SÜHEYB-İ RÛMÎ
“Bir kimse, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheyb’i sevsin.” hadîs-i şerîfiyle medh olunan, büyük sahâbî. İsmi Süheyb-i Rûmî; künyesi Ebû Yahyâ; nesebi Süheyb bin Sinân bin Mâlik’tir. Annesinin ismi, Selmâ binti Kuayd’dır. Babasının veya dedesinin vazîfesi dolayısıyla bulunduğu Basra’da Übülle denilen yerde doğdu. Übülle, fevkalâde güzel, bağlık bahçelik bir yerdi. Bizanslılar buraya bir baskın yapıp, her tarafı yağma ettiler. Bu sırada, çocuk yaşta bulunan Süheyb bin Sinân, Bizanslıların eline esir düşenler arasındaydı. Âilesi kendisini çok aradıysa da bulamadı. Uzun müddet Bizanslıların elinde kaldıktan sonra, Benî Kelb’in eline geçti. Köle olarak satıldığından Mekke’de Abdullah bin Ceda’nın eline düştü. Bu zât daha sonra kendisini âzâd etti. Bu hâdiseler olurken, İslâmiyet henüz açıklanmamıştı. Kendisine “Rûmî” denilmesinin sebebi, uzun müddet Bizanslıların elinde kalmasındandır. Bu sebeple, Rumcayı Araçadan daha iyi bilirdi.
Hazret-i Erkâm’ın evine gelerek Müslüman oldu. Müslüman olduğunu açıklamasından sonra, müşrikler tarafından çeşitli işkence ve eziyetlere tâbi tutuldu. Mekke’deyken, kendi gayretiyle büyük bir servet elde etmesine rağmen, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke’den Medîne’ye hicret edince, o da hicret etti. Müşrikler onun bütün mallarını zorla elinden aldılar. Peygamber efendimiz, Süheyb ile Hâris bin Samme arasında din kardeşliği îlân etti. Nişan almakta ve ok atmakta mâhir olan Süheyb-i Rûmî, başta Bedr, Uhud, Hendek olmak üzere bütün gazâlarda bulundu ve büyük kahramanlıklar gösterdi.
Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği zamânında da büyük kahramanlıklar gösteren Süheyb-i Rûmî’yi hazret-i Ömer çok severdi. Hazret-i Ömer, Ebû Lü’lü tarafından yaralanınca, yerine geçecek halîfeyi seçmek için şûrâ ehlini tâyin edip, yeni halîfe seçilinceye kadar hazret-i Süheyb’in kendisinin yerine vekil olup, cemâate namaz kıldırmasını vasiyet edince, üç gün namaz kıldırdı. Hazret-i Ömer’in cenâze namazını da kıldırdı. Vazîfesinde gösterdiği dikkat ve îtinâyla herkesin takdîr ve tasvibini kazandı. 70 yaşındayken, 658 (H.38)de Medîne-i münevverede vefât etti. Bakî Kabristanına defnedildi.
Süheyb-i Rûmî radıyallahü anh, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. Bir defâsında Ömer radıyallahü anh, kendisine; “Yâ Süheyb! Sen fazla yemek yediriyorsun. Bu israf değil mi?” dedi. Süheyb de Resûlullah efendimiz; “Sizin en iyiniz, fakirleri doyuran ve selâmı alıp cevap verendir.” buyururdu, dedi.
Hazret-i Süheyb-i Rûmî’nin rivâyetinde, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem; “Îmân edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allahü teâlânın cemâlini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke, ne de bir zillet bulaşır. İşte bunlar, Cennetliktirler, kendileri orada ebediyyen kalıcıdırlar.” (Yûnus sûresi: 26) âyet-i kerîmesini okuduktan sonra buyurdular ki:
Cennet ehli Cennete girdikleri zaman, onlara şöyle nidâ edilecektir: “Ey Cennet ehli! Size Rabbinizin bir vaadi, sözü vardır.” Cennet ehli de: Bu nîmet, bu vaad nedir? Halbuki Allahü teâlâ bizim yüzümüzü ak ettirmedi mi? Mîzânda sevaplarımızı ağır getirmedi mi? Bizi Cennet’e sokmadı mı? diyeceklerdir. Bu karşılıklı nidâ üç defâ tekrarlanacak, sonra Allahü teâlâ onlara tecellî edecek ve Cennet ehli, Rablerini mekânsız ve cihetsiz olarak göreceklerdir. Bu nîmet, onların kavuştukları nîmetlerin en büyüğüdür.”
(Bkz. Şihâbüddîn Sühreverdî)
Tasavvufta, Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî ve talebelerinin tâkip ettikleri yol, tarîkat.
1145 (H.539) senesinde İran’ın Sühreverdî bölgesinde doğan Şihâbüddîn Sühreverdî, Ebü’n-Necîb Sühreverdî’nin ilim meclislerinde yetişti. Avârifü’l-Meârif adlı eserinde tasavvufun hakikatlerini açıkladı.
1234 (H.632) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Hazret-i Ali vâsıtasıyla Peygamber efendimize ulaşan Sühreverdiyye yolunun Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden sonraki silsilesi şöyledir: Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali Rodbârî, Ebû Ali Kâtib Hüseyin, Ebû Osman Mağribî, Ebü’l-Kâsım Gürgânî, Ebû Bekr Nessâc, Ahmed Gazâlî, Ziyâüddîn Ebü’n-Necîb, Abdülkâhir Sühreverdî, Şihâbüddîn Sühreverdî.
Sühreverdiyye yolunda zikr-i cehrî (Allahü teâlânın adını sesli anmak) vardır. Zikr-i cehrî, hazret-i Ali’den oniki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-ı Kerhî almış ondan da Sırrı Sekatî ondan da Cüneyd-i Bağdâdî almıştır. Cüneyd-i Bağdâdî’den sonra kollara ayrılmış ve talebelerinden Ebû Ali Rodbârî yolundan, Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye, Bedeviyye ve Sühreverdiyye yolları hâsıl oldu.
Bu yolun esasları; bütün diğer tarîkatlarda olduğu gibi nefsin isteklerine karşı durmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, insanlara hizmet etmektir.
Sühreverdiyye yolunun kurucusu olan Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Ey Oğul! Bu fânî dünyânın zînetine, süsüne aldanıp gururlanma. Bir kimse dünyâya meylederse, helâk olur. Âhiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elindeyken Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın da fayda vermez.”
Alm. Sucussäure, Fr. Acide succinique, İng. Succinic acid. Kehribarda % 3-8 nispetinde bulunan organik bir bileşik. Diğer reçinelerde, fosilleşmiş ağaçlarda ve ekseri bitkilerde de bulunur. Düşük konsantrasyonlarda biçok hayvanın dokularında yer alıp, ara metabolizma görevini îfâ eder.
Süksinik asit (CO2HCH2-CH2CO2H) doymuş, dibazik bir asit olup, renksiz kristaller verir. Erime noktası 186°C, kaynama noktası 235°C’dir. Buharları kolaylıkla su kaybedip, süksinik anhidride dönüşür.
Süksinik asit ve süksinik asidin alkali veya toprak alkali tuzları suda çözünür. Baryum süksinat sulu çözeltiden alkolle çöktürülür. Demir süksinat suda çözünmez ve bâzan demiri diğer metallerden analitik olarak ayırmada kullanılır. Sodyum süksinat fosfor tri sülfürle ısıtıldığında tiyofen teşekkül eder. Süksinik asit, amonyum tartarat veya kalsiyum maltın bakteriyel fermantasyonundan üretilir. Sentetik olarak da etilen, C2H4, etilen diklorür, C2H4Cl2 ve etilen disiyanür, C2H4(CN)2 den elde edilebilir. Etilen disiyanür (Süksinonitril) hidrolizle direkt süksinik asit verir.
İslâm halifelerinden, sultanlarından, Türk beylerinden yirmi altısının adı. İkişer tane Anadolu Selçuklu, Candarlı, Eşrefli, Karahanlı, Mengücüklü, Osmanlı, Safevî; birer tâne de Bengal Sultanlığı, Büyük Selçuklu, Dulkadirli, Emevî Halifeliği, Endülüs Emevî, Eyyûbî, Fas Şerîfliği, Germiyanlı, Hûdi, Karasî, Karmatî, Merînî hükümdarlarının adı Süleyman’dır.
Anadolu Selçuklu Sultanlarından Kutalmışoğlu Süleyman-I(1077-1086), Süleyman-II(1196-1204), Candaroğulları Beylerinden Şucâeddin BirinciSüleyman Paşa (1309-1339), SüleymanŞah-II(1184-1192), Eşrefoğulları Beylerinden SeyfeddinSüleyman Bey-I(?-1302), Süleyman Şah-II(1326), Karahanlılardan Batı Karahanlı Büyük Kağanı Süleyman (1097), Doğu Karahanlı Büyük Kağanı Süleyman (1032-1056), Mengücüklerden Divriği şûbesinden Süleyman Şah-I (1142-?), Süleyman Şah-II (1192- takriben 1228), Osmanlı Sultanı ve İslâm halifelerinden Sultan Süleyman Han (1520-1566), Süleyman Han-II (1687-1691), Safevî Şahlarından Süleyman-I (1666-1694), Süleyman-II (1749-1750) ile Bengal Sultanlarından Süleyman Kararânî (1564-1572), Büyük Selçuklularda Gıyâseddîn Süleyman Şah (1160-1161), Dulkadirli Süleyman Bey (1442-1454), Emevi Halifeliğinden Süleyman (1715-1717), Endülüs Emevîlerinde Süleyman el-Müsta’în (Birinci saltanatı 1009-1010), ikinci saltanatı (1013-1016), Eyyûbîlerden Melik el-Muzaffer Süleyman (1214-1215), Fas Şerîflerinden Süleyman (1793-1822), Germiyanoğullarından Süleyman Şah (1361-1387), Malaga Hammûdîlerinin Saragosa’daki Hûdî şûbesinden Süleyman el-Musta’in (1039-1046), Karasioğullarından Süleyman Bey (?-1360), Karmatîlerden Ebû Tâhir Süleyman (923-944), Merinilerden Ebü’r-Rebî Süleyman (1308-1310) târihlerinde hükümdarlık sürdüler.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Hem peygamber hem sultandı. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adâleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi. Dünyâya hâkim olan dört kişiden biridir. Ona peygamberlik verildiği Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 84. âyette bildirilmektedir.
Süleymân aleyhisselâm; “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle.” diye duâ etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Süleymân aleyhisselâma itâat etmeleri emredildi. Kendisine ism-i âzam duâsı, bütün mahlûkâtın dili ve ilimlerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakta ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı. Şehirlerin kurulması, yeryüzünün îmârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin herbirine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi. İnsanlardan, cinlerden ve hayvanlardan büyük bir ordu kurdu. Hepsi ona tâbi olup, emrine itaat etti. Süleymân aleyhisselâma verilen bu nîmetler Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîfte, onun duâsı hakkında şöyle buyurdu: “Süleymân aleyhisselâm, Beyt-i Makdîs’in binâsını bitirdikten sonra, Allahü teâlâdan üç dilekte bulunmuştur: Kendisinden sonra kimseye nasîb olmayan bir mülk ve saltanat, İlâhî hükme uygun hüküm verme kudretinin bahşedilmesi. Yalnız namaz kılmak için Mescid-i Aksâ’yı kastedip gelenlerin analarından doğdukları gibi günahsız hâle gelmeleri. Allahü teâlâ bunlardan ilk ikisini Süleymân aleyhisselâma vermiştir. Üçüncü dileğinin de kabul edilmiş olmasını umarım.”
Babasının temelini attığı, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’yı yapmaya devâm etti.Yedi senede pek sanatkârâne bir şekilde tamamladı. Daha sonra, Kudüs’te büyük bir saray inşâ etmeye başlayıp, on üç senede tamamladı. Bu binâların yapımı sırasında insanlardan ve cinlerden pekçoğu Süleymân aleyhisselâmın emrinde çalışmışlardı.
Süleymân aleyhisselâmın zamânında barış, îmâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksâ inşâ edilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi. Hikmetinin ve büyüklüğünün şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Zamânındaki bütün pâdişâhları ve ileri gelenleri doğru yola sevk etti.
Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen’de, Sebe şehrinde hüküm sürenBelkıs’a mektup yazıp, Filistin’e çağırdı. O da gelip, Süleymân aleyhisselâmla görüşerek îmân etti. Belkıs’ın Süleymân aleyhisselâmla mektuplaşması ve Kudüs’e gelmesi Kur’ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun beyân olunmaktadır. (Bkz. Belkıs)
Süleymân aleyhisselâm, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adâletle hüküm sürdü. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticâret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticâret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makâmına oturduğunda ve meclis kurduğunda kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleymân aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nûr yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edebli, hep Allah’tan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; “Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu. Ömrünün son ânına kadar Allahü teâlânın takdir ettiği izzetle insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine îtirâz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu.
Süleymân aleyhisselâm, bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında asâsına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselâm gelip; “Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır.” dedi.
Süleymân aleyhisselâm: “Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.” dedi.
Süleymân aleyhisselâm asâsına dayandığı hâlde ayakta vefât edip, uzun bir müddet öylece kaldı. Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleymân aleyhisselâmı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet asâsının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asâ kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefât ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 14. âyette bildirilmektedir.
Süleymân aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamânında herkes îmân etmiş, yeryüzünde pek az îmânsız kimse kalmıştı.Vefâtından sonra, İsrâiloğullarının arasındaki birlik bozuldu, iki ayrı devlete bölünüp doğru yoldan ayrıldılar. Sonra da onlara doğru yolu göstermek üzere, İlyas ve Elyesa aleyhimesselâm peygamber olarak gönderildiler. Kur’ân-ı kerîmde Bakara 102; Nisâ 163; En’am 84; Enbiyâ 81, 82; Sebe’ 12, 21; Neml 15’ten 44’e kadar; Sad 30’dan 40’a kadar olan âyetler Süleymân aleyhisselâm hakkındadır.
Süleymân aleyhisselâm, Mescid-i Aksâ’ya Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrât’ın içinde bulunduğu Ahid Sandığını(Tâbût-i Sekîneyi) koydu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâm, ümmetinin âlimlerinden, Tevrât’ın Ahid Sandığına konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksâ’nın Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devâm etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Bâbil’e götürdü. Buhtunnasar’ın Kudüs’ü yağmalaması esnâsında, hakîkî Tevrât ve Zebûr yakılıp yok edildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları netîcesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı. Mîlâddan yaklaşık dört yüz sene evvel yaşamış olan Azra bunları topladı ve şimdiki Ahd-i Atîk’teki Tevrât’ı yazdı.
Süleymân aleyhisselâmın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar:
1. Sebe’ sûresi on ikinci âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.
2. Süleymân aleyhisselâm denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit çömlekler, tencereler yaparlardı.
4. Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i âzam duâsı yazılıydı. O duâ ile her isteği kolay olurdu.
5. Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.
6. Nereye gitmek istese, rüzgâr emrinde olduğundan, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü berâberinde götürürdü.
7. Cinniler vâsıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri yerde bulunan defîneleri bilirdi. Kendine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu.
8. Neml Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir dağ üzerine konup, kaldığı esnâda o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9. Süleymân aleyhisselâm bir yere gittiği vakit, berâberinde duvarlar da giderdi.
On beşinci asır Türk edebiyatının meşhur Mevlid şâiri. Bursa’da doğduğu bilinmesine rağmen, doğum târihi bilinmiyor. Halk arasında “Süleyman Dede” diye de anılır.
Kendisi Birinci Murâd Hanın veziri, Ahmed Paşanın oğludur. Dedesi Mahmûd Bey 1338 senesinde, Sadrâzam Süleyman Paşa ile Rumeli’ye salla geçenlerdendir. Esas ismi, Süleyman bin İvaz Paşa bin Mahmûd’dur. Kendisi küçük yaşından îtibâren çok kuvvetli bir dînî tahsil ve öğrenim görmüştür. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamânında, Bursa Ulu Câmide imamlık yaptığı, bir müddet de Yıldırım Bâyezîd Hanın oğlu Emir Süleyman’ın sarayında bulunduğu nakledilmektedir. 1422 yılında Bursa’da vefât etmiştir. Mezarı Çekirge’dedir.
SüleymanÇelebi’nin edebî kişiliğini tam mânâsıyla ortaya koyan meşhur Türkçe mevlididir. Bu eseri, UluCâmideki dînî bir münâzara neticesinde, İranlı bir vâizin, Peygamber efendimizle diğer peygamberler arasında hiçbir üstünlük olmadığını ileri sürmesi üzerine, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin üstünlüklerini ortaya koymak gâyesiyle kaleme aldığı nakledilir. Edebiyatımızdaki dînî şiirler içerisinde halkımızı en çok etkileyen Vesîlet-ün-Necât ismindeki SüleymanÇelebi’nin Mevlidi’dir. Doğum, ölüm, düğün vs. gibi birçok zamanlarda hâlâ okunmaktadır. Tabiî bir içtenlik ve samimilik taşıdığı için, her zaman birçok nazireler yazılmış olduğu hâlde, hiçbiri onun yerini alamamıştır.
Mevlid; 800 beyte yakın, mesnevî tarzında dînî bir eserdir. Fâilâtün, Fâilâtûn, Fâilun vezniylePeygamber efendimiz için yazılmış bir methiyedir.
Allah’a yalvarış Münâcât, Peygamber aleyhisselâmın doğuşu Velâdet, peygamber oluşu Risâlet, ruhânî ve cismânî olarak arşa çıkması Mîrac, vefâtı Rıhlet ve en son Duâ olmak üzere 6 bölüme ayrılır. (Bkz. Mevlid)
Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’den beyitler:
“Allah adın zikredelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her nefesde di müdâm
Allah adıyla olur her iş temâm
Çok temennî kıldılar Hak’tan bular (diğer peygamberler)
Tâ Muhammed ümmetinden olalar “aleyhisselâm”
Enbiyânın şeksiz ol sultânıdır
Cümlesinin cânı içre cânıdır
Anun içün oldu bu varlık kamu
Ay ü yıldız, yer ü gök, uçmak, tamu
Âmine Hâtun Muhammed ânesi “aleyhisselâm”
K’ol sedeften doğdu ol dür-dânesi
Siyâsî lider ve devlet adamı. Isparta İslâmköy’de 1924’te doğdu. Türk örf ve âdetlerine, dînine bağlı bir çevrede büyüdü. İlkokulu İslamköy’de okudu. Orta ve lise tahsillerinden sonra, İstanbul Teknik Üniversitesinin İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi (1949). Elektrik Etüt İdâresinde işe başladıktan bir müddet sonra ihtisas için, ABD’ye gitti.Oradan dönüşte Devlet Su İşleri Genel Müdürü oldu (1955-1960). Bu görevden ayrıldıktan sonra, bir müddet serbest çalıştı veOrta Doğu Teknik Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı.
1964 yılında Adâlet Patisine giren Süleyman Demirel, partinin Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın ölümü üzerine, yapılan seçimlerde büyük bir çoğunlukla Genel Başkanlığa seçildi. Hâfızasının kuvveti, Türkiye’nin meselelerine bakış açısı, topluma hitâbetindeki samîmiyet, onu kısa zamanda siyâsetin önde gelen simâları arasına soktu. 1965’te iktidarda olan İnönü hükümetini, diğer partilerle anlaşarak güvensizlik oyu ile düşürdü. Bağımsız Hayri Ürgüplü’nün kurduğu yeni hükümette Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. O andan îtibâren yılların politika kurdu, rakiplerini eritmekte tecrübe sâhibi İnönü’nün yıkıcı muhâlefetine hedef oldu.
Süleyman Demirel, 10 Ekim 1965’te yapılan genel seçimlerde Isparta milletvekili olarak parlamentoya girdi. Adâlet Partisi, oyların % 52,7’sini alarak 240 milletvekili çıkardı. Bunun üzerine yeni hükümet kurmakla görevlendirilen Süleyman Demirel, 11 Kasım 1965’te güvenoyu alarak Başbakan oldu. 12 Ekim 1969 yılında yapılan genel seçimlerde de tekrar Isparta milletvekili seçildi. Partisi 256 milletvekili kazanınca Başbakanlığa devam etti. Parti içi görüş ayrılıkları, iç ve dış muhâlefetin çalışmalarının sonucunda, 1970 bütçesi mecliste reddedildi. Bunun üzerine istifâ etti. Tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilince, 15 Mart 1970’te güvenoyu aldı.
Silahlı Kuvvetlerin 12 Mart 1971 muhtırası üzerine Başbakanlıktan istifâ etti. 1973 seçimlerinde tekrar Isparta’dan milletvekili oldu. 31.3.1975-21.6.1977 târihleri arasındaki koalisyon hükümetinin Başbakanlığını yaptı. 1977 genel seçimlerinden sonra 21.7.1977-5.1.1978, 12.11.1979-12.9.1980 târihleri arasında Başbakanlık görevlerine devâm etti.
Üniversitelerde, işçi teşekküllerinde ve muhâlefette, rejimi değiştirme boyutlarına varan anarşi önlenemez hâle gelince, Silahlı Kuvvetler Türkiye Cumhûriyetini koruma ve kollama haklı gerekçesiyle iktidâra 12 Eylül 1980’de el koydu. Hemen ardından Hamzakoy’da (Gelibolu) bir süre göz altında tutuldu. Bundan sonra siyâsî parti faaliyetleri yasaklandı, sonra da partiler kapatıldı. Böylece kendine has özellikleri, hoşgörürlülüğü, iktisâdî alandaki hamlelerin, barajların, yolların ve büyük fabrikaların kurucusu olarak tanınan Süleyman Demirel’in 1982 Anayasasına göre on sene müddetle siyâsetle uğraşması yasaklandı.
Süleyman Demirel’in başbakanlığı zamânında Ali Ağa Rafinerisi, İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Keban Barajı, Güneydoğu Anadolu’yu sulayacak olan GAP Projesi, Boğaz Köprüsü gibi önemli tesisler yapıldı. İktisâdî alanda gelişmelerin yanında, Türkiye Cumhuriyeti dış ödeme dengesi, ilk defâ müspet netice verdi.
1983 Mayıs ayında, siyâsî partilerin kurulup faâliyet göstermesine izin verildikten sonra siyâset yasağını çiğnediği için bir grup AP ve CHP’lilerle birlikte bir süre Çanakkale Zincirbozan’da tekrar gözetim altına alındı. 6 Eylül 1987’de yapılan halk oylamasından sonra siyâset yasağı kalkan Demirel, 24 Eylül 1987’de Doğru Yol Partisinin (DYP) genel başkanlığına seçildi. 29 Kasım 1987’de yapılan seçimlerde Isparta’dan milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi.
Süleyman Demirel, 20 Ekim 1991 milletvekili erken genel seçimlerinde DYP’nin genel başkanı olarak Isparta’dan milletvekili adayı oldu. Milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. Genel başkanı olduğu Doğru Yol Partisi(DYP), ülke genelinde kullanılan oyların % 27,04’ünü alarak 178 milletvekili çıkardı. Büyük Millet Meclisinde birinci parti durumuna yükseldi.
Süleyman Demirel, mecliste 88 milletvekili ile üçüncü durumda olan SHP ile Koalisyon kurarak 24 Kasım 1991’de Türkiye Cumhûriyetinin 49. hükümetini kurdu.
12 Eylül 1980 askerî harekâtıyla başbakanlıktan uzaklaştırılan Süleyman Demirel, azimli ve gayretli çalışmaları sonucu on bir sene sonra tekrar yedinci defâ başbakan olmayı başardı. Hükümeti kurarken SHP ile işbirliği yapması genel görüşlerinde büyük değişiklikler olması, kendisini sevenlerde kaygılar uyandırdı.
Süleyman Demirel, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın âni vefâtıyla boşalan Cumhurbaşkanlığı makâmına, 16 Mayıs 1993’te Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin üçüncü turunda 245 milletvekilinin oyunu alarak Türkiye Cumhûriyetinin dokuzuncu Cumhurbaşkanı oldu. Böylece milletvekilliği ve başbakanlığı sona erdi.
(Bkz. Kânûnî Sultan Süleymân Han)
Osmanlı sultanlarının yirmincisi, İslâm halîfelerinin seksen beşincisi. Sultan İbrâhim Hanın oğlu olup, 15 Nisan 1624 târihinde İstanbul’da, Sâlihâ Dilâşub Sultandan doğdu. Şehzâdeliğinde mükemmel tahsil ve terbiye gördü. Kardeşi Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687) zamânında sarayda husûsî hocalardan ders aldı. Hattât Tokatlı Ahmed Efendiden, sülüs ve nesîh hattını öğrendi. Sultan Dördüncü Mehmed Handan sonra, 8 Kasım 1687’de Osmanlı sultanı oldu.
Sultan İkinci Süleymân Han tahta çıktığı zaman, Osmanlı ordularında Viyana bozgunuyla başlayan çözülme ve toprak kaybı devâm ediyordu. Venedik, Mora Yarımadasını işgâl etti. Avusturya Vişegrad, Uyvar ve Estergon’un ardından 160 yıllık Türk yurdu Budin’e girdi. Macaristan’da ise Türk hâkimiyeti sona ermek üzere bulunuyordu. Ayrıca bu mağlubiyetler hazîne gelirleri üzerinde olumsuz tesirler yaptığı gibi, Anadolu’daki eşkıyâlık hareketlerini de körüklüyordu. Avusturya Cephesi, serdârı Yeğen Osman Paşanın kendisi bir âsi lideri gibi Rumeli’de yolsuzluk yapıyor, zorla usûlsüz vergiler topluyordu. Bu sırada 8 Eylül 1688’de Belgrad da düştü.
Devlet içindeki karışıklıklar ve Macaristan’ın elden çıkarak, Belgrad’ın düşmesi, Sultan İkinci Süleymân Hanı çok üzdü. Emir dinlemeyip, pekçok kalenin düşmesine sebep olan Osman Paşanın katline fetvâ verildi. Avusturya cephesi serdârlığına Receb Paşa tâyin edildi. Pâdişâh sağlığının elvermemesine rağmen, askeri teşvik için ordunun başında Edirne’den Sofya’ya kadar geldi ve harekâtı bizzat buradan idâre etmeye başladı.
1689’da Kırım’a saldıran Rus kuvvetlerini Selim Giray Han az bir kuvvetle dağıtarak perişan etti ve ağır kayıplar verdirdi. Vidin Muhâfızı Sarı Hüseyin Paşa, Tuna kenarındaki Gladova ve Orsova kalelerini düşmandan geri aldı. Vişegrad’ı muhâsara eden on iki bin kişilik Avusturya kuvveti bozguna uğratıldı. 1689 yılında Fâzıl Mustafa Paşanın sadârete getirilmesinin ordu üzerindeki tesiri çok müspet oldu. Mustafa Paşa, ilk iş olarak bir adâletnâme neşrederek memleketin umûmî ahvâlini yoluna koydu. Aldığı âcil tedbirlerle hazineye yıllık 4000 kese fazla para sağladı. Yeniçeri ocağı yoklanıp ulûfeye müstehak olmayanların isimlerini sildirdi. Orduyu disiplinli ve intizamlı bir hâle getirdi. Fâzıl Mustafa Paşa 1690 yılında Edirne’den hareketle çıktığı Avusturya Seferinde düşman kuvvetlerini mağlup ederek, Şehirköy, Mûsâ palangası ve Niş şehrini aldı. Osmanlı Devletinin batıda en önemli serhad kalesi olan Belgrad’ı altı günlük bir kuşatmadan sonra fethetti. Bu zaferler Osmanlı ülkesinde büyük sevince vesîle oldu.
Hastalığı sebebiyle Dâvûdpaşa Kışlasına kadar arabayla gelen Süleymân Han, burada Fâzıl Mustafa Paşayı huzûruna kabul edip; “Hoş geldin. Berhudâr ol, yüzün ak, kılıcın berrak, ekmeğin sana helâl olsun, arzûm üzere hizmet eyledin. Seleflerinden birine böyle bir ulu gazâ müyesser olmadı.” dedikten sonra ordu erkânının önünde samur erkan kürkünü sadrâzama giydirdi. Belinden çıkardığı hançeri beline ve bir kıt’a murassa pençe sorgucu da başına taktıktan sonra; “Ben mükâfat vermeye kâdir değilim. Allahü teâlâ iki cihânda yüzünü ak etsin.” diye duâda bulundu.
Bu sırada Mora Serdârı Koca Halil Paşa da Venediklilerin elinde bulunan Avlonya’yı otuz bir günlük bir muhâsaradan sonra ele geçirmişti. 13 Mayıs 1691’de Sancak-ı şerîfi tekrar Fâzıl Mustafa Paşaya vererek, Avusturya Seferine duâ ile yolcu eden İkinci Süleymân Han, bir müddet sonra İstanbul’a yakın Yoncaçeşme mevkiinde vefât etti (22 Haziran 1691/26 Ramazan 1102). İki gün sonra Süleymâniye’ye getirilip, Sultan Süleymân Hana âit kabrin sağ tarafına defnedildi.
İkinci Süleymân Han kadirşinas, halîm, cömert ve temkinli bir pâdişâhtı. Fakir, muhtaç ve ihtiyâç sâhiplerine pekçok ihsânlarda bulunurdu. Saltanat müddeti iç ve dış gâilelerle geçti. Bilhassa, Avusturya karşısında alınan mağlubiyetler dolayısıyla, herkesin Rumeli elden çıkıyor, diye Anadolu’ya kaçtığı sırada, muktedir devlet adamı Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşayı iş başına getirerek, kaybedilen yerleri devlete tekrar kazandırdı. Memleket içerisinde îmâr faâliyetleriyle de ilgilenen Süleymân Han, kendisi de Fener Kulesi ileİzmir’de bir câmi inşâ ettirdi.
Son devir din âlimlerinden. 1888 (H.1304) yılında şimdi Bulgaristan’da olan Silistre kasabasının Ferhatlar köyünde dünyâya geldi. Soyu, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından, Tuna vâlisi olarak vazîfelendirilen İdris Beye dayanır. İdris Bey, Fâtih Sultan Mehmed Hanın kız kardeşinin beyidir. BabasıOsman Efendiyse, İstanbul’da tahsilini tamamlayarak Silistre’nin Satırlı Medresesinde uzun yıllar müderrislik yapmış bir zattır.
Süleyman Hilmi Tunahan, ilk tahsilini babasının bulunduğu medresede yaptıktan sonra, Silistre Rüştiyesine gitti. Burayı bitirdikten sonra, tahsiline devâm etmesi için babası tarafından İstanbul’a gönderildi. Babası, İstanbul’a gideceği zaman oğluna; “Oğlum! Usûl-i Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dîninde kuvvetli olursun. Mantık ilmine çalışırsan ilminde kuvvetli olursun...” diye nasîhatta bulundu.
İstanbul’da büyük gayret ve çalışmayla derslerinde başarılı olduktan sonra, dersiam, yâni profesör olarak yetişmek için Süleymâniye Câmii Medreselerinde tefsir ve hadis kısmına girdi ve buradan mezun oldu. Medreset’ül-Kuzattan (eski Hukuk Fakültesinden) da mezun oldu. Ayrıca Fâtih Dersiâmlarından, Bafralı Ahmed Hamid Efendinin de derslerine devâm ederek ondan icâzetnâme (diploma) aldı.
Mezuniyetini mütaakip, İstanbul’da dersiâm olarak vazifeye başlayan Süleyman Hilmi Tunahan, bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul’un Sultanahmed, Süleymâniye, Yenicâmi, Şehzadebaşı, Piyalepaşa gibi büyük câmilerinde halka vâz ederek irşâd vazifesinde bulundu.
Verdiği vâzlar ve dersleriyle dikkatleri üzerinde topladı. Bâzı sebeplerden çeşitli tâkibatlara uğradı. Defâlarca tevkif edilmesinden sonra, 1944-45 yıllarında Kütahya’ya yerleşti.
Pekçok talebe yetiştiren Süleyman Hilmi Tunahan ömrü boyunca Kur’ân-ı kerîmin öğretilmesi, Kur’ân kurslarının açılması ve devâmı için çalıştı. Ders verdiği talebelerine, vâz ve sohbetlerine devam eden kimselere en büyük tavsiyesi, “Ehl-i sünnet vel cemaat” îtikâdına sarılmaları oldu. Şeker hastalığı sebebiyle 16 Eylül 1959’da vefât etti. Kabri İstanbul’daki Karacaahmed Mezarlığındadır.
Servet-i fünun şâiri. 1869 senesinde Diyarbakır’da doğdu. Babası şâir ve târihçi Said Paşadır. Tahsile 1874’te Maraş’ta başladı. Maraş’tan Diyarbakır’a döndüklerinde, Nazif rüştiye (ortaokul)de tahsiline devam etti. 1879’da Mardin’e babasının yanına döndüğünde, babasından dersler almaya ve bir ermeni papazından Fransızca öğrenmeye başladı. 1892 yılında babasını kaybettikten sonra, Sırrı Paşanın vâliliği sırasında Diyarbakır’da bâzı görevlerde bulundu ve 1893 yılında Meclis-i Vilâyet ikinci kâtipliği, Vilâyet Matbaası Müdürlüğü ve Vilâyet Gazetesi başyazarlığına tâyin edildi.
1869 senesinde Ermeni meselesini tetkik için Diyarbakır’a gelen Abdullah Paşanın takdirini kazanarak onun yanında terfiyle Musul’a gitti. Burada ve tekrar geldiği Diyarbakır’da fazla kalmayıp İstanbul’a geldi. Fakat Sultan Abdülhamîd Han aleyhine yazdığı yazılar sebebiyle, Paris’e kaçtı. Paris’te kaldığı sekiz ay müddetince Meşveret Gazetesi’nde, Sultan Abdülhamid Han aleyhine yazmaya devam etti. Ayrıca 1897 yılında yine Paris’te Mâlûm-i Îlân ve Nâmık Kemâl adlı iki risâle yazdı.
Süleyman Nazif, tekrar yurda döndüğünde Bursa’da vilâyet mektupçuluğu göreviyle, ikâmete memur edildi. 1908 yılında İstanbul’a dönüp gazetecilik yapmaya başladı. Bir ara Ebuzziya Tevfik ile, yeni Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni çıkardı. Ancak gazete tutunamayıp kısa sürede kapandı. Fakat bu Nazif’in yazar olarak tanınmasına yaradı. Yazılarında ise zaman zaman sert çıkışlar dikkati çekiyordu.
Süleyman Nazif, bundan sonra bir süre çeşitli vâliliklerde bulunmuşsa da, bunları hakkıyla başaramadığı için idârî hizmetleri tamâmen bırakıp yazarlıkta karar kılmıştır.
Sanatı: Süleyman Nazif, nazım kadar nesirde de faaliyet gösterenlerdendir. Fakat nesir dalında ancak 1908’lerden sonra kendini göstermiştir. Küçük yaşından îtibâren Namık Kemal’in etkisinde kalmıştır. İlk şiirlerinde ferdî duygulanışların yanında sosyal dâvâlarla da ilgilendiği görülmekteydi.
Servet-i fünuna bağlı olduğu zamanlar, onların görüşü olan “sanat sanat içindir” formülüne uyarak yazdığı şiirlerinde, hüzünlü duygular, mat bir aydınlıktaki hayaller işlendi.
1908’den sonra kullandığı nesir, dil ve üslupça Servet-i fünundan gelen özelliklerin devam ettirilmesi ve geliştirilmesiyle vücuda gelmiştir. Nesrinde fikir ve bilgi kuvvetiyle irâdenin mantıkî bir düzen içinde seyrini görmek mümkündür. Ancak fikirlerinin kökleri dâimâ hisleri ve heyecanlarıdır. Fikirleri, zamanla ve içinde bulunduğu ruh durumuna göre şekil aldığından, yazılarında, birbirine zıt fikirlere rastlanır.
Nesirlerinde inandırma kâbiliyetinin olmasına rağmen tenkitlerinde sık sık hislerinin tesirinde kalmış ve taraflı davranışları görülmüştür.
Şiirlerinde de yaşadığı devirlerin politik düşüncelerinden aldığı ifâdeler, Osmanlı devlet adamlarına hissî saldırılar ve heyecanlı hücumlara yer vermiştir. Süleyman Nazif, bir fikir adamı, idâreci, devlet adamı değil, his ve heyecanlarına bağlı bir şâir ve edebiyatçıydı.
Süleyman Nazif’in taraflı tutumuna bir başka örnek de şudur. Kendisinin Bağdat vâliliği sırasında, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinde Balkanlarda Şıpka Geçidinde seçme Türk birliklerinin mahvına sebep olan Müşir Süleyman Paşaya, bir mezar ve mezarının başına bir hitabe yaptırmak istemişse de bunu gerçekleştirememiştir.
1917 senesinde Batarya ile Ateş ve Âsitan-ı Târihte 1918’de Irak’ın İmparatorluktan ayrılmasını anlatan Firak-ı Irak kitaplarını bastırdı. 23 Kasım 1918’de İstanbul’un işgâlini kınamak üzere Hâdisât Gazetesi’nde Kara Bir Gün adlı makâleyi yazdı. Bu yazı üzerine Fransız işgâl kuvvetleri komutanı Süleyman Nazif’in kurşuna dizilmesini emretti, fakat sonra bundan vazgeçildi. Yine 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma neticesinde, İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edildi. Burada iki yıla yakın bir süre kalmış ve bu sırada 1921’de Çal ÇobanÇal’ı yazmıştır.
1922 başlarında Millî Mücâdelenin başarılı olması üzerine, İstanbul’a döndü ve yazı faaliyetlerine yeniden başladı. Aynı yıl İstanbul Öğretmen Okulunda, Nâmık Kemâl hakkında verdiği konferansı aynı isimle; son Osmanlı Pâdişâhı Sultan Vahideddin Hana şiddetle hücum ettiği mektuplar ve makâlelerini Târihin Yılan Hikâyesi adıyla bastırdı. Malta Geceleri, Çalınmış Ülke’yi 1924’te bastırdı. 1925’te ZiyaPaşa ve Nâmık Kemâl’i anlatan İki Dost’u, şapka kânunu çıkmadan, şapka giyilmesini destekleyen Îmâna Tasallut-Şapka Meselesi’ni; 1926’da Fuzûlî adlı incelemesi ve Pierre Benort’ın Lübnan Kasrının Sâhibesi adlı tercümeyi bastırdı.
4 Ocak 1927’de geçirdiği Zaturre hastalığı sebebiyle öldü.
ÖnceleriAbdülhamid’e şiddetle çatarken, memleketin fena âkibeti üzerine gerçeği görmüş ve pâdişâhla ilgili olarak:
Pâdişâhım gelmemişken yâda biz
İşte geldik senden istimdâda biz
Öldürürler başlasak feryâda biz
Hasret olduk eski istibdâda biz
dörtlüğüyle başlayan uzun şiirini yazmıştır. Malta’ya sürülmesi üzerine yazdığı Daüssıla şiirinde de şunları söyler:
Dumanlı dağların ağlar gözümde tüttükçe
Olur mehâsin-i gurbet de başka işkence
Bizim diyâr-ı tahassûrdan etmemiş mi güzer
Aceb neden yine lakayd eser nesim-i seher
Verirdi belki tesellâ bu ömr-i me’yusa
Çiçeklerinden uçan ıtra âşnâ olsa
Demek bu mahbes-i âmâl içinde ben ebedî
Yabancısıyım bana herşey yabancıdır şimdi
Osmanlı şehzâdesi. Orhan Gâzinin büyük oğlu olup, annesi Nilüfer Hâtundur.
İznik (1331) ve İzmit (1337) fetihlerine katıldı. İzmit ve civârı kendisine timar olarak verildi. Fethinde büyük rol oynadığı Karesi sancağına bey tâyin edildi (1335). Sırplara karşı, Bizans’a yardıma giden Osmanlı kuvvetlerine kumanda etti. Rumeli’ye geçerek Selanik’i Sırplardan alıp, Bizanslılara verdi(1349). Rumeli’ye ikinci geçişinde (1352), Bulgarları Dimetoka’da yendi.Çimpe kalesi kendisine üs verildi. Gelibolu başta olmak üzere Marmara’nın batı kıyısındaki şehirleri ele geçirdiyse de, Bizanslılarla yapılan antlaşma îcâbı, buraları boşalttı. Alâaddîn Eratnâ’nın vefâtından sonraki karışıklıktan istifâdeyle Ankara’yı zaptetti (1354). Bizans’ta imparator değişikliği üzerine DoğuTrakya’yı yeniden ele geçirdi (1356). Bolayır’ı kendisine üs edindi. Anadolu’dan getirttiği Türkmen âilelerini Rumeli’de kurduğu köylere yerleştirdi. Bolayır’la Seydikavağı arasında avlanırken atından düşerek vefât etti (1357). Bolayır’da yaptırdığı imâretin bahçesine defnedildi.
Rumeli Fâtihi olarak bilinen Süleymân Paşa, yiğitliğinin yanında hayırseverliğiyle de meşhurdu. Bir taraftan Allahü teâlânın güzel ismini duyurmak için cihâd ederken, bir taraftan da hayır eserleri yaptırmaktan geri durmadı. İznik, Gelibolu ve Bursa’da imâret, câmi ve mescit gibi hayır eserleri inşâ ettirdi. Kendisi vefât etmesine rağmen eserleriyle gönüllerde yaşadı.
Şehzâde Sultan Süleymân, hem vezir hem
şâhımız,
Geçtiler Rûmeli’ye
sal ile, arttı
şânımız.