Ş
Türk alfabesinin yirmi üçüncü harfi. Katı, sızmalı ve titreşimsiz bir diş-damak sessizidir.
“Ş” sesi Ana Türkçeden beri bütün Türk lehçelerinde kullanılır. Ancak bu ses, daha çok kelime içinde ve sonunda geçer. Aş, baş, beş, kuş, kış, kaşık, işit, eşik gibi.
Şapır şupur, şar şar, şıp şıp gibi ses taklidinden doğan kelimelerle “şu” zamiri ve bundan türeyen “şuna, şunu, şunda, şöyle, şimdi, şurada” gibi kelimelerde, kelime başında “ş” sesinin bulunduğu görülür. Şiş, şişek, şaşmak gibi Türkçe kelimelerde ve şömine, şimendifer, şilep, gibi sonradan Türkçeleşmiş kelimelerde başta“ş” sesine rastlamak mümkündür.
Mübârek üç aylardan ikincisi. Müslümanlar arasında mübârek üç aylar olarak bilinen Receb, Şâban ve Ramazan ayları, İslâm dîninin kıymet verdiği aylardır. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için bâzı gecelere, gün ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tövbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları sebep kılmıştır.
Şâban ayı içinde Berât gecesi vardır. Berât gecesi, Şâban ayının on beşinci gecesidir. Allahü teâlâ, ezelde, hiçbir şey yaratmadan önce, herşeyi takdir etti, diledi. Bunlardan bir yıl içinde olacak herşeyi, bu gece meleklere bildirir. Kur’ân-ı kerîm, Levhilmahfûza bu gece indi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu gece, çok ibâdet ve duâ ederdi. (Bkz. Berât Gecesi)
Şâban, Ramazana hazırlık ayıdır. Hadîs-i şerîfte; “Ayların en sevgilisi, Ramazana kavuşturan Şâban ayıdır” ve “Şâban ayına, şâban denmesi, onda Ramazan için büyük hayırların teş’üb etmesi (dağılması); Ramazan ayına ramazan denmesi, bu ayda günahların yanması sebebiyledir.” buyruldu.
Allahü teâlâ, Şâban ayını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme mahsus bir ay kılmıştır. Şâban ayının üstünlüklerinden biri de budur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Şâban benim ayım; Receb, Allahü teâlânın ayı; Ramazan da benim ümmetimin ayıdır. Şâban günahlara keffâret ayı, Ramazan ise günahların temizleyici ayıdır.” buyurdu. Şâban; hayırların açıldığı, bereketlerin indiği, hatâların terk olunduğu, günahların örtüldüğü bir aydır.
Bu ayda Peygamber efendimize çok salevât-ı şerîfe getirilir. Şâban ayı, Peygamberimize salevât ayıdır. Nitekim, Allahü teâlâ, Ahzab sûresi 56’ncı âyetinde meâlen; “Elbette ki, Allahü teâlâ ve melekleri, peygamberi üzerine salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât ve selâm okuyun.” buyuruyor. Salât, Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden şefâat ve istiğfar, müminlerden duâ, senâ (övme)dir. (Bkz. Salevât)
Resûlullah efendimiz Şâban ayını oruç tutarak geçirirdi. Nâfile oruçlarının en üstünü hangisidir? sorusuna cevap olarak: “Oruçların en üstünü, Ramazân-ı şerîfe tâzim ve hürmet için Şâban ayında tutulan oruçtur.” buyurdu. Hanımları hazret-i Âişe vâlidemiz tarafından, Şâban ayında devamlı oruçlu görülüp hikmeti sorulduğunda, buyurdu ki: “Yâ Âişe! Şâban öyle bir aydır ki, o senenin içinde ölecek kimsenin isimleri deftere yazılıp, melekülmevte (can alıcı meleğe) teslim olunur. Ben, ancak oruçlu bulunduğum halde ismimin deftere geçirilmesini arzu ederim.” buyurarak cevap verdiler.
Müslümanlar, Şâban ayını, gafletten uzak olarak, günahlardan temizlenme ve geçmişte işlemiş oldukları günahlara tövbe ve istiğfâr ederek, Ramazan ayını karşılamak için fırsat ve ganîmet bilirler. Bir ay evvelden başlayarak Ramazana hazırlık yaparlar. Bu ayın sâhibi olan Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla Allahü teâlâya kavuşmaya çalışırlar. Şâban, Receb ile Ramazanı birleştiren köprü gibidir. Geçen günlerden ibret alınır, bugünkü gün ganîmet bilinir, yarın ise tehlikelidir.
Şâban ayının faziletini, üstünlüğünü bildiren diğer hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Şâban, Receb ile Ramazan ayları arasındabir aydır. İnsanlar bundan gâfildir. Halbuki Şâban ayında kulların ameli Allahü teâlânın dergâhına çıkarılır. Ben Şâbanda oruçlu olduğum halde amelimin çıkarılmasını arzu ederim.
Receb ayının diğer aylara üstünlüğü, Kur’ân-ı kerîmin diğer kitaplara üstünlüğü gibidir. Şâbanın diğer aylardan üstünlüğü, benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm gibidir. Ramazanın diğer aylarda üstünlüğü, Allahü teâlânın diğer insanlar üzerine üstünlüğü gibidir.
Şâbanın on beşinci gecesinde Allahü teâlânın kulları üzerine rahmeti zuhûr edip müminleri mağfiret eder, bağışlar. Kâfirlere ise mühlet verir. Kin ve hased sâhibi olanları bu sıfatlarını terk edinceye kadar kendi hâllerinde bırakır.
Anadolu’da yetişen evliyâdan. Kastamonu vilâyetinin Taşköprü kazâsında doğdu. 1569 (H.976) senesinde Kastamonu’da vefât etti.
Şâbân-ı Velî hazretleri küçük yaşta ilim tahsiline başladı. İstanbul’a giderek, tefsir, hadis, fıkıh gibi dînî ilimleri zamânının âlimlerinden öğrendi. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra, memleketi olan Kastamonu’ya dönerken, Bolu’ya geldiği sırada, tasavvufta Halvetiyye yolunun büyüklerinden Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerini ziyâret etti. Hayreddîn-i Tokâdî bu kâbiliyetli talebeyi memleketine göndermeyerek, bir müddet yanında bıraktı. Daha sonra Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederek, senelerce hizmetinde bulunan Şâbân-ı Velî, tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının 1535 senesinde vefâtından sonra, halîfesi oldu. Kastamonu’ya giderek, insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanların kurtuluşu için çalışıp pekçok talebe yetiştirdi. Üstün hâlleri ve kerâmetleri meşhur oldu.
Şâbân-ı Velî hazretleri zaman zaman şehrin kenarında bulunan bir ulu çınar ağacının yanına gider. Ağacın kovuğuna oturarak, Allahü teâlâyı zikreder, mahlûkları hakkında düşünürdü. Bir gün bu hâldeyken bâzı kimseler gelip Şâbân-ı Velî’yi çağırdılar. Gelenlerle birlikte şehre doğru yürümeye başladı. Yolda yürürlerken arkalarında bir gürültü koptu. Geriye dönüp baktıklarında koca çınar ağacının da peşlerinden geldiğini gördüler. Bunun üzerine Şâbân-ı Velî; “Ey yaşlı çınar! Daha gelme yerinde kal!” buyurdu. Köklerini sürükleyerek gelen ağaç olduğu yerde kaldı.
1586 senesinde Şâbân-ı Velî hazretleri hastalandı. Talebeleriyle ve yakınlarıyla ayrı ayrı helâlleştikten sonra, vefât etti. Kastamonu’nun Hisaraltı civârındaki türbesine defnedildi.
Şâbân-ı Velî hazretleri, takvâ ve verâ ehli olup, dünyâya hiç meyletmezdi. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. İnsanlara nasîhat etmekle ve Allahü teâlâyı anmakla vakitlerini kıymetlendirirdi. Çok fakir olduğu hâlde kendisine getirilen hediyeleri muhtaçlara ve yetimlere dağıtırdı. Halkın arasında Hak ileydi.
Etrâfındaki çok sayıda musluktan abdest almak için ekseriyâ câmi avlusunda yapılan çeşme. Genellikle mermerden olan duvarları dörtgen, altıgen, sekizgen veya çokgen şeklinde yapılırdı. Câmi avlularında, medreselerde yapılan, devamlı suyu akan şadırvanların üstü çadır şeklinde bir kubbeyle örtülürdü. Bu kubbe abdest alanları yağmur ve güneşten korumak için dışarı doğru taşardı. Suyun toplandığı hazne kısmı suyun kirlenmemesi için süslü mermer taşlar veya demir parmaklıklarla korunurdu. Muslukların karşılarına rahatça abdest almak için sâbit oturaklar yapılır, suyun sıçramaması için de havuz etrafında derince yalaklar açılırdı.
Şadırvanların Türk-İslâm mîmârisinde önemli bir yeri vardır. Âit oldukları câmi mîmârisi üslûbunda yapılan şadırvanların Anadolu’da birbirinden güzel örnekleri vardır. Sivas Gök Medresedeki şadırvan (1270), Fatih Câmii avlusundaki şadırvan (1470), Edirne Selimiye Câmii avlusundaki şadırvan, Bursa Ulu Câmi içindeki şadırvan, Konya Mevlânâ Dergâhı avlusundaki şadırvan sanat değeri ve târihî kıymeti çok olanların en önemlileridir.
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu, İmâm-ı Şâfiî’dir. İbâdetlerini ve işlerini bu mezhebe göre yapana Şâfiî denir.
Îtikâdda inanılacak şeylerde mezheplere ayrılmaya izin verilmemiştir. İslâmiyetin bildirdiği tek îtikâd vardır. Bu, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıdır. Amelde, yapılacak işlerde ise ayrılığa izin verilmiştir. Onun için mezhep imâmı müctehid âlimler dinde hükmü açıkça bildirilmeyen şeyleri, açıkça bildirilenlere benzeterek hükümlerini ortaya çıkarmışlardır. Bu hükümler, onların ictihâdlarıdır. Her müctehid âlimin ictihâdlarına o müctehidin mezhebi denir. Farklı ictihadlardan farklı mezhepler doğmuştur. Müctehidler arasındaki bu ayrılık Müslümanlar için rahmettir ve işlerinde kolaylıktır (Bkz. İctihad). Amelde diğer Ehl-i sünnet mezhepleri Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleridir.
Şâfiî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Şâfiî’nin asıl adı İmâm-ı Ebû Abdullah Muhammed bin İdris’tir. Dedesinin dedesi Şâfiî, Kureyş kabîlesinden ve Eshâb-ı kirâmdan olduğu için kendisi ve mezhebi Şâfiî adıyla meşhur olmuştur. Şâfiî’nin, dedesinin dedesi de Hâşim bin Abd-i Menaf’tır. İmâm-ı Şâfiî, büyük müctehid ve mezheb reisidir. 767 (H.150) senesinde Gazze şehrinde doğdu. 820 (H.201) yılında Mısır’da vefât etti. Karâfe Kabristanındadır. İki yaşında, Medîne’ye götürüldü. İmâm-ı Mâlik’ten ders okudu.Yedi yaşında hâfız oldu. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Verâ, takvâ ve her hareketinde salâh, iyilik üzere olmasında, zamânında eşi yoktu. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in hocasıdır. 810 yılında Bağdât’a, 812’de Mekke’ye, 814’te Mısır’a geldi. Usûl-i fıkıh ilmini ilk yazanlardandır. Hadis ilminde Sünen ve Müsned ve usûl-i fıkıh ilminde Kitâb-ül-Ümm usûl-i fıkıh ilminde Er-Risâle adlı eserleri çok kıymetlidir. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
Şâfiî mezhebindeki usûl: İmâm-ı Şâfiî’nin, talebelerinin ve kendisine süâl soranların dînî müşküllerini hallederken ortaya koyduğu ve tâkip ettiği usûller, Şâfiî mezhebinin temel kâideleri olmuştur. Bu mezhebin usûlleri de, diğer bütün müctehidlerin usûlüne benzemekle berâber, bâzı farklılıkları da vardır.
Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için (icmâ) var ise, ona uyarlar. İcmâ, Eshâb-ı kirâmın ve onlardan sonra gelen Tâbiîn denilen âlimlerin bir meseledeki sözbirliğine denir (Bkz. İcmâ). Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu icmâ ile de bilinmezse, müctehidler kendileri kıyasta bulunarak ictihad ederler; meselenin dînî hükmünü bildirirler. Kıyas, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir işi, açık hüküm bulunan diğer bir işe benzeterek hükme bağlamaktır. Buna ictihad denir. (Bkz. Kıyas)
İmâm-ıŞâfiî, ictihadlarında, İmâm-ı A’zam’ın kıyas işinde tâkip ettiği (Re’y yolu) ile, İmâm-ı Mâlik’in tâkip ettiği (Rivâyet yolu)’nu birleştirerek, ayrı bir ictihad yolu kurdu. İmâm-ı Şâfiî, Medîne-i münevverede oturan İmâm-ı Mâlik’in sohbetlerinde bulunarak onun yolunu öğrendikten sonra, Bağdat tarafına gelerek, İmam-ı A’zam’ın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleştirdi. Ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edib olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü, iki tarafı kuvvetli bulmazsa, o zaman kıyas yoluyla ictihad ederdi.
Şâfiî mezhebinin âlimleri ve yazılan eserler: Usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan İmâm-ı Şâfiî’dir. Bu ilimdeki eserinin adı Er-Risâle fil-Usûl’dür. Kitâb-ül-Ümm, Emâlî-i Kebîr ve Fıkh-ul-Ekber adındaki eserleri, fıkıh ilmine âit olup, İmâm-ı Şâfiî’nin ictihad ederek bildirdiği meseleleri içine alan yedi cilttirler. Hadîs ilmine dâir Kitâb-üs-Sünen ve Müsned ile İhtilaf-ül-Hadîs adındaki eserleri pek meşhurdur. Bunlardan başka Ahkâm-ul-Kur’ân, El-Mevâris, Edeb-ül-Kâdî, Fedâil-i Kureyş, İsbât-ün-Nübüvve ver-Redd-i Alel Berâhime, Mebsût ve Muhtasar adında eserleri de vardır.
İmâm-ı Şâfiî’nin ilim sohbetlerinde ve derslerinde bulunarak yetişen âlimlerden başlıcaları Hanbelî mezhebi reisi İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, İshak bin Râheveyh, Ez-Za’ferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim-i Müzenî, Rebî bin Süleymân-ı Murâdî,... gibi yüksek âlimlerdir. Daha sonraki asırlarda Şâfiî mezhebinde yetişmiş meşhur âlimlerden bâzıları şunlardır: Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Nesâî, kelâm (akâid) âlimlerinden Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî, İmâm-ı Mâverdî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, İmâm-ı Gazâlî, İbn-i Hacer-i Mekkî...
İmâm-ı Nesâî’nin Sünen’i meşhurdur. İmâm-ı Eş’arî, Ehl-i sünnet îtikâdının iki imâmından birisidir. Hocalarının zinciri İmâm-ı Şâfiî’ye ulaşır. İmâm-ı Mâverdî’nin Ahkâm-üs-Sultâniyye ve El-Hâvî adlı fıkıh ilmine âit eseleri çok kıymetlidir. İmâm-ı Nevevî çok kitap yazmış olup, Minhâc-üt-Tâlibin adlı eseri meşhurdur. İbn-i Hacer-i Mekkî’nin fetvâları ve Savâık kitabı, Minhâc şerhi olan Tuhfe’si ve Zevacir’i çok kıymetlidir. Hayrat-ül-Hisân adındaki eseri de kıymetlidir. İmâm-ı Gazâlî’nin eserleriyse pekçoktur. 75’ten fazla kitabı vardır. Ömrünün her gününe 18 sayfa düşmektedir. En meşhurları İhyâ-ü Ulûmiddîn, Kimyâ-i Seâdet, Eyyühel-Veled’dir. (Bkz. İmâm-ı Gazâlî)
Mezhebin yayılması: Hanefî mezhebinden sonra en çok Şâfiî mezhebi yayılmıştır. İmâm-ı Şâfiî daha hayattayken, Harameyn (yâni Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere) ve Filistin’de yaşayan Müslümanlar arasında tamâmen bu mezhep yayıldı. Şimdi de Şâfiîler; Mısır’da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Arabistan’da ve Dağıstan’da yaşayan Müslümanlar arasında çoktur.
Safevî şahlarının beşincisi. Muhammed Hüdâbende’nin oğlu olup, 1571’de doğdu. Safevî şahı olan babası Muhammed Hüdâbende’ye Herat’ta isyan etti. Kazvin’i ele geçirdi. 1587’de Safevî şahı olarak tanındı.
1588 yılı ortalarında Özbek Hanı Abdullah Han, Safevîlere âit Herat’ı zaptedip Meşhed üzerine yürüdü. Şah Abbas onu durdurmak için Horasan’a hareket edince Osmanlılar Gence ve Nihavend’i ele geçirdiler. Böylece doğuda Özbek, batıda da Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî Devletinde iç isyanlar da görülmeye başladı. Ülke içindeki emirler bağımsız hareket ediyor ve isyan hareketlerinde bulunuyorlardı. Şah Abbas iç isyanları bastırabilmek için Osmanlılarla anlaşmak istedi. Yapılan görüşmelerden sonra, İran’da hazret-i Peygamberin Eshâbına ve halîfelerine hakâretten vazgeçilmesi, Sünnîlere karşı zulüm ve eziyette bulunulmaması ve tarafların ellerindeki yerlerin aynen muhâfazası şartlarıyla bir antlaşma imzâlandı. Böylece Azerbaycan’ın bir kısmı, Şirvan, Gürcistan, Karabağ ve Luristan’ın bir bölümü Osmanlıların elinde kalıyordu.
Osmanlılarla yapılan bu barış antlaşmasından sonra Şah Abbas, İran’da başkaldırmış olan emirlerle mücâdeleye girişti. Devletin merkezî otoritesini kuvvetlendirince, doğuda Mâverâünnehr Seferine çıktı. 1597’de Özbek Sultanı Abdullah Hanı Herat’ta yendi ve Horasan’dan uzaklaştırdı. Böylece ülkesini huzura kavuşturdu. Osmanlılara karşı koyabilmek için devlet merkezini Kazvin’den İsfehan’a nakletti. Osmanlıları taklit ederek maaşlı, tüfenkli yeni bir ordu kurdu. Şahsevenler adı verilen bu ordunun kaynağını daha çok Gürcü ve Ermeniler meydana getiriyordu. Bu hazırlıklardan sonra Şah Abbas 26 Eylül 1603’te Basra Körfezi’nde Bahreyn Adalarını alıp, batıda Osmanlı topraklarına göz koydu. Safevîlerin tek başlarına Osmanlılarla mücâdelesinin imkânsız olduğunu anlayınca, ittifak aradı. Doğudaki Özbekler ve Gürcüler Tebriz’i âni bir baskınla işgal etti.
Tebriz’deki Osmanlı askeri iç kaleye çekilip, şehir Safevîlerin eline geçti. Lala Ali Paşa sefer dönüşü Tebriz’in kuzeybatısındaki Sofyan mevkiinde Safevî baskınına uğradı. Şah Abbas 1500 ile 2500 kadar olan az miktardaki Osmanlı kuvvetleri üzerine süvari kıt’alarını gönderip, 15.000 kişilik kuvvetiyle Lala Ali Paşayı yendi. Lala Ali Paşa; esir edilmesine rağmen, kahramanca müdafaası Şah Abbas’ın dikkatini çektiğinden, hayâtını kahramanlığına bağışladı. Nahcivan ve Erivan da Safevî hâkimiyetine geçti.
Osmanlılar devamlıAvrupa cephesinde harplerle meşgul olduğundan İran cephesiyle bütünüyle alâkadar olamadı. 1671’de Vezir-i âzam Halil Paşa, Erdebîl Seferi denilen İran Seferine çıkınca, 26 Eylül 1618’de Osmanlı Safevî Antlaşması yapıldı. Şah Birinci Abbas zamânında yapılan bu antlaşmayla: Kars ve Ahıska ile batısı Osmanlılara kalacak; Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan beylerine taarruz edilmeyecek; esirler iâde edilecek; İran şâhı her yıl Osmanlıya haraç olarak yüz yük ipek kumaş ve diğer kıymetli eşyâlar gönderecekti. Buna rağmen, Şah Abbas, 1624’te Kerbela Haccı bahânesiyle 11/12 Ocak gecesi Bağdat’ı işgâl ettirdi. Bağdat’taki Osmanlı devlet adamları, askerleri, âlimleri ve Müslümanlardan binlercesini insanlık dışı fiillerle katlettirdi. Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i beytin türbelerini tahrip ettiler. Bu katliam ve tahribat üzerine Osmanlılar Bağdat Seferi hazırlıklarına başladı.
Serdar-ı Ekrem Hâfız Ahmed Paşa, 11 Kasım 1625 târihinde Bağdat’a gelip, Azamiye Kalesini zaptetti. Bağdat, Osmanlı ordusunca kuşatılınca, Şah Abbas otuz bin kişilik bir imdat ordusuyla bölgeye geldi. Bağdat’ta Osmanlılarla üç defâ neticesiz muhârebe oldu.
Şah Abbas’tan sonra, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) zamânında bölgedeki üstünlük tekrar Osmanlılara geçti. Sultan Dördüncü Murâd Han, 1638’de bizzat Bağdat Seferine çıkınca, şehir 24 Aralık 1638’de teslim alındı. Bölgede tekrar adâlet tesis edilip, tâmirat ve îmâr faaliyetleri yapıldı.
Zâlimliğiyle ün yapan Birinci Şah Abbas-ıSafevî, kırk üç yıl hükümdarlık yaptıktan sonra 19 Ocak 1629 târihinde Mazenderan’da öldü. Yerine torunu Sam Mirza, Birinci Şah Safi adıyla Safevî Şahı oldu.
Hindistan’da Bâbürlüler Devleti hükümdarlarından. Cihangir Selim Şahın oğludur. 1592’de Lahor’da doğdu. Sarayda iyi bir tahsil gördü. Şehzâdeliği önemli devlet hizmetleriyle geçti.
Ağabeyi Hüsrev Han meselesinden dolayı babasına karşı geldi. Askerinin çokluğuna ve babası tarafındaki kumandanların kalpten kendisine bağlı olmalarına rağmen zafer kazanamadı. O zamanın büyük âlimi İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elfî Sâni’ye giderek, muvaffak olmasına duâ etmesi için yalvardı. Büyük İmâm (kuddise sirruh) babasına karşı gelmesine mâni olup, nasihat etti:
“Babana git, elini öp, gönlünü al! Yakında vefât edecek saltanat sana kalacaktır.” diye müjde verdi.
Şah Cihan emirlerini dinledi ve arzusundan vaz geçti. Az zaman sonra 1637’de babası vefât edince Agra’da “Ebü’l-Muzaffer Şihabüddîn” ünvanı ile Bâbürlü tahtına çıktı.
1630 senesinde Nizamşahları itaat altına aldı ve Darur şehrini ele geçirdi. Ertesi sene Devletabad’ı da alarak Nizamşahları ortadan kaldırdı. Şiî Kutubşahlar üzerine yürüyerek hutbede dört halifeyi zikretmeleri ve vergi ödemeleri şartıyla anlaşma yaptı. Ahmednagar’ı ele geçirdi. Golkonda ve Brezpur gibi Güney Hind Sultanları, Bâbürlü hâkimiyetini tanıdılar. Böylece devletin otoritesini Hindistan’da tamâmen sağladı.
Bayındırlık işlerine ehemmiyet vererek tarımın gelişmesini temin etti. İngiliz, Portekiz ve Hollandalılara karşı ülkenin menfaatlerini korudu. Delhi şehrini îmâr etti ve genişletti. Kale, saray, câmi, mescit ve türbeler yaptırdı. Hanımlarından birinin Agra şehrindeki mezarı üstüne yaptırdığı Tac Mahal denilen, sanat değeri çok fazla ve süslü türbe, Türk mîmarlık târihinin önemli eserleri arasındadır.
Şah Cihan, 1657’de hastalanınca oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib Âlemgir Şah adındaki oğlu kardeşlerine karşı üstünlük sağladı ve babasını tahtından indirerek 1658 senesi Temmuz ayında Agra’da sultanlığını îlân etti. Şah Cihan Agra şehrinde sekiz yıl daha yaşadı. 75 yaşında vefât etti. Tac Mahal’de eşinin yanında toprağa verildi (1666).
Alm. Halsschlagader, Karotis (f), Fr. Carotide (f), İng. Carotid. Sağ ve solda olmak üzere iki tâne olan, aort yayından ayrıldıktan sonra boyundan geçerek beyne doğru çıkan büyük atardamarlara verilen isim. Şah damarlarına tıp dilinde “arteria carotis communis” denir. Soldaki şah damarı sağdaki şah damarından 4-5 cm daha uzundur. Şah damarına boyun toplardamarı ve vagus siniri komşuluk ettiğinden bu üçüne birden “boyun damar-siniri paketi” ismi verilmektedir.
Şah damarı ademelması civarında iki ana dala ayrılır. Şah damarının çapı 8-10 milimetre kadardır. Yâni vücuttaki büyük atardamarlardandır. Şah damarlarının dalları kafadaki organları besler. Bunlar içindeki en mühim olanı beyindir. Şah damarlarından biri tıkanınca veya bağlanınca diğer damarlar beyni beslemekte yetersiz kalırlar.
Şah damarını boyunda elle hissetmek mümkündür. Böylece boyundan nabız da sayılabilir. Şah damarlarının yaralanmaları çok tehlikelidir. Bu durumlarda kişi genellikle kan kaybından hayâtını kaybeder. Buna en çok kesici ve delici âlet yaralanmalarında rastlanır.
Safevî Devletinin kurucusu. Erdebilli Şeyh Safiyyüddin’in torunudur. Babası Râfizî Şeyh Haydar, annesi Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Katerina Despina adlı hanımından olan kızı Halime Begüm’dür.
1487’de doğdu. İsmâil-i Safevî diye de bilinir. Türklerin Hatay kabilesindendir. 1493’te babası Haydar, Şirvan Hükümdârı Sultan Yâkub’un kuvvetleriyle yaptığı muhârebede öldürüldü. İsmâil Safevî ve kardeşleri, dayısı Sultan Yâkub tarafından ölümden kurtarılıp, Şiraz Vâlisi Mansûr Bey Purnak’ın yanına gönderildi. Şiraz Vâlisi, İsmâil Safevî ve kardeşlerini hapsettirdi. Akkoyunlu Rüstem Bey tarafından kurtarılan Şah İsmâil Safevî ve kardeşleri Erdebil’e gittiler. İsmâil, babası Şeyh Haydar’ın müridleri tarafından saklanarak gizlendi. Geylan, Gaskar, Rast ve Lâhicân’a gidip, gizlice faaliyette bulundu. Babasının müridleri ve dostları etrafında toplandı.
1500’de harekete geçen İsmâil Safevî Şirvan’a varıp babasının kâtili olan Ferruh Yesâr’ı katletti ve Şirvan’ı aldı. 1501’de Âzerbaycan’ı ele geçirdi. Akkoyunlulardan Arran ve Diyarbekir Hükümdarı Elvend Beyi 1502’de mağlup edince Tebriz’e geldi. Tebriz’i merkez yaptı ve merasimle taç giyerek “Şah” ünvanını aldı. Şah İsmâil’in kurduğu devlete ve hanedana, dedesi Safiyeddin-i Erdebilî’den dolayı Safevîler denildi. (Bkz. Safevîler)
Şah İsmâil, kurduğu devleti bozuk Râfizî inancıyla teşkilâtlandırıp, yayılma siyâseti tâkip etti. Bütün İslâm ülkelerine halife, mürid ve fedâilerini gönderip, alenî ve gizli Safevî propagandası yaptırdı. 1503’te Irak-ı Acem, Fars ve Kirman’ı, Kâzaran’ı büyük katliam ve tahriple zaptetti. Kâzaran’ı alınca oradaki Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsini kılıçtan geçirdi. Bu katliamları Osmanlı Devletinin tepkisine sebep oldu. 1504’te Yezd’i alıp, kışın İsfehan’a geldiyse de Osmanlı-Safevî münasebetleri düzelmedi.
1505’te Kazvin’e gelip, Eshâb-ı kirâmdan, büyük mücâhid, Seyfullah lakaplı, Irak Fâtihi Hâlid bin Velid soyundan gelen Hâlidiyyeleri imhâ etti. 1507’de Dulkadirli Alâüddevle Beyi mağlup etti. Erciş, Ahlat ve Bitlis’i ele geçirip, Elbistan’a kadar ilerledi. Diyarbekir Hâkimi Emir Bey, Şah İsmâil’e bağlılığını arz ettiyse de, ahalisinin ekserisi Ehl-i sünnet olan şehir Safevîler’i kabul etmediler. Diyarbekir, uzun mücâdelelerden sonra Safevî tahakkümü altına girdi.
1508’de Bağdat’ı aldı. Şehirde büyük tahribat ve katliamlarda bulundu. Başta İmâm-ı A’zam Ebû Hanife hazretlerinin Azamiye’deki türbesini ve Ehl-i Beyt’ten büyük âlim, mürşid-i kâmil ve evliyâyı kirâmdan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ve daha pekçok Ehl-i beyt, Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kabir ve türbelerini tahriple Müslümanları katlettirdi. Bağdat’a vâli tâyin edip, Abbasî halifeliğini küçültmek için ona “Halifet-ül-hülefâ”, yâni halifelerin halifesi ünvanını verdi.
1509’da Bakü’yü zaptetti. Safevîlerin doğusundaki Sünnî Özbekler, Horasan’ı ele geçirince, Özbek Hanı Muhammed Şeybânî Hana haber gönderip, bölgeden çıkmalarını istedi. İsteği kabul edilmedi. 1510’da vukû bulan savaşı Safevîler kazandı. Esir edilen Muhammed Şeybânî Hanın kafasını kestirip, kafatasını şarap kadehi yaptırdı; derisine de saman doldurarak zafer alâmeti olarak Osmanlı Sultanı Bâyezîd Hana gönderdi.
1511’de Mâverâünnehr Seferine çıktı. Belh dâhil Mâverâünnehr’deki birkaç şehri antlaşmayla alıp, Irak’a döndü.
Şah İsmâil bizzat katıldığı seferlerle hâkimiyetini genişletirken, İslâm ülkelerine gönderdiği dâî denilen halifelerine de Safevî ideolojisini propaganda ettirip taraftarlarını çoğaltarak, Râfiziliği yaydırıyordu. Anadolu’daki dâîlerinden Şeytan Kulu da denilen Şah Kulu BabaTekeli de GüneyAnadolu’da faaliyet gösterip, Safevî propagandası yapıyordu. Şah Kulu, on beş bin kişilik silâhlı kuvvet toplayıp Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında 1511’de isyân etti. Konya ve Kütahya civârında pekçok tahribatta bulundu. Üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Sivas yakınındaki Gedik Hanı mevkiinde Vezir-i âzam Hadım Ali Paşa tarafından öldürüldü. Taraftarları İran’a sığındı. Şah Kulu’nun taraftarları yolda kervan soygununa katılınca, Şah İsmâil bunları cezâlandırdı.
1512’de Emir Ahmed İsfehanî’yi Mâverâünnehr Seferine gönderdi. Safevî ordusu Özbeklere yenildi. Özbekler, Horasan’ı tekrar ele geçirdiler. Şah İsmâil bizzat Horasan’a gidip, bölgeyi tekrar Safevî hâkimiyetine aldı. Safevîler, Osmanlı Devletinin aleyhine Mısır Memlûkleri ve Hıristiyan âlemiyle iyi münâsebette bulundular. Sünnî Özbek Hanı Ubeyd Han, babası Muhammed Şeybânî Hanı katledip, kafasını şarap kadehi yapan Şah İsmâil’e karşı Osmanlı Sultanı Selim Handan yardım isteyip, ittifak teklif etti. Sultan Selim Han (1512-1520) bu talep ve teklifle Râfizi meselesini halletmek için Şah İsmâil’e ağır ithamlar bulunan arka arkaya üç mektup gönderdiyse de, Şah bunlara hiç cevap vermedi.
Osmanlılar 1514’te İran Seferine çıkınca, Sultan Selim Han, İstanbul’dan Doğu Anadolu’ya kadar gelmesine rağmen Şah İsmâil meydana çıkmadı. Şah İsmâil’e gönderilen son mektupta, Sultan Selim Han, Safevî Şahı için ağır ifâdeler kullanınca Çaldıran Meydan Muhârebesine çıkmak zorunda kaldı. Bu nâmede; Osmanlı ordusunun uzun bir yoldan gelip epeyden beri muhârebe için düşman ordusu aramasına rağmen meydana çıkan olmadığı, pâdişâhların ellerindeki memleketlerin nikâhlıları olduğu, erkek ve yiğit olanın onu nâmahreme (yabancıya) çiğnetmeyeceğinden bahsedilerek; Şah İsmâil’e miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giymesi tavsiye edilerek, ayrıca kadın elbiselerinden hırka, şal ve çarşaf gönderildi. Şah İsmâil bu ağır ifâdeli nâme ve elbiseler üzerine devrin en büyük devleti Osmanlılarla muhârebeyi kabul etmek zorunda kaldı.
23 Ağustos 1514 târihinde meydana gelen Çaldıran Meydan Muhârebesinde Şah İsmâil ve Safevî ordusu, Osmanlı ordusu ve Ehl-i sünnetin hâmisi Sultan Selim Hana bir gün bile mukâvemet edemedi. Çaldıran’da Safevî ordusu, Osmanlı teknik üstünlüğü ve kuvvetli îmânı karşısında eriyip gitti. Şah İsmâil tahtını, tacını ve hatununu muharebe meydanında bırakıp, kaçtı (Bkz. Çaldıran Muhârebesi). Tebriz’e çekildi. Mağlubiyet üzerine, teselliyi içkide aradı. Kendini bütünüyle içkiye verip, zevk ve eğlenceye düşkün, sefih bir hayat yaşadı. Özbekler Horasan’a tekrar sâhip oldular.
Şah İsmâil içki ve zevk âleminde günlerini geçirirken, Safevî devlet adamları harekete geçti. Bebek yaştaki oğlu Tahmasb Safevî, atabeg îlân edildi ve Emir Sultan Han da yardımcı tâyin edildi. Şah İsmâil sefâhat âlemindeyken, Osmanlıya karşı kini azalmadı. Alman İmparatoru Şarlken’e mektup gönderip, Osmanlı Devletine karşı yardım ve ittifak talebinde bulundu. Fakat Şah İsmâil Safevî; tahriki sonucunda Osmanlı Devletine karşı Hıristiyan âleminin çıkardığı ordunun 1526’da Mohaç’ta mağlubiyetini göremedi.
Şah İsmâil, 23 Mayıs 1524’te Âzerbaycan’ın Serâb şehrinde öldü. Cenâzesi Erdebil’e getirilip, Şeyh Safi’nin yanına gömüldü. Cesur, intikamcı ve zevkine düşkün olan Şah İsmâil’in aynı zamanda Türkçe, Farsça ve Arapça şiirleri mevcuttu. Hece ve aruz vezninde şiirlerin toplandığı Dîvân’ından başka Deknâme’si de vardır.
Safevî şahlarının üçüncüsü. Şah Tahmasb’ın oğludur. Gençliğinde babası Şah Tahmasb (1524-1576) zamânında uzun yıllar hapis yattı. Kahkaha Kalesindeki mahkûmiyeti sırasında Safevî şahı babası Tahmasb 1576’da ölünce, kızkardeşi Perihan vâsıtasıyla hapisten kurtarıldı. İktidar yolu açıldı. Rumlu (Anadolulu) Avşar ve Tekeli gibi Türk oymaklarının desteğiyle kardeşi Haydar Mirza’yı öldürüp, İkinci Şah İsmâil-i Safevî adıyla 22 Ağustos 1576’da Safevî tahtına geçti. Ehl-i sünnet olup, Şâfiî mezhebindeydi.
İkinci Şah İsmâil, Safevî Şahı olmasıyla iktidarını kuvvetlendirme faaliyetini başlattı. Safevî devlet kadrosunu sarmış sapıklara karşı temizlik hareketine başladı. Kendi adamlarını devlet kadrolarına tâyin etti. Râfizîliği yasaklayıp, sünnîliğini ilân etti. Devlet kadrosundan uzaklaştırdığı memurlar ve sapıklar, aleyhine propaganda başlatıp, devlete isyan ettiler. Bunlardan, tespit ettiği, Şah Tahmasb’ın adamlarından ve askerlerden otuz binini cezâlandırdı. Ehl-i beyt, Eshâb-ı kirâm ve İslâm âlimlerine küfr ve kötülemeleri ortadan kaldırdı. Câmilerde halîfe hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer hazret-i Osman’ın kötülenmesini yasakladı. Müslümanlara hürriyet tanıdı. Âdil ünvanını aldı. Doğu Anadolu’daki Osmanlı Devletine tâbi emirlerin teveccühünü kazandı.
İkinci Şah İsmâil Safevî ülkesinde kısa zamanda büyük hizmetler ve icraatlar yaptıysa da, doğru yoldan ayrılmış Safevîlerin düşmanlığını kazandı. 24 Kasım 1577’de zehirletilerek, bir rivâyete göre de Safevî askerlerinin isyânı üzerine şehit edildi. Safevî tahtına kardeşi Muhammed Hüdâbende geçti.
(Bkz. Keşmir Sultanlığı)
İran şâhlarından. Pehlevî Hânedânının kurucusu Rıza Şahın en büyük oğludur. 26 Ekim 1919’da İran’ın başşehri Tahran’da doğdu. İsviçre’de öğrenim gördü. 1935’te İran’a döndü. İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin İran’ı işgal etmesi üzerine tahtı bırakmak zorunda kalan babasının yerine 16 Eylül 1941’de tahta geçti. Bu ülkelerle, işgal kuvvetlerinin en kısa zaman içinde geri çekilmeleri karşılığında bir antlaşma izâladı.
1943’te Almanya’ya karşı savaş açtı. Böylece, sarsılan şahlık otoritesini İngiliz desteğiyle ayakta tutmayı başardı. Savaş sonrasında ülkenin petrol yataklarını yabancı şirketlere açtı. Muhammed Musaddık önderliğinde güçlü bir milliyetçi hareketin doğmasına yol açtı. 1951’de vazifeye başlayan Başbakan Musaddık’la 1953 Şubatında arası açıldı. Şah Muhammed Rızâ ile Musaddık arasındaki bu anlaşmazlık güç denemesine dönüştü. Ağustos 1953’te Musaddık’ı başbakanlıktan uzaklaştırma teşebbüsünde bulunduysa da başaramadı. Ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Fakat ABD’den destek gören Musaddık muhâliflerinin çıkardığı karışıklıkların ardından ülkeye dönerek yeniden iktidarı ele geçirdi. Musaddık’ın başlattığı millîleştirme politikasına son vererek Batıyla ekonomik ve siyâsî işbirliğini arttırmaya gayret etti.
1955’te Bağdat Paktına katıldı, 1956’da gizli polis teşkilatı Savak’ı kurdurdu. Böylece konumunu pekiştirdikten sonra ABD desteğiyle Beyaz Devrim adını verdiği bir millî kalkınma proğramı uygulamaya başladı. Hava, kara ve demir yolları ağının genişletilmesini, bir dizi baraj ve sulama projesini, sanâyinin geliştirilmesini ve toprak reformunu içine alan bu proğramla birlikte kırsal bölgelere sağlık ve eğitim hizmetlerini götürecek bir teşkilâtlanmayı başlattı. Batı ülkeleri ve özellikle ABD tarafından desteklendi. Rejime karşı her türlü muhâlefeti acımasızca bastırdı. 1960-1970’lerde daha bağımsız bir dış politikaya yönelerek SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleriyle de iyi ilişkiler kurdu. 1967’de Şehinşah ünvanını aldı. 1971’de Pers İmparatorluğunun 2500. yıldönümünü kutlamak üzere gösterişli bir tören düzenledi. Bu törende hanımı Farah Diba’ya imparatoriçe tacı giydirdi.
İran’daki sünnî Müslümanlara da hak ve hürriyetler tanıyan Muhammed Rızâ Şah, Hanefî mezhebine mensup medreseler açılmasına izin verdi. Muhammed Rızâ Şahın reformlarını yetersiz bulan bâzı kesimlerle Batı yanlısı düzenlemeler yaptığı ve sünnî Müslümanlara da hak ve hürriyet verdiği için karşı çıkan mutaassıp Şiîler Şaha karşı geniş çaplı muhâlefet başlattılar. Toplumda geniş destek bulan muhâlifler, Paris’te sürgünde bulunan Şiî lider Âyetullah Humeyni’nin etrâfında toplandılar. Âyetullah Humeyni’nin teşvikiyle isyan eden Şiîler İran’ın büyük şehirlerinde gösteriler düzenlediler. 1978’de başlayan bu karışıklıklar ard arda dört hükûmetin düşmesine sebep oldu. Çok kan döküldü. İran’da Şiî cumhûriyeti kuruldu. Binlerce devlet adamı, subaylar, talebeler öldürüldü. 1980 Eylülünde başlayıp Ağustos 1988’e kadar süren Irak-İran Harbinde sanâyi merkezleri harap oldu.
Muhammed Rızâ Şah 16 Ocak 1979’da ülkeyi terk etti. Bir müddet Mısır, Fas, Bahamalar ve Meksika’da kaldı. Yakalandığı lenf kanserinin tedâvisi için 22 Ekim 1979’da ABD’ye gitti. İran’daki militan gruplar Tahran’daki ABD Büyükelçiliğini basarak 50’den fazla ABD’liyi rehin aldılar. Rehinelere karşılık Şah’ın İran’a geri verilmesini istediler. ABD, bu isteklerini kabul etmediyse de, Şah, ABD’den ayrılarak Panama’ya gitti. Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın dâveti üzerine Mısır’a gitti. 27 Temmuz 1980’de Kâhire’de kederinden öldü. Rızâ Pehlevî’nin 2 erkek 2 kız olmak üzere dört çocuğu ve hanımı daha sonra ABD’ye yerleştiler. Bir müddet sonra büyük oğlu babasının yerine şah olduğunu îlân ettiyse de hiçbir ülkeden destek görmedi (Şubat-1994).
Müslüman hükümdarlardan üçünün adı. Birincisi, Güney İran’a hâkim Muzafferîlerin üçüncü hükümdarı Celâleddin Şah Şücâ (1364-1384), Fars ve Kirman’a hâkim oldu. (Bkz. Muzafferîler). İkincisi Babürlüler de denilen Gürgâniyye Devletinin sekizinci hükümdarı Şah Şücâ (1657-1658) dır. Üçüncüsü ise, Afganistan Şahlığının beşinci hükümdarı Şah Şücâ, 1809-1818 ve 1839-1842 yılları arasında hükümdarlık yapmıştır.
Dokuzuncu asırda Kirmân’da yetişmiş olan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şah bin Şücâ, Künyesi Ebü’l-Fevâris’tir. Şah Şücâ Kirmânî diye meşhûr olmuştur. Kirmân pâdişâhının oğludur. 889 (H.276) senesinde vefât etti.
Gençliğinde dünyâya meyli fazlaydı. Fakat evliyâya karşı büyük muhabbeti vardı. Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Hafs, Ebû Ubeyd Busrî ve Yahyâ bin Muâz gibi âlim ve evliyânın sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf derecelerinde yükselip evliyânın büyüklerinden oldu. Güzel ahlâkıyla ve hikmetli sözleriyle insanlara hayrı tavsiye etti.
Şah Şücâ Kirmânî’nin Mir’at-ül-Hukemâ adlı bir eseri ve tasavvufa dâir birçok küçük risâlesi vardır.
Şah Şücâ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri o kızı oğullarına istediler. Şah Şücâ, onlardan üç gün mühlet isteyip, bu üç gün içinde mescitleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu bekledi. Selâm verince yanına gidip evli olup olmadığını sordu. Genç evli olmadığını söyleyince; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki? Dünyâda üç dirhemden başka hiçbir şeyim yok.” dedi. Şah Şücâ; “Ben veririm.” diyerek, kızını o gençle evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca genç; “Senin nasîbindir, yarın sabah yemek için ayırmıştım.” dedi. Şah Şücâ’nın kızı babasının evine gitmek üzereyken genç; “Ah! Ben Şahın kızının benim yanımda durmayacağını bilmiştim!” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum. Îmânının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum. Bunca senedir yanındayım. Bana, seni zühd sâhibi birine vereceğim, derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor. Bu evde ya ben kalırım, ya ekmek! Sen karar ver!” dedi. Genç, ekmeği bir fakire verdi. Şahın kızı geri döndü ve onunla mesut olarak yaşadı.
Şah Şücâ Kirmânî buyurdu ki:
“Evliyâyı sevmekten daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeye yol açar. Allahü teâlâyı seveni Allahü teâlâ da sever.”
“Güzel ahlâk başkalarına eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.”
“Gözünü harama bakmadan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle süsleyenin firâsetinde hiç hatâ olmaz.”
“Sabrın alâmeti üçtür; samîmî bir rızâ, şikâyeti terk, kaderin tecellisini gönül hoşluğuyla kabullenme.”