ŞEYH ŞÂMİL

Dağıstanlı meşhur İslâm kahramanı, Ruslara karşı Kafkasya’yı ayağa kaldıran mücâhit, âlim, velî. 1797 senesinde Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyâya geldi. Denge âilesi reisi Muhammed’in oğludur. Doğunca, verilen Ali adına, geçirdiği bir hastalıktan sonra Şâmil ismi de eklendi. İlmi ve mücâdelelerde önderliği sebebiyle İmâm-ı Şâmil ve Şeyh Şâmil namlarıyla meşhûr oldu.

Şeyh Şâmil, otuz yaşına kadar tefsir, hadis, fıkıh, edebiyât, târih, sarf, nahv ve fen bilgilerini öğrendi. Saîd Herekânî’den zâhirî, Cemâleddîn Kumukî’den bâtınî ilimleri öğrendi. İlim tahsili için gittiği Irak’ta Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriyle görüşerek onun yüksek yoluna tâbi oldu. Memleketine dönüşünde; çocukluk arkadaşı Gâzi Muhammed’in işgalci Ruslara karşı başlattığı mücâdeleye iştirak etti. Gâzi Muhammed, 1832’de Ruslar tarafından öldürüldü. Onun yerine geçen Hamza Beyin de, 1834’te öldürülmesi üzerine Dağıstan mücâhidleri, Şeyh Şâmil’i imâm seçtiler. 39 yaşında imâm seçilen Şeyh Şâmil, mücâhidleri yeniden teşkilâtlandırdı. İki metreyi aşan boyu, atletik yapısı, metâneti, ilmî kudreti, hitâbeti ve sarsılmaz îmânıyla kendisine tâbi olanların emniyetini kazandı. Bölük-pörçük gruplar hâlinde olan bölge halkını etrâfında topladı. Ruslara karşı tam bir birlik meydana getirdi. Teşkilâtlandırdığı mücâhidler, Rus birliklerinin korkulu rüyâsı oldu. Şeyh Şâmil’in basit silâhlarla yaptığı mücâdelelere Ruslar, kalabalık birlikler ve ağır silâhlarla cevap verdiler. 1834’ten 1859 yılına kadar Kafkasya, Rus zulmüne karşı Şeyh Şâmil’in önderliğinde direndi. Kafkasya’daki şanlı direniş bütün dünyâda duyuldu. Halîfe-i müslimîn Abdülmecîd Han tarafından desteklendi. Ancak şartların müsâit olmaması sebebiyle istenilen ölçüde yardım yapılamadı. Buna rağmen, Kafkas mücâhitleri zafer üstüne zaferler kazandılar.

İmâm-ı Şâmil, kendisine tâbi olan bölgelerde naiblikler ve beş naiblikten bir vilâyet kurdu. Her vilâyetin başına da din ve dünyâ işlerini idâre eden bir kumandan tâyin etti. Naibler, vergi ve asker toplamak, kâdılık yapmak ve İslâmiyete uyulmasını temin etmekle vazîfeliydiler. Her avulda bir kâdı vazîfeliydi. Kâdı; asâyişi muhâfaza eder, olup-bitenleri naibe bildirir, naib de kumandan ve bilhassa Şeyh Şâmil’den gelen emirleri avulda îlân ederdi. Her naib üç yüz atlı savaşçı hazırlamak, iâşe ve ibâte etmekle mükellefti. Köyde on evden bir savaşçı alınır ve bunun mensup olduğu âile bütün vergilerden muaf tutulurdu. Bu savaşçıların sayısı 1843’te beş bin kişiyi buldu. Ayrıca, on beş-elli yaş arası erkeklerin hepsi ata binme ve silâh kullanmakta usta olmak zorundaydı. Çünkü bunlar, baskınlarda evlerini bizzat muhâfazayla vazîfeliydiler. Şeyh Şâmil’in etrâfında yaklaşık bin kişiden meydana gelen seçme bir muhâfız birliği vardı. Bunlar, şecâatte ileri ve dinde kuvvetli kimselerdi. Bunların bekârları evlenemez, evli olanlar, vazîfeleri süresince âileleriyle görüşemezlerdi. Bunlar, İslâmiyete uymakta ve sıkıntılara katlanmakta herkese örnek olmak durumundaydılar. Vazîfeleri İslâmiyetin yayılmasıydı. Şeyh Şâmil’in emirlerine kayıtsız şartsız itaat ederlerdi. Ganîmetten belirli bir pay alırlar, gittikleri avullar kendilerine ikrâm edebilmekle şeref duyarlardı. Bu insanlar arasından Ruslar, mücâdelenin başından sonuna kadar bir tek hâin bulamadılar. Hepsi ölümü Cennet’e ulaştıracak bir köprü olarak gördüler. Kuzu postundan yapılmış kalpaklarının ön tarafına yerleştirilen dört köşe kül rengi bir bez parçası onları tanıtmaya yeterdi. Kalpaklarının üzerine yeşil bir sarık sararlardı. Askerler sarı, subaylar siyah çerkes kıyâfeti giyerlerdi.

Şeyh Şâmil, silâhlarını Osmanlılardan ve kısmen de İran’dan temin ediyordu. Fakat kendilerinin de, Kubaçi’de kayalıklar arasına yerleştirilmiş çok eski ve büyük bir silâh îmâlâthâneleri vardı. Devletin gelirlerini ise, avullardan alınan öşür ve Ruslardan alınan ganîmetler teşkil ediyordu.

Şeyh Şâmil, bir taraftan Ruslara karşı silâhla mücâdele ederken, diğer taraftan Kafkas gençlerini din bilgilerini öğrenmeleri için teşvik etti. Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, böylece hem dünyâda esâret altında kalacağını, hem de âhirette acı azaplara düşeceğini anlattı. Kişide îmânın alâmeti; “Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah (Allahü teâlânın dostuna dost, düşmanına düşman olmak)tır.” derdi.

Şeyh Şâmil, cihâd hareketinin hızını kesmeden devâmı için kânunlar koydu. Bilhassa Ruslarla anlaşma yapılmasını teklif edenlere şiddetli cezâlar verileceğini bildirdi. Durum böyleyken iki Çeçen’den Rusların Müslüman köylerine yaptığı zulüm ve işkenceleri dinleyen Şeyh Şâmil’in annesi, oğlundan Ruslarla bir anlaşma yapmasını istedi. Bu sözle beyninden vurulmuşa dönen İmâm-ı Şâmil, bir tarafta vatanın selâmeti ve bu uğurda Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, bir tarafta da incitilmesi büyük günâhlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında kaldı. İmâm’ın korktuğu tek şey, Müslümanların kalplerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybedilmesi, îmânlarının sarsılmasıydı. Halkın Ruslarla anlaşmaya meyletmeleri demek, esâreti kabul edip, İslâmın emirlerini yapamamak, yasaklarından kaçınamamak, îtikâdlarının bozulması demekti. Din ve vatan için bir değil, binlerce ana, oğul fedâ etmeye hazır olan İmâm, nâibleriyle görüştükten sonra:

“Muhterem anama yüz sopa vurulacaktır.” emrini bildirdi. Omuzları çökmüş, yaptığı hatânın üzüntüsüyle rengi solmuş bir halde oğluna bakan anne ise:

“Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılırsan emzirdiğim sütü helâl etmem! Verilecek cezâyı şimdiden kabul ediyor, adâletten zerre kadar şaşmamanı diliyorum.” dedi.

Herkes dehşet içerisinde, gözleri yaşlı bu ananın kaç sopaya dayanabileceğini düşünürken, ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kahraman İmâm’ın, anasının yanına varıp diz çöktüğünü, sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla helâlleşen Şeyh Şâmil, Dargalılara dönerek:

“Anamın bu meselede, merhâmetinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat etmesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu yaptığı hatânın cezâsını da mânevî olarak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâris olan oğlu çekecektir.” dedi. Herkes yerinde donmuş bir vaziyette beklerken sırtını açtı ve vazîfelilere dönüp:

“Emri yerine getirmekte bir an bile tereddüt edip, elleri titreyenlere yazıklar olsun. Bütün gücünüzle vurmanızı emrediyorum.” dedi.

Her sopada sırtından kanlar fışkıran şanlı mücâhid, yüz sayısı tamamlandığında, Allahü teâlânın, kendisine verdiği sabır ve metânet için şükür secdesine vardı.

Şeyh Şâmil’in Ruslara karşı kazandığı zaferlerin en meşhuru Darga Savaşıdır. Dağıstan’ı çeviren yüz elli bin kişilik Rus ordusu bütün yolları kesti. Şeyh Şâmil’in karargâhına doğru ilerleyen on sekiz bin kişilik Rus öncü birliğinin komutanı Voronzof, büyük zâyiât vererek vardığı Darga’dan 25 Temmuz 1845’te dönüşe geçti. Fakat üç general, yüz doksan beş subay ve üç bin dört yüz otuz üç askeri, yollarda Şeyh Şâmil’in mücâhidleri tarafından telef edildi. Voronzof, Şeyh Şâmil’in yardımcısı olarak gördüğü ormanları yakmaya kalktıysa da başaramadı. 1851’de Şeyh Şamil’in naiblerinden Avar hanı Hacı Murâd, Ruslara iltihak etti. Avarların pekçoğu da hanlarıyla birlikte Ruslara katıldı. Fakat buna rağmen Şeyh Şâmil on dört bin kişilik bir kuvvetle Terek Nehrini geçerek Kabartay’ı işgâl etti. Fakat tutunamadı.

Çar Birinci Nikola, hayranlık duyduğu kahramanlar kahramanı Şâmil ile bizzat görüşme sevdâsına düşerek bu iş için General Von Klugenav’ı görevlendirdi. Çarın sonsuz vaad ve parlak teklifleriyle dolu mektubu okunduktan sonra, Şâmil hızla ayağa kalkıp, “Namazım geçiyor!” diyerek yürüdü ve generale; “Eğer senin yerinde şu anda Nikola olsaydı ona son cevâbı şu kırbacım verirdi!” şeklinde kesin cevâbını verdi.

Daha sonra Kafkas ordularının başkomutanı Rus generali Fèsè ikinci bir teşebbüsle İmâm Şâmil’e başvurduğu zaman ona da:

“Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silâha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil, Allahü teâlânın himâyesini Çar’ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım. Çarla görüşmek üzere beni hâlâ Tiflis’e çağırıp duruyorsunuz. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bildiriyorum. Bu yüzden fâni vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin kararımı aslâ değiştirmeyeceğim. Savaşacağım...Cevâbım bundan ibârettir. Nikola’ya ve kölelerine böylece mâlûm ola...” dedi.

Kırım Savaşı (1853-1856) yıllarında yapılan plâna göre Şeyh Şâmil, Tiflis üzerine yürüyecek müttefik Türk , Fransız ve İngiliz kuvvetleri Karadeniz’in batısından ve güneyinden Ermenistan üzerine taarruz edecekti. Şeyh Şâmil’e gerekli yardımın yapılamamış olması ve İngiliz ve Fransızların huyları icâbı ihânet etmeleri sebebiyle, Şeyh Şâmil’in Tiflis üzerine başlattığı yürüyüş yarım kaldı. Kırım Savaşı sonrası Rusların yeni çarı Aleksandr, Kafkasya meselesine daha çok eğilmek imkânı buldu. Rus kuvvetleri, Şeyh Şâmil’in Anadolu’dan ve İran’dan gelen silâh ikmâl yollarını kestiler. Dayanma güçleri azalmış bâzı kabîleleri satın almaya muvaffak oldular. İlk önce, iki yıl mukâvemetten sonra Çeçenistan Rusların eline geçti. Bu hâdiseden sonra, birçok küçük cemâatler ayrılarak Şeyh Şâmil’in naiblerini terk ettiler. Dağıstan tamâmen sarıldı. Çarpışa çarpışa Kuzey Dağıstan’ın hâkim mevki Gunib’e ulaştı. Âilesi ve çocukları Gâzi Muhammed ve Muhammed Şefi de kendisine iltihak etti. Dört yüz kişilik mücâhid grubuyla kaleyi müdâfaaya başladıysa da, tam teşkilâtlı on dört Rus taburunun topçu ateşiyle sayıları yüze düşüverdi. Şeyh Şâmil 6 Eylül 1859 günü imzâladığı bir antlaşma netîcesinde iki oğluyla birlikte Ruslara teslim olmak mecbûriyetinde kaldı.

Şeyh Şâmil’i teslim alan Rusların komutanı Prens Baryantinsky ile yapılan antlaşmaya göre; Şeyh Şâmil maiyetiyle birlikte İstanbul’a gidecek, Dağıstan’ın iç işlerine karışılmayacak, asker toplanmayacaktı. Fakat Prens Baryantinsky, Gâzi Şâmil ile olan anlaşmasına riâyet etmedi ve Şeyh Şâmil’i Petersburg’a götürdü. Çar, kendisine görülmemiş bir karşılama merâsimi yaparak gönlünü almaya çalıştı. Kluga’da on sene ikâmete mecbûr tutuldu (1869).

Çar İkinci Aleksandr, onun şerefine verdiği bir ziyâfette; “Sizi soframızın misâfiri görmekle büyük şeref duymaktayım.” deyince, Şeyh Şâmil; “Asıl ben sizi soframda misâfir etseydim, büyük şeref duyardım.” cevâbını verdi.

Şeyh Şâmil, daha sonra hac için İstanbul ve Mısır üzerinden Hicaz’a gitmek üzere Rusya’yı terk etti. İstanbul’da Abdülazîz Hanın misâfiri oldu. Bütün arzuları yerine getirildi. Mısır’da Hidiv İsmâil Paşanın sarayında bir ay kadar ağırlandı ve bu arada Cezâyir kahramanı Emîr Abdülkâdir’le de görüştü.

1871’de Medîne’de Hakk’ın rahmetine kavuşan Şeyh Şâmil, Cennetü’l-Bakî Kabristanına defnedildi.

Şeyh Şâmil’in oğlu Mirliva Gâzi Muhammed Şâmil Paşa, Osmanlı hizmetine girdi. Doksanüç (1877-78) Harbinde Kafkasya cephesinde süvâri tugayına kumanda etti. Şeyh Şâmil’in torunlarından Saîd Şâmil, Medîne’de yaşarken sonradan İstanbul’a geldi. 1980’lerde İstanbul’da vefât etti.

ŞEYHÎ

On beşinci asrın büyük divan şâiri, sultân-üş-şuarâ. Asıl adı Yûsuf Sinân olan Şeyhî, Germiyan (Kütahya)lıdır. Tahminen 1271-75 târihlerinde doğmuş ve 1331 yılında vefât etmiştir. Asıl mesleği tabîblik olması sebebiyle Hekîm Sinân adıyla şöhret kazanan bu büyük şâir Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisâbı dolayısiyle Şeyhî lakabını almış ve böyle tanınmıştır.

İlk tahsiline devrinin kültür merkezlerinden biri olan Kütahya’da başladı. Şâir Ahmedî ve diğer âlimlerden ilim öğrendi. Daha sonra İran’a giderek diğer ilimlerin yanında tasavvuf, hikmet ve tıp tahsil eden Yûsuf Sinân, büyük âlim ve velî Seyyid Şerîf Cürcânî ile birlikte ilim öğrendi. Bilhassa tasavvuf büyükleriyle temâsını sağlayan bu tahsilinden sonra, tasavvuf ve edebiyâtta derin bilgiler kazanmış âlim ve değerli bir tabip hüviyetiyle döndü.

İran’dan dönüşü sırasında Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî’ye talebe olan ve bu sebeple Şeyhî mahlasını alan şâir, Kütahya’ya döndükten sonra attar dükkanı açarak hekimliğe başladı. Şiirle ilgili çalışmalarnı da sürdürüp Germiyan Beyi İkinci Yâkub Beye kasîdeler yazarak, onun husûsî tabibi, musâhib ve sohbet arkadaşı oldu.

Çelebi Sultan Mehmed Hanın 1415’te Karaman Seferi sırasında Ankara’da rahatsızlanması üzerine dâvet edilen Şeyhî, tedâvide gösterdiği başarı üzerine taltif edilerek Tokozlu köyü tımar olarak kendisine verildi. Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin nakline göre Osmanlı Devletinin ilk reîsületibbâsı olarak Sultan’ın husûsî tabipliğine getirildi.

Bu arada, Germiyanoğlu Yâkub Beyle de ilgisini kesmeyen Şeyhî, onun hakkında kasîde ve terci-i bendler nazmetti. 1421’de İkinci Murâd Hanın tahta geçmesinden sonra Osmanlı sarayıyla münâsebeti daha sıklaşmaya başladı. İkinci Murâd Hanın emriyle Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsini tercüme etmeye başladı. Hüsrev ü Şîrîn’den bin beyit kadar tercüme edip Murâd Hana sunduktan sonra Germiyan’a döndü. Germiyan’da kaldığı bu yıllarda Mehmed Paşa ve 1426-27 yıllarında da Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey için kasîdeler yazdı. 1429 yılında Yâkub Beye yazdığı kasîdeden sonra hayatta olduğuna dâir bir kayda rastlanmadığından, 1431’de 60 yaşını geçtiği hâlde vefât ettiği tahmin edilmektedir. Mezârı Kütahya’ya yedi kilometre uzaklıktaki Çiftepınar köyü kıyısındadır. Kabri 1961 yılında yeniden yaptırılmıştır.

Divan şiirinin büyük ustası Ahmedî’nin ardından yetişerek klâsik kültür ve edebiyâtın birçok inceliklerini eserlerine aksettiren Şeyhî, Anadolu’daki Türk edebiyâtının kuruluş devrini devâm ettirmiştir. O da diğer çağdaşları gibi klâsik İran edebiyâtı zevkiyle yetişmiş ve Türkçeye, böyle bir sanat anlayışı içinde millîleşen eserler kazandırmıştır.

Şeyhî, çağının dînî ve ictimâî yaşayışını peygamberlerin hayatlarını ve bilhassa tasavvuf kültür ve inanışlarını şiirlerinde işlemiş, divan şiiri sanatlarını, mecaz ve mazmunlarını incelik ve ustalıkla kullanmıştır.

Daha ziyade sofî mîzaçlı, zarîf, nüktedân olan Şeyhî’nin kendisine yöneltilen bâzı haksızlıkları hassâsiyet ve tevekkülle karşıladığı eserlerinden anlaşılmaktadır. Bâzı eserlerinde devrinden ve muhitinden şikâyet ederken, bunlarda sanatkâr rûhunu ve gurûrunu tatmin edememekten ileri gelen bir hırçınlık ve asâbiyet görülmez. Bilhassa onda, sükûn, tevekkül, teslimiyet ve huzûr sezilmektedir. Bu hâli, tasavvuf ilminde yüksek derecelere ulaşması ve Hacı ve Bayrâm gibi bir büyük zâta bağlanmasıyla îzâh edilebilir.

Eserleri:

Şeyhî’nin hâlen mevcut eserleri; Dîvân, Harnâme ve Hüsrev ü Şîrîn’den ibârettir. Bunlardan başka Ney-nâme adlı ufak bir mesnevîsiyle tıbba dâir manzum bir eseri ve Hâb-nâme adını taşıyan Farsçadan çevrilmiş bir mesnevîsinin de bulunduğu bilinmektedir.

1. Dîvân: İstanbul kütüphânelerinde hâlen altı yazma nüshası vardır. Millet Kütüphânesi, Ali Emîri kısmı, 238 numarada bulunan nüshanın Türk Dil Kurumu tarafından tıbkıbasımı yapılmıştır. Yirmi kasîde, iki terkîb-i bend, üç tercî, iki müstezâd ve iki yüz kadar da gazelden meydana gelmiştir. Eserden seçmeler yapan Prof. Dr. Faruk Timurtaş, Şeyhî’nin hayâtı ve sanatına yer vererek yayınlamıştır.

2.Harnâme: Yük taşımakta pekçok sıkıntılar çeken, çelimsiz bir eşeği ele alan Şeyhî, semiz bir öküz gibi olmaya çalışan bu eşeğin başına gelenleri anlatan hiciv sahasında yazılmış bir mesnevîdir. 126 beyitten meydana gelen eser, 4 kısımdır. İlk on iki beyit Allahü teâlânın varlığı, birliği, Peygamber efendimizin üstünlüklerini belirten tevhid ve nât; yirmi altı beyti de pâdişâhı medhidir. Eser rahmetli Prof. Faruk Timurtaş tarafından neşredilmiştir.

3. Hüsrev ü Şîrîn: Esere, Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî tarafından zeyl (ek) yapılmıştır. İkinci Murâd Hanın emriyle Nîzâmî’nin aynı adlı mesnevîsinden tercüme edilen bu eser, mefâîlün mefâîlün feûlün kalıbıyladır. 6944 beyitten meydana gelir. Eserde hikâyeye girmeden önce, 775 beyitlik bir kısım gelmektedir. Bu kısım, duâ, münâcât, tevhîd, nât, yaratılış ve yaratıcıya âit hikmet bahsi, kitabın yazılış sebebi, İkinci Murâd Hana medhiyeler ve Pâdişâh’a nasîhat yollu hitâb başlıklarını taşıyan mesnevî ve kasîde şekilleriyle yazılmış 15 parça manzûmeden meydana gelmiştir. Esas hikâye 11 bölümdür ve mesnevîde gerek Hüsrev ve Ferhâd ve gerekse Şîrîn ağzından söylenmiş 26 gazel bulunmaktadır. Ayrıca Şîrîn tarafından söylenen kasîde şeklinde bir münâcâtla Ferhâd’ın dilinden söylenmiş yedi bendlik bir tercî-i bend de bulunmaktadır.

Çok okunan bu mesnevînin nüshaları oldukça fazladır. Prof. Dr. Faruk Timurtaş tarafından bir incelemeyle 1963 yılında yayınlanmış ve 1980 yılında ikinci baskısı yapılmıştır. Prof. Dr. Timurtaş ayrıca Şeyhî ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerine Bir Gramer Araştırması adlı eseriyle Şeyhî’nin Türk dilindeki yerini ve ustalığını geniş olarak ele almıştır.

           Harnâme’den

Bir eşek var idi zaîf ü nizâr

Yük elinden kati şikeste vü zâr

 

Gâh odunda ü gâh suda idi

Dün ü gün kahr ile kısuda idi

 

Ol kadar çeker idi yükler ağır

Ki teninde tü komamıştı yağır

 

Bir gün ıssı eder himâyet ana

Yâni kim gösterir inâyet ana

 

Aldı palanını vü saldı ota

Otlayarak biraz yürüdü öte

 

Gördü otlakta yürür öküzler

Odlu gözler ü gerlü göğüzler

 

Har-ı miskîn eder iken seyrân

Kaldı görüp sığırları hayrân

 

Ne yular derdi vü ne gâm-ı pâlân

Ne yük altında haste vü nâlân

 

Acebe kaluru tefekkür eder

Kendi ahvâlini tasavvur eder

 

Ki biriz bunlar ile hilkâtte

Elde ayakta, şeklü sûrette

 

Bunların başlarına tâc neden?

Bizde bu fakr-ü ihtiyac neden?

 

Var idi bir eşek ferasetlü

Hem ulu yollu hem kisayetlü

 

Ol ulu katına bu miskin har

Vardı yüz sürdü, dedi ey server!

 

Sen eşekler içinde kâmilsin

Âkil ü şeyh u ehl ü fâzılsın

 

Nesebindir mesel hatîblere

Nefesin hoş gelir ediblere

 

Bugün otlakta gördüm öküzler

Gerüban yürür idi göğüzler

 

Herbirisi semiz ü kuvvetli

İçü vü dışı yağlı vü etlü

 

Yok mudur gökte bizim yıldızımız

K’olmadı yer yüzünden boynuzumuz

 

Barkeşlikte çün biziz fâik

Boynuza niçin olmadık lâyık

 

Böyle verdi cevap, pir eşek:

Ey belâ bendine esir eşek

 

Ki, öküzü yaradıcak Hallâk

Sebeb-i rızk kıldı ol Rezzâk

 

Dünü gün arpa buğday işlerler

Anı işleyüp anı dişlerler

 

Bize çoktur hakîkî buyrukta

Nice boynuz! kulak ve kuyruk da

 

Duttu yüz derd ile zaîf eşek

Zâr u dilhaste vü nahîf eşek

 

Varayın ben de buğday işleyeyin

Anda yaylayıp anda kışlayayın

 

Gezerek gördü bir göğermiş ekin

Sanki tutardı ol ekin ile kin

 

Aşk ile depti, girdi işlemeğe

Gâh ayaklayu gâh dişlemeğe

 

Arpa gördü göğermiş, aç eşek

Buldu can derdine ilâç eşek

 

Öyle yerdi gök ekini terle

Ki gören der “Zehî kara tarla!”

 

Başladı ırlayup çağırmağa

Anıp ağır yükün anırmağa

 

Çıkarır har, çün enkerü’l-asvât

Ekin ıssına arz olur arasat

 

Ağaç elinde azm-i râh etti

Tarlasın göricek bir âh etti

 

Yüreği sovumadı sövmek ile

Olmadı eşeği dövmek ile

 

Bıçağın çekti kodu ayruğunu

Kesti kulağını vü kuyruğunu

 

Kaçar eşşek acıyarak canı

Dökülüp yaşı yerine kanı

 

Uğrayu geldi Pir eşek nâgâh

Sordu hâlini, kıldı derd ile âh

 

Boynuz isteyü haktan ayrıldım

Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım