SÜNBÜL EFENDİ
Osmanlılar zamânında, İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Yûsuf bin Ali’dir. Dedesi Kaya Bey diye anılmıştır. Lakabı Sinânüddîn ve Zeynüddîn’dir. Sünbül Sinân diye şöhret buldu. Zamânının büyüklerindendi. 1529 (H.936)’da İstanbul’da vefât etti.
Merzifon’da 1451 (H.856) yılında doğan Sünbül Sinân, bülûğ çağına kadar Isparta’nın Borlu kasabasında ilim tahsil etti. Oradan İstanbul’a geldi. Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinin meşhur âlim ve evliyâsı olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendiden ders aldı. Sultan İkinciBâyezîd Hanın hocası olan Çelebi Halîfe’nin, Yedikule’deki dergâhına gelip, ilim öğrenmeye, feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemâle gelmeye başladı.
Çelebi Halîfe zâhirî ilimlerde de, bildiği ne varsa, hepsini Sünbül Sinân’a öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu bilgileri pekiştirmesi için onu Mısır’a gönderdi.
Mısır hükümdârı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmet gösterdi. Kendi yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme vazifesi verdi. Mısır ulemâsı ve evliyâsı, sohbetlerine ve ilmine hayran kaldılar. Kur’ân-ı kerîme, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihadlarına uymaktaki gayretini pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusûr etmemeye âzâmi gayret gösterdiler.
Sünbül Sinân, Mısır’da insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını anlattı. Bu sırada İstanbul’da bulunan hocası Çelebi Halîfe; hacca gitmek üzere yola çıktığını, Şam’dan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkip edeceğini, bu yolculuğa Sünbül Sinân’ın da katılmasını bildiren bir mektup gönderdi.
Sünbül Sinân, mektubu alır almaz, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbul’dan gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şam’dan dokuz konak mesâfede Tebük veya Hasâ korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halife’nin vefât ettiğini söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; “Bu vasiyeti Sünbül Sinân’a veriniz.” diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendinin vefâtına çok üzüldü. Kur’ân-ı kerîm hatmi ve hatm-i tehlil (yetmiş bin defâ kelime-i tevhîd) okudu.
Hocası vasiyetinde 1) Kendisinin, Kabe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini, 2) Sünbül Sinân’ın İstanbul’a gidip, Kocamustafapaşa’daki dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını, 3) Kızı Safiye Hâtunla evlenmesini istiyordu.
Sünbül Sinân hac vazîfesini tamamladıktan sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbul’a hareket etti. İstanbullular, Sünbül Sinân’ı büyük bir kalablık hâlinde karşıladılar. Kocamustafapaşa’daki dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, zâhirî ve mânevî ilimlerde binlerce talebe yetiştirdi. Huzûruna gelip de isteyeni boş göndermezdi.
Talebelerinin içinde Merkez Efendiyi çok severdi. Onu, teveccühleriyle yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını vererek, kendisine dâmât eyledi.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahi, Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cumâ ve kıymetli gecelerde, İstanbul’un büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde bulunurdu.
Osmanlı İmparatorluğunun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâl Paşa, Sünbül Sinân’a büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa oturturdu.
Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeleri okutmak üzere, yerine dâmâdı Merkez Efendi geçti.
Sünbül Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarîkatının usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâlet-ül-Etvâr ile Risâle-i Tahkîkiyye adlı eserleri vardır.
Tasavvufta Sünbül Sinân hazretlerinin ve talebelerinin tâkip ettiği yol, tarikat. Halvetiyye yolunun kollarındandır. Sünbül Sinân Efendinin ismine nispetle Sünbüliyye adı verilmiştir.
Sünbüliyye yolunun kurucusu olan Sünbül Sinân Efendi 1451 (H.856) senesinde Merzifon’da doğdu. İlk tahsilini gördükten sonra medrese tahsili için İstanbul’a geldi. Efdalzâde Hamidüddîn Efendiden ders gördü. Ayrıca, Çelebi Halîfe ismiyle şöhret bulan Veziriâzam KocaMustafa Paşanın Yedikule’de yaptırdığı dergâhın hocalığını yapan Muhammed Cemaleddîn Efendiden ilim ve feyz aldı. Tasavvuf yolunda olgunlaştı. Hocası ona hilâfet vererek Mısır’a gönderdi.
Üç sene müddetle Mısır’da kalıp insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Mekke-i mükerremeye gidip hac ibâdetini yerine getirdi. O sırada vefât eden hocasının vasiyeti üzerine İstanbul’a dönerek, onun dergâhındaki vazîfesini üstlendi. Hocasının talebelerine ders verip, insanlara İslâmiyeti anlattı. Ayasofya ve Fâtih câmilerinde vâz ve nasihat ederek insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için gayret etti. Otuz üç sene müddetle Kocamustafapaşa Dergâhının postnişînliğini yaptı. 1529 senesinde vefât edince yerine Merkez Efendi geçti.
Tasavvuftaki yoluna Sünbüliyye adı verildi. Umûmiyetle Halvetiyye yolunun esaslarına uyan Sünbüliyye yolu yaygın hale geldi. İstanbul’da yirmi civârında Sünbüliyye tekkesi faaliyet gösterdi. Sünbül Sinân Efendinin yolu asırlar boyunca insanların kurtuluş ve saâdetlerine vesîle oldu. (Bkz. Sünbül Efendi)
On sekizinci yüzyıl divan şâirlerinden. Kahramanmaraş’ta doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. Asıl ismi Muhammed bin Reşîd’dir. Babası Kahramanmaraş’ın Sünbülzâde âilesinden ReşidEfendidir. Sünbülzâde ilk tahsiline Kahramanmaraş’ta başladı. İyi bir tahsil gördü. İlmini arttırmak için İstanbul’a geldi. Müderris oldu. Kâdı olarak Rumeli’ye gönderildi. Uzun süre Boğdan ve Eflâk’ta kaldı. Sonra İstanbul’a döndü.
SultanÜçüncü Mustafa zamânında kendisine Haceganlık verildi. Sultan Birinci Abdülhamîd Han zamânında İran’a elçi olarak gönderildi (1774). Dönüşte uzun zaman işsiz kaldı. Sadrâzam Halil Hamid Paşa tarafından tekrar kâdılığa getirildi. Rodos, Silistre, Eski Zagra kâdılıklarında bulundu. Rodos’tayken, Kırım’dan tart edilen Şâhin Giray’ın îdâmında vazife gördüğünden, Eski Zagra’da intikamcı Tatarların hücumuna uğradı ve kurtularak İstanbul’a geldi. Üçüncü Selim Hanın da iltifatlarına kavuştu. Ömrünün son yıllarında kâdılıktan ayrılarak, İstanbul’da yaşamaya başladı. 1899 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Vehbî, devrinin klasik divan şiirini en iyi temsil eden şâirdir. Reis-i şâirân ünvânı da almıştır. Şiirlerinde daha çok şekle, dışa ve klasik estetiğe önem vermiştir. Sağlam, açık, fakat kuru bir anlatımı vardır. Şiirlerinde, günlük hayatla ilgili atasözleri ve deyimlere, mahallî konulara yer verir. Divan şiirinin söz ve mânâ sanatlarına hemen her beytinde rastlanır.
Sünbülzâde Vehbi’nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Lütfiyye: Oğlu Lütfullah’a ve onun şahsiyetinde diğer gençlere nasihat olarak yazdığı mesnevidir. 2) Tuhfe-i Vehbî: Farsça-Türkçe manzum sözleridir. 58 kıt’adan meydana gelmiştir. Birçok baskısı yapılmıştır. 3) Nuhbe: Arapça, Türkçe manzum sözlüktür. Medrese öğrencileri tarafından el kitabı olarak kullanılan eserin defâlarca baskısı yapılmıştır. 4) Sevk-engiz, 5) Dîvân: Sultan Üçüncü Selim adına düzenlenmiş, oldukça hacimli bir eserdir. Mısır Bulak Matbaasında 1837’de basılmıştır.
Alm. Konwurm (m), Fr. Charançon (m), İng. Shield-bug. Familyası: Pentatomidae. Yaşadığı yerler: Yurdumuzda özellikle, Güney Doğu Anadolu’da. Kışın dağlarda bitki yaprakları altında, baharda ekin tarlalarında. Özellikleri: Sokucu-emici ağız tipi bir ekin böceği. Bitkileri sokup emdiğinden buğday ekinlerinde önemli ziyanlara yol açar. Çeşitleri: Yurdumuzda tek türü bilinir.
Hortumlu böcekler (Rynchota) takımının, yarım kanatlılar (Hemiptera) alt takımından pis kokulu bir böcek. Vücûdu kalkan biçimindedir. Boz toprak renkli ve esmer beneklidir. 14 mm boyda önemli bir buğday zararlısıdır. Balkan ülkelerinden Güney Rusya’ya, Ortadoğu ülkelerine, Ortaasya ve Kuzey Pakistan’a kadar yayılmıştır. Yurdumuzda özellikle Güneydoğu Anadolu’da çok zararlı olmaktadır. Yaşayış tarzı kımıl (A. rostrata) gibidir. Kışı, ergin hâlde dağlarda yaprak ve bitki artıklarının altında geçirir. Baharda ovaya göç ederek hububat saplarını sokup emerek zararlı olmaktadır. Böyle saplar üzerinde başak meydana gelmez. Yumurtalarını yaprakların alt yüzeyine bırakır. Bir dişi 180 kadar yumurta yapar. Yumurtadan çıkan yavrular sütlü tâneleri emerek mahvederler.
Yaptığı zararın çok olması ve salgınlar yapması sebebiyle süneye karşı devletçe mücâdele yapılmaktadır.
Alm. Schwmmtiere (m. pl.), Fr. Spongiaires (m. pl.), éponges (f. pl.), İng. Sponges. Su diplerinde, kayalar, hayvan kabukları veya zemin üzerine yapışarak yaşayan basit yapılı, omurgasız hayvanların bir şubesi. Parlak sarı, turuncu, kırmızımtrak, siyah ve menekşe renkli olabilirler. Belli bir şekilleri yoktur. Vazo, kadeh, torba, boru, çalı gibi muntazam olmayan kümeler meydana getirirler. Hakîkî doku ve organlardan mahrumdurlar. Duyu, sinir ve hareketi sağlayan hücreleri bulunmadığından yapıştıkları zeminlerde sâbit yaşarlar. Hayvanlardan çok bitki hissini verirler. Boyları birkaç milimetreden, 1-2 metreye kadar değişir. Büyük çoğunluğu sıcak denizlerde yaşar. Çok azı tatlı sularda bulunur. Bir sünger zemine yapışan kapalı bir kısımla vücut boşluğuna açılan “oskulum” denen bir açıklıktan ibârettir. Yanlarda da suyun girip çıkmasını sağlayan delikler (por) vardır. Bu delikli yapıdan dolayı süngerlere“porifera” denir. Küçük ağız vazifesini gören yan deliklerden giren su, vücut boşluğunu dolaştıktan sonra, oskulumdan tekrar dışarı atılır.
Vücut yapıları iç ve dış olmak üzere iki tabakadan meydana gelir. Aralarında dış deriden hâsıl olan mezenşim adı verilen jelatinsi bir ara tabaka da vardır. Süngerlerin iskelet elemanları bu kısımdan meydana gelir. Destek vazifesini gören iskelet sistemi; kalker, silis veya keratin bileşiminden hâsıl olan iskelet iğneleri (spikül) ve spongin denilen proteinli bir maddeden ibârettir. Spongin maddesi, spikülleri bir ağ gibi örerek iskelet sistemini meydana getirir. Bâzı süngerlerde iskeletteki spiküller tamâmen kaybolarak destek maddesi olarak yalnız spongin kalır. Bu tür süngerler temizlendikten sonra, halk arasında temizlik süngeri olarak kullanılır. İskeletsiz olan pek az sünger vardır. Sünger olarak bildiğimiz kısım aslında hayvanın yumuşak kısımlarından ayrılmış iskeletinden başka birşey değildir. Suyu emdiğinde şişme özelliği vardır. Plastik süngerlerden önce daha çok kullanılırdı. Yan deliklerden suyla berâber giren besin kırıntıları iç derinin kamçılı hücreleri tarafından içlerine alınarak sindirilirler. Sindirilen besin maddeleri mezenşim tabakasında bulunan göçmen hücrelerle vücudun diğer hücrelerine taşınır.
Süngerler eşeyli ve eşeysiz olarak iki şekilde ürerler. Eşeyli çoğalmada mezenşimatik tabaka i çinde yumurta ve spermatozoitler meydana gelir. Her iki çeşit üreme hücresi de aynı veya ayrı ayrı hayvanlarda bulunabilir. Döllenme vücut içinde olur. Yan deliklerden suyla giren spermatozoonlar göçmen hücreler tarafından taşınarak yumurtayı döllerler. Eşeysiz üreme vücûdun yanlarında olan tomurcuklarla meydana gelir. Tomurcuk ana hayvandan ayrılarak yeni bir sünger hâsıl eder. Ayrılmadığı takdirde sünger kolonisi meydana gelmiş olur. Tatlı su süngerlerinde sert iklimlere karşı “gemulla” denen bir üreme şekli görülür. Sonbahara doğru mezenşim tabakası içinde toplu iğne başı iriliğinde renkli kürecikler meydana gelir. Bunlar bol besinli embriyonal hücrelerdir. Gemula denen bu küreler dış taraftan iki katlı bir spongin zarla çevrilir. Ana hayvan öldükten sonra, bunlar çok soğuklarda dahî hayâtını sürdürürler. İlkbaharda gemulla içindeki üreme hücreleri etrafındaki zarın deliklerinden çıkarak yeni süngerleri meydana getirirler.
Sünger avcılığı yüzyıllardır yapılagelmektedir. Eski devirlerde çıplak dalgıçlar 20 metre derinliğe inerek kesici âletlerle süngerleri alt taraflarından keserlerdi. Su basıncından dolayı çoğu göğüs hastalıklarına tutulurdu. Sonraları denizin dibini sürtme ağlarla tarayan balıkçı tekneleriyle bol miktarda sünger toplanmaya başlandı. Fakat bu usül genç süngerleri de kopardığından zararlı oluyordu. Günümüzde sünger avcılığı dalgıç elbiseleriyle yapılmaktadır. Bu usulde avcılar süngerleri inceleyerek kaliteli olanlarını toplarlar. Toplanan süngerler temizleme ve kurutma işlemlerinden sonra piyasaya sürülür.
Alm. Bimsstein (m), Fr. Pierre poncu (f), İng. Pumice-Stone. Hafif, gözenekli ve köpüksü yapıya sâhip camsı volkanik bir taş. Yanardağlardan akan sıvı lavların çok hızlı bir şekilde soğuyarak katılaşması ve bu esnâda âni bir gaz çıkışı cereyanıyla meydana gelir. Gözenekli ve köpüksülüğün sebebi bu gaz çıkışıdır. Traklit ve riyolitler süngertaşının en çok rastlanan türleridir. Retikülit ve skorya diye bilinenleriyse en hafifleridir.
Süngertaşları silikatlar, alüminyum, demir, sodyum, kalsiyum ve küçük kristalli mineraller ihtivâ ederler. Fizikî özellik bakımındansa, riyolit ve traklitler beyaz, andesitler sarı veya kahverengi ve basaltik tipler siyah renklidirler. Süngertaşlarındaki boşluklar kimi zaman yuvarlak, kimi zaman da uzun veya tabla gibi olur. Eski volkanik bölgelerde bulunan süngertaşlarındaki boşluklar sular tarafından mineral çökeltileriyle doldurulmuş durumdadır.
Bu taşlar dünyânın birçok bölgesinde bulunur. Okyanus dibindeki süngertaşları su sathında katılaşan lavların daha sonra ağırlaşarak batmalarıyla meydana gelirler. Süngertaşlarının ticârî olarak mâdenciliği ABD, Hawaii, İzlanda, Macaristan, Lipari Adaları, Sicilya, Yeni Zelanda, Birleşik Almanya ve Yunanistan’da yapılmaktadır.
Genellikle bileme ve cilâlama işlerinde kullanılan süngertaşlarından son yıllarda beton îmâli, akustik kiremit yapımı alçı ve ısı izolasyonu gibi inşaat sektörünün ilgi alanına giren işlerde de faydalanılmaktadır.
Alm. Sunna (f), Fr. Sunna (f), İng. Sunnah. Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört delilden biri. Sünnet lügatta yol, kânun, âdet mânâlarına gelir. Dînî terim olarak sünnet kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır: Kitab ve sünnet birlikte söylenince, kitap Kur’ân-ı kerîm, sünnet de hadîs-i şerîfler demektir. Farz ve sünnet denilince, farz Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise Peyamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin sünneti, yâni emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, İslâmiyetin bütün hükümleri demektir. Fıkıh kitapları böyle olduğunu bildiriyor.
“Sünnetimi terk edene, şefâatım haram oldu.” hadîs-i şerîfinde sünnet demek, İslâmiyet yolu demektir. Çünkü mümin kimse, büyük günah işlese de, şefâattan mahrum olmaz. Hadîs-i şerifte; “Büyük günah işleyenlere şefâat edeceğim.” buyuruldu.
Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü şeylere kavlî sünnet ve hadis devam üzere yaptıklarına da takrîrî sünnet denir.
Sünnet, dünyâ ve âhiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır:
Birisi, ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tabi olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid’attır. İkincisi, âdet olarak, yâni bulundukları şehrin ve o memleketteki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmeyenin, çirkin diyenin, îmânı gider. Fakat, bunları yapmak, mecbûri değildir. Bunlara uymayan şey, bid’at değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mübâh kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin âdeti, zamanla değişir.
İbâdetler, yâni Müslümanlara yapılması emrolunan şeyler, dört kısımdır: Farz, vâcib, sünnet, nafile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emirlerine “Farz”; açık olmayıp, zannederek anlaşılan emirlerine “vâcib”; farz veya vâcib olmayıp, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kendiliğinden emrettiği veya yaptığı ibâdetlere “sünnet” denir.
Resûlullah efendimizin emrettiği ve kendisinin de yaptığı ibâdetler ve işler, birkaç çeşittir. Bunlar da şunlardır:
1. Müekked sünnet: Buna sünnet-i hüdâ da denir. İslâm dîninin şiârı olan, yâni bu dîne mahsus olan kuvvetli sünnetlerdir. Meselâ câmide îtikaf etmek, ezân ve ikâmet okumak, sabah namazının sünneti, öğlenin dört rekatlik ilk sünneti, akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek’at sünneti, cemâatla namaz kılmak, erkek çocukları sünnet ettirmek, misvak kullanmak böyledir. Peygamberimiz bunları devamlı yapmış, nâdiren de terk etmiş ve terk edenlere de birşey dememiştir.
Müekked sünneti özürsüz, devamlı terk etmek mekruh olur, küçük günah olur. Farz ve vâcib olan ibâdetleri nâfile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmaktan daha çok sevaptır.
2. Gayr-i müekked sünnet: Peygamberimizin ara sıra terk ettiği işler ve ibâdetlerdir. Meselâ ikindi namazının ve yatsı namazının ilk sünnetleri böyledir. Müstehab ve mendub da aynıdır.
3. Zevâid sünnet: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, ibâdet olarak değil de, âdet olarak devamlı yaptığı şeylere sünnet-i zevâid denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevap verilir. Bunlara sevap verilebilmesi için niyet etmek lâzım değildir. Niyet edilirse ibâdet olurlar. Sevapları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekruh olmaz. Günah değildir. Bununla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tâbi olmak, dünyâda ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saâdetlere yol açar.
Peygamber efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O’nun sünneti üzere yaşayabilmek için, önce Ehl-i sünnete uygun îmân etmek, sonra haramlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekruhlardan sakınmak, sonra müekked sünnetleri, daha sonra müstehapları yapmak lâzımdır. Bu sırada, önce olanı yapmayanın, sonra olanı yapmasının faydası olmaz ve önce olanı yapabilmek için, sonra olanı terk etmesi câiz ve hattâ vâcib olur.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevâbı vardır.
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza, istinşak, tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ (pislikten temizlenmek).
“Ümmetimin arasında fitne, fesat yayıldığı zaman, sünnetime sarılana yüz şehit sevâbı vardır.” hadîs-i şerîfi de “Selef-i sâlihîn, yâni ilk iki asırda yaşayan Müslümanların zamânındaki din bilgilerine uyan kimseye yüz şehit sevâbı vardır.” demektir.
Alm. Bescheidungsfeier (f), Fr. Fete (f), de circoncision, İng. Circumcision feast. Erkek çocukların sünet olmalarında yapılan merâsim. Sünnet, erkek çocukların tenâsül organının ucundaki deri kılıfın kesilmesi (işlemi)dir. Arapçada hıtân denilir. İslâmiyette erkek çocukların sünnet edilmesi dînî bir vazifedir. İslâmiyetin şiârıdır. Yâni Müslüman olmanın alâmetlerinden işâretlerinden sayılmıştır. Müslümanlar, herhangi bir zamanda, Yahûdîler çocuk yedi günlükken sünnet yaparlar.
Çocuğun sünnet olmasının belli bir yaşı yoktur. Ancak, yedi ile on iki yaş arası en iyisidir. Sünnet olmayanlarda çeşitli hastalıklar görülür. Fransız kitapları bu hastalıkları Affection du Prepuce adı altında uzun anlatmaktadırlar. Bunlardan birkaçı ise tehlikelidir. Bu sebeple, Avrupa’da ve Amerika’da Hıristiyanlar sağlık sebebiyle, kendilerini ve çocuklarını sünnet ettirmektedirler. Artık tabâbet yoluyla varılan sonuç, sünneti bugün tıbbî bir zarûret, farîza hâline getirmiştir. Nitekim Dr. Dubais Raymond’un; “Sünnet çiçek aşısı gibi bütün erkeklere mecbur edilmelidir.” sözü de bu hususu vurgulamaktadır.
Sünnetin târihi çok eskidir. İnsanla başlar. Çünkü Peygamberler aleyhimüsselâmın âdetidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları temizlemek, tırnak kesmek, koltuk altını temizlemek ve bıyık kısaltmak.” buyurmuşlardır.
Müslüman ülkelerinde bütün erkek çocuklar, ergenlik çağına gelmeden önce bir düğün havası içinde sünnet olurlar. Bu bakımdan sünnet olmaya halk arasında yaygın olarak Sünnet düğünü denir. Yüzyıllardan beri Müslümanlar çocuklarının sünnet düğünlerine ayrı bir önem verirler bunu genellikle âilede birinci mürüvvet olarak kabul ederlerdi. Sünnete karar verilince herkes durumuna göre hazırlıklara başlar. Sandıktan işlemeli yatak takımları çıkarılır, oda takımlarının yüzleri yenilenir, kaplar kalaylanır, ev halkına yeni yeni elbiseler yaptırırlardı. Çocuğun yatağı süslenir. Genellikle işlemeli bir torba içindeki yüce kitabımız Kur’ân-ı kerim baş ucuna asılırdı. Durumu müsâit olan âileler fakir çocukları da tespit edip, onları da sünnet ettirirlerdi. Bugün hayır kurumları, toplu sünnet düğünleriyle bu geleneği devam ettirmektedirler.
Sünnet günü çocuk giydirilir, bineceği at hazırlanır, duâlarla ata bindirilirdi. Sonra evliyâ türbeleri ziyâret edilir, sonra alay hâlinde davullar çalarak sokaklar dolaşılırdı. Eve gelen çocuk, hediyeler verilmeden attan inmez, yakınları, akrabâları hediyeleri verdikten sonra, duâlarla indirilip içeri alınırdı.
Sünnetten önce veya sonra Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okunurdu. Sünnet çocuğu el öptükten sonra bâzı yerlerde kirve, bâzı yerlerde sâdıç denilen âilenin çok sevdiği bir şahıs tarafından sıkıca tutulurdu. Mesleğinde usta, eli çabuk sünnetçi, hep bir ağızdan getirilen bayram tekbirleri arasında sünnet ediverirdi. Hemen süslü yatağa yatırılan çocuğa “Mâşaallah, bârekallah” deyip, hayır duâ edilirdi. Misâfirlere şerbet, şekerleme ve benzeri ikramlarda bulunulurdu. Bundan sonra misafirler sırayla çocuğun yatağının yanına gelirler, hediyeler verip ayrılırlardı. Erkeklerden sonra ziyâret sırası hanımlara gelirdi.
Saraylardaki, konaklardaki sünnet düğünleri dillere destan olurdu. Şehzâdelerin sünnet düğünlerinden bâzıları hâlâ anlatılmaktadır. Hali vakti iyi âilelerin sünnetlerinde, kaynayan kazanlarla fakir fukara da doyardı. Misafirlerin yanında herkese açık olan sünnet düğün evi, bayram yeri gibi olurdu.
Eskiden genellikle etli pilav, zerde ikram etmek âdet hâlindeydi. Ayrıca lokum, şerbet gibi şeyler de verilirdi. Günümüzde eski ihtişamında olmasa bile bu güzel âdet her yerde benzeri şekilde devam etmektedir. Örf ve âdetlerine çok bağlı olan Anadolu halkı, sünnet düğünlerine aynı önemi vermektedir.
(Bkz. Ehl-i Sünnet);
Alm. Supraleiter, Fr. Supers conducteurs, İng. Super conductors. Manyetik alanlara karşı mükemmel bir diamanyet gibi davranan ve özdirençleri sıfır olan iletkenler. İlk defâ 1911 yılında Hollandalı Kamerlingh Onnes tarafından cıvanın özdirencinin 4,2 °K da sıfır olduğu gözlenmiştir. Bu sıcaklığa kritik sıcaklık denir. Süperiletkenlik kritik sıcaklıkta ve zayıf manyetik alanda meydana gelmektedir. Kritik sıcaklığın dışında büyük bir manyetik alan süperiletkene tesir edebilmekte ve onu normal hâle getirmektedir.
Uzun ve silindir şeklindeki çok saf bir madde normal hâlden süperiletken hâle geçebelir. Bu değişim çok âni, yâni derecenin on binde bir sıcaklık aralığında meydana gelir.
Atmosfer basıncında, değişik kritik sıcaklık ve manyetik alanlarda, 25 süperiletken element ve çok sayıda süperiletken alaşım vardır. Süperiletken elementlerin alaşımları da süperiletkendir.
Süperiletken elementler; Nb, Tc, Pb, La, V, Ta, Hq, Sn (beyaz), In, Tl, Re, Pa, Th, Al, Ga, Mo, Zn, U, Os, Cd, Zr, Ru, Ti, Ir ve W’dir.
Süperiletken alaşımlar; Nb3Al Ge, Nb3S, Nb3Al, V3Si, V3Ga, Nb N, MoN, Nb3Au, La38n ve Ti2Co’dur.
Bâzı hallerde süperiletken olmayan iki elementin alaşımları Au2Bi’de olduğu gibi süperiletken olmaktadır.
Normal sıcaklıkta iletkenlikle düşük sıcaklıkta süperiletkenlik arasında ters bir bağıntı vardır. Meselâ normal sıcaklıkta mükemmel iletken olan bakır ve gümüş, mutlak sıfırdan 20 miliderece farklı sıcaklığa kadar inildiği halde süperiletkenlik belirtisi göstermezler. Yine demir, nikel, kobalt ve godalinium gibi ferromanyetik elementler, büyük iç manyetik alanlarından dolayı, süperiletkenlik göstermezler.
Alm. Supraleitung, Fr. Superconductuvité, İng. Superconductuvity. Bâzı malzemelerin çok düşük sıcaklıklarda elektrik akımına karşı dirençlerini kaybetmesi. 1911 yılında Hollandalı Kamerlingh Onnes tarafından bulunan ve Nobel Fizik Ödülü almasına sebep olan önemli bir fizik hâdisesidir.
Onnes, helyumun sıvılaştırılmasıyla elde edilen oldukça düşük sıcaklıklarda cıvanın bir süperiletken hâline geldiğini ve elektrik akımına karşı direncinin sıfır olduğunu tespit etti. Arkasından pekçok metal ve alaşımın kendilerine has belirli bir kritik geçiş sıcaklığından sonra süperiletken hâline geldiği ve direncin pratik olarak sıfıra indiği keşfedildi. Normal bir metale voltaj uygulandığında metalin serbest elektronları elektrik akımına karşı bir direnç gösterirler. Metal, mutlak sıfır (O°K (-273°C) sıcaklığına doğru soğutulduğunda serbest elektronların direnci azalmakta ve metale has belirli bir geçiş sıcaklığından sonra metal süperiletken hâline gelmektedir. Cıva 4,2 °K, kurşun 7,2°K, kalay ise 3,2°K’da süperiletken hâline gelmektedir. Suyun donma sıcaklığı olan O°C’ye karşılık 273°K’nın karşılık geldiği düşünülürse bu sıcaklıkların çok düşük sıcaklıklar olduğu kolayca anlaşılır.
Süperiletken elde edilebilecek en yüksek sıcaklık Onnes’in buluşundan 75 sene sonralara kadar 25°K (-248°C) civârındayken 1986’da 39°K (-234°C) da süperiletkenleşen bir madde geliştirildi. Baryum-Lantan-Bakıroksit (Bala CuO4) bileşimi olan bu madde kritik geçiş sıcaklığı 25°K’nın üzerinde bilinen ilk süperiletkendi. Bu buluş, fizikçiGeorg Bednorz ve Alex Müller’e 1987 Nobel Fizik Ödülünü kazandırdı. Daha sonra bu bileşim esas alınarak geliştirilen seramik maddelerle kritik sıcaklık 90°K’nın üzerine çıkarıldı. Önceleri süperiletken elde etmek için gerekli düşük sıcaklık helyumun sıvılaştırılması ile sağlanırken bu gelişmeler neticesinde daha ucuz olan azotun sıvılaştırılmasıyla sağlanması mümkün oldu.
Süperiletkenler, elektrik akımının kullanıldığı birçok teknoloji alanında uygulama yeri bulabilir. Enerji kayıplarının çok az olması, devrelerin çok daha küçük hacimlere sığdırılabilmesi gibi önemli faydalarından dolayı süperiletkenler süpermıknatıs, süpermotor, jeneratör, enerji nakil hatları, manyetik raylı trenler gibi elektriğin kullanıldığı pekçok sahada kolaylıklar sağlar.
Alm. Supernova, Fr. Supernova, İng. Supernova. Bâzı yıldızların nükleer reaksiyonlar sonucu çok şiddetli biçimde patlamasıdır. Milyarlarca yıl boyunca parlayarak hidrojenini tüketen yıldızlar, soğumaya başlar. Hidrojenin sebep olduğu büyük parlaklık azalır. Çekim gücündeki denge bozularak, yıldız tekrar büzüşmeye başlar. Bu durumda çekirdek yine ısınır, helyum eriyerek yeni patlamalara sebep olur. Bunun sonucunda da radyasyonların itmesiyle yıldızın kenar katları bir balon gibi şişmeye başlar.
Genişleyip kırmızı dev hâline gelen yıldız, ömrünün sonuna gelmiş demektir. Müthiş bir patlamayla hayâtı sona erer. Eğer bu patlama çok büyükse süpernova adını alır.
Patlamadan kısa bir süre sonra parlaklıkları birkaç milyon tâne güneşin toplam parlaklığına ulaşır. Çoğu zaman bir galakside süpernova patlaması olduğunda bütün galaksi aydınlanır. Bu olay uzak galaksilerden kolayca tâkip edilebilir. Büyük kütleli yıldızların bu şekilde patlamasıyla uzaya 5-10 güneş kütlesi kadar madde atılır. Eliptik galaksilerin yaşlı yıldızlarında meydana gelen şiddetli süpernova patlamalarındaysa uzaya 15.000 km/s’lik bir hızla güneş kütlesi kadar madde fırlatılır ve bu maddede hiç hidrojen yoktur. Bu süpernovaların parlaklıkları 10 milyon güneş parlaklığına kadar çıkabilir.
Güneş sistemine en yakın yıldız olan Alfa Centauri uzaklığında (4,3 ışık yılı) bir süpernova patlaması olsa, süpernova olarak patlayan yıldızı, uzun süre güneş kadar parlak görürüz. Yâni gökyüzünde iki güneş olur. Yayılan kozmik ışınlarla önce dünyânın ozon tabakası yok olur ve yeryüzüne çok fazla morötesi ışın ulaşır. Bitki özümlenmesini sağlayan ışınlarsa yeryüzüne ulaşmaz. Sıcaklık düşer, yağış azalır ve kozmik ışınların da etkisiyle dünyâ üzerinde canlı hayat felce uğrar. Böyle bir süpernova Güneş sisteminin merkezinde patlasa, dünyâ diğer bütün gezegenlerle birlikte o anda milyonlarca derece sıcaklık altında ve çok şiddetli şok dalgalarıyla kısa sürede iyonlaşmış gaz hâline gelip, sâniyede 10.000-15.000 km’lik bir hızla uzaya fırlatılır.
Süpernova olayı çok ender görülen bir olaydır. Samanyolu Galaksisi içinde son 2000 yılda sâdece 14 süpernova patlaması kaydedilmiştir. Galaksimizde son süpernova infilâkı 1604 yılında Yılancı takımyıldızında gözlenmiştir. Bu yıldız Kepler Süpernovası olarak bilinir.
(Bkz. Funda)
Toplara serî, çabuk ateş açma niteliği kazandıran Türk bilgini. 1848’de İstanbul’da doğup, 1923’te İstanbul’da ölen Ahmed SüreyyaEmin Beyin kabri, Ortaköy’de Yahyâ Efendi Câmiindeki âile mezarlığındadır.
Babası Enderunda yetişen ve sonra sır kâtipliğine kadar yükselen Emin Beydir. İstanbul’da iptidâi ve rüştiye tahsillerini bitiren Süreyya Emin Bey, tornacılık, marangozluk sanatlarında şahsî kabiliyetiyle kendini göstermiş ve 19 yaşında serî ateşli ilk Türk topunu keşfetmişti. 1866-1868 yılları arasında Zeytinburnu Silâh Fabrikasında, 500 altına yaptırdığı serî ateşli sahra topu hâlen İstanbul Harbiye’deki, askerî müzede muhâfaza edilmektedir.
Süreyya Emin Bey, bir zaman için posta telgraf nezâretinin meclis idâresi âzâlığında da çalışmıştır.
Alm. Kohl, Fr. Khôl, Kohol, İng. Eyeliner, Augenbrauenschminke. Çeşitli bitkilerde, özellikle tahıllarda hastalık yapan Ustillago sınıfı mantar ve bu mantarlarla meydana gelen hastalık. Hastalığın bulaştığı kısımlarda, tânelerin karararak başakların bozulmasına ve tânelerin yok olmasına sebep olurlar. Bitki başaklarında tânelerin yerine kötü kokulu siyahımsı spor topakları dolar. Değişik tahıl türlerine mahsus sürme hastalığı yapan ustillago türü vardır (Buday için U.tritici; arpada U. nuda veU. hordei; yulafta U. avanae; mısırda U. maydis gibi). Bunlar sporlanarak ürer, rüzgârla dağılarak yayılır ve hastalığı daha geniş alana bulaştırırlar.
Tâneler, cıvalı ilâçlarla daha önceden dezenfekte edilirse bâzı sürmelere karşı faydalı olur. Arpa ve buğday sürmeleri için önce 30°C’lik suda 50-60 dakika, daha sonra da 50-52°C ılık suda 2-3 dakika bekletilmelidir.
Kozmetikte kullanılan sürme, kirpik diplerine sürülen siyah tozdur. Bu tozu kullanmak için hazırlanmış kaplara sürmedân denilir. Eskiden kemik veya ağaçtan yapılırdı. Mâdenî olanları da vardır.
Alm. Überbürdung, Überanstrengung (f), Fr. Surmenage (m), İng. Overwork. Çok çalışan insanlarda ve bilhassa erkeklerde görülen bir çeşit zihin yorgunluğu, sinir zayıflamasına verilen ad. Dersleri oldukça yüklü olan ve sürekli çalışmak zorunda kalan lise ve üniversite öğrencilerinde, öğretmenlerde, yoğun hesap ve muhâsebe işleriyle uğraşanlarda daha sık görülür.
Meydana geliş mekanizması tam olarak bilinmemekte ve çeşitli fikirler ileri sürülmektedir. Bunlardan birisi de beyindeki sinir hücrelerinin biyokimyâsal elemanlardan fakir kalması görüşüdür. Sürmenajlı şahıslarda, rûhî ve bedenî yorgunluk, bıkkınlık, isteksizlik, dikkati toparlayamama, sağlıklı düşünememe hâli, bâzı organlara âit şikâyetler söz konusudur. Konuşmak, kitap okumak bile kişiye zor gelir.
Hastalar uyuyamamaktan şikayet ederler. Bu yüzden uyku ilâçlarını sürekli olarak kullanırlar. Hastalarda başağrısı da çok görülen şikâyetlerdendir. Unutkanlık, dalgınlık vardır. Neşesiz ve mutsuz bir görünümleri ve karamsar bir hâlleri görülür.
Tedâvide en önemli husus, kişiyi yoran ve zihnini meşgul eden hususlardan onu uzaklaştırmaktır. Bunun için deniz kıyısında veya bir dağ köyünde bir müddet tâtile gitmesi tavsiye edilir. Telkinin de faydası vardır. Mâneviyâtı kuvvetli olan şahıslarda bu gibi rahatsızlıklar pek görülmemektedir. Namaz kılmanın ve Kur’ân-ı kerîm okumanın karamsarlığı giderici, sıkıntıyı önleyici tesirleri vardır.
(Bkz. Nazım Şekilleri)