ŞAH VELİYYULLAH-I DEHLEVÎ
Hindistan’da yetişen tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf ve hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn olup, künyesi Ebü’l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-i Ömer’e, anne tarafından ise, hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şah Veliyyullah ve Şah Sâhib, nisbesiyse Hindi, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şah Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesinde vefât etti.
Doğum ve vefât târihleri 1699 (H.1110), 1766 (H.1180) olarak da rivâyet edilmiştir.
Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazmayı öğrendi. On yaşında Arabî lisanının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde hadis, tefsir, fıkıh, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, tasavvuf, nahiv ve meânî ilimlerine dâir çeşitli temel eserlerin yanı sıra astronomi, matematik ve tıp ilmine âit kitapları da okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsilini tamamlayıp icâzet (diploma) aldı.
Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, evliyalık yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm 1719 senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsîsinden on bir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın akın talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delillerini tek tek araştırıp tahkik etti. Bunların netîcesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebi imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi anladı.
Hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn âlimlerinin ilminden faydalanmak maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Bir sene kadar Medîne-i münevverede kaldı. Ders verip ilim öğretti. Ayrıca Muhammed Efdal Hacı Siyâlkûtî, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Magrîbî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kal’î Hanefî, Şeyh Senâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basrî, Hasan Acemî, Îsâ Ca’ferî, Seyyid Abdürrahmân İdrisî ve Şemseddîn Muhammed bin A’lâ Bâbilî gibi âlimlerden ilim öğrenip icâzet aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1732 senesinde Hindistan’a döndü.
Dehlî’de babasından kalan eve yerleşti ve ders vermeye başladı. İlme susayanlar, gönüllere ferahlık veren derslerinden istifâde ettiler. Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldelere yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti Hükümdârı Sultan Muhammed, Şah Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. Türklüğün ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh, istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini istidâdına göre, kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetiştirdiği talebeler içinde kendi dört oğlu, Şah Muhammed Âşık, Şah Nûrullah Rizâvî, Cemâleddîn Şah Muhammed Emin Kişmirî ve Şah Ebû Saîd gibi kimseler vardı.
Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdi etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgul oldu. Fârisî kısa ve özlü bir tefsir yazdı. Bilhassa hadis ilminde çok ilerleyen Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen:
“Allahü teâlâ, bize sahih keşifler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!” buyururlar ve talebelerden istidâd ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi.
Eserleri:
Bütün ilimlerde söz sâhibi ve bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şah Veliyyullah-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh, Kur’ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcut olup, bir kısmının da sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan’ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcut olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir.
Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şah Veliyyullah’ın eserlerinden bâzıları şunlardır:
1. Feth-ür-Rahmân fî Tefsîr-il-Kur’ân.
2. El-Fevz-ül-Kebir fî Usûl-it-Tefsîr: Usûlü tefsir ilmine dâir olup Arapçadır.
3. El-Musevvâ Minel Muvatta: İmâm-ı Mâlik’in Muvatta adlı meşhur hadis kitabının açıklaması olup, Arapçadır. Aynı esere Farsça ayrı bir açıklama yazmıştır.
4. Huccetullâh-il-Bâliga: Bu eserinde dînî hükümlerin hikmet ve sebeplerinin üzerinde durup, birçok mevzuyu Arapça olarak yazmıştır.
5. El-Büdur-ul Baziga: Taavvuf ilmine dâirdir.
6. İzâlet-ül-Hafa an Hilâfet-il-Hulefâ: Dört halîfeden bahsetmektedir. Farsçadır.
7. Ikd-ül-Cîd: İçtihad ve taklid meselelerini anlatmakta olup, Arapçadır.
8. El-İnsaf fî Beyan-ı Sebeb-il-İhtilaf: Bu eserinde mezhepsiz, sapık kimselere cevap verir.
9. Kurret-ül-Ayneyn fi Tafdil-iş-Şeyhayn: Hazret-i Ebû Bekr’in ve hazret-i Ömer’in üstünlüklerini anlatmaktadır. Eser Farsçadır.
10. Heme’at: Taasvvufa dâirdir. Farsçadır.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’nin, El-İnsâf fî Beyân-ı Sebeb-il-İhtilâf ve Ikd-ül-Cîd adlı eserleriİstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.
Evliyânın büyüklerinden olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân onun hakkında; “Şah Veliyyullah derin hadis âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmede, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleriyle birlikte, doğru yolun âlimlerindendir.” buyurmuştur.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî buyurdu ki:
“Bid’at, sünnete, yâni Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği din bilgilerine muhâlif, ters düşen, îtikâd, amel ve sözler demektir.”
“İbâdet, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp Rabbin, güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak ve Rabbin gönderdiği kitaplara ve Peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir.”
“Bir insan, bir işi Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, O’na kulluk yapmamış, Müslümanlığın îcâbını yerine getirmemiş olur.”
“Dinde, ibâdette olmayıp, âdette olan yenilikler, yâni yapılırken sevap beklenilmeyen değişiklikler bid’at olmaz. Yemekte, içmekte, binme ve taşıma vâsıtalarında, binâlarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz reddetmez.”
“Dört mezhepten birine uymakta büyük faydalar vardır. Bunlardan ayrılmanın zararları çoktur. Bugün dört mezhepten başka doğru mezhep yoktur. İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları bid’at üzeredirler. Bunlara güvenilmez. Dört mezhepten ayrılmak, sıvâd-i a’zamdan ayrılmaktır.”
“Her Müslümanın Ehl-i sünnet îtikadını iyi öğrenmesi; çoluk çocuğuna ve bütün sevdiklerine de iyi öğretmesi birinci vazîfesidir.”
Afganistan Şahlığının üçüncü hükümdarı. Babası Timur Şah (1773-1793) olup, onun zamânında devlet hizmetinde ve saltanat nâipliği vazifelerinde bulundu. Babasının vefâtıyla 1793’te Afgan Şahı oldu.
İngilizleriHindistan’dan çıkarmak gâyesindeydi. Hindistan’a ilk seferini 1795’te yaptı. Pencaptayken, İngilizlerin teşvikiyle İran’ın Afganistan’a taarruzu üzerine döndü. İranlılar Meşhed’i zaptetti. İran’daki Kaçar Hânedânıyla antlaşma yaptı. Meşhed İran’da kaldı. Âsî ağabeyiMahmud’u affedip, Herat vâliliğine getirdi. 1797’dePencab’a gelip, Lahor’u aldı. Gürgâniyye Devletine âsi, Marathalar ve Catlar’ı yendi. Dehli’ye harekâtını plânlarken kardeşi Mahmûd isyan edince, Afganistan’a döndü. Mahmûd’u yenip, kaçırttı. Mahmûd’un İran’a ilticasını önlemek için oğlu Kayser’i Herat vâliliğine tâyin etti. İran’a Şîr Muhammed Han idâresinde bir ordu gönderip, Meşhed’i tekrar Afgan şahlığına kazandırdı.
İngilizlerin Hindistan’daki baskı ve istilâsı artınca, bölge hükümdarlarının dâveti üzerine, 1798’de Üçüncü Hind Seferine çıktı. Lahor’a girdi. Gürgâniyye Hükümdarı İkinci Şah-ı Âlem-i İngilizlerin baskısından kurtarmak istiyordu.Şah Zaman’ın Hindistan’a girişi İngilizler’i telâşlandırdı. İngilizler Hindistan’daki baskı ve istilâlarının durdurulup, hâkimiyetlerine son verileceği telâşıyla harekete geçtiler. İran’daki İngiliz memurları vâsıtasıyla Kaçar Hânedanından Feth Ali Hanı ve Mahmud’u, Şah Zaman aleyhine kışkırttılar. Mahmud, İngilizlerin teşvikiyle İran’dan askerî yardım ve ordu alıp, Herat’a hareket etti. Şah Zaman, Mahmud’un isyânı üzerine Hind Seferini tamamlamadan üçüncü defâ ülkesine döndü. Şah Zaman ve Herat Vâlisi veliahd Kayser, âsi Mahmud ve İran ordusunu yenip dağıttı.
Şah Zaman, Afganistan’dayken Pencab’da Sihler isyan edip, Lahor’u zaptettiler. Sihler, Lahor’daki Afgan vâlisini öldürdüler. Şah Zaman, 1800’de dördüncü defâ Hind Seferine çıktı. Pencab’a girdi. Lahor vâliliğini Rancit Sing’e verdi. Şah Zaman, Hindistan’dayken Mahmûd, Sistan Hâkimi Behram Hanın yardımıyla Afganistan’a girdi. Mahmud, Afganlıların desteğini sağlayıp, Kandahar’a hâkim oldu. Şah Zaman, Kabil’e dönüp, oğlu Nasr kumandasında Kandahar’a ordu gönderdi. Askerlerden Mahmud safına geçmeler başlayınca Kabil’e dönüldü. Şah Zaman, Kabil’den Peşaver’e yola çıktıysa da, yakalandı ve gözlerine mil çekildi. Mahmud hükümdar oldu (1801).
Şah Zaman, 1793 ile 1801 yılları arasında Afganistan hükümdarı olmasına rağmen doğum ve vefat târihi bilinmemektedir. Hindistan’daki İngiliz baskı ve istilâsına son vermek için çok uğraştı. Bu gâyeyleHindistan’a dört sefer yaptı. İngilizleri muhârebe meydanında hiçbir zaman bulamadı, yalnız onların siyâsî entrikalarını buldu. Bunun netîcesinde çıkan isyanlarla tahtından oldu.
Evliyânın büyüklerinden ve Müslümanların gözbebeği olan yüksek âlimlerden. Seyyid olup insanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâl’in talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed’dir. Behâeddîn ve Şah-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allahü teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, “Nakşibend” denilmiştir. 1318 (H.718) senesinde Buhârâ’ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân’da doğdu. 1389 (H.791)da Kasr-ı Ârifân’da Rebî’ul-evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır.
Kendisinden senelerce önce yaşayan velî zâtlar onun geleceğini müjdelemişlerdir. Bu velîlerden Muhammed bin Hakim Tirmizî (v. 932) ve Ahmed Yesevî (v. 1194) hazretleri; “Buhârâ’da bir velî yetişecek, âlem onun hidâyet ve evliyâlık nurlarıyla aydınlanacak.” buyurmuşlardır. Zamânının büyük velîlerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî de, henüz o doğmadan Kasr-ı Ârifân’a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir velî yetişecek diyerek işâret etmiş, emsâlsiz bir zâtın buradan zuhur edip ortaya çıkacağını talebelerine ve sevenlerine müjdelemişti. Daha sonra babası Seyyid Muhammed Buhârî şöyle anlattı: “Oğlum Behâeddîn’in doğmasından üç gün sonra, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, bütün talebeleriyle Kasr-ı Ârifân’a gelince; yeni doğan oğlum Behâeddîn’i alıp huzûruna götüreyim ve himmet, mânevî yardım isteyeyim, böylece feyze kavuşur dedim. Bu niyetle Behâeddîn’i kucağıma alıp, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna götürdüm. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî Behâeddîn’i elimden alıp, bağrına bastı ve; “Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabul ettim.” buyurdu. Sonra yüzünü talebelerine çevirip, aralarında en meşhuru olan Seyyid Emîr Külâl’e şöyle dedi: “Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim. Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size önce duyduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim mübârek zât doğmuştur. İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir.” buyurdu.” Böylece henüz daha üç günlük çocukken, zamânının en büyük evliyâ ve mürşid-i kâmili olan Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin müjdesine, himmetine ve feyzine kavuştu.
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mânevî evlatlığa kabul eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’dir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhur talebesi Seyyid Emîr Külâl’e havâle etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl’in sohbetine sonra da onun izniyle Mevlânâ Ârif Dikgerânî’nin sohbetine devam etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ’nın ders ve sohbetlerinde bulundu. Bir müddet Halîl Atâ’nın yanında kaldı. Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’den hadis ilmini öğrendi. Sonra, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufta ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ, beni yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti. Sâliha bir ninem vardı, rüyâmı ona anlattım. “Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır.” dedi. Bunun üzerine rüyâda gördüğüm o dervişin simâsını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim. Bir gün Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ’nın rüyâmda beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zâtla karşılaştım. İsmi Halîl Atâ idi. Ben onu derhal hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir halde eve döndüm. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir miktar hediye bulup, hemen huzûruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifat etti. Rüyâyı anlatmak isteyince; “Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok.” buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devam ettim. Çok feyz alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr sultanının vefât etmesi üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ’yı sultanlık yapması için Buhârâ’dan Mâverâünnehr’e dâvet ettiler. Dâveti kabul edince ben de birlikte gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetine devam ettim. Kendisinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra dünyâ işlerinden tamâmen soğuyarak Zivertun köyüne yerleştim.”
Şah-ı Nakşibend hazretleri daha sonra iki defâ hacca gitti. İkincisinde talebelerinden Muhammed Pârisâ’yı Nişabur’a gönderdi. Kendisi de Ebû Bekr Tayibâdî’yi ziyâret için Merv’e gitti. Orada bir müddet kalıp, sonra Buhârâ’ya gitti. Ömrünün kalan kısmını orada geçirerek, hocası Seyyid Emîr Külâl’in vasiyeti üzerine irşad, insanlara doğru yolu gösterme faaliyetlerinde bulundu.
Şah-ı Nakşibend ilk zamanlardaki durumlarından şöyle bahsetmektedir: Biz üç kimseydik. Hak yolunda ilerlemeye koyulduk. Ama benim düşüncem bütün mâsivâdan, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden geçip, Hak teâlâ hazretlerine kavuşmaktı. Allahü teâlânın yardımı erişerek, beni bütün mâsivâdan kurtardı ve maksadıma kavuşturdu.
Bir kimse kendisine; “Sizin yolunuzun esâsı ne üzerine kurulmuştur?” deyince, Şah-ı Nakşibend; “Zâhirde (görünüşte) halk ile, bâtında Hak ile bulunmak üzere kurulmuştur” deyip şu beyti okudu:
Kalbinden
âşinâ ol, dıştan yabancı görün.
Böyle güzel yürüyüş az
bulunur cihanda.
Buyuruyor ki: “Kendimi yetiştirmek için çalıştığım sıralarda yolum bir kumarhâneye uğradı. Gördüm ki, nice kimseler kumar oynar. Kumarcılardan ikisi oyuna kendilerini öyle vermişler ki, bunlardan birisi yenildi. Dünyâlık nâmına neyi varsa kaybetti. Arkadaşına dedi ki: “Ey benim dostum! Bu oyundan başımı dahi versem vazgeçmem.” Kumarbazın bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen o oyuna olan zevkini görünce, bende Hak yoluna talep için öyle bir gayret zuhur etti ki, kumarcı bana ders oldu. O günden beri Hak yolunu talep etmekte gayretim her gün biraz daha artmaktadır.”
Bir iş ki, Resûlullah yapmıştır, aynen ben de öyle amel ettim ve hiçbir sünneti ihmâl etmedim. Hepsini yerine getirdim ve neticesini buldum. Kendimde eserini gördüm, sünnet-i şerîfeye o derece sâdık kaldım. Resûlullah Eshâbıyla bir seferde bir mekana indiler ve buyurdular ki: “Bir ateş yakın da ekmek pişirelim.” Eshâb-ı kirâm ateşi yaktılar, Resûlullah buyurdu ki: “Herkes bir parça hamur alsın, tennura (fırına) koysun.” Kendileri mübârek ellerine bir parça hamur alıp, tennura koydular ve kapısını kapadılar, bir zaman sonra kapağını açtılar, baktılar ki, Eshâbın koyduğu hamurlar pişmiş, Resûlullah’ın hamuru çiğ. Resûlullah’a uyarak bir gün talebelerle berâber bir tennur (fırın) yaktık. Her birimiz kendi elimizle birer parça hamur aldık tennura koyduk. Bir zaman sonra tennuru açtık, gördük ki, müridlerimin koydukları hamurlar pişmiş, benim koyduğum hamura ateş tesir etmemiş. Allahü teâlâya hamdolsun bu işte de sünneti yerine getirdim ve yaptığımın eserini gördüm.
Çok kerâmetleri görüldü. Zamânında Kıpçak Çölü askerleri Buhârâ’yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhârâ vâlisi husûsî adamlarından birini hazret-i Hâce’ye gönderip; “Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çâremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka yolumuz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz kurtarırsınız. Müslümanların onların elinden kurtulması için, Allahü teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamânıdır.” deyip, ricâda bulundu. Hazret-i Hâce; “Bu gece Allahü teâlâya yalvarırız. Bakalım Allahü teâlâ ne yapar.” buyurdu. Sabah olunca, altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini verdi ve; “Vâlinize böyle müjde verin.” buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra düşmanın şehri kuşatan askerleri çekilip gitti.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsında Buhârâ’da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleriyle sohbet ediyordu.Talebelerinden Molla Necmeddîn’e dönüp; “Sana ne söylersem, sözümü tutup söylediğimi yapar mısın?” dedi. Molla Necmeddîn; “Elbette yaparım efendim.” dedi. “Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın? Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?” dedi. Bunun üzerine Molla Necmeddîn “Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam.” dedi. “Mâdem ki bu husustaki isteğimizi kabul etmiyorsun, meclisimizi terk et!” buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî hazretlerine yalvarıp, onun affedilmesini istediler. Kabul edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktı. Bundan sonra hep berâber o evden dışarı çıktılar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doğru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev duvarı gösterip talebelerine dedi ki:
“Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu alıp getirin.” Talebeleri bu emre uyup, duvarı yardılar.Kumaş dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra bir köşeye çekilip bir müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn’e; “Bir arkadaşınla gidip evin etrâfına bakın ne vardır?” dedi. Gidip baktılar ki, eve hırsızlar gelmiş, başka bir duvarı yarıp evde ne varsa almışlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretlerine haber verdiler.Talebeler bu hâle şaştılar. Sonra tekrar talebeleriyle birlikte önce misâfir oldukları eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı sâhibine gönderdi. Talebelerine; “Gece buradan geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı hırsızlardan kurtardık.” demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim ederek durumu anlattılar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn’e dönüp:
“Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacaktın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş.” dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişman olup, yanıp yakındı.
Şah-ı Nakşibend hazretleri orta boylu, mübârek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakındı. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile elâ renk karışımı olan kestâne rengindeydi. Sakalının beyazı siyahından çoktu. Ne hızlı ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamber efendimizin konuşması gibi tâne tâneydi. Konuştuğu kimseye yönünü dönerek konuşurdu. Kahkaha ile gülmez tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakir görmez, dâimâ güleryüzle karşılardı. Ancak celallendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemâli çok bakımdan Peygamber efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri bütün hareketleri sünnet-i seniyyeye uygundu.
Yiyecek ve giyeceklerine bir çekirdek bile haram karıştırmazdı. Bu hususta çok titiz davranırdı. Helâl kazanmak, kendilerine ve hânesi halkına helâl lokma temin etmek için çok fazla dikkat eder ve haram karışır diye çok korkardı. Hânelerinde olsun, talebeleriyle sohbet yaptığı topluluklarda olsun, “İbâdet on kısımdır. Bu ondan dokuzu helâl rızk talep etmektir.Kalanı sâlih ameller ve ibâdetlerdir.” hadîs-i şerîfini çok söylerdi.
Fakir olmasına rağmen lütuf ve keremleri bol ve cömertti. Bir kimse kendilerine bir hediye getirse o kimseyi eli boş göndermezdi. Misâfire bizzat kendisi hizmette bulunur, bir başkasına yaptırmazdı. Eğer hâneleri soğuk ise misâfirin üşümemesi için sırtındaki elbiselerini ve hattâ yattığı yatağı verir, kendisi döşeksiz yatardı. Misâfirin hayvanı varsa suyunu, samanını bizzat kendisi verirdi. Nafakasını çalışarak temin ederdi. Eker, biçer, Allahü teâlâ ne rızık verirse az çok demeden her defâsında hamd-ü senâlar ederek şükrederdi.
Her gün yirmi defâ kendini ölmüş, mezara konmuş olarak düşünürdü. Sofra başında; “Kendinizi Allahü teâlânın huzûrunda bilin. Onun verdiği nîmeti yediğinizi unutmayın.” derlerdi.
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yolu her bakımdan İslâm dînine uygundu. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin mezhebinde bulunduğu herkes tarafından bilinirdi. Şah-ı Nakşibend vefât edeceği zaman iki elini kaldırıp, kendi yoluna girenlerle sonradan geleceklerin hepsi hakkında hayırla duâ etti. Ellerini yüzüne sürüp Kelime-i tevhid getirerek 1389 (H.791) târihinde Buhârâ’da Kasr-ı Ârifân köyünde yetmiş üç yaşında vefât etti. Çok talebe yetiştirdi. Bunlar içerisinde dâmâdı Alâeddîn-i Attâr, Muhammed Pârisa ve Ya’kûb-i Çerhî en meşhurlarıdır. Tarîkatı olan Nakşibendiyye az zamanda Hindistan’dan Anadolu’ya kadar çok yerde yayıldı (Bkz. Nakşibendiyye). Şah-ı Nakşibend’in sohbetleri, zikirleri, mektupları talebeleri tarafından toplanmış ve Evrad, Tuhfe, Hediyye ve Mektûbât adı verilmiştir.
Alm. Mäusebussard (m), Fr. Buse (f), İng. Buzzard. Familyası: Kartalgiller (Falconidae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Orta Asya ve Afrika’nın orman ve çayırları. Özellikleri: 50-55 cm boyunda, kahverengi tüylü, kıvrık gagalı, güçlü pençeli avcı bir kuş. Ömrü: 100 yıl kadar. Çeşitleri: 50 kadar çeşidi vardır. Kızıl şahin (B.rufinus), paçalı şahin (B.lagopus) meşhurlarıdır.
Kartalgiller âilesinden, tıknaz yapılı, kanca gagalı, gündüz yırtıcılarından bir kuş. Kanatları uzun, kuyruğu kısa, tüyleri kahverengidir. Okyanusya’nın dışında bütün kıtalarda ve adalarda bulunur. Ekseriya ormanlık ve çayırlık bölgelerde barınır. Yüksek dağ veya ağaçlarda yuva kurar. Yuvanın içini yosun, hayvan kılları gibi yumuşak maddelerle döşer. Çok yükseklerde uçar. Saatlerce havada kanat çırpmadan süzülebilir. İri şahinler çoğunlukla kuş öldürürler. Daha küçükleri orta boylu memelileri, sürüngen, kurbağa solucan ve böcekleri yerler.
Avrupa, Orta Asya ve Afrika’da bol rastlanır. Kuzeyde yaşayanlar göç eder. Göç esnâsında 20-100 kadar şahin bir arada uçar. Amerika kıtasında kırmızı kuyruklu, kızıl omuzlu birçok şâhin yaşamaktadır. Şâhinin ayakları parmaklarına kadar tüylüdür. Tundraların kuşudur. Avrupa, Asya veAmerika’nın kuzeyinde yaşar.
Şâhinler keskin görüşlü olup, çok yükseklerden avlarını görürler. Şâhin insan gözünden sekiz kat daha iyi görür. Avını gözüne kestirince hızla kendini aşağı bırakır. Tamâmen açılmış güçlü pençeleriyle avını kavrar. Şâhinler en çok fâre avladıklarından faydalı sayılırlar. Tavşan yavrularını rahatça kaparak havalanırlar. Evcilleştirilerek avcılıkta da kullanılırlar.
Üreme devreleri şubat ile mart arasındadır. Açık kahverengi benekli, 3-4 yumurta yumurtlarlar. Kuluçka süreleri 28 gün kadardır. Yalnız dişisi kuluçkaya yatar. Yavruya eşler berâber bakarlar. 100 yıl kadar yaşarlar.
Millî Mücâdele kahramanlarından. Asıl adı Mehmed Said idi. Muhtemelen 1890 yılında Antep’te doğdu. Öksüz büyüdü. Rüştiye (ortaokul) tahsilini yarıda bırakıp, dericilikte çalıştı.
Birinci Cihan Harbinde Yemen Cephesinde bulundu. Cephedeki üstün hizmetlerinden dolayı zâbit (subay) sınıfına alındı. Harp boyunca Orta Doğudaki cephelerde savaştı.
Birinci Cihan Harbi bitince, Millî Mücadelede vazife aldı. İngiliz ve Fransız işgâlindeki bölgeyi teşkilâtlandırmaya çalıştı. Şâhin lâkabını aldı. Fransızlar Ermeni gönüllüleriyle Antep’i işgâle teşebbüs edince iki yüz mücâhidle berâber dağa çıktı. Antep, Kilis yolunu tuttu. 3 Şubat 1920 târihinden îtibâren düşmanla mücâdeleyi başlattı. Şâhin Beye yeni mücâhidlerin katılmasıyla kuvvetleri arttı. Fransız taarruzları püskürtüldü. Antep’teki Fransız işgâl kuvvetlerine erzak taşıyan yüz elli arabalık konvoyu Kızılburun’da pusuya düşürdü. Konvoy geri çekilmek zorunda bırakıldı. Antep’tekiFransız garnizonu iaşesiz kaldı. Antepliler, Şâhin Beyin muvaffakiyetinden de güç alıp, Antep’i kurtarma hazırlıklarına başladılar. Fransızlar, Kilis-Antep irtibatını sağlamak için; üç piyâde alayı, yüz süvâri, bir topçu bataryası zırhlı ve modern silahlarla 25 Mart 1920 târihinde taarruza geçtiler. Şâhin Bey, müfrezesiyle berâber, Kızılburun’da pusu kurdu. Fransızların üstün ateş gücü karşısında oynak bir strateji tatbik etti. Kızılburun’dan Kertel yamaçlarına geçti. Buradan da Bostancık Değirmeni’nde mevzi aldı. En son Elmalı Köprüsünü tuttu. Yanındaki kuvvet miktarı çok azaldı:
“Düşman cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez!” târihî sözünü kendisine parola yaptı.
28 Mart 1920 târihinde son kurşununa kadar mücâdele etti. Köprü başında şehit edildi.
Alm. Zeuge (m), Fr. Témoin (m), İng. Witness. Bilen, tanıyan, şehâdette bulunan, beş duyusuyla bir şey hakkında bilgi edinen, mahkemede bir olay hakkında bilgisine başvurulan; tanık.
Târih boyunca, şahsî anlaşmazlıkların çözümünde başvurulan birinci delil, şâhit olmuştur. Şâhidin yalan söyleyebileceği gözönüne alınarak onu doğruyu söylemeye zorlayacak tedbirler düşünülmüş ve tek çârenin, şâhidi dînî inançla, yâni yeminle bağlamak olduğu görülmüştür. Günümüz lâik hukuklarında dahi, dînî inanca sâhip kimsenin yalan söyleyemeyeceği dikkate alınarak şâhitlere yemin ettirilmektedir. Şâhitlik ilk olarak İslâm Hukûku tarafından bütün yönleriyle düzenlenip hükme bağlanmıştır.
Türk hukûkunda şâhit: Türklerde Müslüman oluncaya kadarki devrede şâhitlik, örf-âdet hukûku (töre) ile düzenlenmiştir. Mertlik, doğruluk, Türklerin en belirgin hasleti olduğundan yalan söylemek, yalan yere şâhitlik yapmak bağışlanmaz, suç kabul edilirdi.
Türkler Müslüman olduktan sonra şâhitlik, İslâm Hukuku kâidelerine tâbi olmuştur. İslâmiyette yalan yere şâhitliğin büyük suç olduğu hükmü, Türk milleti üzerinde hâlâ tesirini devâm ettirmektedir.
Günümüz Türk hukûkunda şâhitlik: Hukuk Usûlü Muhâkemeleri Kânununda, Ceza Usûlü Muhâkemeleri Kânununda ayrı ayrı düzenlenmiş, kendisine farklı neticeler bağlanmıştır. Bâzı kânunlarda hukûkî işlemin sıhhati için şâhitlerin varlığı aranmıştır.
1086 sayılı Hukuk Usûlü Muhâkemeleri Kânununda şâhit (Madde: 245-274): Şâhit, takdîrî delillerdendir, yâni hâkim istediği şekilde değerlendirir. Kesin delil değildir.
Hiç kimse kendi dâvâsında şâhit olarak dinlenemez. Türk mahkemelerinde yargılanabilen herkes, şâhitlik yapmak mecbûriyetindedir. Ancak, şu kimseler şâhitlik yapmaktan isterlerse kaçınabilirler: 1) İki taraftan birinin nişanlısı, 2) Aralarında evlilik bağı kalkmış olsa bile iki taraftan birinin karı veya kocası, 3) İki taraftan birinin çocukları, torunları, evlatlıkları gibi kânunda belirtilen derecedeki hısımlık, 4) Memuriyet, sanat ve meslekleri îtibâriyle bir kimsenin sırrını bilenler. Ancak o kimse, muvâfakat ederse, şâhitlikten kaçınamazlar.
Şu hâllerde de şâhitlikten kaçınılabilir: 1) Şâhitliği gerek kendisine, gerekse yakınlarına direkt olarak mâlî bir zarar verecekse, 2) Şâhitliği, kendisinin veya yakınlarının cezâlandırılmasına sebep olacak, şeref ve haysiyetine zarar getirecekse, 3) Bilgisi, sanat sırrını açığa çıkaracaksa.
Aşağıdaki durumlarda, son iki maddede belirtilenler hâriç, yukarıda sayılanlar şâhitlikten kaçınamazlar: 1) Hukûkî bir tasarrufa şâhit sıfatıyla hazır bulundurulmuş kimse, bu tasarrufun esâsı ve muhteviyatı hakkında, 2) Âile fertlerinden meydana gelen doğum, ölüm ve evlenme olayları hakkında, 3) Âile bağlarından doğan mâlî uyuşmazlıklar hakkında, 4) İki taraftan birinin hukûken mümessili sıfatıyla şâhidin bizzat yaptığı muâmeleler hakkında.
Devlet hizmetinde olanlar, bu hizmetten ayrılmış olsalar dahi, bu hizmetleri dolayısıyle bildikleri sır için mensup oldukları resmî makamın izni olmadan şâhit olarak dinlenemezler.
Meşrû sebep olmaksızın şâhitlik için mahkemeye gelmeyen para cezâsı ile cezâlandırılır. Hâkim gelmeyen şâhidin zorla mahkemede hazır bulundurulmasına, ihzarına karar verebilir. Şâhit, yine şâhitlikten kaçınırsa mahkemece on beş güne kadar hapsedilebilir.
Hâkim isterse, şâhitlik yaptıktan sonra şâhide, “Allahım ve nâmusum üzerine yemin ediyorum.” şeklinde yemin ettirebilir. Şâhit, Türkçe bilmezse tercüman vâsıtasıyla dinlenir. Şâhidin ifâdesi zabta yazılıp, huzûrunda okunduktan sonra kendisine imzâ ettirilir. Hâkim, şâhidin şâhitliği esnâsında yalan söylediği husûsunda kuvvetli deliller bulursa, durumu savcılığa bildirir.
Hukuk dâvâlarında, 5000 liraya kadar olan hukûkî işlemler şâhitle ispat edilebilir. 5000 lirayı geçen hukûkî işlemlerde şâhit dinlenemez. Ancak aşağıdaki hallerde hukûkî işlem 5000 lirayı geçse de şâhitle ispat edilebilir: 1) Yakın hısımlar arasındaki hukukî işlemler, 2) Haksız fiilden doğan tazminat alacakları, 3) Yangın, deniz kazâsı gibi senet alınması imkânsız durumlarda yapılan hukûkî işlemler. 4) Senet kaybolursa, 5) Sözleşmelerdeki hatâ, hile, vs. iddiâları. Senede karşı ancak senet delil olarak getirilebilir, şâhit getirilemez. Ancak bunun da istisnâları vardır.
Bâzı hukûkî işlemlerin geçerli olması için şâhit huzûrunda yapılmaları gerekir. Meselâ; resmî vasiyetnâme, resmî memur ve iki şâhit önünde yapılmadıkça geçerli olmaz.
1412 sayılı Cezâ Muhâkemeleri Usûlü Kânununda şâhit (Madde: 45-64): Şâhit cezâ işlerinde çok mürâcaat edilen bir delildir. Hukuk dâvâlarında ancak belli hususlarda şâhit delil olarak kabul edilmiş olduğu hâlde, cezâ dâvâlarında bir sınır konmamıştır. Bu sebepten hukuk dâvâlarında kânûnî, cezâ dâvâlarında ise vicdânî delil sistemi geçerlidir. Çünkü, cezâ dâvâlarına konu olan olaylar çoğu zaman ancak şâhitle açığa çıkabilir. Cezâ dâvâlarında genelde, dâvâyı ispatlayacak yazılı delil olmadığı için şâhitlerin ifâdesi dâvâyı yönlendiren başlıca delillerdendir. Cezâ dâvâsının sonucu ya mahkûmiyet veya beraat olduğundan şâhit ifâdelerinin bütün ihtimâller göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Cezâ mahkemelerinde şâhitler dâvetiye ile mahkemeye çağrılıp, gelmeyen şâhitler hakkındaki uygulama Hukuk Muhâkemelerinde olduğu gibidir. Burada da Hukuk Usûlü Kânununda sayılanlar şâhitlikten kaçınabilir.
Müdafîler, bu sıfatları ve hekimlerle ebeler sanatları gereğince öğrendikleri sırlar hakkında şâhitlikten çekinebilirler. Ancak sır sâhibi izin verirse çekinmezler.
Devlet memurları, memurlukları dolayısıyle öğrendikleri sırlar hakkında âmirinin izni olmaksızın şâhitlik yapamazlar. Şâhit kendisinin veya yakın akrabâlarının cezâ görmesine sebep olacak hususlarda şâhitlikten kaçınabilir.
Şâhitler ayrı ayrı ve şâhitlikten evvel yemin ederler. Yemin şu şekildedir:
Bir şey saklamaksızın ve birşey katmaksızın kimseden korkmayarak bir tesire kapılmayarak bildiğimi, nâmusum ve vicdânın üzerine dosdoğru söyleyeceğime yemin ederim.
Hazırlık soruşturması sırasında şâhitler yeminsiz dinlenir, ancak meşhut suçlarla, tehirinde zarar görülen hallerde, savcı ve sulh hâkimince yeminle dinlenebilir. Hiçbir sebep göstermeksizin şâhitlikten kaçınanlar para cezâsıyla cezâlandırılır. Yemine zorlamak için altı ayı geçmemek üzere hapsedilebilir. Şâhide masrafları verilir.
Yalan yere şâhitlik: Türk Cezâ Kânununda yalan yere şâhitlik cezâlandırılmıştır (Madde: 286-293). Yemin ettirerek şâhit dinlemeye selâhiyetli makam huzûrunda şâhitlik yaparken yalan söyleyen üç aydan üç seneye kadar hapisle cezâlandırılır. Eğer yalan yere şâhitlik yapılan olay müebbet hapis cezâsını gerektirir nitelikteyse, yalan yere şâhitliğin cezâsı on beş seneden az olamaz.
Dâvânın sonuca bağlanmasında tesirli olmuş bir şâhit, yalan yere şâhitlik yaptığından dolayı hüküm giyerse, bunun şâhitlik yaptığı dâvâ yeniden görülür. Dâvânın cezâ ve hukuk dâvâsı olması değişmez.
İslâm hukûkunda şâhit: İlk olarak bütün yönleriyle şâhitlik müessesesini düzenleyen ve hükme bağlayan İslâm dinidir. İslâm Medenî ve Usûl Hukûkunun maddeleştirilmiş şekli olan Mecelle’de şâhitlik, 1684-1715. maddelerinde düzenlenmiştir. İslâm Hukûkuna göre şâhitlik (şehâdet) ise; bir kimsenin diğerinde olan hakkını ispat için hâkim huzûrunda ve tarafların yüzlerine karşı, şehâdet ederim, diyerek haber vermesidir (Mecelle 1684). Şâhit; gerek hukuk ve gerekse cezâ dâvâlarında hüküm sebeplerinden ve ispat delillerinden en önemlisidir.
Kul haklarında şâhitlik nisâbı iki erkek, yâhut bir erkekle iki kadındır. Ancak erkeklerin bilgi edinmeleri mümkün olmayan yerlerde yalnız kadınların mal hakkındaki şâhitlikleri kabul edilir (Mecelle 1685).
Hanefî mezhebine göre bir tek şâhitle hiçbir hak ispat edilemez. Şâhitlerin ehliyetlerini tespit için ahlâkî ve şahsî durumlarının hâkim tarafından araştırılmasına “tezkiye” denir.
Şâhidin; Müslüman, aklı başında, ergenlik çağına gelmiş, hür, şâhitlik için gerektiği kadar sağlıklı ve âdil olması şarttır. Büyük günah işlemeyen ve küçük günâha devam etmeyen ve iyiliği kötülüğünden çok olan Müslümana âdil denir. Dansözlük ve maskaralık yapan kimselerin şâhitliği kabul edilmez (Mecelle 1705). Yakın akrâbaların (usûl-fürû), eşlerin, düşmanların birbirine şâhitliği kabul edilmez (Mecelle 1700-1701).
Dâvâcının istediği zaman, şâhit olmak vaciptir. Dînimize göre yerine getirilmesi şart olan bir emirdir, vazifedir. Bildiğini hâkimden gizlemek yasaktır. Had cezâlarında (Allah haklarında) ise bildiğini gizlemeye izin verilmiştir. Zinâ için (Allah hakkı olduğundan) dört erkek şâhit, kısas için ve diğer had cezâları için iki erkek şâhit lâzımdır. Had ve kısasta kadınların şâhitliği kabul edilmez. Bekâret, velâdet ve kadın ayıpları için bir kadın, başka haklar için iki erkek veya bir erkek iki kadın şâhit lâzımdır. Had ve kısastan başka şeylerde, başkasından işitmekle de şâhitlik yapılır. Böyle şâhit sayısı iki kat olması lâzımdır.
İslâm hukûkunda bâzı hukûkî işlemlerin geçerli olması için şâhidin varlığı aranır. Meselâ, nikâh akdinin, iki şâhit huzurunda yapılması gerekmektedir.
Dînimizde yalancı şâhitlik büyük günahtır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç kere: “Yalan yere şâhitlik yapmakla, Allah’a şirk (ortak) koşmak günahı birbirine eşittir.” buyurdu. Vedâ haccı hutbesinde buyurdu ki: “Müslümanlar hakkında yalan yere şâhitlik yapanı, kıyâmet günü dilinden asarlar. Sonra onu münâfıklarla berâber Cehennemin en dibine sürerler. Bildiği, gördüğü halde şâhitlik yapmayan veya söylemeyen için Allahü teâlâ kıyâmette, vücûdunun etlerinin parça parça edilip halkın önünde ona yedirilmesini ve Cehenneme atılmasını buyurur. O, dilini yer, kemirir ve parça parça eder.”
Yalancı şâhide verilecek cezâ husûsunda İmâm-ı A’zam hazretleri, yalan yere şâhitlik yapan halka teşhir edilmeli; İmâm-ı Ebû Yusuf veİmâm-ı Muhammed hazretleriyse, sopayla dövülmeli demektedirler.