ŞEHİR

Alm. Stadt (f), Fr. Ville (f), İng. City. İnsanların iklim şartlarından ve her türlü saldırılardan korunabilmesi, medenî ihtiyaçlarının karşılanması maksadıyle bir araya gelmelerinden ortaya çıkan geniş, kalabalık yerleşme bölgesine verilen isim. İlk kurulan şehirlerde düşmana karşı korunma birinci plânda tutulmuş, şehirler yükseklere, tabiî kale görünümünde kayalar üstüne kurulmuştur. Daha sonra kurulan şehirlerde su, yol, kanalizasyon ve enerji kaynaklarının temin ediliş, dağıtım ve kullanımı dikkate alınarak şehirlerin yapısı değişmelere uğradı.

Şehirlerin kurulduğu yerlerin deniz, nehir kıyıları gibi diğer bölgelerle irtibatı kolay olmasına dikkat edilmiştir. Dünyânın en büyük şehirlerinin deniz kıyılarında kurulması buna güzel bir misâldir. Şehirlerin büyümesinde çok çeşitli faktörler vardır. Kudüs, Roma gibi şehirlerin büyümesinde dînin de etkisi büyüktür. Nice, Miami, Los Angeles gibi şehirlerin büyümesinde iklim etkisi büyüktür.

Ziraatın makinalaşması, savaşların topyekûn özellik kazanması, ulaşım, enerji kaynakları gibi büyük ihtiyaçların bölgelere eşit olarak yayılması şehirlerin çok genişlemesine sebep olmuştur. Şehirlerin büyümesiyle şehircilik başlı başına bir ilim konusu olmuştur. Modern şehirler, şehir plânlaması esas alınarak genişlemektedir.

Şehir plânlaması: Şehir plânlaması medeniyet târihi kadar eskidir. İnsanların belli bir merkez etrâfında devamlı kalmak üzere yerleşmeye başlamaları ihtiyaçları karmaşık hâle getirmiş, böylece şehir plânlaması fikri doğmuştur. Çok eski târihlerde kurulmuş plânlaması mükemmel olan şehirler yapılan kazılarla ortaya çıkarılmaktadır.

Şehir plânlamasına ilk adım şehrin su ihtiyacını karşılayacak su yollarıyla başlamıştır. Şehir plânlamasını etkisi altında bulunduran en mühim faktörse şehrin her türlü düşmana karşı korunmasıdır. Yapılan incelemelerden şehircilik konusunda büyük adımlar Romalılar zamânında atılmıştır. Ortaçağda şehirler ihtiyacı karşılayamaz, sıkışık bir duruma gelmiştir. İslâm devletlerindeyse şehirciliğe önem verilerek birbirinden güzel büyük şehirler kurulmuştur.

Modern şehir plânlaması 20. yüzyılda başlamıştır. Bu devirde şehirlerin plânlamasında ekonomi baş rolü almış ve şehrin yapılacağı saha bölgelere ayrılmıştır. Modern şehir plânlaması yapılan bir yerde ulaşım, su, elektrik, kanalizasyon gibi alt yapı tesisleri önceden hazırlanır, şehrin bu bölgeye yayılması için bu bölgedeki temel ihtiyaçlar ucuz tutulur. Sanâyi tesislerinin şehirlerin çok dışında yer almasına dikkat edilir. Modern şehircilikte de düşmana karşı şehrin korunması tesirlidir. Uçak, füze ve nükleer silâhların gelişmesi; ulaşımın sessiz ve şehir altında yapılması maksatlarıyla metroların inşâ edilmesi de şehir plânlamasının bir parçasıdır.

Şehirlerin en büyük problemleri süratli nüfus artışları, motorlu araçların sayısında artışla meydana gelen trafik problemidir. Şehir halkının şehir içinde bir yerden diğer bir yere nakli, hava alanları, tren istasyonları gibi nakliye bölgelerinin yer seçimi, park yerleri, okullar, gürültü, çevre ve hava kirliliği, kanalizasyon, ısıtma, su ve enerji temini gibi çok yönlü birçok konuları içine alır. Şehir plânlaması bütün bu konuların ahenkli bir şekilde hazırlanmasıdır.

1990 Sayımlarına Göre Türkiye’nin 10 büyük ili

İstanbul

7.309.190

Ankara

3.236.626

İzmir 

2.694.770

Adana

1.934.907

Konya

1.750.303

Bursa 

1.603.137

İçel   

1.266.995

Samsun

1.158.400

Manisa

1.154.418

Gaziantep

1.140.594

Dünyânın Başlıca Büyük Şehirleri (1991)

Şehir 

Ülke 

   Nüfus

Mexico City

Meksika

8.850.000

Moskova

Rusya 

8.800.000

Tokyo

Japonya

8.350.000

Bombay

Hindistan

8.250.000

Newyork City

ABD

7.350.000

Metro-Manila

Filipinler

7.215.000

Sanghay

Çin

7.150.000

Sao Paulo

Brezilya

7.050.000

Londra

İngiltere

6.700.000

İstanbul

Türkiye

7.309.000

Cakarta

Endonezya

6.500.000

Kahire

Mısır

6.100.000

ŞEHİT

Alm. Märtyrer (m), Fr. Martyr (m), İng. Martyr. Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman. Şehit; harp meydanında düşman tarafından, hükümete karşı gelen âsiler tarafından veya yol kesiciler tarafından kılıç, top, tüfek gibi silâhlarla ve bunlara benzer herhangi bir âletle öldürülen, yangın veya boğulmakla, vebâ (tâûn) gibi salgın hastalıkla ölen, yâhut harp meydanında üzerinde ölüm alâmeti olduğu hâlde bulunan kimsedir. Böyle bir kimseye şehit denilmesi, ölürken bir takım rahmet melekleri hazır bulunduğu veya Cennete gireceğine şehâdet olunduğu, yâhut kendisi Allahü teâlânın huzûrunda diri olarak rızıklandırıldığı içindir.

Şehitlik, Allah katında peygamberlikten sonra en yüksek mertebedir. Peygamberlerden sonra derecesi en yüksek olan şehitlerdir. Şehitler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Cennette, onlar için sonsuz nîmetler hazırlanmıştır. Îmânla ölen ve Cennet’e giren bir kimse, dünyâya tekrar gelmek istemez. Fakat şehitler böyle değildir. Onlar, tekrar dirilmek ve tekrar şehit olmak arzu ederler. Bu arzuları, şehitlik mertebesinin Cennet nîmetlerinden daha tatlı, daha zevkli olmasındandır. Şehitlerin, Cennet nîmetlerine kavuştukları vakit; “Ey Rabbimiz, biz senin yolunda tekrar şehit olmak için dünyâya döndürülüp öldürülmeyi istiyoruz.” diyerek, Allahü teâlâya yalvaracaklarını Peygamber efendimiz haber vermektedir.

Şehitlerin, kul borçlarından başka bütün günahları affolunur. Kul borçlarını da, Allahü teâlâ kıyamette, hak sâhibine Cennet nîmetleri ihsan ederek helâllaştıracaktır. Allah yolunda savaşırken, hudut boylarında nöbet tutarken ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerinin sevâbı verilir. Kabirlerinde diridirler. Her biri, kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder. Suda boğularak şehit olana, karada şehit olanın iki misli sevap verilir. Havada şehit olanlar da böyledir.

Müslümanları, asırlarca harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzu, âhirette şehitlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için can atmalarıdır. Dünyânın fâniliğine, âhiretteyse Cennetin ve nîmetlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân edenler, şehit olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydanlarında kahramanca dövüşen ve düşmandan yılmayan Müslüman askerler, şehit olmak arzusuyla yanıp tutuşmuşlar ve aslâ düşmandan yüz çevirmemişlerdir. Halbuki dünyâ zevklerine aşırı derecede düşkün olanlar ve âhirete inanmayanlar, güçlü gördükleri düşmanları karşısında tutunamayıp harp meydanını terk etmişlerdir. Durum, bugün de böyledir.

Ancak mümin olanlar şehit olur. Allah’a ve dinine inanmayanlara âhirette şehitlik muâmelesi yapılmaz. Şehitler dünyâda ve âhirette, durumlarına göre muâmele görürler. Tam şehit olan ve dünyâ şehidi olan, öldükleri vakit üzerinde bulunan kanlı elbiseleriyle gömülür ve yıkanmazlar. Allahü teâlânın huzuruna, harpte yaralanıp şehit oldukları andaki durumlarıyla gelirler. Yaralarından akan kan misk ve amber gibi kokar.

Şehit olarak ölmeyi istemek îmânın kâmil olmasının alâmetidir. Onun için her Müslüman şehit olarak ölmek için duâ eder. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, şehitliğin fazîletlerini, üstünlüklerini Eshâbına haber verince, bütün Eshâb-ı kirâm şehit olmak istemişler, namazlarından sonra şehit olarak ölmek için duâ etmişlerdir. Bu hususta duâsı meşhur olan Eshâb-ı kirâm çoktur. Bunlardan, Abdullah bin Cahş’ın duâsı pek meşhurdur.

Hazret-i Abdullah bin Cahş, Resûlullah’ın halasının oğlu ve kayın birâderidir. Bedir Savaşında olduğu gibi, Uhud Savaşında da büyük fedakârlıklar göstermiştir. O, bu savaşta şehit olmak istiyordu. Arkadaşlarından Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, bu arzusunu şöyle anlatmaktadır:

Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi:

“Şimdi burada, sen duâ et, ben “âmin” diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen “âmin” de!” Bunun üzerine “peki” dedim ve şöyle duâ ettim:

“Allah’ım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak geri döneyim!”

Benim yaptığım bu duâya, içten “âmin” dedi. Sonra da duâ etmeye başladı:

“Allah’ım, bana zorlu kâfirler gönder. Kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tânesi de beni şehit etsin. Sonra, benim dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde, senin huzûruna geleyim. Sen bana: “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda, Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim, diyeyim.”

Gönlüm böyle bir duâya “âmin” demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecburen “âmin” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı alıp, savaşa devam ettik. Hakikaten savaş, Abdullah’ın arzu ettiği şekilde cereyan etti. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. Bir ara Abdullah’ın elindeki kılıç kırıldı. Resûl-i ekrem efendimiz, ona bir hurma dalı verdi. Bu dal, bir mucize olarak kılıç gibi önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşman öldürdü.

Savaşın sonuna doğru, nihâyet istediği gibi, şehit düştü. Akşam üstü cesedinin yanına vardığımda, duâ ettiği gibi, dudakları, burnu ve kulakları kesilmiş halde kanlar içinde yatıyordu. Hazret-i Hamza ile berâber aynı kabre koyup defnettik.

Üç türlü şehit vardır:

1. Tam şehit: Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir Müslüman, zulümle haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanlarıyla Allah için cihad ederken düşman tarafından; sulhta âsiler, yol kesiciler, şehir eşkiyâları, gece hırsız tarafından, herhangi bir vâsıta ile ödürülünce, hemen ölürlerse veya Müslümanların ve ehl-i zimmilerin canlarını, mallarını korumak için, bunlarla olan çarpışma yerinde bulunan ölü üzerinde yara, kan akması gibi öldürülme alâmetleri görülürse veya şehirde öldürülmüş bulunup, kâtili bilinir ve kısas yapılması lâzım gelirse, bunlara “tam şehit” denir. Tam şehit, dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdarından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırıyla defnolunur. Cenâze namazı, Hanefî’de kılınır. Şâfii mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehit sevâbına kavuşurlar.

2. Dünyâ şehidi: Allah rızâsı için cihad etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harp eden, yalnız “dünyâ şehidi” olur. Bunlara dünyâda şehit muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat, âhirette hakîki şehitlere vaad edilen mükâfatlara kavuşamazlar, çünkü niyetleri bozuktur. Cennetteki nimetler, Allah’ın râzı olduğu kimseler için hazırlanmıştır.

3. Âhiret şehidi: Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde ölürse, zulümle öldürülünce veya cihadda ve eşkiyâ, âsi, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanınca, hemen ölmez, bir namaz vakti çıkıncaya kadar aklı başında kalır veya başka yere götürülüp, orada ölürse yalnız “âhiret şehidi” olurlar. Dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Had, ta’zir, kısas cezâlarıyla öldürülenler, kurşuna dizilenler, îdâm edilenler ve hayvan tarafından öldürülenler yıkanırlar.

Boğularak, yanarak, garib, kimsesiz olarak, duvar ve enkaz altında kalarak ölenler ishâlden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sara hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bilgileri öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulümle hapsolunup ölenler. Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, şeriate uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar (ve fıkıh kitaplarında daha geniş olarak izah edilen şeyleri yapanlar) ölünce âhiret şehidi olurlar.

Şehitlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki:

Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ölüler demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız. (Bakara sûresi: 154)

And olsun, eğer siz Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bir bağışlama ve esirgemesi, Onların toplayacakları dünyâ menfâatlerinden elbette daha hayırlıdır. And olsun, eğer ölür veya Allah yolunda öldürülürseniz muhakkak ki, Allah’ın huzûrunda toplanacak, hesaba çekileceksiniz. (Âl-i İmrân sûresi: 157-158)

Sakın Allah katında öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu Onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan (şehitlik rütbesinden) dolayı neşeli haldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında şunu müjdelemek isterler: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.” (Âl-i İmrân sûresi: 169-170)

Kim Allah ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar. (Nisâ sûresi: 69)

Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlar, Allah onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Hacc sûresi: 58)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

Şehidin, kul borcundan başka bütün günahlarını Allahü teâlâ affeder.

Allah yolunda şehit olmayı gönülden isteyen kimse, şehit olmasa dahi şehitlik sevâbına nâil olur.

Malının yanında; kanını, dînini, ehlini korumak uğrunda öldürülürse şehittir.

Onları (şehitleri) yıkamayın! Çünkü kıyâmet gününde her yere miskü amber gibi koku saçacak.

Şehitler beştir: Tâûna (vebâya)tutularak ölenler, ishâl (dizanteri) hastalığından ölenler, suda boğularak ölenler, yıkıntı altında kalarak ölenler ve Allah yolunda savaşırken öldürülen kimseler.

Bir Şehidimizin Son Sözleri

Şehidin Kimliği:

İsmi                     Mehmed Tevfik

Rütbesi               Kolağası (Ön Yzb.)

Görevi                 Bölük Komutanı

Baba Adı             Ali Rıza

Doğum Târihi     1296 (1881)

Doğum Yeri       İstanbul

2 Haziran 1916’da bir İngiliz mermisiyle yaralanmış ve Çanakkale Askerî Hastânesinde şehit olmuştur.

Ovacık Karibindeki Ordugâhtan 18 Mayıs 1331, Pazartesi (1916)

Sebebi hayâtım, feyz ü refikım,

Sevgili Babacığım, Vâlideciğim;

Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamd olsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum.

Hamdü senâlar olsun Cenab-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar isâl etti (ulaştırdı). Yine mukadderât-ı ilâhiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için ne sûretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz ü refikım ve hayatım oldunuz. Cenâb-ı Hakk’a ve sizlere çok teşekkürler ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamânıdır. Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi îfâya cehdediyorum. Rütbe-i şehâdete suûd edersem (kavuşursam) Cenab-ı Hakk’ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman benim için pek yakındır.

Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih’ciğimi evvelâ Cenab-ı Hakk’ın sâniyen sizin himâyenize tevdi ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen sa’yediniz. Servetimizin olmadığı mâlumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yazdığım melfuf mektubu lütfen kendi eline veriniz!Fakat çok müteessir olacaktır. O teessürü izale edecek veçhile veriniz. Ağlayacak, üzülecek tabiî, teselli ediniz. Mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Matlubât ve düyunâtım hakkında refikam mektubunda leffettiğim deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde mukayyet düyunât da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha mufassaldır. Kendisinden sorunuz.

Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Ruhumu şad ediniz. İşlerimizin tesviyesinde refikama muavenât ediniz ve mu’in olunuz.

Sevgili hemşirem Lûtfiye’ciğim.

Bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için ve sa’yimin yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir. Beni affet, mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!

Hepiniz, hergün beş vakit namaz kılınız! Bir namazı kaçırmamaya çok dikkat ediniz. Rûhuma Fâtiha okuyarak beni sevindiriniz! Sizi de Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve himâyesine tevdi ediyorum.

Ey akrabâ ve ehibbâ ve eviddâ (dostlar) cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun. Elvedâ, elvedâ. Cümlenizi Cenab-ı Hakk’a tevdi ve emânet ediyorum. Ebediyen Allah’a ısmarladık. Sevgili babacığım ve vâlideciğim.

Oğlunuz

Mehmed Tevfik

ŞEHİT KÂMİL EFENDİ

Balkan Harbi fedâi ve şehitlerinden.

Yaptığı hizmetle târihe geçen, şehit düştüğü tepeye adını vererek unutulmazlar arasına giren Kâmil Efendi, aslen Bulgaristan’ın Lofça kasabasındandır. Doğumu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dînine bağlı bir âileye mensup olan Kâmil Efendi, 93 Harbi diye târihlere geçen 1876-1877 Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir.

Çocukluğunda iyi bir terbiye alan Kâmil Efendi, askerî okulları bitirerek subay oldu. Osmanlı Devletini idâre edenlerin akıl almaz gafletleri sonucunda girilen Balkan Harbine iştirak etti. Edirne’nin düşmesi, Çatalca’ya kadar Bulgarların gelmesi sonucunda birliklerin geri çekilmesi esnâsında genç bir subay olarak büyük hizmetleri görüldü. İstanbul işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Çatalca yakınlarındaki köprü düşünce, düşman birliklerinin harekâtı kolaylaşacaktı. Bu sebepten o bölgeyi müdâfaa eden komutan bu köprünün tahrip edilmesi için gönüllü subay aradı. Vatan sevgisi ve şehit olma arzusuyla yanan Kâmil Efendi, bir arkadaşıyla berâber bu kutsal vazifeye tâlip oldu.

Tahrip kalıpları ve fedâkâr bir arkadaşıyla hemen vazifeye koşan Kâmil Efendi, köprüyü havaya uçurdu. Bu esnâda arkadaşıyla birlikte çok arzu ettikleri şehitliğe de ulaştılar.

Kâmil Efendi şehit olduktan sonra, Hadımköy-Yassıören yolunun Akpınar mevkiinde, yolun sol tarafındaki bir tepe üzerine gömüldü. Bu tepe haritalarda da Şehit Kâmil Tepesi olarak geçmektedir.

ŞEHNÂME

(Bkz. Firdevsî)

ŞEHREMİNİ

Osmanlı Devletinde İstanbul’daki saray ve devlete âit binâların bakımı ve tâmiriyle uğraşan ve saraylara gerekli olan şeyleri satın alan kimse.

Şehremininin yukarıdaki hizmetlerinden başka, sarayların vekilharçlığı, hastahâne arabalarının tâmiri, surre alayında lâzım olan mühimmâtın tedâriki, enderûnun bâzı ihtiyaçlarının temini ve îcâbında bunların tâmiri, nakliyat ambalajlarının yapılması gibi görevleri vardı. Ayrıca sarayın ve içoğlanlarının bâzı ihtiyaçlarının alınması, hassa ve dârüssaâde ağası matbahına her sene verilmesi lâzım gelen lüzumlu malzemelerin temini ve her sene eski saraya verilen bâzı âletlerin tedâriki gibi görevleri de bulunuyordu.

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, şehremini, teşrifâtta defteremininden sonra ve reisülküttâptan önce gelirdi. Terfi ederse, defterdâr olurdu. Genellikle dîvân-ı hümâyûn hocalarından seçilen şehreminlerinin muayyen maaşları vardı. On beşinci yüzyıl ortalarında yevmiyeleri yüz yirmi akçeydi.

Şehreminlerinin emrinde su nâzırı, kireççibaşı, ambar müdürü, ambar kâtibi, sermîmar ve tâmirât müdürü gibi görevliler vardı. Şehremini dâiresi sarayın birinci avlusunda, yâni Bâb-ı Hümâyûnla orta kapı arasındaki sâhanın solunda bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında şehreminleri dîvâna gelip diğer eminlerle berâber dışarda muayyen bir yerde otururlar, kendilerinden bir şey sorulacak veya bir emir verilecekse dîvâna çağrılıp mütâlaaları alınır ve icâb eden tebligât yapılırdı.

On yedinci asrın ikinci yarısında, saray mühimmâtı ve enderûn hademeleriyle eski saray hademelerinin yiyecek ve içecekleri ve bâzı tâmirât ve inşaat için şehreminine senede 6900 kese akçe veriliyordu. On sekizinci asırda ise, şehremini mâliyeden senede 850.000 kuruşluk bir tahsisât almaktaydı.

Zaman zaman resmî binâların inşâ ve tâmirlerinde şehreminiyle mîmârbaşıların berâber çalışmaları aralarında ihtilâfa sebep olurdu. Bu sebeple 1831 yılında her iki vazîfe, yâni şehreminliğiyle mîmarbaşılık birleştirilerek Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü ihdâs edilmiş ve şehreminliği kaldırılmıştır.

Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü 1849 yılına kadar müstakil, bu târihten 1856 yılına kadar da Ticâret ve Nâfiâ Nezâretine bağlı olarak görevini yürüttü. Bu târihten îtibâren ise, şehrin temizliğini sağlamak ve güvenliğini korumak üzere kurulan şehremânetine bağlandı. Bu teşkilât başlangıçta, bir şehremininin başkanlığında iki yardımcıyla İstanbul halkının ve esnafının ileri gelenlerinden kurulu, karma bir şehir meclisinden meydana gelmekteydi. Sonradan bu kuruluşun şeklinde bâzı değişiklikler yapıldı. 1867’de uygulanan teşkilât ve usûllerle bugünkü belediyeciliğin ilk temelleri atılmış oldu. Devletin her şehir ve kasabasında; şehremâneti denilen belediye teşkilâtı kuruldu. Nihâyet Cumhûriyet devrinde kabul edilen bir kânunla şehremâneti tâbiri kaldırıldı (1930).

ŞEHZÂDE

Osmanlı pâdişâh sülâlesinin erkek evlâtları. Aslı “şah oğlu, pâdişâh oğlu” demek olan şehzâdedir. Pâdişah çocuklarına Sultan Çelebi Mehmed zamânına kadar çelebi denilmiş sonra şehzâde tâbiri kullanılmaya başlanmıştır. Pâdişah kızlarına isminden sonra kullanılmak üzere sultan ünvânı verilirdi.

Şehzâde veya sultan doğduğunda sarayda özel merâsimler yapılırdı. Durum, toplar atılmak sûretiyle İstanbul halkına ilân edilirdi. Aynı zamanda memleketin her tarafına fermanlar gönderilerek oralarda da toplar atılır, şenlikler yapılırdı. Şehzâde ve sultan doğumları ferman geldikten sonra her mahallin şer’î mahkeme sicillerine kaydolunurdu. Pâdişâhların ilk oğulları olduğunda yapılan donanma günü fazla olurdu. Sultan Birinci Abdülhamîd Han (1774-1789) ikinci oğlunun doğumunda şenlik yapılmasına müsâde etmemiş ve “...dervişân tekkelerine nezirler ve sadakalar verilip, mektep hocalarına paşa kapısına gelince hil’at giydirilip, kafalarına sarık parası ve mâsumlara çil para ve pilâv, zerde...” verilmesini istemiştir.

Osmanlı şehzâdesi beş, altı yaşına gelince kendisine bir hoca tâyin edilerek merasimle okumaya başlardı. Bu derse başlamaya Bed-i besmele denirdi. Şehzâde ilk olarak Elif-bayı şeyhülislâmdan okurdu. Merâsim sonunda şeyhülislâm duâ ederdi.

Şehzâde sünnetleri büyük şenliklerle yapılır, fakir fukarâ günlerce karınlarını doyurur, dağıtılan bahşişleri alırlardı. Sünnet olan ve on üç, on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire verilirdi. Annesi, kızkardeşlerinin hâricinde başka bir kadınla görüşmesine müsâde edilmezdi.

Şehzâdeler, babalarının sağlığında eğitimlerinin yanında ata binmek, ok atmak, avlanmak, gürz kullanmak gibi spor hareketlerinde ve silâh kullanmakta egzersiz yaparlardı. Babalarının ölümünden sonra sarayda kendilerine tahsis edilen yerde otururlar ve ilimle meşgul olurlardı. Sırası gelen saltanata geçerdi.

Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde şehzâde sancakları vardı. Şehzâdeler delikanlılık çağına geldiklerinde yanlarında onlara devlet idâresini öğretecek eyâlet vâliliği yapmış lala tâyin edilmek sûretiyle bu sancaklara gönderilirdi.

Sultan İkinci Selim Handan îtibâren yetişkin şehzâdelerin sancaklara çıkarılma usûlleri terk edilerek bunlardan yalnız büyük ve pâdişâhlığa aday şehzâdeye sancak verilmesi kararlaştırılmış ve Manisa sancağı veliahd şehzâde sancağı olmuştur.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) zamânından îtibâren büyük şehzâdelerin de sancağa çıkmaları kânunu tamâmen kaldırılmış, fakat veliahd şehzâdelere Anadolu’da ismen sancak verilmiş, bunun bir vekille idâre edilmesi gibi bir usûl konmuştu. Daha sonra bu usûl de tamâmen kaldırılmıştır.

Yetişkin şehzâdelerin sancağa çıkarılmayıp, yalnız büyük şehzâdenin sancak beyi olmasının kabûlüne, şehzâde Bâyezîd ile Selim arasındaki mücâdele; büyük şehzâdenin sancağa çıkarılmak usûlünün kaldırılmasına da Üçüncü Mehmed’in oğlu olan ve babası tarafından öldürülen şehzâde Mahmûd hâdisesi sebep olmuştur.

Şehzâde sancaklarının çoğu Anadolu Beyliklerinden zaptedilen sancaklardı. Anadolu’daki şehzâde sancakları Balıkesir, Kütahya, Manisa, Isparta, Antalya, Konya, Aydın, Amasya, Sivas, Kastamonu, Trabzon ve Kırım’da Kefe şehirleridir. Daha sonradan sâdece Amasya, Manisa, Kütahya ve Konya diğer şehirlere tercih edilmiş ve en son olarak yalnız Manisa şehzâde sancağı olarak kalmıştır.

Osmanlı şehzâdelerinin muayyen hasları vardı. İkinci Bâyezîd’in şehzâdelerinden her birinin senelik 1.200.000 akçelik hasları vardı ki, bu miktar Fâtih Kânunnâmesi’ndeki vezir-i âzamın hassı kadardı.

Şehzâdelerin maiyetlerinde dîvân-ı hümâyundaki vazife sâhipleri gibi dîvân hey’eti ve pâdişâh maiyeti gibi lalaları, kapı halkı, sulak, peyk ve sâirleri vardı.

Sancak beyliğinde bulunan şehzâdeler eskiden beri Anadolu’daki bu şehirleri kültür ve ilim muhiti hâline getirmişlerdir. Osmanlı şehzâdeleri nâmına bir hayli eser yapılmış ve kaleme alınmıştır.

Devlet işlerine ve devlet idâresine tecrübe sâhibi olmak için sancaklara gönderilen şehzâdelerin sancaklarda iyi bir şekilde yetiştirilmeleri kendilerinin hükümdarlıkları zamânındaki başarılarında önemli rolleri olmuştur.

Şehzâdelerin fırsat buldukça saltanat iddiası ile meydana çıktıkları ve başarılı olamayıp yakalananların öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına kaçtıkları görülmektedir. Saltanat hırsı, dışardan ve içerden tahrik, can kaygısı bu mücâdelelerin başlıca sebeplerindendir. Bilhassa saltanata geçen hükümdarın devlet nizâmının sarsılmaması ve devletin bölünüp, parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşılaşmaması için kardeşlerini öldürmelerinin câiz olacağı Fâtih Kânunnâmesi’nde belirtilmiştir. Şehzâdelerin öldürülmesi meselesi, devlet nizâmını ve devletin geleceğini ilgilendirdiği için üzerinde önemle durulmuştur. Devletin bütünlüğünü sarsacak herhangi bir olay karşısında herkese yapılabilecek katıl hâdisesi şehzâdelere de çekinmeden yapılırdı. Şehzâdelerin bilhassa saltanatı ele geçirmek için yaptıkları isyanlardan Osmanlılarla sınır komşusu olan devletler istifâde etmişler ve muhâlefete geçen şehzâdelere maddî ve manevî yardımlarda bulunmak sûretiyle devleti çökertmek istemişlerdir.

Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Pâdişâhları da Türk ordusunun bizzat başkumandanı olup, oğulları da gerektiğinde bu ordunun sağ veya sol kolundaki kuvvetleri idâre ederlerdi. Bu sûretle sancaklarda idârî işlerle uğraşan şehzâdeler askerî sahada da yetişerek hükümdar oldukları zaman tecrübeli bir kumandan sıfatıyla devlet reisliğine geçerlerdi.

Kânûnî, sefere gittiğinde şehzâdelerini bâzan yanında götürür ve bâzan da Rumeli’nin muhâfazası için Edirne’de oturturdu. Kânûnî’nin vefâtından sonra Osmanlı şehzâdelerinin kumandanlık hizmetleri de sona ermiş ve şehzâdeler 1595 târihine kadar Manisa sancağında vazife yapmışlardır. Osmanlı Devleti ve hânedanlığa son verilince, şehzâdelik de kalkmış oldu.

ŞEHZÂDE CAMİİ

Kânûnî Sultan Süleyman Hanın oğlu Şehzâde Sultan Mehmed için Mîmar Sinân’a yaptırdığı câmi.

Yanında şehzâde için yapılmış bir türbe, bir medrese, bir imâret, bir tabhâne ve bir sıbyan mektebiyle birlikte 1543-1548 yılları arasında tamamlandı. Eski Odalar diye anılan İstanbul’daki ilk Yeniçeri Kışlasının karşısındaki arsaya yapılmıştı. Câminin bulunduğu semt günümüzde Şehzâdebaşı diye anılmaktadır. Şehzâde Câmiinin karşı köşesinde Sadrazam Nevşehirli İbrâhim Paşanın yaptırdığı câmi ve medrese vardır. Kânûnî Sultan Süleyman 1542’de çıktığı Macaristan Seferinden zaferle dönüşünde Edirne’de, Manisa vâlisi oğlu Sultan Mehmed’in ölüm haberinin alınmasından sonra yapılan Şehzâde Câmii ikişer şerefeli iki minârelidir.

Câmi, kare plânlı olup, üstü yarım küre şeklinde bir büyük kubbe ve bunun etrâfında dört yarım kubbeyle örtülmüştür. Dört köşede yarım küre, dört küçük kubbe vardır. Bütün kubbeler dört büyük fil ayağı üzerine oturur. Mîmar Sinân’ın eserlerinde görülen sâdelik, güzellik ve tezyinât, bu câmide de görülür. Şehzâde Camii Mîmar Sinân’ın yaptığı en büyük üç câmiden biri ve ilkidir. Mîmar Sinân, bu eserini “çıraklık eseri” olarak vasıflandırmaktadır. Bu câminin iç içe mahfiller de dâhil saha genişliği 40.56x40.45= 1640 m2dir. Merkezî büyük kubbenin, kubbe kâidesinden kilit taşına yüksekliği 9.90 m, merkezî kubbe kâidesinin zeminden yüksekliği 26.00 m’dir.

Şehzâde Câmiinin büyük dış harem avlusu altı kapılıdır. Medrese ve tabhâne, dış harem avlusu üzerinde ve avlunun kuzey kenarındadır. İmâretle mektep ise dış avlunun doğusundadır. Câminin haziresinde yedi türbe vardır. Bunlar; Şehzâde Mehmed’in türbesi, Sadrazam Rüstem Paşa Türbesi, Şehzâde Mahmûd Türbesi, Fatma Hanım Sultan Türbesi, Hadice Sultan Türbesi, Dâmât Bosnalı İbrâhim Paşa Türbesi, Destârî Mustafa Paşa Türbesidir.

ŞEHZÂDE KORKUT (Ebü’l-Hayr Muhammed)

Sultan İkinci Bâyezîd’in oğlu, Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi. 1467’de Amasya’da doğdu. İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın sarayında iyi bir eğitim gördü. Arapça, Farsça öğrendi. Dedesinin vefâtı (1481) üzerine, babası İstanbul’a gelinceye kadar saltanat kaymakamlığı yaptı. 1491’de merkezi Manisa olan Saruhan Sancakbeyliğine tâyin olundu. 1502’de Amasya Sancakbeyi Şehzâde Ahmed’in îtirâzıyla merkezi Antalya olan Teke Sancakbeyliğine gönderildi. Hâmid Sancağı da kendisine bağlandı. Osmanlı denizciliğinin gelişmesinde katkısı oldu.

Veliahtlık meselenin ortaya çıkması üzerine tekrar Saruhan’a tâyin isteği kabul edilmedi. Babası ve Sadrâzam Hadım Ali Paşanın Şehzâde Ahmed’in veliahtlığına taraftar olmaları gibi sebeplerle İstanbul’la arası açıldı. Hac bahânesiyle Antalya’dan Mısır’a gitti (1509). Mısır’da Memlûk Sultanı Kansu Gavri tarafından parlak merâsimlerle karşılanması, babasını kızdırdı. Bağışlanması üzerine Antalya’ya döndü (1511). Kardeşi Selim’in babasına karşı hareketi üzerine Manisa’ya, sonra da gizlice İstanbul’a gitti. Yeniçerilerden, pâdişâhlık için aradığı desteği bulamadı. Babasının yerine geçen kardeşi Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığını tanıdı. Saruhan Sancakbeyliğine tâyin edildi.

Yavuz Sultan Selim, ağabeyinin fikrini öğrenmek için bâzı devlet adamlarının ağzından pâdişâh olmasını arzu eder tarzda mektuplar yazdırdı. Şehzâde Korkut’un mektuplara müspet cevaplar vermesi üzerine Manisa kuşatıldı. Bergama yakınlarında yakalanan Korkut, Bursa’ya götürülürken Emet yakınlarında Eğrigöz’de öldü (1513). Bursa’da Orhan Gâzi Türbesi civârında defnolundu.

Din ve fen ilimlerinde yetişmiş olan Şehzâde Korkut, Harîmî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Dîvân sâhibi bir şâirdir. Fıkıhta ganîmet hukûkuna dâir Hallü İşkali’l-Efkâr fi Hill-i Emvali’l-Küffâr adlı eserin sâhibidir. Vesiletü’l-Ahlâk adlı ahlâk kitabını Arapça olarak kaleme almıştır. Tasavvufla ilgili olarak da Kitab fi’t-Tasavvuf diğer adıyla Kitâbü’l-Harîmî’yi yazmıştır.

Diğer eserleri; Şerh-i Elfâz-ı Küfr, Korkudiye (Fetavâ-i Korkudhâniye) ve Şerhü’l-Mevâkıf li’l-Cürcânî’dir.

Şehzâde Korkut, bu kadar eser sâhibi olmasına rağmen, ilminden çok, Akdeniz’deki Türk denizcilerine yaptığı yardımlarla meşhur olmuştur. Onlara gemi ve malzeme yardımında bulunmuş, Hıristiyan şövalyelerin ellerine esir düşenleri kurtarmıştır. Bilhassa Oruç ve Hızır (Barbaros) reislere yardım ve teşvikleri meşhurdur.