ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR

Araştırmacı ve yazar. Balkan göçmeni fakir bir âilenin çocuğu olan Şevket Süreyya Aydemir, 1897 senesinde Edirne’de doğdu. Edirne Muallim Mektebinde okurken Turancı görüşü benimsedi.

Birinci Dünyâ Savaşı sırasında gönüllü olarak askere yazıldı. Kafkasya Cephesine giderek savaştı. 1919’da öğretmenlik yapmak üzere Âzerbaycan’a gitti. Burada bulunduğu sırada Sovyet Devriminin etkisinde kalarak Komünist fikirleri benimsedi. Türkiye Komünist Partisine (TKP) girdi. Bakü’de toplananDoğu Halkları Kongresine katıldı.Moskova’ya giderek, Moskova Üniversitesinde İktisat öğrenimi gördü. 1923 senesinde Türkiye’ye döndü. TKP idârecileri arasında yer aldı. Komünist fikir ve görüşleri yaymaya çalışan Aydınlık dergisinde yazılar yazdı. 1925 senesinde dergi kapatılınca, dergide yayınlanan yazıları sebebiyle tutuklandı. Ankara İstiklâl Mahkemesinde yargılanarak 10 yıl hapis cezâsına çarptırıldı. Birbuçuk yıl sonra çıkarılan aftan faydalanarak serbest bırakıldı. 1927 senesinde tekrar tutuklanarak yargılandı fakat berât etti. Bundan sonra komünizm çizgisinden ayrılıp bir nevî milliyetçi komünizm anlayışını savunmaya başladıysa da Türkiye için geçerli düşüncenin Kemalizm olduğu görüşüne döndü.

1928 senesinde devlet hizmetine alınarak Yüksek Teknik Öğretim Umûm müdür yardımcılığına getirildi. Ankara Belediyesi İktisat Müdürlüğü, Ankara Ticâret Mektebi Kurucu Müdürlüğü, İktisat Vekâleti Sanâyi Tetkik Heyeti Reisliği, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Üyeliği yaptı. 1932-1934 seneleri arasında kapitalizm ve komünizmden farklı milliyetçi-devletçi bir üçüncü kalkınma yolunu tavsiye eden Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Bu arada devlet kademelerindeki vazifelerine devam etti.

1951 senesinde devlet memuriyetinden emekli olunca kendini tamâmen eser yazmaya verdi. Daha önce yazdığı Cihan İktisâdiyatında Türkiye, İnkılap veKadro, Lenin ve Leninizm adlı eserlerinden başka kendi hayat hikâyesini anlattığı Suyu Arayan Adam adlı eserini yazdı. 1962 senesinde Sosyalist Kültür Derneği kurucuları arasında yer aldı. Toprak Uyanırsa adlı romanından başka Tek Adam (3 cilt), İkinciAdam (3 cilt), Menderesin Dramı, Enver Paşa, İhtilâlin Mantığı, Kahramanlar Doğmalıydı ve Kırmızı Mektuplar adlı eserleri neşr etti.

Bu eserlerinde o dönemlerin siyâsî ve sosyal yaşayışının tahlîlini yapan Şevket Süreyya Aydemir, 25 Nisan 1976’da Ankara’da öldü.

ŞEYBÂNÎLER

On beş ve on altıncı yüzyıllarda Mâverâünnehr’de hüküm süren Türk İslâm devleti. Adını Muhammed Şeybânî Handan alan bu devlete Özbekler de denir.

Tîmûr Hanın 1405’te ölümünden sonra zayıflayan Tîmûr İmparatorluğu parçalanmaya başladı. Bu sırada Aral Gölünün ve Seyhun Irmağının kuzeyindeki bölgede dağınık olarak yaşayan Özbekler, Ebü’l-Hayr’ın idâresinde toplanarak, 1428’de onu kendilerine han îlân ettiler. Özbeklerden ayrılan Kırgız Kazaklarını yeniden hâkimiyeti altına almaya çalışan Ebü’l-Hayr, 1468’de bir savaşta vefât etti. Ebü’l-Hayr’ın vefâtından sonra, Özbekler, Çağatay Moğol hükümdârı Yûnus Hana yenilerek dağıldılar. Yûnus Han, Ebü’l-Hayr’ın oğlu Şâh Budak’ı öldürttü. Dağınık hâlde bulunan Özbekler, bu hâdise üzerine Şâh Budak’ın oğlu Muhammed Şeybek (Şeybânî)in etrâfında tekrar toplanarak güneye doğru inmeye başladılar.

Bu hâdiseden sonra, Şeybânîler adını alan Özbekler, ilk zamanlar Çağatay Hanı Mahmûd Hanın himâyesine girerek Türkistan’a yerleştiler. Bu sırada Tîmûroğulları Devletindeki iç karışıklıktan istifâde ederek, 1500’de Buhârâ’yı zaptedip, Tîmûr Hânedânına son verdiler. Mâverâünnehr tahtına Muhammed Şeybek geçti. Harezm, Hive, Belh ve Herat’ı ele geçirdiler. Çağatayların elinde bulunan Taşkent’i de zapteden Özbekler, Çağatay Hanı Mahmûd Hanla kardeşi Ahmed Hanı esir aldılar. Böylece Türkistan, Mâverâünnehr, Fergana ve Horasan bölgelerine hâkim olup, Orta Asya’nın en güçlü devleti hâline geldiler.

İran’da bulunan Akkoyunlu Devletini yıkarak, hâkimiyeti ele alan ve koyu Eshâb-ı kirâm düşmanı olan Safevîler, sünnî îtikâdda olan Özbeklere karşı Horasan’ı ele geçirmek üzere harekete geçtiler. Ehl-i sünnet Müslümanların hâmisi durumunda olan Muhammed Şeybek, Şâh İsmâil’in Ehl-i sünnet îtikâdını kabul etmesini ve kendisine boyun eğmesini istedi. İsteklerinin yerine getirilmemesi hâlinde bütün Âzerbaycan ve İran topraklarını elinden alacağını bildirdi. Bu sırada Osmanlıların da desteğini alan Özbekler, Safevîlere karşı mücâdeleye başladılar. İkinci Bâyezîd Han, Muhammed Şeybek’i, Şâh İsmâil’e savaş açması için destekledi. Muhammed Şeybek’in oğlu Muhammed’in, Kırgızların saldırısına uğramasını fırsat bilen Safevîler, harekete geçerek Horasan’ı zaptedip Meşhed’e girdiler. Merv yakınlarında Özbekleri mağlup ederek Muhammed Şeybek’i şehit ettiler (1510).

Yeniden bir araya gelen Özbekler, 1512’de Şiî-Safevî kumandanı Necmî Sânî ile Bâbür’ü Goncdevan’da büyük mağlubiyete uğrattılar. Böylece Buhârâ, Semerkand ve Mâverâünnehr bölgeleri tekrar Özbeklerin hâkimiyetine girdi. Yeniden iktidârı ele alan Şeybânîler Hânedânı, 16. yüzyıl boyunca, Mâverâünnehr bölgesinde hüküm sürdü. Semerkand’ı devlet merkezi olarak seçen Özbekler, Muhammed Şeybek’in amcası Köçküncü Han devrinde Horasan’ın bir bölümünü, Meşhed ve Esterâbâd’ı Safevîlerden aldılar. Fakat Meşhed ve Herat yakınlarındaki Türbe-i Şeyh-i Cem denilen yerde yapılan savaşta Şâh Tahmasb’a yenilince, buralar yeniden ellerinden çıktı. Bu sırada Hindistan’da bir Müslüman-Türk devleti kuran Bâbür, Özbeklerin mağlubiyetinden istifâde ederek, Mâverâünnehr bölgesini ele geçirmek istedi. Oğlu Hümâyûn Şâhı, Semerkand üzerine gönderdi. Fakat Özbeklerin güçlü olması ve Bâbür’ün Hindistan’daki işleri sebebiyle bir sonuç alamadı.

Muhammed Şeybek’ten sonraki Özbek hanlarının en güçlüsü olan İkinci Abdullah Han, dağılan Özbek boylarını toplayıp güçlü bir hâle getirdi. 1557’de Buhârâ’yı tekrar ele geçirerek başşehir yaptı. Babası İskender’i bütün Özbeklerin hanı îlân etti. Belh, Semerkand ve Taşkent ile Sirideryâ (Ceyhun)nın kuzeyindeki bölgeyi ve Fergana’yı tekrar hâkimiyeti altına aldı. Babası adına hüküm sürdü. 1582’de Sarı su ve Turgay arasındaki Uludağ’a kadar uzanan bir sefer düzenleyip, Bedehşân, Horasan, Gîlan ve Harezm’i ele geçirdi. 1583’ten îtibâren ülkeyi kendisi idâre etti. İran Şâhı Abbâs, 1597’de Herat’ta Özbekleri yenerek Horasan’ı ele geçirdi. İkinci Abdullah Hanın oğlu Abdülmü’min, Belh’i idâre etmekteyken babasına isyân etti. Bunu fırsat bilen Kırgızlar, Taşkent bölgesini işgâl ettiler. 1598’de İkinci Abdullah Hanın vefât etmesinden altı ay sonra oğlu Abdülmü’min de öldürülünce, Özbekler ülkesinde hâkimiyet Şeybânîlere akrabâ olan Canoğullarına (Astırhân Hanları) geçti.

Şeybânîler, 16. yüzyıl boyunca İran’daki Şiî-Safevîlerle devamlı olarak savaştılar. Ehl-i sünnet olan Osmanlılar ve Hindistan’daki Bâbürlülerle iyi münâsebetler kurmaya çalıştılar. Mâverâünnehr’de zirâat, ticâret, güzel sanatlar ve kültürü geliştirdiler. Ülkede huzur ve emniyeti sağlayıp, iktisâdî refah seviyesini yükselttiler. Ticâret yolları üzerinde kervansaray ve köprü inşâ ettirip, kıymetli mâdenlerden, alım gücü yüksek para kestirdiler. Sulama kanalları açarak, zirâî verimi yükselttiler. Şeybânî hanları kültürlü kimseler olup, âlim ve sanatkârları himâye ederlerdi.

Şeybânî Hükümdarları

Ebü’l-Hayr

(1428-1468)

Muhammed Şeybânî 

 (1500-1510)

Köçküncü

(1510-1531)

Muzafereddîn Ebû Saîd

(1531-1534)

Ebü’l-Gâzi

(1534-1539)

Abdullah-I

(1539-1540)

Abdüllâtif

(1540-1552)

Nevrûz Ahmed

(1552-1556)

Pir Muhammed-I

(1556-1561)

İskender

(1561-1583)

Abdullah-II

(1583-1598)

Abdülmü’min 

(1598)

Pir Muhammed-II

(1598)

ŞEYH AHMED CEZERÎ (Cüzeyrî)

Evliyânın büyüklerinden. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. 1480-1580 seneleri arasında yetmiş beş sene yaşadığı tahmin edilmektedir. Daha önce yaşadığı rivâyeti de vardır. Kabri, Cizre’de Kırmızı Medresededir.

Ahmed Cezerî hazretleri, ilim tahsiline, âlim ve fâzıl bir zât olan babası MuhammedEfendiden ders alarak başladı. Arabî ve Fârisî’yi mükemmel bir şekilde öğrendi. Bundan sonra Diyarbekir, İmâdiye ve Hakkâri’de ilim tahsil etti. Doğu Anadolu’nun pekçok şehir ve kasabalarını gezip gördü. Tahsilini tamamlayarak Diyarbekir’de icâzet (diploma) aldı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden feyz alarak kemâle geldi. Halk arasında Şeyh Ahmed Cüzeyrî ve Molla Cizirî isimleriyle tanınıp çok sevildi. Bilhassa iki bin beytlik çok içli ve yanık bir tarzda yazdığı Dîvân’ı meşhur oldu.

Bir müddet Cizre’de kaldıktan sonra Diyârbekir’e gitti. Yedi sene orada kaldıktan sonra tekrar Cizre’ye döndü. Cizre, Akkoyunlulardan alındığında,AhmedCezerî orada bulunuyordu. CizreEmîri İkinci Şeref, Cizre’de bir medrese yaptırdı. Medreset-ül-Hamrâ (Kırmızı Medrese) adı verilen bu medresenin masraflarını karşılamak üzere de kendi malından arâzi ve köy vakfetti. Yine bahçeleri ve meyvesiyle meşhur güzel bir mesîre yeri olanAndabor’u ve Sarıtarla denilen Hırbezur köyünü vakfetti. Ahmed Cezerî, bu medresenin müderrisleri arasında yer aldı. Ömrünü bu medresede ilim öğretmekle geçirdi.

Emir İkinci Şeref, Cizre’yi Akkoyunlulardan aldıktan sonra, Şâh İsmâil’in gönderdiği orduya karşı gâlip geldi. Üç defâ Şâh İsmâil’in taarruzuna uğradı, fakat üçünde deCizre’yi savunup muzaffer oldu. Bu durum üzerine İkinci Şeref, hem halk tarafından, hem de zamânın büyük âlimi ve evliyâsı AhmedCezerî tarafından çok sevildi. Ahmed Cezerî onun için, bir Fetih Kasîdesi yazdı.

Ahmed Cezerî hazretleri, Cizre Emîri İkinci Şeref’in oğlu Emir İmâdeddîn ile dosttu. Birbirlerine karşılıklı şiirler yazıp gönderirlerdi. Karşılıklı yazdıkları bu şiirler; “Molla dedi”, “Emir dedi” mânâsında Guften Molla Guften Emir adlı kitapta toplanmıştır.

Emir İmâdeddîn ile AhmedCezerî arasındaki yakınlık mezarda da devâm etmiş, vefât edince ikisi de, Kırmızı Medresede aynı kubbe altına gömülmüşlerdir.

Hiç evlenmemiş olanAhmed Cezerî’nin (rahmetullahi aleyh) diğer bir eseri olan Guften Molla Guften Faka (Fakih)’dan ve Dîvân’ından başka kitaplarının da olduğu rivâyet edilmektedir. Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethine dâir de; “Ey Şehinşâh-ı Muazzam” diye başlayan bir kasîde yazmıştır.

Ahmed Cezerî’nin, Cüzeyrî Dîvânı adıyla meşhur dîvânı asırlardan beri şevkle okunmuş ve ehli bu dîvândan çok tad almıştır. Dîvânı Farsça, Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almanca’ya tercüme edilmiştir. Arapça şerhleri vardır.

Ahmed Cezerî, bir rubâîsinde şöyle demektedir:

Mumun başı ışık vermez,

Eğer gönülden perhiz tutmazsa,

Aşk kadehinden zevk almaz,

Ruh kendisini kötülüklerden sakınmazsa.

Bu şiirinde; mum ve fitil misâli gibi maddî ve mânevî her türlü kötülüklerden sakınmadıkça, insanın saâdete kavuşamayacağını dile getirmektedir.

Bir menkıbesi şöyledir: Ahmed Cezerî, Medreset-ül-Hamrâ (Kırmızı Medrese) da kasîdelerini okurken, bir taşa yaslanırdı. Yaslandığı taş onun aşk ateşiyle çok ısınırdı. Bunun farkına varan bir ihtiyâr nine, hamurunu o taş üzerine koyarak taşın ısısı ile ekmeğini pişirirdi.

ŞEYH BEDREDDÎN

Osmanlı Devletinin idâresini ele geçirmek isteyen bâtınî lideri. Dedesi Abdülazîz, Sultan Birinci Murâd Hanın ilk zamanlarında Dimetoka’da ölmüş, babası İsrâil ise, Dimetoka’daki Bizans kumandanının kızıyla evlenerek Samavna Kalesine kâdı tâyin edilmişti. Bu evlilikten 1368 senesinde Şeyh Bedreddîn doğdu. Simavne Kâdısı oğlu diye biliniyorsa da sonradan yakıştırma sûretiyle yanlışlıkla Kütahya’nın Simav kasabasına nisbet edilerek Bedreddîn Simavî denildi.

Şeyh Bedreddîn küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlmini arttırmak için önce Bursa, sonra Konya ve Kâhire’ye gitti. Kâhire’de büyük âlim Seyyid Şerîf Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa ile berâber Mübârekşâh Mantıkî’den din ilimleri, felsefe ve mantık okudu. Tahsilini tamamladıktan sonra Tebriz’e giderek, Tîmûr Hanın huzûrunda yapılan ilmî sohbetlere iştirak etti. Daha sonra Kazvin’e giden Şeyh Bedreddîn, burada doğru yoldan ayrılarak sapık Bâtınîlik fırkasına girdi. Dönüşünde Memlûk Sultânı MelikZâhir Berkuk’un oğlu Ferec’e hoca tâyin edildi. Bir müddet sonra Anadolu’ya dönerek Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer bâzı Batı Anadolu şehirlerini dolaştı.

Daha sonra Edirne’ye yerleşen Şeyh Bedreddîn’in bu faaliyetleri Osmanlı Devletinin fetret devrine tesâdüf etmiştir. Edirne’de hükümdârlığını îlân eden Mûsâ Çelebi, Şeyh Bedreddîn’i kazasker tâyin ederek, bilmeden onun nüfûzunun yayılmasına yardım etti. Bundan istifâde eden Şeyh Bedreddîn, sinsi bir şekilde faaliyetlerine hız verdi. Onun asıl gâyesi devlet idâresini eline geçirmekti. Ancak Çelebi Mehmed Han, kardeşi Mûsâ Çelebi’yi yenip birliği sağlayarak devlete hâkim olunca, Şeyh Bedreddîn’i görevinden alarak, İzmit’te mecbûrî ikâmete memur etti.

İzmit’te yerleşen Şeyh Bedreddîn, Osmanoğullarının saltanatını yıkmak için, câhil halk tabakası üzerinde etkili olabilecek fikirlerini yaymak için kitaplar yazdı. Her türlü mülkiyetin kaldırılması ve toprakla malın müşterek olmasını tavsiye eden Şeyh Bedreddîn, komünizme benzeyen bir sistemi halk arasında yaymaya başladı. Aynı zamanda bâtınîlik propagandası yaparak Ehl-i sünnet akîdelerini yıkmaya çalıştı.

Şeyh Bedreddîn’in, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde halîfeleri vardı. Bunlar arasında bilhassa İzmir civârındaki Karaburun’da bulunan Börklüce Mustafa adındaki halîfesi, etrâfında binlerce taraftar topladı. Şeyh Bedreddîn hacca gitmek bahânesiyle Kastamonu’ya ve oradan da Sinop’a geçerek, bir gemiyle Kefe limanına çıktı. Daha sonra Eflak Voyvodasının yanına gitti. Eflak Voyvodası Türk hâkimiyetinden kurtulmak ümîdiyle Bedreddîn’e elinden gelen yardımı yaptı.

Böylece Rumeli’de Şeyh Bedreddîn, Karaburun’da Börklüce Mustafa, Manisa’da Börklüce’nin sağ kolu Yahûdî dönmesi Torlak Kemâl, devlete isyân bayrağını açtılar. Tuna’nın güneyine geçen Bedreddîn, ne kadar âsî varsa etrâfına toplayarak Deliorman’da kuvvetlerini arttırdı. Börklüce Mustafa’nın beş bin kişiyle İzmir sancakbeyini yenmesi üzerine isyân korkunç bir hâl aldı. Son olarak Saruhan sancak beyinin Börklüce’ye yenilmesi Çelebi Sultan Mehmed Hanı harekete geçirdi. Velîahd Şehzâde Murâdın yanına Vezîriâzam Bâyezîd Paşayı katıp Börklüce’nin üzerine gönderdi. Bâyezîd Paşa yapılan muhârebede âsîlerin pekçoğunu imhâ etti. Kalanını esir aldı. Esirlerin çoğunu, sorgulamadan sonra cezâlandırdı. Börklüce Mustafa mahkeme edildikten sonra îdâmına karar verildi ve karar yerine getirildi. Manisa civârında Torlak Kemâl ile 3000 âsî de yakalanıp öldürüldü. Anadolu’da isyânın bastırıldığını öğrenen Şeyh Bedreddîn, Deliorman’da müşkül vaziyette kaldı. Çünkü etrâfında bulunan çapulcuların büyük bir kısmı Anadolu’daki isyânın bastırıldığını duyarak kaçmışlardı. Bu sebeple Bâyezîd Paşa Rumeli’ye geçerek, Bedreddîn ve taraftarlarını Deliorman’da küçük bir çarpışmadan sonra kolaylıkla yakaladı. Kardeşi Mustafa Çelebi’ye karşı Rumeli’ye geçmiş olan Çelebi Sultan Mehmed Hanın bulunduğu Serez’e yolladı. Sultan Mehmed Han, onu Mevlânâ Haydar başkanlığındaki mahkemenin huzûruna çıkarttı.

Bedreddîn, Heratlı Mevlânâ Haydar’ın suâlleri netîcesinde suçlu ve cezâsının îdâm olduğunu bizzât kabul etti. 1420 senesinde Serez pazarında asıldı. Bu sûretle Mustafa Çelebi hâdisesi ile aynı zamanda vukû bulan ve devleti çok zor duruma sokan ayaklanma, Bâyezîd Paşanın gayret ve çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı.

Şeyh Bedreddîn, Ehl-i sünnet akîdesini çok iyi öğrenmişti. Sonraları sapıtarak Peygamber efendimizin yolunu yıkmak için sinsi fikirleri yansıtan bir çok kitap yazdı. Bâtınî îtikâdına göre yazdığı Vâridât adlı eserinde, Cennet’i, Cehennem’i ve kıyâmette insanların dirileceğini inkâr etmektedir.

ŞEYH GÂLİB

On sekizinci yüzyıl divan şâirlerinden. Asıl ismi Mehmed olan Şeyh Gâlib, 1757’de İstanbul’un Yenikapı semtinde dünyâya geldi. Babası Mustafa Reşit Efendidir. İlk tahsilini yalnız babasından almıştır. Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Efendiden din ve tasavvuf; Şâir Hoca Neş’et’ten de edebiyat dersi almış olduğu Dîvân’ındaki manzumelerinden anlaşılmaktadır. Mevlevî çevrelerde yetişti. Önce Esad, sonra da Gâlib mahlasıyla yazdığı şiirleri toplayarak 24 yaşında Dîvân’ını tertip etti (1780); iki yıl sonra Hüsnü Aşk’ı yazdı (1782). Mevlâna Dergâhında girdiği çile’sini İstanbul’a dönerek Yenikapı Mevlevîhânesinde tamamladı. Sütlüce’de aldığı bir evde anne ve babasıyla bir süre inzivâ hayâtı yaşadıktan sonra Galata Mevlevîhânesine Şeyh oldu. Sultan Üçüncü Selim’in kızkardeşleri Beyhan ve Hatice Sultanların takdir ve iltifatlarını kazandı. Üçüncü Selim Han için söylediği güzel kasîdeleri vardır. Gazelleri sofiyâne heyecanlarla doludur.

Şeyh Gâlib, 1799’da öldü. Mezarı, Beyoğlu Tünel yakınında olup, şimdi Divan Edebiyatı Müzesi olan Galata Mevlevîhânesi bahçesindedir.

Şeyh Gâlib, şiirlerinde halk deyimlerine, İstanbul konuşmasının özelliklerine değer vermiş, hatta hece vezniyle şiirler yazmıştır.

Şeyh Gâlib’in, çok süslü, çok renkli, zengin mecazlar ve istiârelerle dolu yüksek bir şiir dilivardır. O da bütün divan şâirleri gibi, kelime hünerlerine yer vermiş; hattâ zengin hayallerini ve hayal oyunlarını, dilimize Arapça ve Farsçadan yeni kelimeler getirerek söylemiş; o zamana kadar her çeşit sözün söylendiği sanılan bu edebiyatta yeni bir hamle yapmıştır.

Eserleri:

1. Dîvan: Divan şiirinin çeşitli nazım şekilleriyle söylenmiş şiirleri vardır.

2. Hüsn ü Aşk: Şeyh Gâlib’in ve edebiyatımızın ünlü mesnevîsidir. Hüsn ü Aşk, zengin bir duyuş ve düşünüşle söylenmiş, hikâyeden çok, şiir diliyle ve yine ilâhî aşk yolunda katlanılması gereken zorlukları belirtmek gâyesiyle yazılmış bir eserdir. Kendi türündeki mesnevîlerin hiçbirinde rastlanmayan bir tasvir, hayâl, kompozisyon güzelliğine sâhiptir. Yazar bir mecliste Nâbî’nin Hayrâbâd isimli mesnevîsinden daha güzel bir eser yazabileceği iddiasında bulunmuş ve eserini bu iddiayı ispat maksadıyla yazmıştır. Böylelikle 26 yaşındayken meydana koyduğu Hüsn ü Aşk, yalnız Nâbî’nin eserinden üstün olmakla kalmamış, aynı zamanda bütün divan edebiyatımızın en güzel ve son mesnevîlerinden biri olmuştur.

Şeyh Gâlib, Hüsnü Aşk’ı yazarken Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden ilham aldığını söylemiştir. Eser’de Nizâmî’nin ve Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’undan da izler vardır. Yapı ve şekil bakımından diğer mesnevîlerden farklı değildir. Tek ayrılık öncekilerde arada bir yer alan gazellere karşılık Şeyh Galib’in “tardiyye” ismini verdiği muhammeslerin bulunuşudur. Tardiyyeler mesnevînin en güzel parçalarıdır. Bunlar bağımsız birer manzume olarak da kabul edilebilir.

Eserin konusu: Benî Mahabbet isimli fakir bir Arap kabilesinde aynı gecede dünyâya gelen Hüsn ile Aşk, kabilenin ileri gelenlerince birbirlerine nişanlanırlar. Büyüdüklerinde aynı okula Mekteb-i Aşk’a gidip; aynı hoca Mollâ-yı Cünûn’dan ders alırlar. Hüsn, Aşk’ı sever. Kabilenin büyüğü Hayret, onların görüşmelerini engeller. Aşk ise, Mollâ-yı Cünûn’un tavsiyesine uyarak Hüsn’ü ister. Hüsn’ü alabilmesi için Aşk’ın “Kalp” ülkesine gidip, “Kimyâ”yı bulup getirmesi şart koşulur. Bu meşakkatli yolda Gayret ve Suhan, Aşk’a arkadaşlık ederler. Karşılaştığı engelleri birer birer aşan Aşk, sûretlerle bezenmiş olan Varlık şehrine girer. Nefy âleminde kendi hayallerine kapılan Aşk, cezbe ateşiyle bu şehri yakar, bu sûretlerden ve hayallerden kurtulur; böylece Hüsn’ün de Aşk’ın da aynı şey olduğunu anlayan Aşk, “vahdet” (birlik) sırrına erişir.

3. Şerh-i Cezire-i Mesnevî.

4. Es-Sohbetü’s-Safiyye.

Şeyh Galib’den şiirler:

Şarkı

Ey nihâl-i işve, bir nevres fidanımsın benim

Gördüğüm günden beri hâtır-nişânımsın benim

Ben, ne hâcet kim diyem “rûh-ı revânımsın benim

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim

 

Ey gül-i bâğ-ı vefâ, ma’lûmun olsun bu senin

Hâr-ı cevr ile sakın, terk eylemem pîrâhenin

Ölme var, ayrılma yoktur, öyle tuttum dâmenin

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim

Tardiyye (Hüsnü Aşk’tan alınmıştır)

Hoş geldin eyâ berîd-i cânân

Bahş-et bana bir nüvid-i cânân

Can ola fedâ-yı ıyd-ı cânân

Bîsûd ola mı ümid-i cânân

Yârin bize bir selâmı yok mu

 

Ey Hızr-ı fütâdegân söyle

Bu sırrı edüb iyân söyle

Ol sen bana tercemân söyle

Ketm-etme yegân yegân söyle

Gam defterinin temâmı yok mu

 

Yâ Rabb ne intizârdır bu

Geçmez nice rüzgârdır bu

Hep gussa vü hârhârdır bu

Duysam ki ne şîvekârdır bu

Vuslat gibi bir merâmı yok mu

 

Kâm aldı bu çerhden gedâlar

Ferdâlara kaldı âşinâlar

Durmaz mı ahdler, vefâlar

Geçmez mi bu etdiğim duâlar

Hâl-i dilin intizâmı yok mu

 

Dil hayret-i gamla lâl kaldı

Gâlib gibi bi-mecâl kaldı

Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı

El’ân bir ihtimâl kaldı

İnsâfın o yerde namı yok mu

Gazel

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâra düştü

Dayanır mı şişedir bu, reh-i sengsâre düştü

 

O zaman ki bezm-i canda bölüşüldü kâle-i kâm

Bize hisse-i muhabbet, dil-i pâre-pâre düştü

 

Gehî zîr-i serde desti, geh ayağı koltuğunda

Düşe kalka haste-i gam, der-i lutf-i yâre düştü

 

Erişip bahara bülbül, yenilendi sohbet-i gül

Yine nevbet-i tahammül dil-i bikarâre düştü

 

Meh-i bürc-i ârızında gönül oldu hâle mâil

Bana kendi tâliimden bu siyeh sitâre düştü

 

Süzülüp o çeşm-i âhû, dedi zevk-i vasla yâhû

Bu değildi n’eyleyim bu, yolum intizâra düştü

 

Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân.

Kimi terk-i nâm ü şâna kimi îtibâra düştü

ŞEYH SAÎD OLAYI

Doğu Anadolu’da 13 Şubat-15 Nisan 1925 târihleri arasında merkezî idâreye karşı ortaya çıkan muhâlefet hareketi.

Cumhûriyetin ilk yıllarında uygulanan politikalar, Anadolu’nun değişik yerlerinde olduğu gibi, Doğu Anadolu’da da çeşitli muhâlefet hareketlerine sebep oldu. Bu hareketlerden birisi de Diyarbakır’ın Eğil ilçesine bağlı Piran köyünde başlayıp bölgeye yayılan harekettir. Bu hareketin ortaya çıkışını Van eski Milletvekili İbrâhim Arvas Bey hâtıratında şöyle bildirmektedir: “Recep Peker’in Dâhiliye Vekilliği (İçişleri Bakanlığı) zamânındaki isyânın sebeb-i hakîkisi şuydu: Şeyh Saîd’in evinde düğüne dâvetli kalabalık bir grup vardı. On beş kişilik bir müfreze, bir küçük zâbit kumandasında, mahkeme tarafından istenilen bâzı adamları köylerinde aramışlar, hepsinin de Şeyh Saîd’in düğününde olduklarını öğrenmişlerdi. Ve doğru Şeyh Saîd’in evine gelerek müttehim (aranan) adamları istemişlerdi. Şeyh Saîd bunlara hitâben:

“Siz iki-üç gün benim misâfirim kalınız. Bu kalabalık dağıldıktan sonra bunları o zaman size teslim ederim; alıp götürün. Şimdi yedi-sekiz yüz silâhlı insan topluluğu var. Hepsi de birbirlerinin akrabâlarıdır. Siz bunları zorla götürmeye kalktınız mı, korkarım ki bir çatışma olur ve nâhoş bir netice verir. Sizden istirham ederim üç gün sabırlı olun, arzunuz tamâmen yerine gelir der. Küçük zâbit; “Hayır! Ben emir aldım. Bunları götüreceğim ve beklemem” diyerek neferlerle berâber onların bulunduğu yere gider: “Haydi, düşün önüme. Gideceğiz. Mahkeme sizi istiyor” der. Onlar da; “Düğün bitsin, sonra geliriz. Düğünü yarıda bırakmak ayıp olur” derler. Münâkaşa, sonunda müsâdemeye döner, silâhlar patlar, her iki taraftan da iki ölü ve yaralı olur. Kendi evinde asker ve zâbit vuruldu diye, Şeyh Saîd telâşa düşer ve yüksek dağ başındaki köyüne çekilir. Bu sefer Şeyh Saîd’i götürmeye gelen kuvvetle Şeyh Saîd’in adamları arasında müsâdeme başlar, ölü ve yaralananlar olur. Derken iş büyür ve isyan bu sûretle başlamış olur. Lâkin Şeyh Saîd Olayı hiçbir zaman Şark illerimize sirâyet etmedi. Ancak Çapakçur kazâsı bütün köyleriyle berâber Şeyh Saîd’e iltihak etti.”

İlk önce dar bir çevrede ortaya çıkan muhâlefet hareketine karşı alınacak tedbirler Bakanlar Kurulunda görüşüldü. Başbakan ve İçişleri Bakan Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey, hareketin dar bir çevrede olduğunu ve telaşa kapılınmamasını söyledi. Hükümetteki karşı grup ise hareketin geniş çaplı olduğunu, bu harekete karşı geniş tedbirler alınması gerektiğini savundular.

Târihî Hakikatler adlı kitapta Ali Fethi Beyin Başbakan ve İçişleri Bakan Vekili olarak şunları söylediği bildiriliyor: “Bütün Şark illerinin vâlilerine, jandarma alay kumandanlarına ve polis müdürlerine şifreyle isyânın oralarda olup olmadığını sordum. Aldığım cevapların hepsi bu isyânın hiçbir vilâyet, kazâ ve köylerinde emmâresi ve âsârı (eserleri) bulunmadığı mâhiyetindedir. Bu isyan yalnız ve yalnız Şeyh Saîd ile Çapakçur halkının isyânıdır. Çukurova’dan on sınıf ihtiyatı silâh altına çağırdım. Bunları Çapakçur’a sevk eder ve âsileri tedîb ederiz. Binâenaleyh ben Allah’a, târihe ve millete karşı elimi haksız kana boyayamam. Seve seve başvekaletten çekilirim.”

Ali Fethi Bey’in konuşmasından sonra söz alan İsmet (İnönü) Paşa ise; “Bu isyan âmdır, şâmildir ve müretteptir (umûmidir ve tertiplenmiştir). Yâni bütün şark vilâyetlerinin ileri gelen halkı hep bir araya toplanmış, müzâkere etmiş, bu isyana karar vermiş, öylece meydana getirmişlerdir. Binâenaleyh beni iktidâra getirirseniz ben İstiklâl Mahkemeleriyle Dîvân-ı Harb-i Örfîleri (sıkıyönetim mahkemelerini) kurar asar, keser ve sürerim” dedi.”

Konuşmalar ve tartışmalardan sonra Ali Fethi Okyar hükûmeti, Cumhûriyet Halk Fırkası grubunda yapılan güven oylaması neticesinde düştü. Yeni hükümeti İsmet İnönü kurdu. İsmet İnönü hükümetinin isteği doğrultusunda hazırlanan ve TBMM’den geçen 4 Mart 1341 (1925) târih ve 589 nolu Takrir-i Sükûn kânunuyla Şeyh Saîd ve arkadaşları üzerine gidildi. Alınan tedbirlerin uygulanması sırasında hareket giderek yaygınlaştı. Hareketle ilgili yayınlara konan yasak daha sonra başka tedbirleri de içine alacak şekilde genişletildi. Ankara ve Diyarbakır’da İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Bu sırada Diyarbakır’ı kuşatma altına alan Şeyh Saîd kuvvetleri, şehirdeki savunmayı kıramayınca geri çekilmeye başladı. Geniş çaplı bir askerî harekâtın neticesinde güç duruma düşen Şeyh Saîd kuvvetleri sıkıştırıldı. Harekette lider durumunda bulunan kimseler Solhan ve Palu’da yakalandılar. Şeyh Saîd de Varto yakınlarında Çarpuh köprüsünde ele geçirildi (15 Nisan 1925). Hareketle ilgisi olduğu iddia edilen bâzı gazete ve dergiler kapatıldı. Bunlar Tevhid-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Sayfa gazeteleriyle Sebîlürreşad ve Aydınlık dergileriydi. Bir müddet sonra bâzı gazeteciler de olayla ilgili görülüp tutuklandılar. Velîd Ebüzziya, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Eşref Edib, Sadri Edhem, Ahmed Emin Yalman, Subhi Nuri İleri, Ahmed Şükrü Esmer, İsmâil Müştak Mayakon, Abdülkadir Kemali Öğütçü bunlar arasındaydı. Diyarbakır’da kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından kısa süren yargılamalardan sonra Şeyh Saîd ile birlikte, ayaklanmayla ilgili olduğu bildirilen 47 kişi ölüm cezâsına çarptırıldı. Hüküm Diyarbakır’ın Siverek kapısında 29 Haziran 1925’te yerine getirildi.

Şeyh Saîd Olayı dolayısıyla çıkarılan Takrir-i Sükûn Kânunu’na dayanılarak, Cumhûriyet döneminde kurulan ilk muhâlefet partisi Terakkiperver Cumhûriyet Fırkası da 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Böylece çok partili hayâta geçiş yönünde atılan adımlar kesintiye uğradı.

Metin Toker, Seyh Saîd ve İsyânı adlı eserinde diyor ki: “Tanin’de Hüseyin Cahid Yalçın, Tevhidi Efkâr’da Velid Ebüzziyya, Vatan’da Ahmed Emin Yalman ve Sebîlürreşad’da Eşref Edib Ankara’nın idâreci kadrosunu küçümsüyor, onlarla alay ediyor, onlara hakâretler yağdırıyorlardı. Askerlerin işi bitmişti. Onların mesleği harp etmekti. Harp etmişlerdi. Şimdi memleketin idâresini tekrar sivillere bırakmaları lâzımdı. Kendilerinin sivil hayâta geçmeleri mânâ taşımıyordu. Memleketin bu görev için “yetişkin aydınlar”ı vardı.

Halbuki, Ankara’da kumanda mekanizmasının başına geçmiş olanlar, Gâzi Paşa dâhil, hiç de böyle bir niyetin sâhibi değildiler. Aksine, düşündükleri devrimi bizzat yapmak kararındaydılar ve karşılarında bulunanların bunu engellemek sevdâsında olduklarını biliyorlardı. Bu, bir iktidar mücâdelesiydi. Gâzi ve ekibi savaş sahalarında istilâcı kuvvetleri yendikten sonra, şimdi de memleketin idâresini ellerinden kapmak isteyenleri yenmeleri gerektiğini görüyorlardı. Radikal takımın, bu savaşın da öteki savaşın metodlarıyla verilmesini istemesi, iki mücâdeleyi aynı çetinlikte görmesinden doğuyordu.

Şeyh Saîd’in Piran’da zamansız attığı kurşun, Ankara’daki “Gâzi Ekibi” için, karşı tarafı, karşı taraf tam hazırlığını henüz yapmamışken ezmenin fırsatını teşkil edecekti.” (Sayfa: 25-26)