ŞEKERKAMIŞI (Saccharum officiarum)
Alm. Zuckerrohr (n), Fr. Canneà sucre (f), İng. Sugar cane. Familyası: Buğdaygiller (Gramineae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Tabiî olarak yetişmez. Güney Anadolu’da yetiştirilir (Adana, Hatay).
10 m’ye varan boylarda, şeker elde edilmesinde faydalanılan bir tropik bölge bitkisi. Vatanı, Doğu Hindistan’dır. Sıcak ve nemli iklimi olan tropik bölgelerde yetiştirilir. Şeker kamışının öz kısmı % 20-25 sakkaroz ihtivâ eder. Şekerkamışı bu bölgelerde geniş plantajlar hâlinde yetiştirilir. Şeker elde edilişindeki büyük önemi sebebiyle, mutedil bölgelerde de şeker kamışının üretimi yapılarak şeker üretilmesine gidilmektedir. Dünyâ şeker istihsâlinin 2/3’si şekerkamışından çıkarılmaktadır.
Şekerkamışı çiçek açtıktan üç ay sonra olgunlaştığında dibe yakın kısmından kesilir, yapraklarından temizlenerek işlenmek üzere şeker fabrikalarına sevk edilir.
(Bkz. Pancar)
Alm. Diabetes (m), inspidus, Fr. Diabete (m), insipide, İng. Diabets, insipidus. Beyindeki hipotalamus-hipofiz bezi sistemindeki bir bozukluk sebebiyle, antidiüretik hormon (ADH) denilen hormon ve böbreklerden su emilimini sağlayan hormon tabiatındaki maddenin salgılanmasının azalması veya durması neticesi veya böbrekteki bir bozukluk aracılığıyla husûle gelen ve yoğunluğu az, fazla miktarda idrarın atılmasıyle kendini gösteren müzmin bir hastalık.
Oldukça nâdir görülür. Tıp dilindeki ismi “diyabetes incipitus”tur. Daha ziyâde gençlerde ve erkeklerde görülmektedir.
Hastalığın meydana gelmesinde kafa darbelerine bağlı kemik hasarları, menenjit sekelleri, beyin iltihabı sekelleri, frengi, beyin tümörleri, beyin kanamalarının sekelleri, kan kanserleri ve lenf kanserlerinin yayılımları rol alırlar. Hiçbir organik sebebe bağlanamayan ve sebebi bulunamayan vak’alar da vardır.
Hastalığın sebebi ve ne olursa olsun, vücutta bir antidiüretik hormon noksanlığı vardır. Bu hormon, böbreklerden suyun geri emilimini sağlar. Normal çalışan böbreklerde, kan süzülüp toksik maddelerden arındırılmaktadır. Bu şekilde böbreklerin glomerul denilen arıtma aygıtlarında süzülen kandan dakikada 120-130 cc günde 180 litre kadar glomerul hülâsası meydana gelir. Bu 180 litrenin içinde toksik artıklar ve suyla birlikte vücut için elzem olan glikoz, potasyum, amino asit, sodyum, klor da bulunur. Böbrek tüplerine geçen hülasanın içindeki suyun % 85’i, glikozun tamâmı, potasyum ve aminoasitlerin tamâmı, yine sodyum ve klorun da %85 kadarı üst kısımlarda emilir. Geri kalan geriemilim aygıtı olan suyun bu tüpler boyunca özellikle ADH tesiriyle tamâmına yakını emilir. Geri emilim safhasıt amamlandığında, hulâsa dakikada 2 cc’ye inerek idrar meydana gelmiş olur.
Bu hormon olmayınca böbreklerden tuz geri emildiği halde su geri emilemez ve hasta bir günde ortalama 8-12 litre idrar çıkartır. Bu miktar bâzan günde 25 litreyi de geçer. Hasta fazla idrar çıkardığı için, çok su içer. Ağız ve deri kurudur. Vücut ısısı biraz düşüktür, iştah fazladır, sinirlilik, yorgunluk, halsizlik, kabızlık, başağrısı, başdönmesi, sırt ve bacak ağrıları bulunabilir.
Hastalığın altında yatan sebebe göre, körlük, göz kaslarında felç, bulantı-kusma, başdönmesi görülebilir. İdrar açık renklidir, dansitesi (yoğunluğu) düşüktür. Diğer bulguları normaldir. Teşhiste, susuzluk testi oldukça faydalı bilgiler verir.
Bu hastalığa şekersiz şeker hastalığı denmesinin sebebi, şeker hastalığıyla bâzı belirtilerinin benzemesindendir. Şekerli diyabetin, kan şekeri yüksekliği ve idrarda şeker bulunuşuyla bundan kolayca ayrılacağı âşikârdır.
Hastalığın gidişatında, altta yatan sebep mühim rol oynar. Bâzan bu hastalık gelip geçici de olabilir. Böbrek kaynaklı vak’alarda gidişat pek iyi değildir. Hipotolomol Hipofizer menşeli olanlarda kesin teşhis kanda ADH seviyesi tespit edilerek konulabilir. Ancak şimdilik güç ve pahalı bir metoddur.
Hastalığın tedâvisi, eksik olan hormonu yerine koymak ve altta yatan sebebi bulup, gidermek esâsına dayanır. Eksik hormonu yerine koymak için en iyi yol, hipofiz tozunun buruna verilmesidir. Bu, basit ve ekonomik bir yoldur. Enjeksiyonla uygulanan yağlı preparatlar da vardır.
Alm.Wasserfall, Fr. Cascade, İng. Waterfall. Akarsu yatağının, dike yakın bir biçimde âniden düştüğü, suların yüksekten dökülerek aktığı kısmı. Daha küçük çapta olan şelâleye “çağlayan” denir.
Bir kaynak veya kar-buz suyunun dağ yamacından fışkırarak akması şelâle meydana getirebilir. Bu durumda suyun aktığı yatakla döküldüğü yatak arasında birkaç yüz metre yükseklik farkı bulunabilir. Genellikle ırmak sularının normal akışını bırakarak yüksekten döküldüğü yerlerde şelâle meydana gelir. Eğer sular çok miktarda aşındırıcı madde taşıyorsa, şelâlenin eteğini oyar ve duvarların parçalanarak yıkılmasına ve aşınmasına yol açar. İri döküntülerin çok az bulunduğu bölgelerde ise şelâleler görünüşlerini muhâfaza ederler.
Şelâlelerin en önemli özelliklerinden biri çok büyük aşındırma gücüne sâhip olmalarıdır. Aşınmanın hızı, suyun düşme yüksekliğine, düşen suyun hacmine, aşağıya taşıdığı aşındırıcı maddelerin yapısına göre değişir. Çoğu zaman şelâlelerin düşme hattı aşınarak, akarsu kaynağına doğru geriye kayar. Bâzan da aşındırmanın yönü aşağıya yöneliktir. Böylece suların düştüğü ağız bölümü aşınarak daha yumuşak bir eğim kazanır. Şelâleler suyun döküldüğü yerde geniş ve derin çukurlar meydana getirir. Bâzı durumlarda bu çukurların derinliği düşme yüksekliği kadar olabilir.
Şelâlelerin yüksekliğiyle döktükleri su miktarı arasında her zaman doğrudan bir bağıntı bulunmaz. 300 metrenin üstündeki şelâlelerin çoğunda dökülen su miktarı azdır. Öyle ki taban bölümünde su ancak bir çiy gibi çevreye yayılır.
Şelâlelerin yeryüzündeki dağılımı düzensizdir. Temel olarak üç çeşit bölgede bulunur: Bunlar yüksek platoların kenar bölümleriyle buraları kesen büyük çatlak hatlarda; karaların iç bölümlerinde bulunan yüksek yerlerde ve kıyı bölgelerinde yer alan gevşek tortul kütleler arasındadır.
Dünyânın çeşitli ülkelerinde bulunan bâzı şelâlelerin yükseklikleri şöyledir:
Venezuella’da bulunan Angel Şelâlesi |
979 m |
Güney Afrika’da bulunan Tugela Şelâlesi |
948 m |
Zimbabve’de bulunan Mtarazi Şelâlesi |
762 m |
ABD’de bulunan Yosemite Şelâlesi |
739 m |
Yeni Zelanda’da bulunan Sutherland Şelâlesi |
580 m |
Fransa’da bulunan Gavarnie Şelâlesi |
422 m |
İtalya’da bulunan Serio Şelâlesi |
315 m |
İsviçre’de bulunan Reichenbach Şelâlesi |
190 m |
Kanada-ABD’de bulunan Niyagara Şelâlesi |
49 m |
Türkiye’de bulunan şelâlelerden ise Manavgat ve Düden en önemlilerindendir. Manavgat Çayı üzerindeki Manavgat Şelâlesinin tabiî görünümü son yıllarda bozulmuştur.
Alm. Schimpanse (m), Fr. Chimpanzé (m), İng. Chimpanzee. Familyası: İnsansı maymungiller (Pongoidae). Yaşadığı yerler: Afrika’nın sulak orman kenarları. Özellikleri: Vücûdu siyah tüylerle örtülü, hızlı tırmanıcı bir maymun. Eşi ve âilesiyle ağaçlarda yaşar. Meyve ve tâze filizlerle beslenir. Ömrü: 40 yıl. Çeşitleri: Kambiya şempanzesi, Kululamba şempanzesi, Guinea şempanzesi, Şuvayfurt şempanzesi meşhurlarıdır.
Maymunlar (Primates) takımının Pongoidae familyasından, Afrika’nın Atlantik tarafındaki ormanların su kenarlarında ve savanlarda yaşayan bir türü. Kongo ve Gine’de bol rastlanır.
Vücûdu siyah tüylerle örtülüdür. Ağırlıkları 45-50 kg kadardır. Boyları 1-1,5 metreyi pek geçmez. Erkekler dişilerden daha uzun olurlar. Şempanzelerin yüzü çıplak, kulakları iri, burunları küçüktür. Eski dünyânın kuyruksuz maymunlarıdır. Dudaklarını ileri uzatabilirler. İki ayak üzerindeyken ön ayakları dizlerine kadar gelir. Genç yaştakilerin yüzleri pembemsidir. Yaşlandıkça siyahlaşırlar. Başlarında saç ortadan ayrılır, zamanla dökülür.
Ağaçlara çok rahat tırmanır, yerde dört ayakları üzerinde yürürler. 60 ile 80 maymundan müteşekkil sürüler hâlinde dolaşırlar. Besin aramak için dört gruba ayrılırlar. Besin bulan grup, çıkardığı gürültülü seslerle diğerlerini de çağırır. Meyve ve tâze filizlerle beslenirler. Protein ihtiyaçlarını, ak karınca denen termitleri yiyerek karşılarlar. Bir termit yuvasına rastlayınca kendilerine ziyâfet çekmek için uzun süre oyalanırlar. Kopardıkları dalların filizlerini temizleyerek yuvanın içine sokarlar, kısa bir süre sonra dışarı çekerek üzerine tırmanan termitleri yerler. Bu usûlü arıların yuvalarından bal çıkarmak için de kullanırlar.
Gürültücü hayvanlardır. Gürültüleri üç kilometre uzaklıklardan rahatça duyulur. Geceleri ağaçlarda geçici olarak kurdukları yuvalarda barınırlar. Sâdece bir âileden müteşekkil küçük gruplar da vardır. Çoğu, her gece derme çatma yeni bir yuva kurar. Yağmurdan korunmak için üzerini dallarla örterler. Dişi şempanze yavrusunu çoğunlukla sırtında taşır. Maymunların içinde en zekileri olarak bilinirler. Küçük yaşta kolayca ehlileşirler. Bisiklete binme, masada oturma, topla oynama gibi birçok oyun öğretilebilir. Yaşlandıkça hırçınlaşırlar. Dişiler 8, erkekler 12 yaşında erginleşmeye başlar, ortalama 40 yıl kadar yaşarlar.
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrizlidir. “Şemseddîn” yâni “dînin güneşi” lakabıyla meşhurdur. 1247 (H.645) senesinde Konya’da şehit edildi. Daha ilk mektebe giderken Resûlullah’ın aşkından yemez, içmez olmuştu.
Şems-i Tebrîzî, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî’den ilim öğrenip, feyz aldı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu.
Şems-i Tebrîzî, seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Isrârla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında; Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması bildirildi. Böylece o, Allahü teâlâya şükürle; “Böyle dosta canım fedâ olsun” diyerek, 1224 senesinde Şam’dan Konya’ya geldi.
Konya’ya gelerek Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçiriyordu. Kapıda oturup Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekküre daldığı bir günde; Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçiyordu. Celâleddîn-i Rûmî kapı önünde tefekkür hâlindeki, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems hazretlerine baktı, selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendine; “Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.” diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?” dedi. O kimse; “İsminizi öğrenmek istiyorum.” deyince, o da; “Celâleddîn Muhammed!” diye cevap verdi. Mevlânâ’ya Resûlullah ile Bâyezîd-i Bistamî’nin derecelerini sordu. Aldığı cevaplar karşısında kendinden geçti. Bu şekilde tanışmış oldular. İkisi arasında büyük muhabbet hâsıl oldu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Şems-i Tebrîzî’yi evine götürdü.
Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince:
“Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değilse de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor; talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz u nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahi, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki:
“Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar, Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebriz’den gelen ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağıyla (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebriz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.”
Bu söylentilere Mevlânâ:
“Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya’da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli ve mübârek ahbâbını bırakarak Şam’a gitti.
Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi Mevlânâ’yı çok üzdü. Böylece aylar geçti. Mevlânâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Sultan Veled, hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hâdiseye sebep olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, dâveti kabul ederek tekrar Konya’ya geldi. Mevlânâ ile buluştu.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbet ediyorlardı. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ’yı elviyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde geçerken halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e:
“Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!” dedi.
1247 (H.645) senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Beni katletmek için çağırıyorlar.” dedi ve dışarı çıktı. Dışardaki bir grup insan, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp durumun tedkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişiydi. İçlerinde, Mevlânâ’nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Mevlânâ’nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî’nin kıymetli sözlerinden bâzıları:
“Allahü teâlâya vâsıl olmaya mâni dört şey vardır: 1) Şehvet, 2) Çok yemek, 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bunlar kulun cenâb-ı Hakk’a ulaşmasına mânidir.”
“İlimsiz beden, suyu olmayan şehre benzer.”
Şems-i Tebrîzî hazretlerine; “İnsanların en üstünü ve en kıymetlisi kimdir?” diye sordular. Cevâbında:
“Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günahlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kimse, 4) Takvâ, verâ’, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk ederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.” buyurdu. “Bu kıymetli insanların içinde en üstün olanı hangisidir?” diye sorduklarında; “İlim ve hilm sâhibi âlimlerdir.” buyurdu.
Cömertliği sorduklarında, buyurdu ki: “Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere mahsustur. Onlar mal verir mârifet yâni Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehitlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet’i alırlar. 4) Kalp cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”
“Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. NetîcedeCehennem’e götürür.”
“Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır ki, bu, insanı Cennet’e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmeye sebep olur.”
Kozmoloji âlimi. İsmi, Muhammed bin İbrâhim bin Ebî Tâlip el-Ensârî es-Sûfî ed-Dımaşkî’dir. Künyesi Ebû Abdullah, lakabı Şemseddîn’dir. Muhtemelen 1256 senesinde Şam’da doğdu. Hayâtının büyük kısmını Şam’da geçirdi. Şam yakınlarındaki Rebvâ köyünde imâmlık yaptı. Ömrünün sonuna doğru Tabor Dağlarına yakın Safad’da bulundu ve 1326 senesinde orada vefât etti.
Şemseddîn Dımaşkî, Nuhbet-ut-Dehr fî Acâib-il-Berr vel-Bahr adlı eseriyle meşhur oldu. Eser, detaylı bir kozmoloji kitabı olup, Ebü’l-Fidâ’nınkine nazaran matematik ve coğrafya bakımından geride olmakla berâber, çok farklı ve daha fazla bilgileri ihtivâ etmektedir. Dokuz kısım ve yetmiş beş bölümdür.
Birinci kısım, yeryüzünün şekli ve bununla ilgili eski bilgileri ihtivâ etmektedir. On bölümden meydana gelen bu kısımda matematik ve genel coğrafyaya âit geniş bilgiler mevcuttur. Dünyânın büyüklüğü, enlem ve boylam, iklimler, mevsimler, eski anıtlar anlatılmaktadır. İkinci kısımda; altın, gümüş, bakır, demir, çinko, kalay, kurşun ve cıvanın özellikleri, kıymetli metallerle dağların meydana gelişi (11 bölüm); üçüncü kısımda; Nehirler, kaynaklar, kuyular (6 bölüm); dördüncü kısımda; deniz ve hareketi; dünyâyı kaplaması, tuzluluğun sebepleri ve adalar (6 bölüm); beşinci kısımda; Akdeniz, med ve cezir, son iki bölümde kısaca Karadeniz, Hazar Denizi ve Aral Gölü (6 bölüm); altıncı kısımda; Hind Okyanusu ve adaları; yedinci kısımda; doğu krallıkları, dâr-ül-İslâm ülkeleri ve önemli şehirleri (13 bölüm); sekizinci kısımda; Mısır’dan İspanya’ya kadar olan batı krallıkları (6 bölüm); dokuzuncu kısımda ise; Çeşitli insan ırkları, Sam, Ham soylarıyla bunlar hakkında bilgiler; takvimleri, bayramları, insanların çevre şartlarından etkilenmeleri (9 bölüm) anlatılmaktadır.
Dımaşkî, bilhassa mineraloji, metaller, jeolojiye ilgi duymasına rağmen, Nuhbe’de bitkiler, hayvanlar, târihî olaylar, sanat ve sanatkârlar hakkında da bilgi vermektedir. Zelzeleleri gözleyen Şemseddîn Dımaşkî; dağların ve kaynakların meydana gelmesiyle zelzeleler arasında bir alâkanın mevcûdiyetini düşünmüştür. Ayrıca kitabın sonuna renkli bir harita da ilâve etmiştir. Dımaşkî bu eserini yazarken kendinden önce yaşayan ve bu alanda eser yazan Müslüman ve diğer ilim adamlarının eserlerinden faydalanmıştır.
Şemseddîn Dımaşkî’nin diğer eserleri şunlardır: 1) Kitâb-üs-Siyâse fî İlm-il-Firâse (siyâset hakkında yazılmıştır), 2) El-Makâmât-ül-Felsefiyye vet-Tercemet-üs-Sûfiyye (tasavvuf üzerine elli bölümlük bir eser), 3) Cevâbu Risâleti Ehl-i Cezîret-i Kıbrıs (Kıbrıs’taki Hıristiyanlara İslâmın cevâbı olarak hazırlanmıştır).
Türk siyâset adamı. Türkiye Cumhûriyeti Hükümetinin onuncu başbakanı. 1883’te Erzincan Kemâliye’de doğdu. Babası Müderris İbrâhim Edhem Efendi, annesi Sâliha Hanımdır. Öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Yüksek Muallim Mektebinin fen şûbesinden mezun oldu. Lozan Üniversitesi Tabiat Bölümünde okudu. Özel olarak Arapça ve Farsçayı öğrendi. Medreselerde müderrislik, daha sonra İstanbul ve Ankara üniversitelerinde profesörlük yaptı. 1914’te Edebiyat Fakültesi Türk Târihi ve İslâm Kavimleri Târihi kürsülerine müderris tâyin edildi. Süleymâniye Medresesinde Dinler Târihi ve Felsefe okuttu. İlâhiyat Fakültesinin kuruluşunda bu fakültenin başına ve İslâm Dîni kürsüsü müderrisliğine getirildi. Derslerinde dinde değişiklik yapılmasının lâzım olduğunu savundu. Eserlerini de bu maksatla yazdı. Yaptığı bütün icraatlarda ve eserlerinde İslâm Dînini kendi düşüncelerine göre yenileme fikri Şemseddîn Günaltay’ı, İslâmiyetten tamâmen uzaklaştırdı.
İlk T.C. Hükümeti kurulduktan sonra İstanbul Belediye Meclisine üye ve başkanvekili seçildi. İstanbul’da Müdâfaa-i Hukuk Teşkilâtının faaliyetlerine katıldı. 1923’te, Büyük Millet Meclisi ikinci dönem Sivas Milletvekili olarak parlamentoya girdi. Sivas ve Erzincan milletvekilliğinden sonra C.H.P.’nin Parti Meclisi yöneticiliğinde bulundu. 15 Ocak 1949’da Türkiye Cumhûriyeti onuncu başbakanı oldu. 1991 yılında yürürlükten kaldırılan Cezâ kânunundaki 163’üncü madde, onun zamânında çıkartılarak kânunlaştı. 1950 Mayıs’ında iktidarı kaybetti. 1961 genel seçimlerinde CHP İstanbul senatörü seçildiyse de prostat kanserinden İstanbul’da öldü. Vasiyeti üzerine Ankara’da Asrî Mezarlığa kızının yanına gömüldü.
Türk Târih Kurumunun kuruluşunda buraya üye olan Şemseddîn Günaltay, 1941’de bu kurumun başkanlığına getirildi ve ölümüne kadar bu görevi yaptı.
Vakit cetvelleri hazırlayan astronomi âlimi. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed’dir. Lakabı Şemseddîn, nisbesi Halîlî’dir. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. Doğum târihi belli olmayıp, 1397 yılında vefât etmiştir.
Şemseddîn Halîlî, namaz vakitlerini hesaplamak için yaşadığı devre kadar Avrupa ve İslâm âleminde eşine rastlanmayan cetveller hazırladı. Halîlî adıyla anılan cetvelinde, Şam enlemini esas aldı. Ona dayanarak zamânı, namaz vakitlerini ve kıbleyi tâyin etti. Kıbleyi tâyin ederken enlem ve boylam farklarından faydalanıyordu. Bu matematikî cetvellerle her enlemde kürevî astronomi problemlerini rahatlıkla çözüyordu. Halîlî, dünyânın ekseni etrâfındaki eğimini de 23 derece 21 dakika olarak hesapladı.
Dürbünün keşfine kadar astronomi sâhasında gözlem aracı olarak kullanılan ve Rubû âleti denilen kadranı da keşfetti. Şimşir gibi sert tahtadan veya fildişinden yapılan bu âletle yıldızların yükseklikleri ölçülür, namaz vakitleri ve kıble tâyin edilirdi.
Şemseddîn Halîlî’nin en önemli eseri Cedâvîl-ül-Mîkât ismiyle bilinen vakit cetvelleridir. Bu eserin yazmaları Pâris ve Kâhire kütüphânelerinde bulunmaktadır. Ayrıca; 1) Cedvelü Fadl-id-Dâir ve Amel-ül-Leyl ven-Nehâr, 2) Risâle fil-Ameli bil-Murabba, 3) En-Nücûm-üz-Zâhire adlı eserleri vardır.
Halîlî’nin astronomideki çalışmaları Kopernik’e tesir etmiştir. O da bir noktaya kadar, kendi çalışmalarına bunları temel olarak almıştır.
Tanzimat döneminin dil, sözlük ve ansiklopedi çalışmalarıyla tanınan yazarı. 1 Haziran 1850 yılında Yanya’nın Fraşeri kasabasında doğdu. Babası, bulunduğu bölgenin tımarbeyi Halid Beydir. İlk tahsilini husûsî olarak Fraşeri’de yapmış, sonra Yanya’da Zosimeon-Rum Jimnazında okumuştur. Fransız, İtalyan ve eski Yunan dillerini burada öğrenmiştir. Arap ve Acem dillerini de yine Yanya’da müderris Yakub Efendiden özel ders görerek elde etmiştir.
1872 yıllarında İstanbul’a gelmiş ve Matbuat Kalemine girmiştir. Burada tercüme ve çeviriler yaparken, bir yandan da İbret ve Hadika gazetelerine makâleler yazmıştır. Yine bu arada tesis ettiği Sabah gazetesinde makâleler yazarak ve tiyatro eserleri yayınlayarak matbuat ve edebiyat âleminde tanınmaya başlamıştır. Makâle ve piyesleri zararlı görüldüğünden Trablusgarb’a gönderilmiş, bir yıl sonra affedilerek kendisine bir takım küçük memuriyetler verilmiştir. Bir müddet Rodos’ta ve Yanya’da bulunduktan sonra yeniden İstanbul’a gelmiş ve saraya alınarak 1880 yılında Askerî Teftiş Komisyonu kâtipliğine, 1893 yılında da aynı komisyonun başkâtipliğine getirilmiştir. Hayâtının son zamanlarında Erenköy’deki köşkünde ikâmete memur edilmiş, 1 Temmuz 1904 yılında da İstanbul’da ölmüştür. Erenköy Kabristanlığındadır.
Şemseddîn Sâmi, orta derecede bir edip, selâhiyetli bir mütercim, bilhassa çalışkan ve büyük bir dil ve lügat âlimidir. Aslen Arnavut olduğu halde Türk milliyetini benimsemiş; Türk’ün büyük millet olduğuna inanmış, bilhassa Türk dili alanında milliyetçi bir zihniyetle araştırmalar yapmış, Türk dilinin mâzisini aydınlatan, istikbâlini zenginleştirmeye çalışan, faydalı eserler yazmıştır.
Her şeyden önce büyük bir lügat âlimi olan Şemseddîn Sâmi Bey; bilhassa Fransızcadan Türkçeye ve Türkçeden Fransızcaya çevirdiği büyük ve değerli kâmuslarıyla Türk-Frenk kültür münâsebetleri için zamânının en faydalı eserlerini hazırlamıştır. Kâmus-i Fransevî isimli bu eserleri, kendinden sonra bütün Fransızca-Türkçe sözlükler için hakiki bir kaynak, bir rehber olmuş, son yıllara kadar Türk kültür âlemi bu eserlerden faydalanmıştır. Altı cilt üzerine tertip ettiği Kâmûs-ül-A’lâm isimli eseri de onun tek başına ortaya koyduğu bir târih-coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisidir. Bugün değerinin mühim bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen, kendi çağının en önemli eserlerindendir. Kâmûs-ül-A’lâm’ında dünyânın her tarafından gelmiş olan, her dinden, her milletten meşhur insanları ve memleketleri, târih olaylarını tatmin edici bilgi vererek anlatmaktadır. Yalnız taassup ve siyâsetle yazılan bozuk kitapların tesirinde kalması, böyle yanlış bilgileri eserine sokması kıymetini zedelemiştir.
Şemseddîn Sâmi’nin Türk dili ve Türk Milliyetçiliği bakımından en mühim eseri Kâmûs-ı Türkî isimli büyük Türkçe lügat kitabıdır. Gerçekten Şemseddîn Sâmi, 1574 sayfa tutarında olan ve üç sütun üzerine tertip edilmiş bulunan bu kâmûsta Türk dilinde kullanılan Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, İtalyanca, Fransızca bütün sözleri bir araya toplamaya çalışarak, lisanımızın en zengin lügat kitabını telif etmiştir. Bu eserde Türkçe kelimelere verilen yer ve değer bilhassa dikkati çeker. İçinde; Arapça ve Farsçadan alınmış birçok kelime bulunduğu halde, eserine, Kâmûs-ı Osmânî yerine Kâmûs-ı Türkî diye isim koyuşundaki sebep; “Dilimizdeki kullanılan kelimeler hangi lisandan gelmiş olursa olsun gerçekten kullanılan ve bilinen kelimelerse onları, tamâmıyla Türkçe kelimeler arasında saymak lâzımdır.” görüşüdür. Osmanlı tâbirinin sâdece devlet ünvanı olduğunu ileri sürerek, dilde Osmanlıcayı kabul etmez. O günkü dile Lisan-ı Osmânî yerine Lisân-ı Türkî terkibi kullanır.
Şemseddîn Sâmi’nin “İlmî Türkçülük” alanındaki faaliyeti sâdece dil alanında değildir. O, Avrupalı Türkologların çalışmalarıyla da yakından ilgilenmiş ve hayâtının son yıllarında Radloff neşrinden faydalanarak, Türk dilinin en eski yâdigârı olan Orhun Âbideleri’ni Türkiye Türkçesine tercüme etmiştir. Yine Karahanlılar devri Türk edebiyatının en tanınmış eseri olan Kutadgu Bilig’i de Vambery’nin neşrettiği kısımlardan istifâde yoluyla dilimizde ilk defâ o incelemiştir. Kutadgu Bilig için, “Millî edebiyatımızın esâsı” sözü de ona âittir.
Edebiyat sahasındaki muhtelif eserleri arasında Taaşşuk-ı Tal’at ve Fıtnat isimli romanı ilk telif roman örneğidir. Besa, Gave ve Seyyid Yahya isimli tiyatro eserleri de Şemseddin Sâmi’ye Türk tiyatrosunun ilk sanatkârları arasında bir yer ayırtmakla beraber, edebî değer ve sahne tekniği bakımından bir değer taşımaz. Onun tiyatro ve roman dallarındaki en mühim eserleri Fransızcadan yaptığı tercümelerdir.
Ancak Şemseddîn Sâmi’nin de dâhil olduğu Tanzimatçılar; körü körüne bir batı hayranlığı ve taklitçiliğiyle savundukları milliyetçilik fikrine de çeşitli derecelerde ters düşmüşlerdir.
Eserleri:
Kâmûs-ı Türkî (1900), Kâmûs-ül-A’lâm (6 cilt, 1889-1898), Kâmûs-i Fransevî (2 cilt, 1880), Taaşşuk-ı Tal’at ve Fıtnat (roman, 1872), Seyyid Yahya (piyes, 1874), Besa yahut Ahde Vefâ (piyes, 1875), Gave (piyes, 1875), Sefiller, Robinson Crosue tercümeleri vardır. Eserlerinin sayısı 50’yi geçer.
Alm. Schirm (m), Fr. Prapluie (f), parasol (m), İng. Umbrella, parasol. Genellikle su geçirmez kumaştan yağmur ve güneşten korunmak için yapılan siperlik. Bir sapın üzerindeki esnek tellere ince, su geçirmez bir bez gerilerek yapılır. Yüzyıllardan beri çeşitli devletler birbirinden farklı şemsiyeler kullanmışlardır. Bir zamanlar modası bütün dünyâyı saran şemsiyelerin, günümüzde kadın ve erkek için renk renk, boy boy çeşitleri vardır. Önceleri erkekler güneşe karşı beyaz, yağmura karşı siyah renkli olanları kullanırlardı. Kadınlarınki ise renkli desenli kumaşlardan yapılıyordu. Sapları bambu ve gül ağacından yapılan şemsiyelerin sap kısmına sâhibinin adı yazılırdı. Kadın şemsiyelerinin sapları daha uzun olur ve üzerleri değerli taş ve altınla süslü olanları kıymetli şemsiyeler arasında sayılırdı.
Türkiye’de şemsiye 19. yüzyılın ilk yarısında kullanılmaya başladı. Bilhassa İstanbul’da moda hâline geldi. Zamanla çok yaygınlaşarak bilhassa yağmurdan korunmada her tarafta kullanılır hâle geldi. Günümüzde erkeklerin kullandıkları şemsiyeler siyah, hanımlarınkilerse renkli ve çiçeklidir. Sapı birbirinin içine girebilen, telleri katlanabilen böylece çantalarda taşınabilen şemsiyeler daha çok tercih edilmektedir. Evlerin bahçelerinde, plaj, park ve dinlenme yerlerinde güneşten korunmak için brandadan geniş şemsiyeler de yapılmaktadır.
Botanikte, aynı noktadan çıkan eşit uzunlukta sapların uçlarındaki çiçek topluluklarına da şemsiye adı verilir.
Biyolojide; medüzlerin boynuzsu veya jelatinimsi maddeden meydana gelen gövdelerindeki saydam kütleye de şemsiye adı verilir. Dış deriden meydana gelen şemsiye disk veya çan şeklinde olur.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivâyet edilen mübârek zât. Şemsûn diye de zikr edilir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Geçmiş zamanda Şem’ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik.” dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; “Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevâbı, bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur.)” buyruldu.
Îsâ aleyhisselâmla Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem’ûn aleyhisselâm, İncil ehlindendi. Îsâ aleyhisselâma indirilen, henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı. Şem’ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir zât olan Şem’ûn aleyhisselâmı düşmanları türlü hîlelerle şehit etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu.
Yaşadığı şehrin hükümdârı onu yakalatıp, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şem’ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Dünyâda yaşamayı, kâfirlerle senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samîmîyse beni kurtar.” diyerek duâ etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü. Şem’un aleyhisselâm kurtulunca, kendisine eziyet eden hükümdârı, adamlarını ve kendi hanımını cezâlandırdı. İnsanları hak yola dâvete devâm etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihâd (harp) etti. Çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman Allahü teâlâ onun için taştan gâyet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.
Alm. Scherbett, Sorbett (m), Fr. Sorbet (m), İng. Sweet fruit drink. Meyve suyuyla şekerli su karıştırılarak veya bala belli miktarda su koyularak yapılan içecek. Meyve suyu sıkılarak içine şekerli su konur ve böylece şerbet elde edilmiş olur. Şerbet ayrıca şekerle kaynatılmış meyvelerin suyundan da yapılır. İkram edilecek misafirlerin durumuna göre, içine karanfil tarçın gibi baharat da konur.
Anadolu’da yüzyıllardır devam eden âdetlerden biri de, birbirinden güzel nefis şerbetlerin misâfirlere ikram edilmesidir. Kız istemelerde söz kesildiği veya nişanın yapıldığı gün evliliğin tatlı, geçimin iyi olmasını temenni için ağız tatlılığına önem verilirdi. Bunun için ikram edilen lokumlardan sonra ekseriyâ nar çiçeği renginde üzeri çam fıstıklı şerbetler dağıtılırdı. Ayrıca evde yapılan nikâhlardan sonra da şerbet ikram edilirdi. Bunlardan başka lohusa evinde özel yapılmış lohusa şerbetini de eşe dosta, gelen misafirlere ikramda bulunmak hâlâ yapılan âdetlerdendir. Bütün bunlar özel günlerde yapılan şerbetlerdir. Misâfire ikram etmeyi dînî bir vazife kabul eden Müslümanlar, çok değişik şerbetleri ikram etmeyi âdet haline getirmişlerdir.
Alm. Hopfen (m), Fr. Houblon (m), İng. Hop. Familyası: Kenevirgiller (cannabinaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey Anadolu, Marmara bölgesi. Ayrıca Bilecik ve havâlisinde ekimi yapılır.
Temmuz-eylül ayları arasında yeşilimsi-beyaz renkli çiçekler açan, 2-5 m yüksekliğinde, sarılıcı gövdeli, iki evcikli otsu bir bitki. Bitkinin gövdeleri ince, tırmanıcı, sarılıcı ve üzeri sert tüylerle örtülüdür. Yapraklar karşılıklı, uzun saplı ve yürek şeklindedir. Yaprakların da üst yüzeyleri sert tüylüdür. Erkek çiçekler yeşilimsi sarı renklerde ve bileşik salkım durumunda, dişi çiçeklerse yuvarlak kozalaklar hâlinde toplanmışlardır. Dişi çiçeklerin etrâfında brakte ve brakteol denilen geniş, oval taşıyıcı yapraklar ve bunların üzerinde de salgı tüyleri bulunur. Hâlen memleketimizde, Bilecik-Bursa havâlisinde bu dişi çiçek durumlarını elde etmek için geniş çapta ekimi sürdürülmektedir. Biraçiçeği, Mayaotu olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin sarımsı-yeşil kozalak görünümündeki dişi çiçek durumları kullanılır. Dişi durumlar ağustos ayında toplanır ve gölgede kurutulur. Uçucu yağlar, acı maddeler, reçineler, mum, tanen taşırlar. Az dozlarda iştah açıcı, idrar arttırıcı, yatıştırıcı etkilere sâhiptir. Fazla alınırsa bulantı ve kusma yapar. Hâlen bira îmâlinde kullanılmaktadır.
(Bkz. Seyyid)
(Bkz. Tenya)
Osmanlı Devletinde mahkemelerde görülen dâvâlarla ilgili muâmelelere yer veren defterler. Mahkeme-i şer’iye sicilleri, sicillât-ı şer’iye veya kısaca sicillât da denilmektedir.
Selçuklulardan sonra Anadolu’da güçlü bir siyâsî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gâzi, idâreyi ele alır almaz adâlet işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kâdılar tâyin etti. Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı diğer müesseseleriyle birlikte, devletin kuruluşundan îtibâren büyük bir gelişme göstererek 16. yüzyılda en mükemmel şeklini aldı.
Osmanlı şer’î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı 1924 târihine kadar bütün mahkeme kararları mahkemenin yetkisine giren her türlü muâmeleyle resmî vesika sûretleri, kâdılar veya nâipleri tarafından mahkeme defterlerine kaydedildi. Osmanlı Devletinde kâdıların fertler arasındaki ihtilafları halleden bir hâkim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî işlerde merkezî idârenin görevlerini üstlenmeleri onlara idârî, mâlî, millî, askerî, hattâ beledî bâzı vazifeler de yüklüyordu. Buna bağlı olarak da şer’iye sicillerinde her türlü dâvâ zabıtlarıyla mukâvele, senet, satış, vakfiye, vekâlet, kefâlet, verâset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer’î muâmelelere dâir resmî kayıtlar esnaf teftişine âit notlar, başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat, divan tezkeresi gibi resmî mâhiyetteki emir ve yazı sûretleri hattâ yangın, sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak işlenirdi.
Siciller 16. yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türçke olarak iki dilde yazılırken bu târihten îtibâren yalnız Türkçe kullanılmaya başlandı. Bir mahkemeye tâyin olan kâdı, kendi adına yeni bir sicil başlatır, onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek defter meydana getirilirdi. Bâzı kâdılar ise kendilerinden önceki kâdının bıraktığı yere adını ve tâyiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra defteri devam ettirirdi.
Şer’iye mahkemelerinin 1924’te kaldırılmasından sonra yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer’iye sicillerinin değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına verilmesi kararlaştırıldı. Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünde büyük bölümü harap olan sicillerden yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya alındı. Ancak bunlar İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve Tokat gibi illerin müze veya kütüphânelerinde dağınık olarak bulunmaktadır.
Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak) sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer’iye sicil defteri bulunmaktadır. Bu şer’iye defterlerinde Konya’ya, Konya’ya bağlı kazâlara ve bugün idârî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve Yalvaç ile Uluborlu kazâlarına âit siciller tutulmuştur.
Bugün mevcut bulunan şer’iye sicilleri; 15. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtivâ etmekte olup, Türk târihinin, Türk kültürünün, Türk hukûkunun ve Türk siyâsî, sosyal ve hukûkî heyetinin birinci elden kaynakları durumundadır.