ŞEKER

Alm. Zucker (m), Fr. Sucre (m), İng. Sugar. Şekerpancarı ve şekerkamışından elde edilen tatlandırıcı bir gıdâ maddesi. Şeker kimyâda C12 H22 O11 formülüyle gösterilen ve sakkaroz adıyla anılan bir korbonhidrattır. Birçok bitkide bulunmasına rağmen endüstride şekerkamışı ve şekerpancarından elde edilir. Bu bakımdan şekerpancarı ve şekerkamışından başka bitkilerde bulunan sakkarozun teknik bir önemi yoktur.

Târihi: İlk olarak şeker, şekerkamışından elde edilmiştir. On yedinci yüzyılın ortalarında şeker bütün dünyâda tanınmıştı. Şekerin kahve ve kakaoyla birlikte pişirilerek içilmesi modası Avrupa’nın zengin sınıfları arasında çok yayılmıştı. Fakat şeker hem çok işçilik isteyen bir imalât yoluyla elde edildiğinden, hem de çok uzak ülkelerden getirtildiğinden, halk kitlelerinin faydalanabileceği kadar ucuza satılmıyordu. Bu yüzden yüzyıllar boyunca bir lüks olarak kalmış, ancak endüstri devri açıldıktan sonra, bütün halk kitleleri tarafından tüketilebilen bir madde hâline gelmiştir. Avrupa, şekeri doğudaki kolonilerinden alıyorlardı. Fakat I. Napoleon şeker yollarını kapayınca yeni şeker kaynakları arama yoluna gitmek mecburiyetinde kaldılar.

Beyaz pancardaki tatlı maddenin güzel ve arı kristaller hâlinde elde edilebildiği ve kristal hâlinde kazanılabilen bu tatlı tuzun kimyevî açıdan, kamıştan kazanılan şekere eşit olduğunu Alman bilgini Andreas Sigismund Marggraf bulmuştur. Bu ilmî buluşu sınaî bir üretim hâline getirme düşünce ve başarısıyla Marggraf’ın talebesi Franz Carl Achard’a âittir. İlk pancarı işleyen şeker fabrikası 1802’de Achard tarafından kurulmuştur. Şekerpancarının Morggraf zamânından bu yana ne derecelerde ıslâh edildiği ve geliştirildiği aşağıdaki çizelgede açıkça görülüyor:

Pancarın Şeker Varlığı (%)

Marggraf zamânında 0,5-1,6

Achard zamânında        4,5

1850 yıllarında           10,0

Zamânımızda           15-24

Türkiye’de ilk şeker fabrikası Nûri Şeker adlı bir vatandaşın teşebbüsüyle 1926’da Alpullu’da üretime başladı. Bunu tâkiben aynı yıl Uşak Şeker Fabrikası, 1933’te Eskişehir, 1934’te Turhal Şeker Fabrikaları işletmeye açıldı. 1935’te Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu ve bu dört fabrika bu şirkete devredildi. 1953-1956 yılları arasında şirket Adapazarı, Amasya, Konya, Kütahya, Susurluk, Burdur, Kayseri, Erzurum, Erzincan, Elazığ, Malatya, 1962’de Ankara, 1963’te Kastamonu Şeker Fabrikalarını işletmeye açtı. Afyon Şeker Fabrikası 1977’de, Muş ve Ilgın Şeker Fabrikaları 1982’de, Ağrı Şeker Fabrikası 1985’te üretime açıldı. Ülkemizde Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.’ye bağlı olarak 22 şeker fabrikası vardır (1993).

Şekerin eldesi: Şeker fabrikasına ya doğrudan doğruya çiftçi tarafından getirilen veya fabrikadan uzaktaki teslim alma merkezlerinden gönderilen pancar, fabrika silolarına boşaltılır. Fabrikanın en az iki veya üç günlük pancarını alabilecek kapasitede inşâ edilen siloların ortasında pancarın su akımıyla fabrikaya ulaşmasını sağlayan bir pancar yüzdürme kanalı bulunur. Ayrıca bu kanalın üzerinde bir pancar çarkı, taş ve ot tutucular mevcuttur.

Yüzdürme kanalı aracılığıyle fabrikaya ulaşan pancar, pancar yıkama makinasına aktarılır. Yıkama makinasının çıkış tarafına ulaşan pancar, burada bir elevatörle pancar bıçaklarının bunkerine ulaşır, kıyılır ve bu kıyımlar şekeri alınmak üzere bir konveyör tarafından difüzöre iletilirken otomatik olarak tartılır.

Difüzyon cihazı şekerin sıcak su aracılığıyla alınmasını sağlayan araçtır. Gereğince şekeri alınmış olarak difüzyon cihazını terk eden pancar kıyımları önce küspe preslerinden geçirilir ve kıyımlarla birlikte gelen fazla miktarda sudan kurtarılır. Bundan sonra da ya doğrudan doğruya hayvan yemi olarak değerlendirilmek üzere çiftçiye verilir veya küspe kurutma tesisine iletilir.

Şerbet arıtımı: Difüzyon cihazından çekilen ham şerbet gri siyah renkli, oldukça viskoz, % 12-17 arasında çözünmüş madde ve bundan başka pancar kırıntıları ve doku parçacıkları kapsayan bir şeker çözeltisidir. Ham şerbet evvelâ, çok ince metal süzgeçlerden geçirilir buna “mekanik arıtım” denir. Asıl arıtım kimyevî usûllerle yapılan arıtımdır. Şerbet arıtımı ile ulaşılmak istenen başlıca gâye, ham şerbette bulunan bütün şeker dışı maddeleri şerbetten ayırmak ve bu sûretle, arılık derecesi mümkün olduğu kadar yüksek bir şerbet elde etmektir.

Ham şerbetin arıtımı kireçle olur. Kireçleme işlemi iki kademeli olarak yapılır. Kireçlemenin amacı, ham şerbetteki kolloitleri pıhtılaştırmak ve organik asitleri de çözünmeyen kireç tuzları hâline getirerek çökeltmektir. Ham şerbete katılmış bulunan kireçten reaksiyona katılmayan kısmının şerbetten tekrar uzaklaştırılması gereklidir. Bu da süzme yoluyla sağlanır. Ancak iyi ve rahat bir süzme işleminin yapılabilmesi için, şerbetteki kireç fazlasının kireç ocaklarından alınan karbondioksit aracılığıyla, kalsiyum karbonat hâline getirilmesi gerekir. Karbonatlama adı verilen bu işlem, daha iyi bir sonuç almak amacıyla iki kademede yapılır.

Sulu şerbetin buharlaştırılması: Sulu şerbet, en çok % 12-15 oranlarında kuru madde kapsayan açık sarı renkli, berrak bir şeker çözeltisidir. Çok seyreltik bir çözelti olması sebebiyle, sulu şerbet doğrudan doğruya pişirim istasyonunda işlenmeye elverişli değildir. Bu sebeple buhar kaynatılmak sûretiyle % 60-65 ve hattâ bâzı hallerde % 70 oranında yüksek konsantrasyona sâhip koyu şerbete dönüştürülür.

Şekerin kristallendirilmesi: Şeker sanâyiinde kristalizasyon işlemi vakum altında çalışan ve bir buhar kamarası aracılığıyla ısıtılan dikey kazanlarda yapılır. Pratikte, sürekli bir hareket altında yürütülen bu kristallendirme işlemine Pişirim adı verilmiştir. Pişirim sonunda elde olunan çok koyu, kristalli kütleye ise lapa denir. Vakum cihazlarında pişirimi tamamlanan lapa buradan dinlendirme kaplarına boşaltılır. Dinlendirmenin gâyesi lapanın sıcaklığının düşürülmesi ve aynı zamanda kristalizasyonun geliştirilmesidir.

Kristalizasyonu tamamlanmış olan lapa, dakikada 900-1400 devir yapan yüksek kapasiteli santrifüjlerden geçirilir ve bu sûretle ana şurup denilen melâsla kristal kütlesi birbirinden ayrılır. Arılık derecesi bu sûretle oldukça yükseltilmiş bulunmasına rağmen bu şeker ürünü, yine de tüketime elverişli nitelikte değildir. Şeker teknolojisinde böyle ara ürünlere ham şeker adı verilir. Bu ara ürünler tekrar suda çözünerek klere adı verilen, arılık dereceleri yüksek şeker çözeltileri hazırlanır.

Yarı yarıya (veya biraz daha değişik oranda) koyu şerbet ve klere karışımının pişirilmesiyle elde edilen ürüne beyaz şeker denir. Fabrikalarımızda üretilen kristal şeker aslında beyaz şekerdir. Tamâmen klereden elde edilen ürüne rafine şeker adı verilir. Fabrikalarımızda elde edilen küp şeker ise rafine şekerdir.

Şekerin insan hayâtındaki önemi: İnsan vücûdu yaptığı her türlü faaliyet için gerekli olan enerjiyi yağlar ve karbonhidratlarla karşılar. Kanda bulunan şeker, adale faaliyeti sırasında, solunum yoluyla kana ulaşmış olan oksijenle birleşir ve böylece yavaş oksidasyon sonucu meydana gelen enerji, adale enerjisi ve vücut enerjisi şeklinde değerlendirilir. Böylece kandaki şeker (karbonhidratlar) bu yavaş oksitlenme reaksiyonu sonunda, tekrar bitkiler tarafından karbonhidrat sentezinde kullanılan temel unsurlara yâni suyla karbondiokside parçalanmış olur:

 6CO2 + 6H2O + ENERJİÆC2H12O6 + 602

Demek oluyor ki, karbonhidratların canlı vücutta yakılmak sûretiyle tüketilmesiyle tabiatta hiçbir şey değişmemektedir. Canlı mahlûklar tarafından tüketilen asıl varlık güneş enerjisidir.

Türkiye’de şeker üretimi: Türkiye şeker sanâyiinin kurulduğu 1926 yılından 1963 yılına kadar beşer yıllık ve 1963 yılından 1993 yılına kadar yıllık olarak şeker üretimi miktarları aşağıda tabloda gösterilmiştir:

Yıllar 

 Şeker Üretimi (Ton)

1926 

573

1931

22.649

1936

65.886

1941

87.023

1946  

96.587

1951 

186.003

1956  

276.557

1961  

431.747

1963 

471.602

1964 

731.328

1965 

521.661

1966  

644.843

1967 

727.908

1968  

649.452

1969 

501.328

1970 

591.639

1971 

837.416

1972 

746.460

1973  

677.097

1974 

766.964

1975 

907.240

1976  

1.181.645

1977  

995.421

1978 

1.008.496

1979 

983.347

1980 

868.312

1981 

1.397.261

1982  

1.710.828

1988  

1.331.537

1990  

1.579.000

1991 

1.824.000

1992 

1.572.000

1993 

1.822.000

ŞEKER AĞACI (Hovenia dulcis)

Alm. Hovenie (f), Fr. Bois de sucre, İng. Sugar tree, Japanese raisin tree. Familyası: Cehrigiller (Rhamnaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Park ve bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir.

8-10 m yüksekliğinde, kışın yapraklarını döken küçük beyazımsı çiçekli ağaçlar. Bitki esas olarak Himalayalar ile Japonya arasında yayılış gösterir. Ülkemizin nisbeten ılıman yerlerinde park ve bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Japon armudu olarak da bilinir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin meyveleri Doğu Asya’da sarhoşluğa karşı kullanılır.

ŞEKER AKÇAAĞACI (Acer saccharum)

Alm. Zucker-Spitzahorn (m), Fr. Erable à sucre, İng. Sugar maple. Familyası: Akçaağacıgiller (Aceraceae). Türkiyede yetiştiği yerler: Yetişmez.

40 mm’ye kadar yükselen gri kabuklu bir ağaç. Kuzey Amerika’da yayılış gösterir. Çınar yapraklı akçaağaca benzerlik gösterir. Açık yeşil ve tüysü yaprakları 3-5 parçalıdır. Çiçeklerinin çanak yaprakları çan şeklinde olup taç yaprakları bulunmaz.

Kullanıldığı yerler: Bu ağacın gövdeleri yaralanmak sûretiyle elde edilen özsu, sakkaroz bakımından zengin olup, şeker elde etmede kullanılır.

ŞEKER HASTALIĞI (Diyabet)

Alm. Zuckerkrankheit (f), Diabetes (m), Fr. Diabète (m), İng. Diabetes. İnsülin adlı pankreas hormonunun tesirinin çeşitli sebeplerle azalması veya kaybolması neticesi meydana çıkıp, kan şekerinin yükselmesi, idrarda şeker bulunması ve diğer bâzı metabolik değişikliklerle karakterli, müzmin ve toplumda oldukça fazla görülen bir hastalık.

Şeker hastalarının çoğunda hastalığın sebebi, pankreasın langerhans adacıklarındaki özel hücrelerin (beta hücreleri) bozukluğu sebebiyle insülinin az yapılması ve az salgılanmasıdır. Fakat şeker hastalığının bütün şekillerini sâdece bir insülin noksanlığına bağlamak mümkün değildir. Diğer iç salgı bezlerinde de bozukluk sözkonusu olabilir.

Meselâ, hipofizden salgılanan steroid hormonların fazla salgılanmasından ortaya çıkan kan şekeri yüksekliği, pankreastaki özel hücreleri yorgunluğa ve bitkinliğe sürüklemiş olabilir. Yâhut vücutta insülinin tesirini azaltan veya yok eden özel antikorlar meydana gelmiş veya kanda dolaşan insülin serbest ve aktif (etkili) şekilde olmaktan ziyâde, bağlı ve inaktif (etkisiz) bir şekilde bulunabilir. Bütün bu hâllerde, iskelet kasları, yağ dokusu, kalp gibi insüline hassas dokular, insülin tesirinden uzak kalacaklar, dolayısıyla da glikozun kandan hücre içine geçişi çok yavaşlayacak ve karaciğerden kana glikoz verilişi arttığından kandaki şeker miktarı yükselecektir. Fazla şekerin bir kısmı idrarla atılacak, idrara geçen glikoz, suyu ve tuzu da birlikte çektiğinden su ve tuz kaybına da sebep olabilecektir.

Hücreler enerji kaynağı olarak şekeri kullanamayınca, bu defâ protein ve yağların parçalanması artar ve vücut bunlardan çıkan enerjiyi kullanmaya başlar. Tabiî ki bu durum uzun süre devam ederse, birtakım zararlı tesirlerin de ortaya çıkacağı muhakkaktır (kilo kaybı, protein azlığı, asidoz).

Şeker hastalığı, yaklaşık olarak toplumun % 1-2 kadarında görülmektedir. Bu da oldukça yüksek bir rakamdır. Diyabet, her yaşta görülebilirse de, daha ziyâde bir orta ve ileri yaş hastalığıdır. En çok görüldüğü yaşlar 40 ile 60 arasıdır.

Diyabetin kesin sebepleri bugün bile anlaşılamamıştır. Kesin bilinen bir hususu, diyabetin irsî olarak geçme eğiliminde oluşudur. Diyabetin meydana çıkışını kolaylaştıran faktörler arasında şişmanlık ve fazla yiyip içme alışkanlığı başta gelir. Şişmanlığın insülin ihtiyacını arttırması ve bu yüzden pankreası yorması mümkündür.

Taşlı veya taşsız, ağır müzmin pankreas iltihaplarının, bâzı yaygın pankreas Ur= Tümörlerinin insülin salgılanmasını azaltarak diyabete sebep olabilecekleri bilinmekle berâber bunlar çok nâdir görülen vak’alardır.

Enfeksiyon hastalıkları, psişik faktörler (üzüntüler, korkular, felâketler, çeşitli stresler) diyabetin ortaya çıkışını kolaylaştırır veya ağırlaştırabilirler.

Uzun sürmüş ve kontrol altında tutulmamış olan diyabetlilerin birçok organlarında çeşitli patolojik değişikliklere rastlanır. Bunların başında damar bozuklukları gelmektedir.

Diabetin kliniği: Hastaların bir kısmında idrarla şeker çıkışı başlamadan birkaç sene önce sinirlilik, huysuzluk, depresyon, çabuk yorulma, halsizlik, süratli kilo alma gibi bâzı belirtiler görülebilir.

Bâzı vak’alarda meydana gelen belirtiler o kadar hafiftir ki, hastalar bundan rahatsız olmadıklarından hekime mürâcaat etmek ihtiyacını duymazlar. Böyle kişilerde teşhis genellikle başka bir sebeple yapılan bir idrar tetkikinde glikozun tespit edilmesiyle konulur. Bâzı hastalarsa kaşıntı, ağız kuruluğu, çok su içme, çok idrara çıkma, aşırı yemek yeme gibi alışılmış bir diyabet belirtisi sebebiyle veya diyabetin komplikasyonlarından (ortaya çıkardığı kötü sonuçlardan) birisiyle hekime mürâcaat ederler. Bu tip belirtiler daha ziyâde erişkin tip diyabet denen, tip II diyabette görülür.

Yirmi yaşına kadar olan çocuklarda ve gençlerde görülen juvenil tip (veya tip I) diyabetteyse başlangıç çok kere ânidir, hattâ ilk belirti koma olabilir. Bu tip diyabetikler insüline çok hassastırlar ve kan şekerleri çok oynaktır.

Kilo kaybı, bilhassa ağır diyabetlilerde rastlanan bir belirtidir; dışardan alınan glikozun kullanılmaması yüzünden vücûdun kendi yağlarını ve proteinlerini kullanmak zorunda kalışından ileri gelir.

İyi kontrol altında tutulmayan diyabetlilerde dâimâ az çok bir halsizlik ve çabuk yorulma eğilimi vardır. Kaşıntı, yaygın olabilirse de özellikle cinsiyet organları bölgesinde yerleşir.

Diyabette kabızlık da bulunabilir. Diyabet kontrol altına alınıp, diyetteki sebze miktarı arttırılınca kabızlık da kaybolur.

Bâzı hastalarda yemeklerden sonra uyku basması, umûmî kas ağrıları, hazımsızlık görülebilir. Çocukların tedâvisiz kalmış diabetlerinde karaciğer büyüklüğüne sık rastlanır. Diyabet, birçok komplikasyona (kötü neticelere) sebep olan bir hastalıktır.

Diyabet komplikasyonları arasında en mühimi, şeker metabolizması bozukluğunun çok şiddetlenmesi sonucu meydana gelen ketozis, metabolik asidozis ve bu sebeple meydana gelen komadır. Kusurlu diyet tatbiki, ağır diyabette insülin kullanılmaması, çeşitli enfeksiyonlar, travmalar ve cerrahî müdâhaleler, çeşitli sebeplerle husûle gelen şiddetli kusmalar, gebelik, alkolizm gibi yardımcı sebeplerin ağır diyabete eklenmesi komaya hazırlayıcı sebeplerdendir.

Koma öncesi dönemdeki hastanın ilk şikâyetleri; şiddetli şeker yüksekliği sebebiyle büyük bir susama hissi, iştahsızlık, birbirini kovalayan kabızlık ve ishâl dönemleri, mîdede dolgunluk hissidir. Koma öncesi dönem biraz daha ilerleyince, mîde yanmaları ve ağrıları, kıvrandırıcı karın ağrıları, bulantı ve kusmalar, yorgunluk, hâlsizlik, başağrısı, başdönmesi, unutkanlık, huzursuzluk, sinirlilik eklenir. Solunum havasında aseton kokusu duyulur. Genel bir kırıklık ve mafsal ağrıları bulunabilir. Bu dönemde teşhis konarak etkili bir tedâvi tatbik edilmezse, belirtiler şiddetlenerek koma ortaya çıkar.

Koma hâlinde, şuur giderek kapanır, nefesi şiddetle aseton kokar, hastanın odasına girerken bile kuvvetli bir meyve kokusuyla karşılaşılır. Komadaki hastada kan şekeri genellikle % 400-600 mg civârındadır. Deri, dudak, ağız ve dil mukozaları kurudur, deri esnekliğini kaybetmiştir. Dil kırmızı ve paslıdır. Nabız zayıf, küçük ve süratlidir. Tansiyon düşüktür.

Yaşlılarda, kalp hastalığının, önemli derecede bir böbrek hastalığının, ağır bir enfeksiyonun birlikte bulunduğu, şuur bozukluğunun şiddetli ve uzun sürmüş olduğu hallerde, hastanın sonu kötüdür.

Diyabetli olduğu ve insülin kullandığı bilinen hastalarda komanın fazla insülin kullanımına bağlı hipoglisemiden (kan şekeri düşmesi) ileri gelmiş olması ihtimâlini de gözden uzak tutmamalıdır. Hipogliseni komasında başlangıç süratlidir, birden bire şuur kaybolur, ağızda çürük meyve kokusu yoktur, dil ıslak, deri terlidir, tansiyon normale yakındır, ateş yoktur, titreme vardır, susama yoktur, açlık hissi fazladır, idrarda şeker yoktur, kan şekeri oldukça düşüktür ve tedâviye süratle cevap verir. Şeker hastasında görülen komanın şeker yükselmesine mi, yoksa fazla insülin kullanımına bağlı hipoglisemi(şeker düşüklüğü) koması mı olduğunu mutlaka ayırt etmek gerekir. Çünkü tedâvileri tamâmen farklıdır.

Diyabetin sinirle ilgili komplikasyonlarına (nöropatiler) genellikle 40 yaşını aşkın ve şekeri kontrol edilmeyen hastalarda rastlanır. El ve ayaklarda karıncalanma, tabanlarda yanma hissi, periferik nevrit (sinir iltihabı), sinir ağrıları, derin tendon reflekslerinde azalma, ortostatik hipo tansiyon (pozisyona bağlı tansiyon düşüklüğü), terleme bozuklukları, inatçı kabızlıklar veya özellikle geceleri başgösteren ishâller bunlar arasında sayılabilir.

Diyabetlilerde damar sertliğinin diğer insanlardakinden 12-15 yıl önce meydana geldiği ve hastalığın gidişini etkilediği bilinmektedir. Diyabetlilerde, kalp krizinin ve kroner hastalıklarının diğer insanlardan daha fazla görüldüğü tespit edilmiştir. Bacak atardamar sertliği olan diyabetiklerde ayaklarda kuru gangren tarzında başlıyan doku ölümlerinin, genellikle enfeksiyonun ilâve olmasıyla yaş gangren haline dönüştükleri görülür. Gangren genellikle başlangıçta önemsiz gibi görünen bir deri yaralanmasını tâkip ettiğinden, yaşlı diyabetiklerde damarların durumu dikkatle araştırılmalı ve damar yetmezliği bulunan vak’alarda ayak bakımına îtinâ edilmeli, ayakkabı ve çorap vuruklarından, tırnak batmalarından, nasırların kesilmesinden kaçınmalıdır. Şayet gangren husûle gelmişse bir cerrahla işbirliği yapılmalıdır.

Diyabetin karakteristik özelliklerinden biri de küçük atar ve toplardamarlarda (arteriol, kapiller, venül) meydana gelen patolojik değişikliklerdir. Bu değişiklikler bilhassa böbrek ve gözün retina tabakasında kendisini göstermektedir. Diyabetin karakteristik böbrek komplikasyonu glomerülosklerozdur. Glomerüloskleroz neticesi, yıllar sonra böbrekler giderek yetersiz hâle gelmeye başlar, idrarla protein kaybı artar, kan proteinleri azalır, vücutta yaygın ödemler husûle gelir. Kandaki üre miktarı ve tansiyon yükselir. Ölüm çok kere, patolojik değişikliklerin belirti vermeğe başlamasından 3-5 sene sonra böbrek yetmezliği ile olur. Böbrek komplikasyonları arasında, pyelonefrit (Böbreklerin cerahatlı iltihapları) de sayılabilir.

Mikroan jiopatinin (damar bozukluğu) gözdeki şekli, diyabetik retinopati ismini alır. Yıllar ilerledikçe gözün retina tabakasındaki bozukluğun derecesi artar. İlerlemiş hâlde; göz dibinde kanama odakları, eksüda toplanmaları, kılcaldamarlarda balonlaşmalar, retina ödemi görülür. Retinopatiye bağlı olarak görme giderek bozulur ve körlükle neticelenir. Diyabetik retinopati genellikle uzun sürmüş ve kontrolsüz kalmış vak’alarda görülmekle berâber hafif ve oldukça düzenli bir diyet uygulayanlarda da tespit edilebilir.

Diyabetiklerde, bilhassa gençlerde akciğer veremine oldukça sık tesadüf edilir. Diyabet ve verem, genellikle birbirlerini ağırlaştıran hastalıklardır; fakat diyabetin kontrol altına alınması ve verem ilâçları ile şifa mümkündür. “Kontrolsüz şekerlinin veremi iyi olmaz.” denir.

Safra kesesi taşları (Kolelihasis) ve iltihaplarına (Kolesistit) meyil diyabetiklerde normal populasyona göre oldukça fazladır.

Diyabetiklerde enfeksiyon hastalıklarına karşı bir temayül vardır. Diyabette en fazla deri ve idrar yolları enfeksiyonlarına rastlanır. Diyabetiklerde enfeksiyonlar genellikle tipik bir başlangıç ve gidiş gösterirler. Diyabetlilerin genel vücut direnci düşüktür. Zararsız gibi görünen bir enfeksiyon, ağır durumlara yolaçabilir. Basit bir çıban, kısa bir zamanda şirpençe hâlini alabilir. Enfeksiyonlarda, insülin kullanılanların dozu arttırması veya o zamâna kadar insülinsiz olarak ayarlanmış hastalarına insülin kullanmak mecburiyeti hâsıl olur.

İktidarsızlık, bir komplikasyon olmaktan ziyade, diyabetin bir belirtisidir. Daha diyabet teşhisi konmadan önce iktidarsızlık başlamış olabilir. Bu durum, genellikle şişman ve hafif diyabetli orta yaşlılarda görülür. Bâzan tedâviye rağmen düzelmeyebilir. Kadınlarda da cinsî soğukluk ve âdet bozuklukları görülebilir.

İnsülinin, şeker hastalarının hizmetine girmeden önceki dönemde, diyabetli kadınların hâmile kalmaları pek mümkün değildi. Bugün insülin tedâvisi sâyesinde diyabetli kadınların kısırlıklarını önemli ölçüde gidermek mümkün olmaktadır. Vak’aların çoğunda gebelik, diyabeti ağırlaştırır. Hastalık ne kadar erken başlamış ve ne kadar uzun zamandan beri devam etmişse, ceninin ölme ihtimâli o kadar yüksektir. Diyabetli annelerden doğan çocuklarda birçok anormalliklerin bulunması da mümkündür. Bir kısmı ilk birkaç gün içinde ölürler. Diyabetli annelerden doğan çocukların kilosu, normalden oldukça fazladır, bu durum doğum güçlüklerine yol açarak hem annenin, hem de çocuğun hayâtını tehlikeye sokar. Diyabetik hâmilelerde gebelik zehirlenmesine meyil de oldukça fazladır.

Diyabetli küçük çocuklarda büyüme gecikebilir. Bâzan da “Mauriac sendromu” denen özel bir klinik tablo hâsıl olur ki bunda; büyüme bozukluğu yüzünden çocuğun küçük kalması, şiddetle yağlanması sebebiyle gövdenin şişmanlaması, aydede çehresi teşekkülü ve karaciğer büyüklüğüne bağlı karın şişliği sözkonusudur. Kemikleşmede ve cinsî olgunlaşmada önemli derecede gerilik vardır. Uygun bir diyet ve insülin tedâvisiyle bu sendromun kaybolması mümkündür. İnsülin dozu ve diyetin uygun olup, olmadığını anlamak için diyabetli çocukların sık sık tartılması, ölçülmesi ve bulunan değerlerin, normal değerlerle mukayesesi gerekir.

Teşhis: Hastanın çok su içme, çok idrara çıkma, hâlsizlik, kaşıntı, sık tekrarlayan çıban gibi şikâyetlerine bakarak diyabetten şüphe edilirse de kesin teşhis ancak açlık, kan şekerinin yüksekliği ve idrarda şeker bulunmasıyla konulur. Açlık, kan şekerinin % 130 mg’ın üzerinde oluşu, şeker metabolizmasındaki bir bozukluğu düşündürmelidir. Açlık kan şekerinin normalle anormal değerler arasında bulunduğu şüpheli vak’alarda glikoz tolerans testi yapılarak teşhise gidilir ki böyle diyabetlere gizli diyabet ismi verilir.

Diyabet teşhisi koyarken mevcut hâlin; gerçek diyabet dışında gelip geçici bir kan şekeri yüksekliği olup olmadığına, renal glikozun (kanşekeri düzeyi normal olduğu halde, böbrek bozukluğuna bağlı olarak idrara şeker geçmesi hâli) olup olmadığına, idrardaki şekerin glikoz hârici bir şeker olup olmadığına, aldatıcı bir glikoz reaksiyonu olup olmadığına dikkat etmelidir.

Yetişkinlerde görülen diyabette; hastaların tedâviye anlayış ve sabırla bağlanmaları ve devam etmeleri şartıyla gidişat çok iyidir. Bu sâyede diyabetiklerin ortalama hayat süresi diyabetli olmayanlarınkinden pek de farklı değildir. Bu şekilde bakımlı hastalarda komplikasyon az görülür. Devamlı bir tedâviye tâbi tutulmayan, kendini ihmâl eden hastalarda gidişat bu kadar iyi değildir.

Gençlerde görülen diyabette gidişat pek iyi değildir. Bunların ancak 1/4 kadarının yirmi seneden fazla yaşadığı görülmüştür. Bunlarda ölümün başlıca sebebi böbrek komplikasyonlarıdır.

İstisnalar bir yana bırakılırsa, diyabette şifâ bahis konusu değildir. Ancak uygun bir rejim sâyesinde şifâya yakın derecede iyilik gösteren pekçok vak’a vardır.

İki şeker hastası birbiriyle evlenmemelidir. Zîrâ bunların çocuklarının da diyabetli olması beklenen bir neticedir. Diyabetli ana ve babadan gelmiş oldukları hâlde kendileri diyabetik olmayan iki kişinin birbiriyle evlenmesi de, bir kısım çocukların gizli diyabetik olmaları ihtimali olduğundan uygun değildir. Fakat âilesinde diyabet bulunan bir kimsenin, âilesinde diyabet bulunmayan birisiyle evlenmesine müsâade edilebilir. Mendel kânunlarına göre yapılan istatistikî tecrübeler de göz önüne alınarak araştırmalar göstermiştir ki; her ikisinin anne ve babası diyabetli olan âilelerin de (yakın akrabaların da) diyabetli olan, diyabetli bir çiftin doğacak bütün çocukları genetik olarak diyabetiktir. Âilesinde diyabetli bulunan şahısların çok yememeleri, şişmanlamamaları gerekir; böylece hastalığın ortaya çıkışını kolaylaştıran hususlardan uzaklaşılmış olur. Bu şahısların yeterli fizikî faaliyette bulunmaları, spor yapmaları ve arasıra da açken kan şekerlerini ölçtürmeleri çok uygundur.

Diyabet (şeker hastalığı); hastalık belirtilerinin ortaya çıkış yaşına, ağırlık derecesine, insüline dirençli veya hassas oluşuna göre bâzı tiplere ayrılmıştır. Bunların en mühimleri:

1. Juvenil diyabet (Genç diyabet): Son tasniflerde buna tip I diyabet de denmektedir. Zayıf diyabeti de denir. Bütün diyabetlilerin % 3-5’ini teşkil eder. Genellikle âni olarak ve ekseriya 12-16 yaşlar arasında ortaya çıkar. Bunlarda pankreas ya hiç insülin salgılamaz veya çok az salgıladığından devamlı insülin zerkleri gerekir. İnsüline hassas bir şeker yüksekliği vardır. Erişkin diyabetine göre ağır seyirlidir. Ölüm sebeplerinin başında böbrek komplikasyonları gelir.

2. Adult diyabeti: Tip II diyabet veya erişkin diyabeti olarak da adlandırılır. Kırk yaşın üstündeki şişman, aşırı yiyip içen kimselerde genellikle ortaya çıkar. Bâzılarında tansiyon yüksekliğiyle birlikte görülebilir. Genellikle, sinsi olarak başlar. Hastalığın meydana gelişi sâdece, insülin ve pankreas yetmezliğine bağlı kalmadığından insüline genç diyabetliler kadar hassas değildir. İzafi bir insülin direnci vardır. Zâten bu hastalar genellikle perhiz ve ağızdan alınan şeker düşürücülerle kontrol edilebilirler.

3. Lobil diyabet: Özellikle genç diyabetlilerin bir bölümünde kan şekeri seviyelerinde çok hızlı değişiklikler olur ve küçük insülin dozlarıyla bile çok yüksek seviyeden normalin altındaki değerlere düşebilir. Bunların tedâvileri çok güçlükler ortaya çıkarırlar.

4. Latent diyabet (Şimik diyabet): Sinsi olarak seyreden erişkin diyabetlilerin bir kısmı yıllarca belirgin bir klinik bulgu vermezler. Tesâdüfî idrar ve kan tahlilleri sonunda tespit edilirler. Teşhis edildikten sonra uzun zaman normal hayatlarını sürdürürler. Bu şekilde teşhis konulmuş latent seyirli vakalar özellikle genetik faktör de varsa (yâni âile geçmişinde şeker hastaları varsa) diyete çok dikkat ettikleri, aşırı kilo almaktan korundukları zaman çok sıhhatli olarak uzun yıllar yaşayabilirler.

Şeker hastasına; vücudunun, bilhassa ağız, ayaklar ve cinsî organlar bölgesinin temizliğine îtinâ etmekle, enfeksiyon ve travmalardan korunmakla ne gibi tehlikelerden kurtulmuş olacağı öğretilmelidir.

Bir şeker hastasının, başkasının hayâtını tehlikeye atabilecek olan meslekleri seçmemesi gerektiği anlatılmalıdır.

Diyabette diyet tatbiki: Tedâvinin belki de en mühim kısmını teşkil eder. Çünkü, şeker hastalarının büyük çoğunluğu yalnız diyetle tedâvi edilebilmektedir.

Normal bir şahısla, şekerli bir hastanın beslenmesi, ancak öğünlere âit kalori miktarlarıyla, bâzı gıdâ çeşitlerindeki kısıtlamalar ve hastanın zamansız ve rastgele yeme huyundan caydırılmasıyla ayrılır. Bir şişman şeker hastasını, kalori kısıtlamasına tâbi tutarak, ideal ağırlığına indirmek lâzımdır. Kilogram başına günde ortalama 20-30 kalori böyle bir şahıs için yeterlidir. Zayıf bir şeker hastasını ise ilâve kalorilerle ideal ağırlığına çıkarmak gerekir (kilo başına 35-50 kalori). Çocuk ve genç diyabetli için özel bir program tatbikiyle büyüme ve gelişmeyi önlemeyen, fizikî aktivitesi için yeterli, ideal ağırlığını devam ettiren bir diyet tavsiye edilmelidir. Bir çocuk ve delikanlıda günlük kalori ihtiyacı kilo başına 50-60 kadardır.

Günlük toplam kalorinin % 40’ı karbonhidrat kaynaklardan, % 20’si protein kaynaklardan % 40’ının da yağ kaynaklarından temini oldukça uygundur.

Şeker hastasına diyet, yazılı olarak verilmeli ve hem yasaklanmış gıdâları, hem de müsâade edilen gıdâları ihtivâ etmelidir. Diyet, gıdâların değiştirilebilmesine imkân vermelidir. Diyet, istenen sayıda günlük yemek sayısına bölünmeli, şahsî ihtiyaç ve imkânlara uymalı, özellikle basit ve sâde yollarla hazırlanabilmelidir. Bir öğünde yüksek miktarlarda kalori temininden kaçınmalıdır. Toplam kalori 4-6 öğüne ayrılmalıdır. Günlük kalorilerin birbirine yakın olmasına çaba göstermelidir.

Diyetteki karbonhidratın günlük toplamını hiçbir zaman 150 gr altına düşürmemelidir. Şekerler, bal, süt, ekmek ve benzerleri karbonhidratlar grubundadır. Dengeli iyi bir erişkin diyabetindeki diyette günde 80-120 gr protein, kalori, ihtiyacına göre 150-300 gr arasında yağ bulunmalıdır. (Yaklaşık 1 gr protein veya şeker 4’er kalori, 1 gr yağ ise 9 kalori temin eder.) Yemekler hazırlanırken, karbonhidratları protein ve yağlarla karıştırmak gerekir.

Şişmanlarda kalori kısıtlaması, özellikle diyetin yağ muhtevâsının düşük tutulmasıyla sağlanabilir. Her türlü yağ, krema ve kuru yemişler yağ kaynağıdırlar. Etler, yumurta, peynir ve balıklar ise protein kaynağıdırlar.

Şekerli hastalarda B kompleksi vitaminlerin kâfi miktarlarda verilmesine îtinâ gösterilmelidir.

Kalori değeri olmayan sakkarin, siklamat gibi bâzı sentetik maddeler, şeker hastalarınca tatlandırıcı olarak kullanılmaktadır. Şekerden 300-500 defa daha tatlı olan sakkarinin fârelerde mesâne kanseri yaptığı bildirilmiş, fakat bu durum insanlarda ispatlanamamıştır.

Kahvaltı: Yarım dilim ince, kepekli, tuzsuz ekmek. Bir kibrit kutusu kadar, tuzsuz, hafif yağlı beyaz peynir veya 50 gram kadar zeytin.

Ara yemek: Bir krakerle yarım yumurta veya yarım kibrit kutusu kadar peynir veya aynı miktar yoğurt.

Öğle yemeği: Yarım dilim ince, tuzsuz kepekli ekmek. 100 gram kadar yağsız sığır veya balık eti veya tavuk veya iki yumurta. Sebze: Yeşil fasulye, pırasa, bamya, kabak, patlıcan, yeşil biber, karnıbahar, ıspanak, domates, kereviz vb. Bir kg sebze için sâdece 100 gr yağ konularak tuzsuz ve haşlama şeklinde pişirilerek hazırlanmış olan sebzelerden istenildiği kadar yenebilir.

Ara yemek: Bir küçük elma, bir küçük şeftali, bir küçük portakal. Bir mandalina, bir incir, iki adet kayısı, üç adet erik, yarım dilim karpuz, kavun veya yarım muz. Bunlardan biri alınır.

Akşam yemeği: Öğlenki gibidir.

Yatarken: İkindideki ara yemek gibidir. Pasta, şekerleme, kuruyemiş yasaktır. Çiğ yenen yeşil sebzeler, hıyar, marul, domates, turp, yeşil biber serbesttir. Limon suyu, sarmısak, maydanoz kullanılabilir.

Diyet hazırlanırken, saf ve yoğun karbonhidrat kaynağı olan besinlerden kaçınılarak kan şekerindeki oynaklıklar önlenmelidir. 65 yaşın üstündeki şahıslarda çok sıkı tedbirlerden sakınmalıdır. Şişman hastaların bir kısmında, zayıflamayla kan şekeri seviyesi normale inmektedir.

Gizli diyabeti olan şahıslar da; şeker, tatlılar, bal, her türlü içki ve pastalardan kaçınmalıdır. Karbonhidrat kaynağı olarak tahıl, ekmek, patates, mısır, pirinç, yulaf, çavdar, makarna ve undan faydalanmalıdır. Gizli diyabeti olan şişman şahıslar yağ, krema, yumurta sarısı ve kuruyemişlerden de sakınmalıdır.

Diyabetin diyetle kontrol altına alındığının kabul edilebilmesi için, açlık kan şekeri % 100 mg’ı aşmamalı, kan şekeri yemekten bir saat sonra % 140 mg’ın iki saat sonra % 110 mg’ın altında kalmalıdır. Ayrıca idrarda aseton ve şeker de bulunmamalıdır.

Hareket tedâvisi: İskelet-kas sisteminin aktivitesi, kasların daha verimli çalışarak, glikoz harcamalarına yol açar. Dolayısıyla bilhassa hafif ve orta dereceli diyabet vakalarında faydalı olur. Ölçülü ve pek şiddetli olmayan beden hareketleri sâyesinde insülin dozajını azaltmak, hattâ büsbütün kaldırmak mümkün olabilir. Bu açıdan, hergün namaz kılınması oldukça faydalıdır. Diyabetin ağır olmaması şartıyla hastalara hergün iş yerlerine ve oradan evlerine yürüyerek gidip gelmeleri, boş vakitlerinde oturmaktansa gezinmeleri tavsiye edilir.

Haftada iki defâ ılık hamam yapmalıdır. Yirmi dakika yıkanıp, sonra havlu ile friksiyon (ovma) uygulamalıdır. Deniz ve soğuk su banyosu yasaktır. Sıcak elbise giymeli, sıcak yerlerde yaşamalıdır. Hiç sinirlenmemeli ve heyecanlanmamalıdır.

Diyabet tedâvisinde ağızdan alınan ilâçların rolü: Diyetle kontrol altına alınamayan diyabetlide ilâç kullanma mecburiyeti hâsıl olur. Başlangıçta ağızdan alınan diyabet ilâçları kullanılır, şâyet bunlar da tesirsiz kalırsa, o zaman insülin tedâvisine geçilir. Ağızdan alınan diyabet ilâçları kabaca sulfomid grubu ve biguanid grubu olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ilâçlar genel olarak, pankreastan insülin salgılanmasını arttırmak, dokuların glikoz alımını arttırmak, glikoz üretimini engellemek gibi mekanizmalarla etkili olurlar. Bu ilâçlar uzun süre kullanılınca birtakım yan etkilere yol açmaktadırlar. Bunlar arasından kan şekeri düşüklüğü, allerjik reaksiyonlar, sindirim sistemi tahrişi, başağrısı ve baş dönmesi vb. sayılabilir.

Bu ilâçlar özellikle, insüline bağımlı olmayan, 40 yaşın üzerindeki, 40 üniteden daha az insülin gerektiren, henüz ileri diyabet komplikasyonlarının belirmemiş olduğu ve had diyabet komplikasyonlarına temâyülü olmayan vak’alarda (tabip kontrol ve târifi olmak şartıyla) tercih edilmelidir.

Diyabet tedâvisinde insülinin rolü: İnsülin; insüline bağımlı vak’alarda (gençlerdeki diyabet), diyet ve haplarla kontrol altına alınamayan vak’alarda, diyabetin bâzı komplikasyonlarında (koma gibi), cerrahî müdâhale gerektiren durumlarda, enfeksiyon hastalıklarının seyri esnâsında kullanılır.

İnsülinler üç gruptur: Süratli ve kısa süreli insülinler (kristalin, semilente insülin), orta sürat ve süreli insülinler (NPH insülin, lente insülin ve globin), yavaş ve uzun süreli insülinler (protomin zenk ve ultalente insülin). Birinci grup insülinler; diyabetin had ve âcil komplikasyonlarda ve diğer insülin türlerinin etki süresi değiştirici karışımlar yapmak için kullanılırlar. İkinci grup insülinler en sık kullanılan insülin türü olup, vak’aların çoğunluğunda kahvaltıdan yarım saat önce deri altına yapılan bir zerk, kan şekerini kontrol altına almaktadır, bâzan ikinci bir zerk mecburiyeti doğabilmektedir. Üçüncü grup nâdiren kullanılmaktadır. İnsülin tedâvisine bağlı olarak husûle gelen komplikasyonlar arasında insülin allerjisi, insülin zerk yerinde erime veya hipertofi (büyüme, şişme) ve insüline karşı direnç söylenebilir. İnsülin tedâvisine âit komplikasyonların çoğunun, insülin içerisindeki yabancı moleküllere karşı hâsıl olan antikorlarla meydana geldiği kuvvetle muhtemeldir. Bu antikorlar, insüline karşı dirence de yol açmakta ve böylece insülin ihtiyacı giderek artmaktadır. Bu yüzden insülinin saflaştırılmasına ihtiyaç duyulmuş ve böylece monokomponent (tek bileşenli) insülinler geliştirilmiştir. Bu tür insülinler sâdece insülinin komplikasyonlarının ortaya çıktığı vak’alar ve yanlız stress hâlinde insülin kullanmaya mecbur olan diyabetlilerde tercih edilmektedir.

Hastalığının şuurunda olan, eğitimli bir diyabetlinin hastâneye yatırılmadan tâkibi ve tedâvisi mümkündür. Böyle hastaların genellikle üç ayda bir kontrolleri uygundur. Kan şekeri çok oynak olan hastaların pratik metodlarla, kendi kan ve idrar tahlillerini yapabilmeleri sağlandığı takdirde, büyük tehlikelerin önüne geçilmiş olur. Koma, enfeksiyon, böbrek bozukluğu gibi durumlarda diyabetlinin hastânede tedâvi ve kontrolü gerekir.

Diyabet ve gebelik: Gebelik, annede ve ceninde hayâtı tehdit eden komplikasyonlara yol açabilir (ceninin aşırı büyümesi, cenin ölümü, gebelik zehirlenmesi, annenin diyabetinde ağırlaşma vb.). Gebe diyabetlide diyet, ana hatlarıyla mühim değişiklikler arz etmemekle birlikte bol protein ihtivâ etmelidir. 24 saatlik protein miktarı kilo başına 2 gr civârında olmalıdır. Gebelikteki yaklaşık 10 kg’lık ağırlık artışına müsâade etmek için, ideal ağırlığın kilogramı başına 30-40 kalori temin edilebilmelidir. Gebe diyabetlide üç büyük yemek arasına kahvaltılar koyarak, kan şekeri oynamaları önlenmelidir. Gebelik zehirlenmesinin önlenmesi için tuz azaltılmalıdır. Gebelikte, çocukta insülin salgısını uyararak çocuğun kilo almasına sebep olduğundan, diyabet hapları kullanamazlar. Gebeliğin ikinci yarısında insülin ihtiyacı, orta insülin tedâvisi, gebelik ayı ve karbonhidrat metabolizmasının durumuna göre ayarlanır. Doğumu tâkiben insülin dozları gebelikten önceki seviyelere indirilir. Gereğinde, doğum günü insülin dozu daha azaltılır veya verilmeyebilir.

Gebeliğin 37. haftasından îtibâren çocuğun ölüm riski; çocuk aşırı bir büyüme göstermişse, daha önceki hâmileliklerde de ölüm olayı olmuşsa, annede damar bozuklukları varsa, doğumu süratlendirmek veya sezaryenle çocuğu almak gerekir. Erken doğum yaptırmak için en uygun zaman gebeliğin 38. haftasıdır. Diyabetik annelerin çocukları genellikle 4 kg’ın üzerinde doğarlar, dolayısıyla da doğum güç olur. Büyük doğdukları hâlde çocuklar çelimsiz (yaşama yetenekleri düşük) ve doğmalık anomalili olmaları ihtimali fazladır.

Diyabetin komplikasyonlarının tedâvisi:

1. Ketoasidetik koma: Kanda asit ve keton cisimlerin aşırı artmasıdır. Uygun bir tedâvinin yapılmadığı kişilerde görülür. Bâzı vak’alarda bâzı alarm işâretlerini tâkiben (hâlsizlik, iştahsızlık, bulantı, başağrısı, susuzluk hissi, karınağrısı) ve ekseriya kısa süreli bir koma öncesi devirden sonra, tam şuur kaybı ve her türlü uyarıya cevapsızlıkla koma gelişir. Böyle vak’alarda hasta derhal hastâneye kaldırılmalı ve tedâvisi hastânede yapılmalıdır.

Diyabette ayrıca hiperosmalar koma ve daha sık olarak görülebilen hipoglisemi (kan şekeri düşüklüğü) koması da sözkonusudur. Hipoglisemiye yanlışlıkla fazla insülin yapılması, yeterli gıdâ alınmaması, aşırı aktivite (çalışma) yapılması, kusma ve ishâlle giden enfeksiyonlara yolaçabilir. Hipoglisemi hafif olduğunda; şuur açıktır, terleme, çarpıntı, açlık hissi, başdönmesi sözkonusudur ve ağızdan şekerli su verilmesi genellikle yeterlidir. Bu durum diyabetliye öğretilmeli ve bu belirtiler ortaya çıktığında hemen yanında taşıdığı şekeri yemeli ve dinlenmelidir. Hipoglisemi ağır ise; başağrısı, şuur kaybı, havâle ve koma ortaya çıkar ve hastânede âcil müdâhale gerektirir. Şeker hastalarının kimliklerinin yanında şeker hastası olduklarını belirten bir kart taşımaları bâzan çok işe yarayabilir.

2. Göz bozuklukları: Lazer tedâvisi ve çeşitli cerrahî göz müdâhalesi gerekebilir.

3. Böbrek bozuklukları: Tuzsuz diyet, tansiyon düşürücü ilâçlar, gerekirse sun’î böbrek veya böbrek nakli yoluna gidilebilir. İdrar yolları enfeksiyonları, uygun antibiyotiklerle tedâvi edilmelidir.

4. Damar bozuklukları: Kan şekeri ve kan basıncının normal hudutlarda tutulması, kan lipidlerinin azaltılması ve sigaranın yasaklanması faydalıdır.

5. İktidarsızlık: Diyabetin düzenli kontrolü, psikoterapi kısmen faydalı olabilir. Organik hasara bağlı olanlarda cerrâhî bir müdâhaleyle kamışın içine yerleştirilen ve gerektiğinde şişirilebilen protezler kullanılmaya başlanmıştır.

Diyabet tedâvisinde yeni gelişmeler:

1. Sun’î pankreas: İki ayrı sistem geliştirilmiştir. Kapalı halka sisteminde, bir araç devamlı olarak kan şekerini ölçmekte, bir bilgisayar da, şeker seviyesinde kaydedilen değişiklikleri bir pompaya naklederek, kan şekerini normal hudutlarda tutacak miktarda insülinin toplardamar içerisine sevkini sağlamaktadır. Bu sistem oldukça büyük olup, ancak hastânelerde kısa süreli kullanmaya elverişlidir.

Açık halka sistemindeyse, kan şekeri devamlı olarak tâyin edilmemekte, fakat küçük bir pompa vâsıtasıyla daha önceden hazırlanmış bir programa göre vücûda damar veya derialtı yoluyla insülin verilmektedir. Karmaşık olmayan bu sistem daha ucuz olup, hasta tarafından da taşınabilmektedir, fakat kan şekeri çok oynak olan şahıslarda sık sık ayar yapmak gerekmektedir.

2. Pankreas nakilleri: Pek başarılı netice vermemiştir.

3. Sentetik insan insülini: Henüz araştırma safhasında olup, bâzı mikroorganizmalara, insan insülinin aynı özelliklere hâiz olan ve yan etkileri olmayan biyosentetik bir insülin yaptırma yoluna gidilmektedir.

4. Bâzı araştırmacılar ağız yoluyla alınıp, sindirim sisteminde harap olmadan kana geçebilecek olan insülin hapları üzerinde çalışmaktadırlar.

Ayrıca deri altına yerleştirilip, 20-30 gün müddetle kan şekerini kontrol altında tutabilecek sistemler üzerinde de çalışmalar devam etmektedir.