca bilen Türkler de vardı. M.Chateauneuf isimli bir Fransız zâbiti (sonradan Müslüman olarak, Reşad Bey adını alan bir zat) Şinâsi’ye Fransızca öğretmeye başladı. Böylece, dil ve kültür merakı, şark ilimleri yanında Batı’ya da çevrilen Şinâsi’nin Tophâne kalemindeki mevkii ve itibarı gün geçtikçe yükselir oldu.

Şinâsi, 24-26 yaşlarında iken Fransızcasını ilerletmek ve okumak için Tophane Müşiri Fethi Paşa ve Mustafa Reşid Paşanın delâleti ve Sultan Abdülmecîd Handan alınan irâdeyle 1849’da iktisat tahsili yapmak için Paris’e gitti. Burada hem Fransızcasını ilerletti, hem de mâliyecilik mevzuunda çalışarak, bir müddet de Fransız Mâliye Nâzırlığında tatbikat gördü. Bu arada ünlü Fransız şâiri Lamartine ile dostluk kurarak meclislerine katıldı.

1854’te İstanbul’a döndü. Ancak diğer Tanzimatçı gençler gibi devletçe, Avrupa’ya tahsile gönderilen Şinâsi de iyi bir iktisatçı olmaktan ziyâde gazeteci, tiyatrocu, şâir oluvermişti. Bir müddet, yine Tophane’de çalıştı. Sonra Meclis-i Maarif âzâlığına getirildi. Reşid Paşanın sadâretten düşmesiyle yerine geçen Âli Paşa tarafından azledildiyse de, tekrar Reşid Paşanın göreve gelmesiyle, eski vazifesine iâde edildi.

Şinâsi’nin en çok heveslendiği iş, Avrupa’da aldığı terbiye gereği Türkiye’de ilk husûsî, özel gazeteyi çıkarmaktı. Gâyesi burada, halka halk diliyle hitap etmek, onlara garbın yeniliklerini ve yeni fikirlerini anlatmaya çalışmaktı. Şinâsi’den büyük teşvik gören Âgâh Efendi, Mukaddime isimli ilk başyazısı Şinâsi tarafından yazılan, Tercüman-ı Ahvâl gazetesini 1860 yılında çıkardı. Bu gazetenin neşredilmesiyle yeni Türk edebiyatının gelişme ve yayılmasında büyük vazife gören hususî Türk gazeteciliği ve Avrupaî Türk Edebiyatı başlamış oldu.

Şinâsi, yeni edebiyatın kitap hâlinde neşrolunan ilk tiyatro eseri Şâir Evlenmesi’ni 1860’ta Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika etti. Başlangıçta büyük heveslerle çalıştığı bu gazeteden 6 ay sonra ayrıldı. 28 Haziran 1862’de kendi adına çıkardığı gazeteyi Tasvir-i Efkâr adıyla yayın hayâtına soktu.

Şinâsi bu faaliyetleriyle, etrâfına topladığı gençlere Avrupaî siyâsî fikirlerin ve batı kültürünün propagandasını yapıyordu. Aynı zamanda Avrupalılar tarafından desteklenen ihtilâlci Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin (Bkz. Jön Türkler) reisi sayılacak kadar, bu cemiyetin siyâsî fikirleri üzerinde tesirli oluyordu. Bu ve başka sebeplerle Meclis-i Maarif âzâlığından ikinci defâ azledildi. Tasvir-i Efkâr’ı Nâmık Kemâl’e bırakarak Paris’e kaçtı(1865).

Şinâsi, ikinci Paris ikâmetinde Prens Fazıl Mustafa Paşanın yardımıyla geçinmiştir. Şinâsi’nin Paris’te kaldığı bu ikinci devrede vaktini büyük bir Türk lügâtı hazırlamakla geçirdiği biliniyor. 1869’dan sonra gazete faaliyetleriyle ilgilenmeyerek matbaa işleriyle uğraştı. Müntehebât-ı Eş’ar ve Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye eserlerinin ikinci baskısını yaptı. Eşinden ayrılarak çocuğuyla yalnız kalmanın hüznü onu hastalandırdı. Sözlük çalışmasını tamamlamak için çok çalıştı, tamamlayamadan ensesindeki ur yüzünden 12 Eylül 1871’de öldü.

Fransız edebiyatının, edebiyatımıza tesiri Tanzimat döneminde Şinâsi ile başlamıştır. Bu tesir önce manzum tercüme şeklinde olmuş, daha sonra şiirlerde kendini göstermiştir. Şinâsi hayallerindeki renksizlik, sanat gücünün yetersizliği yüzünden pek başarılı olamamış orta seviyede bir şâir olarak tanınmıştır.

Şiirlerini Müntehebât-ı Eş’âr adıyla yayınlamıştır. 5 kaside yazmıştır. Bunlar kendisini dâima koruyan ve kollayan meşhur Mustafa Reşid Paşaya yazılmıştır. Kasidelerinde övgüde ölçülü davranmış ve gerçek özelliklere bağlı kalmıştır. Adâlet, hak, hukuk, kânun ve medeniyet gibi sosyal kavramları şiirlerinde kullanmıştır. Şiirlerini yavanlıktan kurtaran sosyal muhtevadır. Şiirlerinde basit ve açık bir üslup kullanmıştır. Lirizm akımına uygun tarzda gazeller de yazmıştır. Yine şiir alanında Fransızca’dan yaptığı manzum tercümeler ve La Fontein’in fabl tarzı yazdığı manzum hikâyeler vardır.

Şinâsi şiiri sanat yapmak için değil, şiir yoluyla Avrupaî görüşlerini ve siyâsî fikirlerini topluma açıklamak amacıyla yazmıştır. Onun için şiir gâye değil, vasıtadır. Bu sebeple dili de sâdedir. Şiir alanındaki diğer yenilikleri de konuşma dilini şiire sokması, kafiye düzeninde değişiklikler yaparak 4’lüklerle ve hece vezniyle şiirler yazması ve şiirin konusunu mücerretten, müşahhasa yönlendirmesidir.

Şinâsi’nin nesri, nazmından üstün ve bu alanda başarılıdır. Eserlerinde dile aşırı önem vermiş, uzun sanatlı ve anlaşılması zor nesir cümlesi yerine, kısa, açık ve düşünce yönünden kuvvetli cümleyi getirmiş ve uygulamıştır. Nesirlerinin en başarılı örnekleri makaleleriyle, tiyatrosudur. Tiyatrolarında Türkçede ilk defâ noktalama işaretlerini kullanmıştır.

Şinâsi’nin belirgin yönleri gazetecilik ve tiyatroculuğudur. Gazeteyi topluma bilgi vererek onu aydınlatan bir vasıta olarak telâkki ediyordu. Tiyatro türü de edebiyatımıza Tanzimatla birlikte girmiştir. İlk tiyatro örneğini 1859 yılında Şâir Evlenmesi ismiyle Avrupa zevkinin tesiri altında vermiştir. Eser sosyal bir hiciv karakterindedir. Olay yerli ve realisttir.

Kısaca Şinâsi, yaşadığı cemiyetin inanç, yaşayış, kültür ve geleneklerini kökünden olmasa bile değiştirerek batının yaşayış, kültür ve geleneklerine uydurmak için sanatı ideolojisi uğruna kullanmıştır. Bu yönüyle Şinâsi şüpheci, kararsız ve batı hayranlığı kompleksine kapılmıştır. Dine saygılı görünmekle birlikte, müdafaa ettiği fikir ve yeniliklerin aşırılığı, hatta dînî yaşayış ve hükümlere ters düşmesi yüzünden tepkiyle karşılanmıştır. Siyasî ve ideolojik faaliyetleriyle Osmanlı Devletinin yıkılışında ağır mesuliyet sâhibi olanlardandır.

Eserleri:

1) Tercüme-i Manzume: Fransızca’dan tercüme ettiği şiir kitabı. 2) Müntehebât-ı Eş’ar: Şiirlerinden beğenerek bir araya getirdikleri. 3) Şâir Evlenmesi: Bir perdelik komedi türündeki tiyatro eseri. 4) Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye: Türk atasözleri ve deyimlerinin derlenmesi. 5) Müntehabât-ı Tasvir-i Efkâr I: Makalelerini içine alır. 6) Müntehabât-ı Tasvir-i Efkâr II: Şinâsi’nin tenkit anlayışı, edebî tartışmaları. 7) Müntehebât-ı Tasvir-i Efkâr III: Tasvir-i Efkâr gazetesinde çıkan bir takım edebî eserleri. 8) Makaleler: Şinâsi’nin Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr’da çıkan makalelerinin bir kısmı.

ŞİRK

Alm. Vielgötterei (f), Polytheismus (m), Fr. Polythéisme (m), İng. Polytheism. Allahü teâlâdan başkasına tapınmak, ibâdet etmek, putlara heykellere, canlı ve cansız eşyânın kendisine veya resimlerine tapmak. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri isteyenlerin ve yapanların arzularına, isteklerine uymak, boyun eğmek. Şirk, lügâtta “eş, ortak koşmak, tapınmak, boyun eğmek” mânâlarına gelir. Şirk koşana “müşrik” denir (Bkz. Müşrik). Şirk, Allahü teâlâyı inkâr etmektir.

Şirk, kalp hastalıklarından olan kötü huyların en çirkinidir. Kalpte bulunan îmânın gitmesi ve oraya küfrün, inkârın yerleşmesidir. Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, O’ndan başkasına tapınmaktır. İnanılması ve ancak kendisine ibâdet edilmesi lâzım olan tek ve mutlâk varlık, Allahü teâlâdır. Tapınılmağa hakkı olan, yalnız O’dur. O’ndan başka hiçbirinin tapınmak için değerleri yoktur. Fâtiha sûresi 5. âyetinde meâlen; “Biz yalnız sana ibâdet ederiz ve her şeyi yalnız senden isteriz.” buyrularak, müminlerin her zaman böyle duâ ve niyazda bulunmaları emredilmektedir.

Kur’ân-ı kerîmde, İbrâhim aleyhisselâmın kâfirlere meâlen; “Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri ve yaptığınız işleri Allahü teâlâ yarattı.” dediği haber verilmektedir. Meleklerin, insanların ve cinnin Allahü teâlâya inanmaları emrolundu.

Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâ katından getirip, bildirdiği şeylerin hepsine kalple inanıp, dille ikrar etmeye, söylemeye îmân denir. Allahü teâlânın bildirdiklerini beğenmemek ve O’ndan başkasına tapınmak, kulluk etmekse küfürdür. Bu ise îmânı, inanmayı inkâr etmektir.

Allahü teâlâya şirk koşmak, günahların en büyüğüdür. Hiç affedilmeyecek olan bir suçtur. Müslümanlardan büyük günah işleyenler, îmânla ölünce, sonsuz olarak Cehennem’de kalmazlar. Allahü teâlâ onlara sonsuz azap etmez. Ancak müşriki, sonsuz Cehennem azâbında bulundurur. Allahü teâlâ şirki yâni küfrü, îmânı bozuk olanı aslâ affetmeyeceğini ve diğer bütün günahları, istediği kimselerden affedebileceğini, Kur’ân-ı kerîmde vâd etmektedir. Nisâ sûresi 48 ve 116. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Hiç şüphesiz ki, Allahü teâlâ, kendisine şirk, (ortak) koşanı mağfiret etmez, aslâ affetmez. Şirkten başka her günahı dilediği kimselerden affeder. Kim Allahü teâlâya şirk koşarsa, muhakkak ki, büyük bir günah işlemiş olur.” buyrulmaktadır. Lokman sûresi 13. âyetinde de meâlen; “Lokman (aleyhisselâm) oğluna nasihat, öğüt verdiği zaman şöyle demişti: Yavrum, Allahü teâlâya şirk, ortak koşma! Çünkü Allah’a şirk koşmak çok büyük bir zulümdür, günahtır.” buyruldu.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdular ki: “Rabbimden gelen, bana geldi ve bildirdi ki, Allahü teâlâya bir şeyi ortak koşmadan ölen ümmetim Cennet’e girer.”

Şirk iki çeşittir: Birincisi açık, âşikâre şirktir. Buna şirk-i ekber (büyük şirk) de denir. Allahü teâlâdan başka bir şeye tapmak böyledir. Putlara, aya, güneşe, yıldızlara, ağaçlara ve ineğe vs. tapanlar gibi. Bu şirk küfürdür. Bu müşriklerin âhiretteki cezâsı, ebedî olarak Cehennem’de kalmaktır. Bakara sûresi 217. âyeti sonunda meâlen; “Onlar, Cehennem ehli olup, orada ebedî (sonsuz) olarak kalırlar.” buyrulmaktadır.

İkincisi, gizli şirktir. Buna şirk-i asgar (küçük şirk) de denir. Bu küfür değildir. Fakat büyük günahtır. Taat ve ibâdetlerde riyâ etmek, gösterişte bulunmak böyledir. Riyâ, dünyâ kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır (Bkz. Riyâ). Böyle olmak kötü huylu olmaktır ve büyük günahtır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:

Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara (gizli şirke) yakalanmanızdır. Şirk-i asgar riyâ (gösteriş) demektir.

Dünyâda riyâ ile ibâdet edene kıyâmet günü; Ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettinse, sevaplarını ondan iste, denir.

Nefsin arzularına, isteklerine kavuşmak için mal, para, kadın, rütbe, mevki sevgisini kalbe yerleştirip, Allahü teâlâyı unutmak. O’nun râzı olacağı işlerden uzaklaşmak da gizli şirktir, büyük günahtır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Yeryüzünde tapınılmış olan putların en aşağısı ve en çirkini, nefsin arzularıdır.” buyurdu. Halbuki amellerin, işlerin en üstünü, nefsin arzularına uymamaktır. Nitekim Allahü teâlâ Nâziât sûresi 40 ve 41. âyetlerinde meâlen; “Rabbinin makamından (büyüklüğünden) korkup, nefsini kötü arzularından alıkoyanın varacağı yer, elbette Cennet’tir.” buyurdu. Hadîs-i şerîfte de, “Cehennem ateşinden korkan, nefsini (haramların, günahların) lezzetlerinden men eder.” buyruldu. İslâmiyet mal, mevki sâhibi olmayı yasaklamıyor. Kadın, mal, rütbe, mevki düşüncesi Allahü teâlâyı unutturacak kadar ileriye giderse ve nefsin kötü arzularını tatmin etmek için olursa kötüdür, o zaman yasaktır.

ŞİRKET-İ HAYRİYE

Boğazdaki yolcu nakliyâtı için yurdumuzda kurulan ilk anonim şirket. Eskiden Boğaziçinin iki yakasında yolcu taşıma birbirinden güzel kayıklarla yapılırdı. Osmanlı oymacılık sanatının ince örnekleriyle süslü piyâde, pazar kayığı, iki çifte, üç çifte vs. adları taşıyan kayıkların ilk ve sonbaharda müşterileri çok olurdu. Gemiler sefere konunca zamanla kayıklar önemini kaybetti.

Şirket-i Hayriye 1850 yılında sermâyesi, her biri üçer bin kuruş olan 2000 hisse senediyle kuruldu. Sultan Abdülmecîd Hanın emriyle devlet ileri gelenleri, nâzırlar, zenginler ve halk bu hisse senetlerini satın aldılar. Vâlide Sultanın 50, Abdülmecîd Hanın 100 hisse aldığı, eserlerde kayıtlıdır. Kuruluşu bittikten sonra altı yıl süreyle Antuvan Kalaycıyan ve Agop Bilezikçiyan adındaki iki tüccara ihâle edildi. Fakat bu süre tamamlanmadan 1854’te mukâvele feshedilerek şirket adına çalıştırılmaya başlandı.

İngiltere’deki Robert White fabrikasına ısmarlanan altı vapur 1853 yılında geldi ve seferlere başladı. Bu vapurların tahmini mâliyetleri sekiz bin altın civârındaydı. Yeni vapurlara; Rumeli, Trakya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş adları verildi. Halkın bu vapurlara rağbeti neticesinde 1858 yılında İstinye, Mîrgûn, Anadolu, 1859 yılında Kandilli, Beykoz, Sudaver adı konan vapurlar satın alınarak hizmete kondu. Altmış beygir gücünde olan vapurların elektrik ve kaloriferi yoktu. Kamaralarda soba yakılarak ısıtılırdı.

Şirket-i Hayriye vapurlarında öğrenci, memur ve siviller için ayrı ücret târifeleri uygulanıyordu. Yedi yaşından küçük çocuklardan ücret alınmazdı. 1860 yılındaki Şirket-i Hayriye yolcu târifesine göre İstanbul’danKandilli’ye hizmetçisiyle gidecek bir şahsın aylık ödeyeceği ücret 250 kuruştu. Uzak iskeleler için böyle iki kişinin ödediği aylık ücret ise 300 kuruştu.

Şirket, 1868’de İngiltere’den getirttiği bir arabalı vapurla Kabataş-Üsküdar arasında seferlere başladı. Çalışma sahasını gün geçtikçe genişleten Şirket-i Hayriye, İzmit’ten sonra 1904’te Tekirdağ’a da vapur işletmeye başladı. Cumhûriyet kurulduktan sonra da faaliyetine devam eden şirket 19 Haziran 1944’te üyelerini olağanüstü bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıdan sonra şirketin Ulaştırma Bakanlığına devri kararlaştırıldı. Alınan karar gereğince 12 Mayıs 1944 târihinden îtibâren Ulaştırma Bakanlığına devredildi. Böylece 94 yıllık bir geçmişi olan Şirket-i Hayriye fiilen 1 Temmuz 1944’ten îtibâren Deniz Yolları İdâresine geçmiş oluyordu. Bu gemiler uzun zaman deniz yollarında kullanıldıktan sonra daha modernleriyle değiştirildi.