ŞEYTAN
Alm. Satan, Fr. Satan, İng. Satan, devil. Allahü teâlânın yarattığı mahluklardan biri. Şeytan, kibir ve gururu sebebiyle Allahü teâlânın rahmetinden uzaklaştırılan İblis’in ve ona tâbi olanların bir sıfatıdır. Bu sıfat, ilk defâ iblis için kullanılmış olduğundan, onun adı olarak da meşhur olmuştur. Şeytan, “birine muhâlefet etmek, toprağa girmek, iple bağlamak” gibi mânâları yanında, “uzak olmak” mânâsına da gelir. En meşhur ve en çok kullanılan şekliyle, Allahü teâlânın rahmetinden uzak kalması sebebiyle iblisin adı olmuştur. Şeytan, Arapça “şetane” kelimesine bir “y” harfinin eklenmesiyle türetilmiş bir kelimedir. Böylece “-şetane” kelimesi lügatte, “âsi, serkeş, itâatsız, habis, pek kötü olmak; şeytanın yaptığını yapmak, rahmetten uzaklaştırılmak” mânâlarınadır. Bir isim olarak ise; “iğfal edici, ayartıcı, ifsat edici, yaygaracı, baş belâsı, rahat vermeyen, insanı haktan, rahmetten uzaklaştıran” mânâlarına gelir
Şeytan, insanların gözleriyle göremedikleri varlıklardandır. İnsanlık târihi boyunca, hemen hemen bütün insan topluluklarının inançlarında, “şeytan” isimli bir varlık muhakkak yer almıştır. Günümüzde de tahrife uğramış, bozulmuş ilâhî dinlere mensup olanlar ve temeli felsefeye dayalı bâzı inanışlarla Amerika, Afrika ve Asya’daki küçük kabîleler arasında yaygın totem inançlarının çoğunda, şeytan muhtevâlı varlıklara yer verilmiştir.
İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan bu yana insanlığa peygamberler vâsıtasıyla tebliğ edilen bütün ilâhî dinlerde şeytanın varlığı insanlara bildirilmiş ve maksadının insanları Allahü teâlâya âsi ederek Cehennem’e sürüklemek olduğu tekrar tekrar haber verilmiştir. İnsanlar zamanla çoğalıp dünyânın çeşitli yerlerine yayılmışlar ve bu arada hak olan dinlerini unutmaya, değiştirmeye ve kendi akıllarından yaptıkları ilâve ve çıkarmalarla bozmaya başlamışlardır. Târih boyunca gönderilen peygamberler, insanların dinlerini yeniden tâzelemişler, îmânlarını düzeltmişlerse de, bir müddet sonra insanlar yeniden doğru yoldan ayrılmışlardır. Peygamberlerin tebliğ ettiği veinsanların çeşitli reformlar, konsül veya kral kararları, filozof müdâhaleleri, kötü din adamı entrikaları ve şahsî düşüncelerle bozdukları ilâhî dinlerin en son örnekleri Yahûdîlik ve Hıristiyanlıktır.
Günümüzde Hıristiyanlık, Yahûdîlik dinleriyle diğer inançların hepsinde bildirilen îmân esasları, insan eli ve düşüncesiyle tahrif edilmiş değiştirilmiş olduğu gibi “şeytan” hakkında bildirdikleri de insanların hayâl ve vehimlerinden uydurdukları şeylerle doludur. Bu sebeple Müslümanlar dışındaki insanlar arasında yaygın olan “şeytan” inançları, “şeytan” tasvirleri ve hikâyelerinin gerçekle ilgisi ya hiç yoktur veya çok azdır. Son yıllarda roman, film; hikâye, karikatür, resim vs. gibi sanat dallarında karakterize edilmeye çalışılan “şeytan” temaları ve tipleri de tamâmen uydurmadır. Dînî ve ilmî kıymetleri yoktur. Bunlar, şeytanı anlaşılamaz, başa çıkılamaz, varlığı şüpheli, insanoğlunun şeytan karşısında âciz ve âdetâ onun esiri olduğunu benimseyen anlayışların ürünüdür. Bundan başka târih boyunca ve günümüzde şeytana tapınanlar da bulunmaktadır (Bkz. Yezidîlik). Böyle inananlarda şeytan, tapınılacak kutsal bir varlık olarak takdim edilmektedir.
Şeytan hakkında, Allahü teâlânın insanlara bildirdiği en son ve doğru bilgi, İslâm dîninde mevcuttur. Kur’ân-ı kerîmin pekçok âyetiyle bir kısım hadîs-i şerîfler, insanlara şeytanın varlığının yanısıra, şeytanın insanları aldatma ve kötü yola sürükleme usulleriyle ondan korunma çârelerini anlatmaktadır. İslâm âlimlerinin kitaplarında uzun yer alan bu bilgiler kısaca şöyle özetlenebilir:
Allahü teâlâ; melekleri, insanları ve cinleri kendisine ibâdet etmesi için yarattı. Kur’ân-ı kerîmde, Zâriyât sûresi 56. âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinleri ancak beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım.” buyruluyor. İnsanlar topraktan, melekler nûrdan, cinler de ateşten yaratılmıştır. Hicr sûresi 27. âyetinde meâlen; “Âdem’den, önce cinlerin babası olan Cân’ı ateşten yarattık.” buyurdu. Şeytan da cin tâifesindendir. Asıl adı iblis olan şeytanın bir adı da Azâzil’dir. Cinlerin yaratılması, insanların yaratılmasından çok öncedir. Aralarında uzun devirler geçmiştir. İslâm âlimlerinden Muhyiddîn-i Arabî’nin bildirdiğine göre, bu zaman dört bin yıldan az değildir.
Melekler yaratıldıkları zamandan îtibâren ibâdete başladılar. Hiç isyan, itâatsizlik yapmadılar. Cân’ın evlatları olan cinler, yeryüzüne gönderilince, fitne fesat çıkardılar. İsyanları sebebiyle zaman zaman Allahü teâlâ tarafından helâk edildiler. İsyan ve taşkınlık yapmamaları için, Allahü teâlâ onlara dinler gönderdi. Aralarından en iyileri vâli seçilip görevlendirildi. Bu vâliler tarafından yeryüzünde fesat çıkarmamaları, ibâdet ve tâatle meşgul olmaları için nasîhatler edildi. Cinlere nasîhat etmek üzere vazîfe verilenlerden biri de Azâzil yâni iblisti.
Allahü teâlâ meâlen; “Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.” (Bakara sûresi: 30) buyurdu. Bunun üzerine melekler; “Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökenleri mi yaratacaksın?” (Bakara sûresi: 30) dediler. Allahü teâlâ bunlara; “Sizin bilmediğinizi ben bilirim.” (Bakara sûresi: 30) buyurdu. Melekler bu cevâbı alınca pişman oldular. Çünkü bu sözleri, Allahü teâlânın işine karışmaktan ve O’na isyan etmekten değil, hikmetini anlayamadıklarındandı.
Âdem aleyhisselâmın şekil verilmiş hâli Mekke ile Taif arasında kırk yıl yattığı sırada, melekler ve iblis (şeytan) onu görmüşlerdi ve ondan korkmuşlardı. Ondan en çok korkan da iblis (şeytan) idi. İblis, Âdem aleyhisselâmın henüz rûh verilmemiş salsâl hâlindeki bedenine dokununca, çınlayarak ses çıkardı. İblis, bedenine girip çıkar ve meleklere; “Korkmayınız bunun içi boştur. Eğer ben ona musallat olursam helâk ederim.” derdi.
Ahmed bin Hanbel’in bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ Âdem’in bedenine şekil verip bıraktıktan sonra (henüz rûh verilmeden) iblis, etrâfında dolaşıp ona bakmaya başladı. Onun içini boş görünce; “Bu kendine sâhip olamaz, benim için kolay ele geçirilebilir.” dedi.”
Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verilmeden önce, melekler Âdem aleyhisselâmın bedenini görüp ondaki uygunluğa, âhenge ve ilâhî sanata hayran kaldılar. Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi acaba dediler.
İblis, Âdem aleyhisselâmın rûh verilmemiş hâlindeki bedenini görünce meleklere; “Eğer o sizden üstün, fazîletli kılınırsa ne yaparsınız?” dedi. Melekler; “Biz Rabbimizin emrine uyarız.” dediler. İblis ise kendi kendine; “Eğer ona hürmet etmem emrolunursa, isyân ederim.” dedi.
Ebû Ya’lâ’nın ve Buhârî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Şüphesiz ki Allahü teâlâ Âdem’i topraktan yarattı. Âdem aleyhisselâmı yaratacağı toprağı tîn (çamur) hâline sokup, hame-i mesnûn (balçık çamuru) oluncaya kadar bekletti. Sonra ona şekil verip, salsâlün kelfehhâr (pişmiş kerpiç gibi) oluncaya kadar bekletti. Şeytan, Âdem aleyhisselâmın bedeninin rûh verilmemiş bu hâlini görüp, yanına vardıkça; “Şüphesiz sen, büyük bir iş için yaratıldın.” derdi. Sonra, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verdi. Rûh, önce gözüne ve genizlerine sirâyet etti. Genzine sirâyet edince aksırdı. Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılayıp; “Rabbin sana merhamet etsin.” buyurdu...”
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verdikten sonra melekleri ve cinleri haberdâr edip; “Âdem’e secde ediniz!” (Bakara sûresi: 34) emrini verdi. Önce Cebrâil aleyhisselâm secde etti. Sonra sırayla; Mikâil, İsrâfil, Azrâil ve diğer bütün melekler secde ettiler. Secde eden meleklerin her biri, Allahü teâlâ tarafından çeşitli hizmetleri görmekle şereflendirildi. İblis, kibir ve gurûrundan secde etmedi.
Allahü teâlâ iblise meâlen; “Ey mel’ûn! Âdem’e niçin secde etmedin?” buyurunca, iblis dedi ki: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın.” (A’râf sûresi: 12) “Yâni ateş; latîf, saf ve ışıktır. Elbette topraktan üstündür.” diyerek bu bozuk kıyasını ileri sürdü. Böylece Allahü teâlânın emrine isyân etti. Ebedî olarak Cehennemlik oldu.
İblis, Âdem aleyhisselâma secde ediniz emrine uymayınca, Allahü teâlâ meâlen; “Hemen in oradan (Cennet’ten). Artık senin Cennet’te kibirlenmen (kendini büyük görmen) gerekmez. Haydi Cennet’ten çık. Çünkü hor, alçak ve bayağı kimselerdensin.” (A’râf sûresi: 13) buyurdu. İblis Cennet’ten koğulunca ölüm acısını tatmak istemediğinden veya sonsuz bir hayat yaşamak istediğinden dolayı Allahü teâlâya; “Bana halkın dirilip kaldırılacakları ba’s gününe kadar mühlet (ömür) ver.” (A’râf sûresi: 13) diyerek dünyâda ve âhirette ölümsüz olmağı istedi. Allahü teâlâ da ona ölümden ve Cehennem azâbından kurtuluş olmadığını bildirip, birinci sûr üflenip bütün canlıların öleceği vakte kadar mühlet verdi. Böylece kıyâmet gününe kadar ömür verilip serbest bırakıldı.
İblis bunun üzerine meâlen; “Öyle ise beni azdırmana yemin ederim ki, insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım! Vesvese verip, pusu kuracağım. Sonra da onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse) bulamayacaksın.” (A’râf sûresi: 14-17) dedi.
Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Ayblanmış ve rahmetimden koğulmuş olarak oradan (Cennet’ten) çık. Yemin ederim ki onlardan kim sana uyarsa, Cehennem’i hep sizden dolduracağım.” (A’râf sûresi: 18)
İblis, kendisine kıyâmete kadar ömür verilip, serbest bırakıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları olan insanlara, dünyâda imtihan edilmek, denenmek için üç din düşmanı yaratıldı. Bunlar; İblis yâni Şeytan, insanın kendisi, yâni nefsi ve kötü arkadaştır. Allahü teâlânın râzı olduğu hak yoldan insanları saptırmak için uğraşacağına söz alan ve kıyâmete kadar da kendisine mühlet verilen şeytan, herkese zarar yapmaya çalışır. İnsanın, besmelesiz ve haramdan yediği yiyeceklerle ve içeceklerle damarlarında dolaşmakta, mîdesine yerleşmekte ve kalbine vesvese vermektedir. Bu hâliyle insanlarda çeşitli maddî ve mânevî hastalıklara sebep olmaktadır. İnsanları aldatmak için en çok yalan, gıybet, koğuculuk, namazı terk ve tehir ettirmek, fâiz, kumar vs. gibi günâhları alıştırmaktadır. İçki, fuhuş, zinâ ve kumar onun büyük yardımcısıdır. Bunları yaptırmak için kendisine, çocukları, insanlardan ve cinlerden kötü yolda olanlar yardımcı olur.
Şeytanın, insana bütün kötülükleri yaptırmak için bir gücü, kuvveti yoktur. O sâdece kalbe vesvese verir, bir şeyi güzel gösterir. Nefsine ve kötü arkadaşlarına aldanıp mağlup olan insan, onun vesvesesine kanıp kötü işleri yapmaya başlar. Allahü teâlâyı unutmayanlara, dâimâ O’nun zikriyle meşgul olanlara, her işinde İslâmiyetin emir ve yasaklarına uygun davrananlara, haram ve şüphelilerden sakınanlara, zararı dokunamaz. Allahü teâlânın hâlis, seçilmiş kulları, şeytanın şerrinden muhâfaza altına alınmıştır. Şeytan, insanoğlu son nefesini teslim edinceye kadar onunla uğraşır ve son nefeste îmânsız gitmesi için elinden geleni yapmaya çalışır. Son nefeste îmânsız ölmemek için şeytanın sevdiği kötü işlerden uzak durmak gerekir.
Şeytanın, insanlara düşman olduğu ve onları kıyâmete kadar doğru yoldan ayırmağa uğraşacağını bildiren âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
İsrâf edenler, şeytanların kardeşleridir. Hâlbuki şeytan Rabbine karşı nankördür. (İsrâ sûresi: 27)
...Şeytan, gerçekten insanların apaçık düşmanıdır. (İsrâ sûresi: 53)
Ey îmân edenler! Kim şeytanın izinde giderse, şüphesiz şeytan çirkin işleri ve dînin inkâr ettiği, beğenmediği şeyleri emreder. Şâyet Allahü teâlânın fazlı (ihsânı) ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiç kimse, ebediyen bu kötülüklerden, çirkin işlerden temizlenemezdi. Fakat Allahü teâlâ, dilediğini (tövbe etmesini nasîb etmek ve tövbesini kabul etmek sûretiyle) temiz kılar. Allah, herkesin sözünü işitir ve kalplerinizdekini tamâmıyla bilir. (Nûr sûresi: 21)
Ey insanlar! Allah’ın vaadi (öldükten sonra dirilmek ve hesâba çekilmek) vukû bulacaktır. O hâlde sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın. Şeytan da sakın sizi Allah’ın dîninden aldatıp kaydırmasın. Zîrâ şeytan (ötedenberi) size düşmandır, siz de onu düşman edinin. Çünkü o, etrâfına toplanan avânesini ancak Cehennemlik olsunlar diye çağırır.(Fâtır sûresi: 5,6)
Kâfirler ve münâfıklar, Cehennem’e sürüklenirken: “Ey âdemoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin! (ondan sakının!) Zîrâ o, sizin apaçık düşmanınızdır. Bana ibâdet edin! İşte doğru yol budur diye emretmedim mi?” denilir. Yemin ederim ki, o, içinizden çoğunuzu dalâlete, sapıklığa düşürdü. Aklınız yok muydu? (ki, tuzağına düştünüz) İşte bu, size vâd olunan Cehennem’dir! (Yâsin sûresi: 60-63)
Şüphesiz şeytanlar, onları doğru yoldan çıkarırlar. Halbuki onlar, kendilerini hidâyetteyiz (doğru yoldayız) sanırlar. (Zuhruf sûresi: 37)
Şeytanın, insanlara düşmanlığını haber veren hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Sizden herhangi birinize şeytan gelir de: Şunu böyle kim yarattı? Şunu böyle kim yarattı? En sonu; Rabbini kim yarattı? diye vesvese verir. İmdi Şeytanın vesvesesi Rabbinize kadar erişince, o vesveseli kişi hemen “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” diyerek Allahü teâlâya sığınsın ve vesveseye son versin.
Fenâ rüyâ şeytandandır. Biriniz korkunç, yâni karışık rüyâ gördüğünde, hemen sol tarafına tükürüp, üflesin ve o rüyânın şerinden Allahü teâlâya sığınsın. “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” desin. Bu sûretle o, rüyâ gören kimseye zarar veremez.
Şeytan, insan vücûdunda deveran eden kan mesâbesindedir.
Sizin biriniz uykusundan uyanıp da abdest aldığında burnundaki nesneyi, nefesiyle üç defâ dışarı çıkarsın! Çünkü şeytan uyuyanın genzinde geceler.
Sizin biriniz gece uyuyunca, şeytan onun boyun köküne üç düğüm düğümler. Her düğüm yerine; “Senin için uzun bir gece vardır, rahat uyu.” diyerek eliyle vurur. O kimse uyanıp (Kur’ân-ı kerîm okuyarak, tesbih ve tehlil ederek) Allahü teâlâyı anarsa, bir düğüm çözülür. Abdest alırsa, bir düğüm daha çözülür. Namaz da kılarsa, şeytanın düğümlerinin hepsi çözülür. Artık o teheccüd sâhibi, gönlü hoş ve neşeli bir hâlde sabaha dâhil olur. Fakat zikretmez ve abdest alıp namaz kılmazsa, gönlü kirli ve uyuşuk bir hâlde sabaha girer.
Allahü teâlâ, iblise, Peygamber efendimize gidip O’nun soracağı bütün sorulara cevap vermesini emretti.
İblis yaşlı bir insan kılığına girerek Peygamber aleyhisselâmın huzûruna vardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
-Sen kimsin?
-Ben İblisim.
-Niçin geldin?
-Allahü teâlâ gönderdi. Soracaklarına cevap vermemi emretti.
-O hâlde söyle, düşmanların kimlerdir?
1) Başta sen, 2) Adil sultanlar, 3) Mütevâzi zenginler, 4) Dürüst tüccarlar, 5) İhlâslı ve ilmiyle âmil olan âlimler, 6) Dîni yaymak için hizmet edenler, 7) İnsanlara karşı merhâmetli olanlar, 8) Tövbe-i nasûh, bir daha günâha dönmemek üzere tövbe edenler, 9) Haramdan kaçanlar, 10) Dâimâ abdestli bulunanlar, 11) Dâimâ hayır ve hasenâtta bulunanlar, 12) Güzel huylu olanlar, 13) İnsanlara faydalı olanlar, 14) Tegannîsiz tecvidle güzel Kur’ân-ı kerîm okuyanlar, 15) İnsanlar uykudayken gece namaz kılanlar.
-Ya senin dostların kimlerdir?
1) Zâlim sultanlar, 2) Kibirli zenginler, 3) Hâin tüccarlar, 4) İçki içenler, 5) Kötü yerlerde tegannî edenler, 6) Fuhuş işi işleyenler, 7) Yetim malı yiyenler, 8) Namaz kılmakta ağır davrananlar, 9) Uzun emelli olanlar, 10) Tez kızıp gazâbını yenemeyenler.
Şeytanın insanlar üzerinde tesirli olduğu şeylerden birisi, vesvese vermesidir. İnsanın kalbine her fırsatta vesveseler, kötü düşünceler getirerek insanı aldatıp, dünyâ ve âhiret zararlarına sürüklemek ister. İnsan şeytanın bir vesvesesine uymazsa şeytan başka bir vesvese vermeye başlar ve çok çeşitli hîlelere başvurur. Kötülüğü, belli bir şeyi yaptıramazsa ve insan hep iyiliğe gidiyorsa, iyiliği daha az olanları yaptırmaya çalışır. Bir kötülüğe sürükleyebilmek için küçük iyilikler yapmaya teşvik eder.
Şeytanın vesvesesi aslında zayıftır. Din bilgisi tam ve doğru olan ve bu bilgilerine uygun hareket eden insanları aldatması çok güçtür. Şeytan vesvese vererek, kötülüğe düşürmek için insanların bâzı zaaflarından faydalanır. Bunlardan biri aceleci olmaktır. Diğerleriyse, şehvet ve gadabdır. İnsan gadablanınca, kızınca aklı örtülür. Akıl gidince şeytanın hücûmuna uğrar. Onun elinde oyuncak olur.
Ayrıca hased ve hırs, çok yemek, süslenme sevgisi, tamâ, yâni dünyâ lezzetlerini haram yollardan aramak; ihtiyâçtan fazla toplanıp, Allah için sarfedilmeyen dünyâ malı, cimrilik ve fakir olma korkusu, kendi görüş ve düşüncelerini beğenmek sûretiyle hasımlarına karşı kin tutmak, sû-i zân, bir kimse hakkında kötü düşünmek, günâhkâr sanmak da böyledir.
Şeytanın şerrinden ve zararından korunmak için doğru îtikâda, yâni Ehl-i sünnet îtikâdına sâhip olmak ve lâzım olan din bilgilerini öğrenip, bunlara uymak gerekir. İnsan İslâmiyete uyduğu müddetçe şeytanın, nefsinin ve kötü arkadaşın şerrinden korunabilir.
Alm. Traubenmost, Fr. Mistelle, İng. Grape, Juice. Mayalanmış tâze üzüm suyu. Olgunlaşmış üzümden değişik usullerle şıra elde edilir. Tâze şıra çeşitli elementleri ihtivâ etmesi bakımından çok önemli bir besin maddesidir. % 60-80 verimle elde edilen tâze üzüm şırasında ortalama, % 70-80 su, % 12-25 şeker, % 0,12-0,15 pektinler, % 0,02-0,04 tanen, % 0,9-1,5 organik asitler (tartarik, elma asidi), % 0,12-0,5 azotlu maddeler, % 0,3-0,5 kül, enzimler ve B1 vitamini vardır. C vitamini şıra elde edilirken harap olur. B1 vitamini şıranın şaraba dönüşmesi esnâsında kaybolur. Şırada çok az miktarda anorganik (litrede 0,1-0,3 mg) ve çok miktarda organik asitler bulunur. Şıranın bozulmadan muhâfazası ancak pastörize edilmesiyle mümkündür.
Pişmemiş üzüm suyu (şıra) havasız fıçılarda durunca, gaz habbeleri ve köpük meydana gelerek mayalanır. Şarap hâline döner (Bkz. İçki). Bu durumdaki şırada şeker azalıp, ispirto çoğaldığı için, tadı şekerliyken, keskin ve yakıcı olur. Üstü köpükle örtülünce, şıra şaraba dönmüş olur. Şıra kaynatılıp içine pekmez toprağı konursa, pekmez hâline gelir. (Bkz. Pekmez)
Yüz on beş kilogram üzümden yetmiş beş litre şıra çıkar. Şıraya kükürt dioksit konarak, sirke asidi mayası ve başka zararlı mayalar öldürülür. Şıra temizdir, içilir ve şifâlıdır. Şarap hâline dönünce içilmez ve karaciğerde, ruh ve bedende dengesizlik meydana getirir.
(Bkz. Enjektör)
Yüzölçümü : 7172 km2
Nüfûsu : 262.006
İlçeleri : Merkez, Beytüşşebap, Cizre, Güçlükonak, İdil, Silopi, Uludere.
Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer alan bir ilimiz. Doğudan Hakkari, batıdan Mardin, kuzeyden Siirt, kuzeydoğudan Van, güneyden Irak ve Suriye ile çevrilidir. Trafik numarası 73’tür.
Târihi
Hakkında yeterli bilgi bulunmayan Şırnak’ın târihî gelişimi Hakkari, Siirt ve Mardin illeri târihiyle aynıdır. Bölge uzun süre Bitlis,Cizre ve Hakkari’deki aşiret reislerine bağlı olarak yönetildi. On altıncı asırda Osmanlı hâkimiyetine giren ilde, aşiret reislerinin idâresi devam etti. İl toprakları 19. asır sonlarına doğru Diyarbakır ve Van vilâyetleri sınırları içindeydi. Şırnak 1927’de Siirt’e bağlı ilçe oldu. 16 Mayıs 1990’da 3647 sayılı kânunla Beytüşşebab, Cizre, İdil, Silopi ve Uludere ilçeleriyle birleştirilerek il yapıldı.
Fizikî Yapı
İlçe topraklarının büyük kısmı akarsu vâdileriyle parçalanmış dağlık ve engebeli alanlardan meydana gelir. Kuzey ve doğusunu, Güneydoğu Toroslara bağlı dağlar engebelendirir. Doğusunda Altın Dağları, Musa Dağı (3232 m), Tanintanin Dağı (3055 m), Terme Dağı (3275 m), İncebel Dağı (3099 m), orta kesiminde ise Cudi Dağı (2114 m) yer alır. İlin en yüksek noktası Altın Dağlarıdır (3358 m).
Başlıca akarsuları Dicle Irmağı ve kolları olan Kızılsu ve Habur Çayıdır.
İklim ve Bitki Örtüsü
Şırnak’ta karasal iklim hüküm sürer. Orta kesimleri kışın çok yağış alır. Güney ve güneybatı kesimlerinde iklim daha yumuşaktır. Yüksek dağlardan meydana gelen doğu kesimindeyse kışları sert ve kar yağışlı geçer. Yıllık ortalama yağış miktarı 857 mm’dir. En yüksek sıcaklık 48.5°C, en düşük sıcaklıksa -20°C’dir.
İl toprakları bitki örtüsü yönünden fakir olup, genelde step görünümündedir. Dağlık kesimlerde bozuk meşeliklere, yükseklerdeyse yer yer ardıçlara rastlanır.
Ekonomi
Ekonomisi tarım ve ticârete dayalıdır. Kırsal kesimde başlıca gelir kaynağı hayvancılıktır. Yaylacılık metoduyla çok sayıda küçükbaş hayvan beslenir. Tereyağı, peynir, yün, kıl ve tiftik başlıca hayvanî ürünlerdir. Ekime müsâit arâzi az olduğundan, yetiştirilen tarım ürünlerinin miktarı azdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, mercimek, arpa, üzüm ve pamuktur.
İlde hayvancılığa bağlı olarak kilim, halı, heybe ve şal dokumacılığı gelişmiştir. Şırnak şalı meşhurdur. Beytüşşebab’da dokunan yünlü ve simli kilimler dünyâ çapında meşhurdur. Bâzı bölgelerde gümüş ve bakır işlemeciliği yapılır. İlde sanâyi gelişmemiştir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
1990 sayımına göre toplam nüfûsu 262.006 olup, 125.264’ü ilçe merkezinde, 136.742’si köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 7172 km2 olup, nüfus yoğunluğu 37’dir.
Örf ve adetleri: Şırnak bölgesinden târih boyunca çeşitli milletler ve kültürler gelip geçmiştir. 1071 Malazgirt Zaferinden sonra buraya hâkim olan Artuklular, göçebe Türkleri yerleştirerek, bu bölgeyi Türkleştirmişlerdir. Diğer kültür ve milletlerin izleri kaybolmuş ve Türk İslâm kültürüyle bölge yoğrulmuştur. Türk aşiretlerinin örf ve âdetleriyle töreleri birçok yerde hâlen devam etmektedir.
Mahallî kıyâfet: Kadın giyiminde gençlerde peçe, yaşlılarda çarşaf, parlak renkli ipekli entariler, dağ köylerindeyse beyaz renkli elbiseler giyilir. Entariler yandan yırtmaçlıdır. Bu yırtmaçlar bele tutturulan ön kısmının önlük veya peştemal gibi kullanılmasına imkân verir. Bâzı yerlerde beli ince, eteği bol büzgülü fistan, bunun üzerine pul işlemeli yelek ve bol şalvar, ayaklara renkli yün çorap, çarık, iskarpin ve lastik ayakkabı giyilir.
Mahallî erkek kıyâfeti şal-şepiktir. Tiftikten dokunmuş bol pantolonla kol ağızları yırtmaçlı yakasız ceket giyerler.
İlçeleri
Şırnak’ın biri merkez olmak üzere yedi ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 47.154 olup, 25.059’u ilçe merkezinde, 22.095’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 21, Kızılsu bucağına bağlı 17 köyü vardır. İlçe toprakları, akarsu vâdileriyle derin şekilde parçalanmış dağlık alanlardan meydana gelir. Kuzeyinde Yassıdağ ve Herekol Dağı, güneyinde Cudi Dağı yer alır. Başlıca akarsuları Kızılsu Çayı ile Hezil Çayıdır. Dağların yüksek kesimlerinde yaylalar vardır.
Ekonomisi, hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık metoduyla koyun, kılkeçisi ve bölgeye âit Ankara keçisi beslenir. Tereyağ, peynir, yün, kıl ve tiftik başlıca hayvânî ürünlerdir. Hayvancılığa bağlı olarak dokumacılık gelişmiştir. Ekime elverişli alanlar çok az olduğundan elde edilen ürünler azdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, üzüm ve soğandır. İlçe topraklarında asfaltit yatakları vardır.
İlçe merkezi Namaz Dağının batı eteklerinde kurulmuştur. Denizden yüksekliği 1350 metredir. Gelişmemiş bir yerleşim merkezidir. Siirt-Hakkari karayolu ilçeden geçer. Belediyesi 1930’da kurulmuştur.
Beytüşşebap: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 22.409 olup, 4253’ü ilçe merkezinde, 18.156’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 28 köyü vardır. Yüzölçümü 1717 km2 olup, nüfus yoğunluğu 13’tür. İlçe toprakları derin vâdilerle parçalanmış dağlık arâziden meydana gelmiştir. Batısında İncebel Dağları ve Kel Mehmed Dağları, güneyinde Tanintanin Dağları, kuzeyinde Karacadağ, doğusunda Türemiş Dağı ve Altın Dağları yer alır. Dağların yamaçlarında fazla engebeli olmayan platolar bulunur. Başlıca akarsuyu Habur Suyudur.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık metoduyla çok sayıda küçükbaş hayvan beslenir. Canlı hayvan ticâreti yaygındır. El dokumacılığının geliştiği ilçenin kilimi, şalı, şepik ve çorapları meşhurdur. Tarımın sınırlı ölçüde yapıldığı ilçede başlıca tarım ürünleri, ceviz, elma ve mısır olup, ayrıca az miktarda buğday, arpa ve patates de ekilir.
İlçe merkezi, Habur Suyunun doğusunda kurulmuştur. Hakkari’ye bağlı bir ilçeyken, 16 Mayıs 1990’da Şırnak’ın il olması üzerine, bu il’e bağlandı. Belediyesi 1932’den beri faaliyetini sürdürmektedir.
Cizre: 1990 sayımına göre, toplam nüfûsu 63.626 olup, 50.023’ü ilçe merkezinde, 13.603’ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 9, Dicle bucağına bağlı 17 köyü vardır. Yüzölçümü 460 km2 olup, nüfus yoğunluğu 138’dir. İlçe toprakları genelde düzdür. Dicle Irmağının taşıdığı alüvyonlu topraklar Cizre Ovasını meydana getirmiştir.
Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık metoduyla küçükbaş hayvan besiciliği yapılır. Ovada en çok tahıl, baklagiller ve pamuk yetiştirilir. İlçede pamuklu ve yünlü dokumayla bakır ve gümüş işlemeciliği başlıca el sanatlarıdır. İlçe topraklarındaki kömür yatakları işletilir.
İlçe merkezi Dicle kenarında kurulmuştur. Silopi-Midyat ve Şırnak-Nusaybin karayolları ilçede kesişir. Mardin’e bağlı ilçeyken 19 Mayıs 1990’da il olan Şırnak’a bağlandı. Belediyesi 1908’de kurulmuştur.
Güçlükonak: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 12.878 olup, 3305’i ilçe merkezinde, 9573’ü köylerde yaşamaktadır. İlçe toprakları orta yükseklikte dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Başlıca akarsuyu Dicle Nehridir.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok koyun ve kıl keçisi beslenir. Hayvanlardan elde edilen yün, kıl ve tiftikten Siirt battaniyesi ve çadır dokunur. İklim şartlarının uygun olmaması yüzünden tarım kısıtlı ölçüde yapılır. Başlıca tarım ürünleri üzüm, buğday, arpa ve soğandır. İlçe merkezi Dicle Vâdisinde yer alır. Eruh ilçesine bağlı belediyelik bir köyken 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe yapılarak Şırnak iline bağlandı.
İdil: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 44.064 olup, 12.905’i ilçe merkezinde, 31.159’u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 27, Haberli bucağına bağlı 20, Oyalı bucağına bağlı 17 köyü vardır. İlçe toprakları genelde düzdür. Başlıca akarsuyu Dicle Nehridir.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok koyun, kıl keçisi ve tiftik keçisi beslenir. Hayvancılığa bağlı olarak halı ve kilim dokumacılığı yaygın olarak yapılır. Toprakların düz olmasına rağmen sulama yetersizliği yüzünden az ürün elde edilir. Başlıca tarım ürünleri buğday, mercimek, arpa, nohut ve üzümdür. Çeşitli sebzelerle kavun ve karpuzun yanında ayrıca az miktarda pamuk ve incir yetiştirilir.
İlçe merkezi Midyat-Cizre kara yolu üzerinde büyük köy görünümünde bir yerleşim birimidir. Önceleri Zari adıyla anılan kasaba daha sonra Hazak ismini aldı. 1937’de ilçe yapılarak İdil ismi verildi. Belediyesi 1937’de kurulmuştur. Mardin’e bağlı ilçeyken 16 Mayıs 1990’da il olan Şırnak’a bağlı bir ilçe hâline getirildi.
Silopi: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 46.946 olup, 23.430’u ilçe merkezinde, 23.516’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 34 köyü vardır. Yüzölçümü 807 km2 olup, nüfus yoğunluğu 58’dir.
İlçe topraklarının kuzey ve kuzeydoğusu dağlık, güney ve güneybatısı düzlük araziden meydana gelir. Kuzeyinde Cudi Dağı yer alır. Başlıca akarsuyu Habur Çayıdır. Habur Çayının Dicle Nehrine karıştığı noktada Suriye, Irak ve Türkiye sınırları kesişir.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, mercimek, arpa, pamuk ve üzümdür. Ayrıca az miktarda incir, susam ve zeytin yetiştirilir. Hayvancılık önemli gelir kaynağıdır. Yaylacılık metoduyla en çok küçükbaş hayvan beslenir. Hayvanlardan elde edilen yün, kıl ve tiftik genellikle şayak ve şal dokumacılığında kullanılır.
İlçe merkezi Cizre-Habur sınır kapısı yolu üzerinde yer alır. Ülke ihrâcâtının bir bölümü Habur sınır kapısından yapılır. Transit taşımacılık ilçede ticâreti canlandırmıştır. Mardin’e bağlı olan ilçe, 16 Mayıs 1990’da il olan Şırnak’a bağlandı. İlçe belediyesi 1960’ta kurulmuştur.
Uludere: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 24.929 olup, 6289’u ilçe merkezinde, 18.640’ı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 9, Ortabağ bucağına bağlı 8 köyü vardır. İlçe toprakları akarsu vâdileriyle parçalanmış dağlık arâziden meydana gelir. Başlıca akarsuları Habur Çayı ve Hezil Çayıdır.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. Yaylacılık metoduyla küçükbaş hayvan besiciliği yapılır. Akarsu vâdilerinde bağcılık gelişmiştir. Halı ve kilim dokumacılığı başlıca gelir kaynağıdır.
İlçe merkezi Hakkari-Şırnak karayolu üzerinde yer alır. Eski ismi Kılaban’dır. İl merkezine 50 km mesâfededir. Hakkari’ye bağlı bir ilçeyken, 16 Mayıs 1990’da il olan Şırnak’a bağlandı. İlçe Belediyesi 1957’de kurulmuştur.
Târihî Eserler ve Turistik Yerleri
İlde kayda değer târihî eser ve turistik yer yoktur. Dağlık bir yapısı olması ve iklim şartları yüzünden tabiî güzelliklere de sâhip değildir.
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinden. Mâlikî mezhebindeydi. Asıl ismi Ebû Bekr Câfer bin Yûnus olup, Ebû Bekr Şiblî de denir. 861 (H. 247)de Bağdat’a yakın Samarra’da doğmuş, 945 (H. 334)te Bağdat’ta vefât etmiştir. Kırk yaşına kadar çeşitli görevlerde bulunmuş, bu arada vâlilik veya vâli nâipliği yapmıştır. Kırk yaşındayken âlim Hayrun-Nessâc’la karşılaştı. Hayrun-Nessâc’ın sözleri ve davranışları kendisine çok tesir etti. Huzûrunda, bundan böyle kendisini tamâmen Allah yoluna vereceğine ve insanlara hizmet edeceğine dâir tövbe etti. Daha sonra kendisini ilme vererek dört yüzden fazla âlimden ders aldı. Binlerce hadîs-i şerîfi ve İmâm-ı Mâlik hazretlerinin El-Muvatta isimli hadîs kitabını ezberledi.
Hayrun-Nessac’ın sözü üzerine Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına gitti ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin sohbetlerinde bulundu. Kendisinden dünyâda ve âhirette kurtuluşuna sebep olacak ilimleri öğrenerek tasavvufta çok yükseldi. Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekr Şiblî için, “herkesin bir tâcı vardır. Benim de başımın tâcı Ebû Bekr-i Şiblî’dir” der; kendisini çok severdi.
Ebû Bekr Şiblî hocalarına karşı çok edebli davranır, onların sözünden çıkmazdı. Söz dinlemenin üstünlüğünü ve faydasını bizzat yaşayışıyla gösterirdi. Dünyâyı terki, haramlardan sakınması çok fazlaydı. Az yer az uyurdu. Fazla uykudan kaçınmak ve az uyumak için gözlerine sürme gibi toz sürerdi.
Ebû Bekr Şiblî bir gün hastalanmıştı. Zamânın halîfesi onu tedâvi etmesi için Hıristiyan bir doktor gönderdi. Doktor yanına geldi ve Şiblî’ye; “Canın ne ister?” dedi. Şiblî, “Senin Müslüman olmanı isterim!” dedi. Hıristiyan doktor çok şaşırdı; “Sen şu anda ölüm hastası birisin, sen kendini düşüneceğine, benim Müslüman olmamı istiyorsun. Peki ben Müslüman olunca sen iyi olacak mısın?” dedi. Şiblî; “Evet!” dedi. Hıristiyan doktor hemen Müslüman oldu. Şiblî de, iyileşmiş olarak yataktan kalktı ve doktorla berâber halîfenin yanına gittiler. Halîfe durumu sorup anlayınca; “Ben hastaya doktor gönderdim zannediyordum, meğer hastayı doktora göndermişim!” dedi.
Buyurdu ki:
“Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hâdislerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum. Çünkü, kurtuluşu ve saâdeti ebediyyeye kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun için gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerîf şudur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir sahâbiye buyurdu ki:
Dünyâ için dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış, Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et. Cehennem’e dayanabileceğin kadar günah işle.
ŞİHÂBEDDÎN MUHAMMED GÛRÎ (Muizziddîn)
Kuzey Hindistan’ı fethederek Delhi Türk Devletinin temelini atan Gûrlu hükümdârı (Bkz. Gûrlular). Firûzkuh’ta Gûr emiri olan Behaeddîn Sam’ın iki oğlundan biri olan Şihâbeddîn Muhammed Gûrî, ağabeyi Giyâseddîn Muhammed Gûrî ile birlikte amcaları Hüseyin Cihansuz’un oğlu Seyfeddîn’in hizmetinde çalıştılar. Seyfeddîn’den sonra Gıyâseddîn, Gûr tahtına çıktı. Şihâbeddîn de, onun sercandârı oldu.
Hindistan’a yaptığı akınlarla güçlenen Şihâbeddîn, Muizziddîn ünvânını aldı. Gazne’yi merkez edindi. O, doğuya giderken ağabeyi de, batıda faaliyetlerde bulundu. Karmatîlerden Mültan’ı, Hindulardan Uç’u alan (1175) Muizziddîn Gûrî, Lahor emirini kendisine bağladı (1186). Tarori’de Hindularla yaptığı savaşı kaybettiyse de (1191), ertesi sene, Muinüddîn Çeştî hazretlerinin işâretiyle çıktığı seferde, aynı yerde büyük bir zafer kazandı. Ecmir’i aldı. Mâbetleri câmi ve medreseye çevirdi. İslâmiyeti yaymak için tedbirler aldı. Delhi’yi haraca bağladıktan sonra Kutbeddîn Aybek’i Hindistan’a vâli tâyin ederek Gazne’ye döndü. Aybek, Kuhram’ı merkez edindi.
Muizziddîn ağabeyinin vefâtı üzerine Gûr sultanı oldu. Harzemşahlar ve Hindistan üzerine seferler yaptı. 1204’te Harzemşah üzerine yaptığı seferde, Karahitay ve Oğuzların saldırısına uğrayarak bozguna uğradı (1205). Hindistan’da çıkan bir ayaklanmayı bastırdıktan sonra geri dönerken çadırında öldürüldü (1206).
Oğlu olmadığı için yerini, Ortaasya’dan getirtip yetiştirilmelerine büyük ehemmiyet verdiği Türk komutanlarına bıraktı. Bunlardan Kutbeddîn Aybek Delhi merkez olmak üzere Hindistan’da DelhiTürk Devletini kurdu. Velînîmetlerine nispetle bu hânedâna Muizzîler adı verildi (Bkz. Delhi Türk Sultanlığı). Yine Muizziddîn’in Türk asıllı komutanlarından Taceddîn Yıldız, Gazne’de hükümdar oldu.
Aybek’in damadı, İltutmuş döneminde Gazne de, Delhi Türk Devletine bağlandı (1216).
Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi. İsmi, Ömer bin Muhammed bin Abdullah bin Muhammed es-Sühreverdî, künyesi Ebû Abdullah’tır. Ebû Nasr ve Ebü’l-Kâsım Sûfî de denildi. Nesebi Ebû Bekr-i Sıddîk’a (radıyallahü anh) ulaşır. Şeyh Ebü’n-Necîb’in kardeşinin oğludur. 1144 (H.539) senesinde Sühreverd’de doğdu. 1234 (H.632) senesi Muharrem ayında vefât etti.
Şihâbüddîn Sühreverdî, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitti. Amcası büyük âlim Ebü’n-Necîb Abdülkâhir’in sohbetlerinde yetişerek tasavvuf ilimlerini öğrendi. Aynı zamanda Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetlerinde de bulundu. Basra’da da Ebû Muhammed bin Abdullah’ın sohbetlerine devâm etti. Ebû Hafs Sühreverdî; amcasından, Ebû Muhammed Hibetullah bin Şiblî, Ebü’l-Feth bin Battî, Ma’mer bin Tâhir, Ebû Zür’a Makdisî, Ebü’l-Fütûh Tâî ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu.
Kendisinden ise; İbn-i Dübeysî, İbn-i Nukta, Zekî Berzâlî, İbn-i Neccâr, Kavsî, Ebü’l-Ganâim bin Allân, İzz el-Fârûsî, Ebü’l-Abbâs el-Eberkûhî ve birçok âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu.
Buyurdu ki:
“Ey oğul! İnsanlarla münâkaşa etme. Seni medheden kimsenin sözüne aldanma. Seni kötüleyen kimsenin sözlerinden dolayı da üzülme. Herkese karşı iyi huylu ol. Tevâzuya yapış. Çünkü Resûlullah efendimiz; “Kim Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu yaparsa, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim kibirlenir ve böbürlenirse, Allahü teâlâ onu alçaltır.” buyurdular.
İyi ve kötü kimseler karşısında her zaman edepli ol. Küçük büyük herkese merhametli ol. Onlara karşı şefkat ve merhamet gözüyle bak. Çok gülme. Çünkü gülmek, gaflettendir ve kalbi öldürür. Resûlullah efendimiz; “Eğer siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız.” buyurdu.
Allahü teâlânın rahmetinden ümîdini kesme. Ümitle korku arasında yaşa.
Ey oğul! Dünyâyı terk et (Haram olan, Allahü teâlânın yasak ettiği şeyleri ve dünyâ sevgisini terk et). Çünkü dünyâyı isteyenin ve sevenin dîni gider. Namazını kıl, orucunu tut. Allahü teâlânın velî kullarına; malın, bedenin ve makâmınla hizmetçi ol. Onların kalplerini kazan ve onların yaşayışlarına göre hareket et. Ehl-i sünnet îtikâdında olan âlimlerden hiçbirinin sözlerini inkâr etme. Eğer inkâra gidersen ebediyen felâh bulamazsın.
Ey oğul! Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol. Cimrilik, hased, kin ve hîleden çok sakın. Çünkü, cimri ve hasetçi kimsenin yeri Cehennem’dir. Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhiri süsleme. Çünkü görünüşü süslemek, bâtının haraplığındandır.
Rızık konusunda Allahü teâlânın vaadlerine güven. Çünkü O, her canlının rızkını vereceğine dâir kefil oldu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı, ancak Allahü teâlâya âittir.” buyurdu. (Hûd sûresi: 61)
İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlûkâttan hiçbirisine meyletme. Mâlâyâniyi terk et. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Kişinin mâlâyâniyi (faydası olmayan şeyleri) terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir.” buyurdu.
Ey oğul! İnsanlara nasîhat edici ve faydalı ol. Yemeyi, içmeyi, konuşmayı ve uykuyu azalt. Sâdece ihtiyâcın kadar ye ve zarûret yoksa, konuşma. Çok uyuma. Namaz, oruç ve Allahü teâlânın zikriyle meşgul ol. Kalbin mahzûn, gözün yaşlar dökücü, amelin hâlis, duân hamd, arkadaşların fakir, evin mescit, malın ilim, zînetin zühd olsun.
Ey oğul! Fânî dünyânın zînetine aldanıp gurûrlanma. Dünyâya meyleden helâk olur. Âhiret yolculuğuna hâzır ol. Fırsat elindeyken, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez.”
Eserleri:
Ebû Hafs Sühreverdî birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) AkîdetüErbâb-it-Takî, 2) Behcet-ül-Ebrâr fî Menâkıb-il-Gavs-il-Geylânî, 3) Bugyet-ül-Beyân fî Tefsîr-il-Kur’ân, 4) Avârif-ül-Meârif fî Beyân-ı Tarîk-il-Kavm (tasavvufa dâir bir eserdir)