SURİYE SELÇUKLULARI
Suriye ve havâlisinde Sultan Melikşâh’ın kardeşi Tutuş tarafından kurulan bir Selçuklu hânedânı. Suriye Fâtihi Emir Atsız’ın Kâhire yakınlarında Fâtımîler karşısında mağlûbiyeti sırasında öldüğü zannedilince, Sultan Melikşâh Suriye’yi kardeşi Tutuş’a verdi (1077). Fakat Atsız’ın, Sultan Melikşâh’a hayatta olduğunu bildirmesi üzerine, Tutuş’a Haleb bölgesine gitmesi emredildi. Bir süre sonra Fâtımîler Şam’ı kuşatınca, Atsız, Melik Tutuş’u yardıma çağırdı. Atsız’ın ölmesi üzerine Tutuş, daha önce hâkim olduğu Suriye şehirlerini ele geçirdi (1079). Sonra Kudüs’ü aldı. Büyük Selçuklu Devletine bağlı olarak, başşehri Şam olmak üzere, Suriye Selçuklu Devletini kurdu.
Bu sırada Antakya’yı fetheden Anadolu fâtihi Süleymân Şâh, Suriye hâkimiyetini ele geçirmek istedi. Bu maksatla Haleb’i ele geçirmek için hareket etti (1085). Haleb Vâlisiİbn-i Huteytî, Tutuş’tan yardım istedi. Melik Tutuş, yanında Artuk Bey olduğu halde, harekete geçti. İki hânedân üyesi Haleb civârında Ayn Seylem mevkiinde karşılaştılar. Yapılan muhârebede Süleymân Şah hayâtını kaybetti (1086). Tutuş, Haleb’i ele geçirdiyse de, iç kaleyi alamadı. Suriye’deki hâdiseler üzerine Melikşâh bölgeye sefer düzenledi. Tutuş Şam’a çekildi.
Sultan Melikşâh’ın Suriye’den ayrılmasından sonra Tutuş, harekete geçip, 1090 senesinde Humus’u ele geçirdi.Trablusşam muhâsarası başarısızlıkla netîcelendi. Melikşah’ın vefâtı üzerine Sultan Berkyaruk’la saltanat mücâdelesine girişen tutuş, Rey yakınlarında yaptığı savaşta komutanlarının karşı tarafa geçmesi sebebiyle mağlup oldu. Genç yaşta hayâtını kaybetti (1095). Melik Tutuş’un ölümünden sonra oğullarından Rıdvan Halep’te, Dukak ise Dımaşk’ta saltanatını îlân etti. Böylece Suriye Selçuklu Devleti Halep ve Dımaşk Melikliği olmak üzere iki kola ayrıldı.
Haleb Selçuklu Melikliği:
Rıdvan, Haleb Melikliğini kurduktan sonra topraklarını genişletmek üzere, vezîri Cenâhüddevle ile birlikte Suruç üzerine yürüdü. Fakat, Artukoğlu Sökmen’in başarılı müdâfaası karşısında kuşatmayı kaldırarak, Ermeni asıllı Toros’un idâresinde bulunan Urfa’yı zabtetti (1096). Şehrin idâresini Antalya vâlisiYağıbasan’a vererek Haleb’e döndü. Melik Rıdvan, Dımaşk’ı da alarak, babasının hâkim olduğu topraklara sâhip olmak istiyordu. Bunun için Artukoğlu Sökmen Beyden yardım istedi. Bir süre sonra Rıdvan, Sökmen’in kuvvetlerinin de katıldığı ordusuyla, Dımaşk’ı muhâsara etti. Ancak iki kardeş arasındaki mücâdele Fâtımîlere yaradı. Fâtımîler büyük bir ordu ile gelerek, Kudüs’ü zaptettiler (Ağustos 1096). Melik Rıdvan ise Kınnesrin’de Dukak’ın kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bu savaş netîcesinde Dukak, Rıdvan’ın üstünlüğünü tanımak mecburiyetinde kaldı.
Diğer taraftan Haçlılar 1098 senesinde Antakya’yı ele geçirdiler. Hâkimiyet sâhalarını genişletmeye çalışan Antakya hâkimi Bohemond, Haleb’e bağlı bâzı kaleleri ele geçirdi. Rıdvan, Haçlıların ele geçirdiği Kella Kalesini geri almaya çalıştıysa da, mağlup oldu. Çok geçmeden Haçlılar, Haleb’i kuşatma hazırlıklarına başladılar. Fakat Malatya Emîri Danişmend kumandasındaki bir Müslüman ordusu tarafından sıkıştırılınca geri çekildiler.
1104 senesinde Sökmen Bey ve Emir Çökürmüş idâresindeki Türk kuvvetleri Urfa ve Antakya Haçlılarını Harran’da mağlup etti. Bunun üzerine Melik Rıdvan harekete geçerek, Haleb civârında Haçlıların elinde bulunan birçok yeri aldı. Böylece bir süre için Haçlı tehlikesinden uzak kaldı.
1107’de Melik Rıdvan’ın Antakya bölgesine kadar seferler düzenlemesi üzerine Antakya Prensi Tancerd harekete geçerek Esârib ve Zerdâna kalelerini zaptetti. Bölgeye karşı yağma akınları düzenledi. Melik Rıdvan bu durum karşısında Tancerd ile ağır şartlarda bir anlaşma imzâladı. Bir süre sonra Rıdvan, Haçlılara karşı Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’dan yardım istedi. Sultan Muhammed Tapar’ın yardım çağrısına birçok emir uydu ve Mevdûd’un komutasındaki Selçuklu ordusu Tell-Başir’i kuşattı. Fakat başarısızlıkla netîcelendi. Rıdvan, Haleb’e Haçlı baskısının artması karşısında Büyük Selçuklu ordusunun Haleb’e gelmesini istedi. Emir Mevdûd, bu isteği yerine getirmek için Haleb önlerine geldiyse de, askerin halka kötü davranması, Rıdvan’ın şehir kapılarını kapamasına yol açtı ve Selçuklu ordusu Haleb’den ayrılmak mecbûriyetinde kaldı.
Melik Rıdvan’ın 1113’te vefâtından sonra yerine on altı yaşındaki oğlu Alb Arslan el-Ahras geçti. Fakat idâre tamâmiyle atabegi Hadim Lü’lü’ün elindeydi. Bu dönemde Haleb’deki bâtınîlerden şikâyetlerin artması üzerine Sultan Muhammed Tapar, bir elçi göndererek bâtınîlere karşı harekete geçilmesini istedi. Alb Arslan, bu isteğe uyarak bir kısım bâtınî reîsini öldürdü. Bâtınîleri sevmeyen Haleb halkı da bu harekâta iştirâk etti. Bâtınîlerin sağ kalanları Suriye’nin çeşitli şehirlerine ve Haçlılara sığındılar. Alb Arslan’ın melikliği kısa sürdü. Yakınlarının tavsiyesi üzerine yardım için Tuğtegin’e mürâcaat etti ve Dımaşk’a dostça bir ziyâret yaptı. Tuğtegin, bu mürâcaatı müsbet karşıladı. Bu durum karşısında Atabeg Lü’lü, Alb Arslan’ın davranışlarından ve Tuğtegin’in istekleri doğrultusunda hareket edeceğinden korkarak 1114 senesinde Alb Arslan’ı öldürttü.
Hadım Lü’lü, Alb Arslan’ın yerine Rıdvan’ın altı yaşındaki oğlu Sultanşâh’ı geçirdi. Böylece bir süre için devletin gerçek idârecisi durumuna geldi. Fakat kudretli bir melikin yokluğu ve ordusunun küçük çapta olması, Haleb Melikliğini sâdece bu şehri müdâfaa durumunda bıraktı. Lü’lü’ün ise 1117’de öldürülmesinden sonra Artuklu İlgâzi 1118’de Haleb’i ele geçirdi ve Sultanşâh’ı hapsetti. Böylece Haleb Melikliği sona erdi.
Dımaşk (Şam) Selçuklu Melikliği: Tutuş’un ölümünden sonra oğlu Dukak Suriye Selçuklularının Dımaşk şûbesini kurmuştu. Tutuş’un emrinde bulunan Emîr Tuğtegin, Sultan Berkyaruk’un eline esir düşmüş, sonra serbest bırakılmıştı. Tuğtegin, Dımaşk’a gelerek Dukak’ın hizmetine girdi ve ordu kumandanlığına getirildi. Ayrıca Dukak’ın annesiyle evlendi ve Savtigin’i ortadan kaldırarak melikliğin idâresini ele aldı. Dukak, Dımaşk’ı ele geçirmek isteyen ağabeyi Haleb Meliki Rıdvan ile yaptığı mücâdelede mağlup olunca, onun hâkimiyetini kabul etti.
Melik Dukak, bundan sonra Haçlılarla mücâdele etti. Fakat Haçlı kumandanı Raymond’la yaptığı Trablus önündeki savaşı kaybetti (1102). Daha sonra Cenâhüddevle, Rahbe’yi zaptetmek için sefer düzenlediyse de, buranın, Melik Dukak tarafından ele geçirildiğini öğrenince, bölgeden ayrıldı. Cenâhüddevle, Dukak’ın 1104 yılında ölümünden sonra, Atabeg Tuğtegin, önce onun bir yaşındaki oğlu Tutuş adına hutbe okuttu. Daha sonra Dukak’ın on iki yaşındaki kardeşi Ertaş’ı tahta geçirdi. Fakat Tuğtegin’den korkan Ertaş, Dımaşk’tan kaçtı (1104). Böylece Suriye Selçuklularının Dımaşk kolu sona erdi ve yerine Tuğtegin âilesi Börîler Hânedânı kuruldu.
Suriye Selçukları Hükümdarları |
Tahta Geçişleri |
Tâcüddevle Tutuş |
1079 |
Rıdvan (Haleb’de) |
1095-1113 |
Dukak (Şam’da) |
1095-1104 |
Alb Arslan el-Ahras (Haleb’de) |
1113 |
Sultanşâh (Haleb’de) |
1114-1117 |
Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn ahâlisine, zâhidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyâlara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Bilinen ilk surre alayları, Abbâsiler devrinde (750-1258) gönderildi. Eyyûbiler (1174-1250) ve Memlukler (1250-1517), bu güzel âdeti devam ettirdiler. Herşeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne lâyık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Osmanlı Devletinde bilinen ilk surre alayı, Yıldırım Bâyezîd Han tarafından Edirne’den gönderildi. Gönderilen hediyeler arasında 80.000 altın para da vardı. Çelebi Sultan Mehmed Han, Sultan İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında artarak devam etti. Yavuz Sultan Selim Hanın Halife-i Müslimîn olmasından sonra daha da sistemleştirildi. Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi.
Surre-i hümâyûn, Haremeyn evkafı nâzırı olan dârüsseâde ağalarının sorumluluğu altında hazırlanırdı. Gönderilecek para ve eşyâların listesini gösteren surre-i hümâyun defterlerini dârüsseâde ağasının yazıcısı ve haremeyn müfettişi müherlerdi. Daha sonra defterdâr tarafından imzâlanan defterlere nişancı tuğra çekerdi.
Bundan sonra Pâdişâhın Mekke Emîrine hitâben yazdırdığı nâme-i hümâyûn, kızlarağası tarafından surre emînine teslim edilirdi. Bu esnâda Kur’ân-ı kerîm ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, duâlar edilirdi. Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirâkı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler.
Surre alayı Haremeyn’e doğru ilerlerken, geçtiği yerlerde ihtişamlı merâsimler yapılır, surre hediyeleri yüklü yeni yeni katarlarla birlikte hacı adayları da katılırdı.
Surre-i hümâyunla gönderilen paralar, Harameyn’in masraflarına sarf edilirdi.
Surer-i hümâyûnda paralar dışında gönderilen ve nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa avîzeler, şamdanlar, paha biçilmez mushaf-ı şerifler, levhalar, puşideler (örtüler), gümüş perde halkaları, okkalarla buhurlar, elbiseler, Mekke Emîrine mahsus sırmalı ve işlemeli kaftan, mücevherli kılıç, inciden tesbih ve daha pekçok kıymetli hediyeyse, Mekke ve Medîne’deki mübârek makâmlara, seyyidlere, şerîflere, fakirlere, zâhidlere hediye edilirdi. Gönderilen hediyeyi alanlar, kendilerine göre, keselere zemzem, hurma gibi hediyeler koyarak surre ile geri gönderir, karşılıklı hediyeleşirlerdi.
Bu arada Kahire’den gönderilen surre alayında yer alan yeni Kâbe örtüsü merâsimle eskisiyle değiştirilirdi. Mekke Emîri eski Kâbe örtüsünü İstanbul’a gönderirdi. Bu Kâbe örtülerinden İstanbul’da pekçok câmide bulunmaktadır.
Surre alayları, 1864 yılına kadar kara, bu târihten 1908’e kadar deniz, daha sonra da demiryoluyla gönderildi. Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi. Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı.
Alm. Sesam (m), Fr. Sésame (m), İng. Sesame. Familyası: Susamgiller (Pedaliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güneybatı Anadolu’da yetiştirilir.
Bir metre boyunda, yağ veren bir yıllık otsu bir bitki. Başlıca Hindistan, Çin ve Sudan’da yetişir. Bitkinin alt yaprakları karşılıklı ve loblu, üst yapraklar tam ve mızrak şeklindedir. Çiçekler beyaz veya pembe olup, yaprakların koltuğunda salkım durumunda toplanmışlardır. Meyveleri 2-3 cm boyunda, uzun, prizmatik ve çok tohumlu bir kapsüldür.
Susam, sıcağı çok sever. Isı miktarı fazla olan yerlerde tohum verimi ve yağ oranı artar. Orta derecede ağır ve humuslu topraklarda iyi yetişir. Sonbaharda toprak işlenir. Tohum ekimi nisan sonu, mayıs içinde yapılır. Dekar başına 1-1,5 kg tohum atılır. Gelişme devresinde yıllık ortalama ısı, 20°C’nin üzerinde olan yerlerde 4-4,5 ay içerisinde yetişir.
Kullanıldığı yerler: Tohumlarından % 50 civârında yağ elde edilir. Yağı hemen hemen kokusuz ve soluk renklidir. Yemek yağı olarak kullanılır. Tedâvide müshil etkilidir. Kabukları soyulmuş susam tohumlarının ezilmesiyle tahin elde edilir. Bu da tahin helvası yapımında kullanılır. Ayrıca susam tohumları simit ve pastaların üzerine konur.
DEVLETİN ADI |
Suudi Arabistan Krallığı |
BAŞŞEHRİ |
Riyad |
NÜFÛSU |
14.691.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
2.240.000 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Arapça |
DÎNİ |
İslâm |
PARA BİRİMİ |
Riyâl |
Arabistan Yarımadasında 16° 11’ - 32° 09’ kuzey enlemleri ve 34° 34’ - 55° 41’ doğu boylamları arasında yer alan bir ülke. Kuzeyden Kuveyt, Irak ve Ürdün, güneyden Yemen, Güney Yemen ve Umman, doğudan Birleşik Arab Emirliği ve Basra Körfezi ve batıdan Kızıldeniz ile çevrilidir.
Târihi
Arabistan târihi, ilk yaratılmış insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem ile başlar (Bkz. Âdem Aleyhisselâm). Arabistan toprakları üzerinde hazret-i Âdem’den sonra birçok peygamber geldi. Bunlardan hazret-i Nûh, insanlığın ikinci babasıdır. Araplar, hazret-i Nûh’un üç oğlundan biri olan “Sâm”dan türemişlerdir. (Bkz. Nûh Aleyhisselâm). Bu yüzden ülke toprakları üzerinde ilk yaşayanlara “Sâmiler” adı verilir.
Sâmiler’den sonra gelenlere,Arab-ı âribe dendi. Himyer, Gassan ve Hire gibi bir takım devletler kuruldu. Eski Araplarla, yeni gelenlerin karışması netîcesi, Arab-ı müsta’ribe meydana geldi. İslâmiyetten evvel, Araplar çeşitli kabîleler hâlinde yaşarlardı. Bunların en şereflisi Kureyş, bunun içerisinden de Hâşimî kolu sayılıyordu. Hazret-i Muhammed, bu koldan gelmekteydi ve 610 yılında İslâm dînini tebliğe başladı. 630 yılında Mekke fethedildi. (Bkz. Muhammed Aleyhisselâm)
Hazret-i Muhammed 632 yılında vefât edince Dört Halîfe (632-661) devri başladı. Bahreyn, Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Afrika, Kafkasya ve Horasan fethedildi. Dört Halîfe devrinden ve hazret-i Hasan’ın altı aylık hilâfetinden sonra, devlet idâresi 662 yılında Emevîlere geçti. Sicistan, Afganistan, Semerkant, Erzurum, Kıbrıs, Girit, Sicilya, Buhara, Harzem, Hint toprakları Malatya ve Türkistan fethedildi. Sınırlar Atlas Okyanusu ve Fransa içlerinden Türkistan’a kadar uzandı. (Bkz. Emevîler)
Emevî Halîfeliğinden sonra, 750’de Abbâsi Halîfeliği devri başladı. Fakat Abbâsiler her geçen gün kuvvet ve îtibârını kaybediyordu. Çeşitli iç isyanların ve toprak kayıplarının yanında, Moğol felâketiyle 1258’de fetret devrine girildi. Üç senelik fetret devrinden sonra, Abbâsilerin Mısır’daki halîfeliği 1517 yılına kadar devâm etti. (Bkz. Abbâsîler)
Arabistan Yarımadası, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamânında, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Sultan Selim Hanın 1517’deki Ridâniye Muhârebesiyle Mısır’ı alıp, Memlûk Devletine son verdikten sonra, bu devletin nüfûzu altında bulunan Mekke ve Medîne havâlisi de Osmanlı hâkimiyetini tanıdı. O sırada Mekke emiri bulunan Şerîf Berekât bin Muhammed Hasanî, derhal henüz on iki yaşında bulunan oğlu Şerîf Ebû Nümey’i, elçilik heyetiyle Mısır’a göndererek Osmanlı pâdişâhına tâzimlerini arzla Mekke’nin anahtarlarını takdim etti. Şerîf Ebû Nümey, Osmanlı Pâdişâhı Sultan Selim Han tarafından da kabul edildi. Şerîf Ebû Nümey’e hil’at giydirilerek, pâdişâhın elini öptü. Şerîf Berekât’a Mekke emirliği menşuru yazılıp, oğluna verilen hediyelerle Mekke’ye gönderildi. Mısır hazînesinden Mekke emîrine maaş bağlandı. Ayrıca Şerîf Ebû Nümey ile berâber Mekke ve Medîne ahâlisine dağıtılmak üzere, pâdişâh tarafından 200.000 altınla bol miktarda zahîre gönderildi. Bunları Emir Muslihiddîn ile Mısır’dan iki kâdı götürüp, mahallerinde dağıtmaya memur edildiler.
1517 yılından îtibâren Mekke ve Medîne’deki câmilerdeki hutbelerde, Osmanlı pâdişâhlarının adları zikredildi. Emir tâyinleri de Osmanlı pâdişâhlarınca yapılırdı. Mekke emîri olan şerif vefât eder veya azl yâhut istifâ ile makâmı boşaldığı zaman, yerine tâyin olunacak yeni emir, şerîflerin seçimleri Mekke kâdısıyla Mısır, Şam ve Cidde vâlilerinin arz ve inhaları üzerine pâdişâh tarafından tâyin edilirdi. Emir tâyini, dört yüz yıldan fazla bu usûlle yapıldı.
Osmanlılar bölgeyi imtiyazlı hâlde tuttular. Mübârek belde olması dolayısıyla ahâlisine ziyâdesiyle yardım edip, mânevî ve sanat değeri yüksek pekçok eserler yaptırdılar. Arabistan ahâlisi, Osmanlıların hâkimiyetinde kaldıkları 1517-1918 yılları arasında bolluk içinde yaşayıp, ihtiyaçları ziyâdesiyle karşılandı.
1737 yılında Abdülvehhab oğlu Muhammed’in yaymaya başladığı Vehhâbîlik yolu, Arabistan’daki sükûneti bozdu. Bu yol siyâsî bir hâl de alınca; Osmanlı Devletine karşı bölgedeki Bedevîlerin desteğinde 1791’de isyan ettiler. Mekke Emîri Şerîf Gâlib Efendi ile harp ettiler. Sayısız Müslümanı öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını aldılar. Bunlar 1801’de Mekke’ye saldırdılar. Mekke Emîri Şerîf Gâlib Efendi, bunları şehre sokmadı. Mekke etrafındaki Arap kabileleri de Vehhâbi oldu. 1803’te Taif’e girdiler. Taif’teki Müslümanlara işkence edip, kadınları ve çocukları acımasızca öldürdüler. Hac mevsiminde Mekke’ye de saldırdılar. Şehre giremediler. Şerîf Gâlib Efendi, Cidde’ye girince Sü’ûd bin Abdülaziz antlaşmayla şehre girdi, türbe ve mezarların hepsini yıktırdı. Suudîler, Şerîf Gâlib Efendiyi yakalamak için Cidde’ye gittiyse de Osmanlı askerinin mukâvemetinden geri çekildiler. Mekke’de işkence, zulüm, soygun artınca, Şerîf Gâlib Efendi, Cidde’den şehre gelip Vehhâbîleri kovdu. Yemen dağlarına kaçtılar. Kaçarken çok zulüm, soygun yaptılar. Şerîf Gâlib Efendinin tavsiyesiyle Benî Sakif Kabîlesi de Taif’teki Vehhâbîleri şehirden kaçırttılar. Vehhâbîler, Yemen dağlarındaki câhil, vahşi köylüleri toplayıp, kuvvetlerini arttırarak tekrar Mekke’yi kuşattılar. Şehir açlık sebebiyle teslim oldu. Yine şehirde çok zulüm ve tahribat yaptılar. Mübârek beldelerdeki zulüm ve tahribât, Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın 1812’de Cidde’ye gelmesi ve Mekke’ye asker göndermesine kadar devam etti.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Vehhâbîlerin merkezi Deriyye’yi 1818’de fethedip, Vehhâbî Emiri Abdullah ibni Suud ile dört oğlu ve ileri gelenlerini esir alıp, İstanbul’a gönderince, bunlar îdâm edildi. İngiltere bölgede fitne çıkarıp, Osmanlı Devleti içinde isyan başlatmak istediyse de 1857’de sulhla etkisiz hâle getirildi. 1860 yılında bütün emirler devletin itaatı ve terbiyesi altına sokuldu.
1897’de Suudîlerin lideri olan Abdülaziz er-Reşîd, Vehhâbiliği tekrar faal hâle getirdi. Riyad, Kasîm, Büreyde şeyhleri, El-Mühenne köyünde bulunan Abdülaziz bin Suud bin Faysal ile anlaştılar. Abdülaziz bin Suud, 12.000 hecinli ile Kuveyt’ten Riyad’a geldi. 1902’de bir gece Riyad’a girdi. Abdülaziz ibnür-Reşîd’in Riyad Vâlisi Aclân’ı bir ziyâfette öldürdü. Zulümden yılmış olan halk, bunu emir yaptı. Üç sene çeşitli muhârebeler yapıldı. Abdülaziz ibnür-Reşid öldürüldü. 1915’te Osmanlılar işe karışarak, Abdülaziz bin Suud, Riyad kaymakamı olmak üzere sulh yapıldı. Sonra Reşidîler ile Suudîler arasında Kasîm’de harp olup, Abdülaziz bin Suud mağlup oldu. 1918’de Abdülaziz bin Suud, İngilizlerin teşviki ile bir beyannâme yayınladı. Mekke’ye ve Tâif’e saldırdı. Fakat, bu şehirleri Şerîf Hüseyin Paşadan alamadı. 1924’te İngilizler, MekkeEmiri Şerîf Hüseyin bin Ali Paşayı yakalayıp, Kıbrıs’a götürdü. İngilizlerin bu hareketinden sonra, Abdülaziz bin Suud, 1924’te Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. Suudîler, İngilizlerin yardımıyla bölgede kontrolü sağlayınca, Osmanlı Devletinden sonra halifelik makamına sâhip olmak istedilerse de başaramadılar.
İbn-i Suud, 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığını kurdu. 1953 yılında ölümünden sonra, yerine oğlu Suud bin Abdülaziz geçti. 1964’te tahtan indirildi. Yerine kardeşi Faysal getirildi. 1977’de sarayında yeğeni tarafından öldürüldü. Yerine kardeşi Halid geçti. O da 1982’de ölünce kardeşi Fahd geçti.
Suudi Arabistan 1948, 1967 ve 1973 yıllarında vuku bulan Arap-İsrail harplerine katıldı. İngiltere, Fransa ve ABD’den milyarlarca dolarlık silâh, malzeme, savaş uçakları, güdümlü mermiler alındı. 1990 ortalarında Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesine karşı olan Suudi Arabistan, Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için harekete geçen “çok uluslu güce” üs vazîfesi yaptı.
Fizikî Yapı
Arap Yarımadası, Önasya’da kuzeybatıdan, güneydoğuya doğru uzanmış düzgün olmayan dikdörtgen şeklinde bir yapıya sâhiptir. Güney kısmı doğuya doğru genişlemekle bir çizme şeklini alır. Arap Yarımadası’nın yaklaşık 2.240.000 km2lik büyük bir bölümü Suudi Arabistan topraklarını meydana getirir. Genel olarak ülke toprakları kıyıları alçak yerlerden, sâhile yakın yüksek dağlardan ve iç kısımları da yüksek ve geniş ovalardan ibârettir. Batı kıyıları Filistin sınırından, Yemen sınırına kadar Serat Sıra Dağlarıyla örtülüdür. Bu dağların en yüksek noktası yaklaşık olarak 3657 m yüksekliğindeki Razih Dağıdır. Hicaz’ın doğusunda Necid Çölü bulunur. Necid’in güneyinde Dehna veya Rubül Hali Çölü ve doğusunda Nüfud Çölü yer alır.
Serat Dağlarından doğan nehirler zayıf ve kısa olup, küçük çaylar hâlinde kalırlar. Çoğu Tehame kumlarında kurur. Başlıca büyük nehirleri Behre, Şecce, Kanûn, Aşer, Sem ve Bişe’dir. Bunlar ancak âni yağan yağmurlarla denize ulaşabilirler. Yarımadanın doğu taraflarında hemen hemen hiçbir nehir olmayıp, ancak bu geniş bölge “Vâdi” adı verilen, nehir yatağı şeklinde olan, kuru derelere bölünmüş durumdadır. Bunların en büyüğü de, Hicaz bölgesinin güneyinde yer alan Asir bölgesinden doğan Vâdi-i Remim olup, Fırat’a kadar uzandığı olmaktadır.
Ülkenin doğusunda yer alan El-Hassa bölgesi ve güney kesimleri yüksek yaylalıktır. Bu bölgenin ve Nüfud Çölü ile Yemame’nin bir kısmıysa dağlıktır.
Kızıldeniz kıyıları “şap” denilen kayalar, mercanlar ve adalarla örtülüdür. Basra kıyılarıysa alçak ve girintili çıkıntılıdır. Batı bölgesinde kıyılara yakın ova ve dağların bir kısmı katılaşmış lav kalıntıları(Harralar) ile kaplıdır. Kıyıdan 250 km kadar içerdeki Hicaz bölgesindeki vâdiler, tepelerden kıyıdaki ovalara doğru uzanır. Bunların içinde en önemlisi Hama Vâdisidir.
İklimi
Arabistan iklimi, toprağından dolayı genel olarak sıcak ise de, yüksek bölgelerde serindir. İklimin en müsâit olduğu yerler Yemen’e yakın bölgelerle Necid Çölüdür. Dehna Çölü ve Tehame bölgelerinde şiddetli sıcaklar ve kuraklık mevcuttur. Tehame’de genellikle yağış olmaz ve ortalama sıcaklık 37°C civarındadır. Hiç yağmur almayan çöllerdeyse sıcaklık, gece 38°C, gündüz ise 43°C civârında seyreder. Hicaz ve güneyi mûtedil bir havaya sâhiptir. Hattâ Medîne-i münevvereye ve Taif’e kışın kar yağdığı dahi olur. Yıllık yağış ortalaması 160 ilâ 180 mm kadardır. Ancak yağmurlarla meydana gelmiş olan kısmî yeşillik, sıcak ve boğucu “sam (semum)” adlı çöl rüzgârlarıyla kuruyarak kül rengine döner.
Tabiî Kaynaklar
Arabistan topraklarının genel olarak, biricik tabiî kaynağı hurmadır. Hurmanın birçok çeşitleri yetişmektedir. Ülkenin Yemen ve Amman’a yakın bölgesiyle, Hicaz ve Necid bölgelerinde çok çeşitli bitkilerin yanında tıpta kullanılan sinameki, demirhindi, kat ağacı ve zamk-ı Arabî, gibi nâdide bitki türleri de yetişir. Ülkede göze çarpacak ormanlar olmayıp, çoğu yerler çıplak ve taşlıktır. Meyve ağaçları dışında, seyrek olarak ardıç, yabânî yasemin ve yabânî zeytin ağaçları da mevcuttur. Yağmurların düştüğü dönemlerde meydana gelen yeşillik ve mer’alar, kısa sürede kurur. Sulak bölgelerde ve Tehame civârında bol, uzun ve çeşitli kamış türleri yetişir.
Suudi Arabistan toprakları, deve ve cins atların asıl vatanıdır. Dünyânın en güzel atları burada yetişir. Necid bölgesi at ve deve bakımından en zengin bölgedir.
Diğer bölgelerdeyse daha çok koyun, keçi, sığır ve eşek yetiştirilir. Vahşi hayvanlar içinde, en başta çöllerin kralı olan arslan gelir. Ayrıca kaplan, sırtlan, çakal, domuz, kurt, tilki ve maymun cinsleri yaşar. Ülkede çok sayıda çekirge sürüleri ve Hicaz taraflarında da “lâdug”” isminde zehirli bir cins örümcek mevcuttur.
Ülke toprakları, yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengindir. Altın, simli kibrit, salz, bakır ve daha birçok çeşit mâden çıkarılır. Mekke-i mükerreme civârlarında, kükürt damarları ve petrol yatakları mevcuttur. Kızıldeniz önemli bir tuz kaynağıdır. Basra kıyılarının ise incisi pek meşhurdur.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Suudi Arabistan nüfûsu 14.691.000’dir. Yıllık nüfus artış oranı % 6 olup, nüfus yoğunluğu 5’tir. Nûh aleyhisselâmdan sonra, Arabistan Yarımadasında yerleşenlere “Arab-ı bâide” denir. Âd, Semud ve Amâlika bunlardandır. Bunların hepsi “Sâm” soyundandır. Yemen’dekilere ise “Arab-ı âribe” denir. İkisinin karışmasından “Arab-ı müsta’rebe” meydana geldi. Araplar, İslâmiyetten sonra yabancılarla karıştı. Lisanları değişerek “Arab-ı müsta’ceme” ismini aldılar. Arabistan’da eskiden beri hasebe ve nesebe çok önem verilirdi. Bu yüzden birçok kabileler mevcuttur. Herbiri şeyhlikle idâre edilir.
Arabistan kabilelerinin en kalabalık ve en güçlüsü Kureyş’tir. Kureyş, Resûlullah aleyhisselâmın on birinci babası olan Fihr’in ismidir. Arab-ı müsta’rebe’den “Benî Adnan” ve bunlar arasında da “Mudar” ve“Rebîa” kabileleri meşhur oldu. “BeniMudar”dan Kenâne, Kureyş, Hevazin, Sakif, Temim ve Müzeyne kabileleri meydana geldi.
Kureyş kabilesi Mekke’de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. Kabile reisleri, mühim işlerde anlaşmak için, Mekke’de “Dâr-ün-nedve” denilen yerde toplanıp meşveret ederlerdi. Kureyş kabilesi de, on kola ayrılmıştı. Zemzem dağıtma ve Kâbe’yi tâmir ve tezyin işi, bunların da en şereflisi Hâşimîlere verilmişti.
Bugünkü Suudi Arabistan halkı ise, yabancılarla karışarak onlardan sonra gelenlerdir. Ülkenin şimdiki etnik yapısı eskiye nazaran çok değişmiştir. Hakîkî Araplar pek kalmamıştır. Çoğunluğu Suudiler, Mısırlılar ve Yemenliler teşkil etmektedir. Bundan başka Filistinli, Ürdünlü, Suriyeli, Pakistanlı, Hintli, Zenci ve bir miktar da Avrupa ve Amerika kıtalarından gelen insanlar yaşamaktadır. Nüfûsun % 70’ine yakın bir bölümü şehirlerde yaşamaktadır. Dil Arapçadır. Fakat bugünkü Arapça çok değişik bir şekildedir. Yâni İslâmiyyetin ilk yıllarındaki Kureyş Arabîsi hemen hemen kalmamıştır. Arapça, çeşitli Arap ülkelerinde farklı lehçeler hâlindedir.
Bugünkü Araplar, yaşayış bakımından iki kısımdır. Bir kısmı şehirli diğer kısmı göçebedir. Fakat son zamanlarda kurulan modern şehirlerde şehirli nüfusu çok daha fazla artmıştır. Suudi Arabistan’da Vehhâbîlik yaygın olup, devlet desteğindedir. Halkın okuma-yazma oranı % 15 civârındadır. Medine, Cidde ve Riyad Üniversiteleri meşhurdur. Eğitim ve öğretim serbest ve ücretsizdir.
Ülkenin başşehri Riyad olup, geniş ve kalabalık bir şehirdir. Diğer önemli şehirleri Mekke,Medine, Cidde, Yenbo, Abha ve Anaiza’dır. Mekke-i mükerreme kıyıdan yaklaşık 64 km içeridedir. İslâmın kıblesi, Allahü teâlânın evi Kâbe-i muazzama bu şehirdedir. Câmilerin efdali Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i harâmdır. Kâbe-i şerîf, Âdem aleyhisselâm tarafından yapılmış ve İbrâhim aleyhisselâm ve İsmâil aleyhisselâm zamânında tâmir edilmiştir. Medîne-i münevvere ise kıyıdan yaklaşık 320 km içerde ve Mekke-i mükerremenin kuzeyindedir (Bkz. Mekke-i Mükerreme-Medîne-i Münevvere). Resûlullah efendimizin mübârek Kabr-i şerîfleri buradadır.
Her yıl milyonlarca Müslüman Kâbe-i şerîfi ziyâret ederek “Hacı” olmakla şereflenmektedir.
Suudi Arabistan, petrolden büyük gelir sağlayarak çeşitli sosyal tesisleri açmış durumdadır. Sağlık işleri ücretsiz yürütülmektedir. Riyad Kral Faysal Tıp Merkezi, çok meşhur olmuştur. Ülkenin turizmi oldukça gelişmiş durumdadır.
Siyâsî Hayat
Suudi Arabistan devleti, 1926 yılının Ocak ayında kurulup, 1932 yılında Birleşik Krallık olmuştur. İdârî sistemi monarşiktir. Bir Bakanlar Konseyi mevcuttur. Yasama, yürütme ve yargı selâhiyetleri kralda toplanmıştır. İdârî olarak 14 bölgeye (il’e) ayrılmıştır. Krallık âileden verâset yoluyla veliahtlara geçmektedir.
Kuveyt ve Suudi Arabitan arasında yaklaşık 5836 km2lik bir tarafsız bölge mevcuttur. 1966’da idârî bakımdan paylaşılmıştır. Mevcut petrol yataklarından iki ülke de faydalanmaktadır. Irak ile olan sınırda ise 7000 km2lik bölge tarafsız olup, askersizdir. Meskûn mahâl değildir. Suudi Arabistan Birleşmiş Milletler ve alt kuruluşları, OPEC ve Arap Birliği teşkilâtlarına üyedir.
Ekonomi
Suudi Arabistan ekonomisi, 1932 yılında petrolün bulunmasıyla hızla gelişerek, dünyâ ekonomisine tesir edecek seviyeye gelmiştir. Petrol gelirleri ülke ekonomisinin can damarını teşkil etmektedir. Ülkenin en önemli endüstrisi petrol ve ürünleridir. Ortadoğu’nun en büyük petrol üreticisidir. Bu bakımdan dünyânın üçüncü ülkesidir. Petrole paralel olarak, petro kimyâ endüstrisi kurulmuştur. Petrolden başka tabiî gaz, altın, gümüş ve demir de çıkarılmaktadır.
Ekonomide ikinciliği tarım sahası alır. Ülkenin sâdece % 2’si tarıma müsâittir. Nüfûsun % 28’ine yakın bir bölümü tarım alanında çalışmaktadır. Geri kalan nüfûsun iş sahaları ise % 44’ü diğer hizmetler, hükümet işleri ve ticârette, % 4’lük bir bölüm ise endüstridedir. Başlıca yetiştirilen tarım ürünleri hurma, buğday ve meyvedir. Tarım alanları, bağ ve bahçelerin % 85’ine yakın bir bölümü sun’î olarak sulanmaktadır. Deve, eşek ve koyun yetiştiriciliği gelişmiştir. Buna bağlı olarak hayvan derisi ve yün üretimi mevcuttur.
Suudi Arabistan’ın yıllık ekonomik büyüme hızı, % 9,8 civârındadır. Ticâretinin büyük bir bölümünü ABD ile yapar. Bundan başka Japonya, Birleşik Almanya, Fransa ve Ortadoğu ülkeleriyle ticârî münâsebetleri gelişmiştir. İhrâcâtı, ithâlâtının yaklaşık iki katıdır. İhrâcâtının % 90’ından fazlasını petrol ve petrol ürünleri teşkil etmektedir. Bu bakımdan dünyâ birincisidir. Ayrıca hurma, deri ve yün diğer ihraç ürünleridir. Son zamanlarda AET ülkeleriyle olan ekonomik münâsebetleri artmıştır.
Ülkede balıkçılık ve turizm çok önemli iki gelir kaynağıdır. Turizmden elde edilen gelirler oldukça yüksektir.
Ülkenin demiryolu ve karayolu ulaştırma şebekesi çok gelişmiştir. Son yıllarda havayolu ulaştırması da çok düzenli hâle getirilmiştir. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yaptırdığı meşhur Hamidiye Hicâz Demiryolu, Zerka’ya kadar işlemektedir. Abdülhamîd Han, bundan başka, Medîne-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırmıştı. Suudi Arabistan’ın başlıca limanları Yenbu, Cidde, Ras Tanura ve Dahran limanlarıdır.
Alm. Sublimierung (f), Fr. Sublimation (f), İng. Sublimation. Kimyâda, bir katı maddenin sıvı hâle geçmeden direkt gaz veya buhar hâline (bâzan buhar hâlinden tekrar katı hâle) geçmesi olayı. Meselâ, laboratuvarda, içinden soğuk su geçirilebilen dibi yuvarlak bir şişe ile üstü kapatılmış porselen bir kaba, bir miktar iyod konup, porselen kap ısıtılırsa iyod buharları teşekkül eder ve sonra bu buharlar cam şişenin dibinde katılaşır. En bilinen süblime maddeler olarak kar ve kırağı söylenebilir. Bunlar havadaki su buharının direkt katı hâle geçmesiyle teşekkül ederler.
Damıtma ve kristallendirme gibi saflaştırma metodlarına nazâran, sublimasyon nispeten az bir endüstriyel tatbik sahasına sâhiptir. Yüksek bir sıcaklık gereken, böylece maddenin bozunması söz konusu olan damıtmalarla, çözücü kullanımında bâzı zorlukların doğduğu kristallendirme işlemleri yerine sublimasyona başvurulur. Kezâ sublimasyon, maddenin gaz fazında reaksiyona gireceği veya böyle bir reaksiyon ortamından saf bir ürünün alınacağı durumlarda da faydalıdır. Süblimleşmeye konu olan maddeler metalik magnezyumdan, antrasen ve salisilik asit gibi organik maddelere kadar değişir. Alelâde bir ısıtma kabı ve sistireli geniş soğutma tüpleri (veya geniş toplama yüzeyli kaplar) kullanılır.
Alm. Subvention, Fr. Subvention, İng. Subsidy, subvention. Özel gâyeli mâli yardım. Sübvansiyonlar devlet bütçesinden belli iktisâdî ve sosyal hedeflere ulaşmak gâyesiyle verilir. Yardımı alan genellikle özel kesim işletmeleridir. Başlıca belli malların fiyatlarını düşük tutmak için; malın mâliyetiyle, arz edilmesi uygun görülen fiyat arasındaki fark, devletçe karşılanır. Destekleme alımı yapan kamu iktisâdî teşebbüslerinin zararlarını karşılamak üzere bütçeden ayrılan ödenekler, belli fâizlerin ve kredi mâliyetlerinin düşük tutulması için devletçe verilen teşvikler sübvansiyon örnekleri arasında sayılabilir.
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. Fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi, Süfyân bin Uyeyne bin Meymûn el-Hilâlî el-Kûfî; künyesi Ebû Muhammed’dir. 725’te Kûfe’de doğdu. 813’te Mekke-i mükerremede vefât etti. Yetmiş kere hacca gitti. İmâm-ı A’zam ve İmâm-ı Şâfiî ile görüştü.Hadis ve tefsir ilimlerine dâir kitapları vardır. Babası tarafından Mekke’ye götürüldü ve orada yerleşti. Dört yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşındayken hadîs-i şerîf yazmaya başladı. Zührî, Şa’bi Amr ibni Dinâr, Abdullah ibni Dinâr gibi büyük âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de; İmâm-ı A’meş, Süfyân-ı Sevrî, İbn-i Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel gibi büyükler hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Hâfızası fevkalâde kuvvetli olduğundan yanında kitap bulundurmazdı. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı 7000 civârındadır. Fıkıh ilminde, İmâm-ı Şâfiî hazretlerine ders verdi. Sika, yâni güvenilir hâfız (râvileriyle birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen); fıkıhta, tefsirde derin âlim ve dinde sözü senet, mutlak müctehid ve mezhep sâhibi bir imâmdır. Mezhebi zamanla unutulduğundan mensûbu kalmamıştır. Haram ve şüphelilerden kaçması son derece fazlaydı. Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sahih olduğunda, icma, yâni söz birliği vardır. Tâbiînin büyüklerinden 87 zâtla görüşüp, 70’inden hadîs-i şerîf dinlemiştir. Mekke-i mükerremede, hadîs-i şerîfleri ilk defâ toplayıp tasnif eden zât budur. Sahîh-i Buhârî’nin ilk sayfasındaki; “Ameller ancak niyetlere göredir...” hadîs-i şerîfinin râvîlerinden biri de Süfyân bin Uyeyne’dir. Muhaddis-ul-Harem, yâni Mekke’nin hadis âlimi ünvânına lâyıktı. Et-Tefsîr ve El-Câmî adında iki eseri vardır.
Süfyân bin Uyeyne buyurdu ki:
İnsanlar bir yerde toplanıp, Allahü teâlâdan bahsettiklerinde, şeytan ve dünyâ oradan uzaklaşır. Şeytan dünyâya der ki: “Bu insanların ne yaptığını görüyor musun?” Dünyâ; “Şimdi onlara yaklaşma. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman, ben onları tek tek yakalar sana teslim ederim!” der.
“Bir kimse ibâdetlerini yapar, hep Allahü tâlâyı hatırlarsa, dünyâ (insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran, alçak şeyler) ondan uzaklaşır. Allahü tâlâyı hatırlamaktan gâfil oldukça da, dünyâ ona yaklaşır. İbâdetlerden ve Allahü teâlâyı hatırlamaktan maksat, dünyâyı kendinden uzaklaştırmaktır.”
“Bir kimse, ölen birinin kendisinde bulunan hakkını, Allahü teâlâdan korkarak götürüp vârislerine verse, helâllık almış olur. Ama gıybet günâhının durumu böyle değildir. Bir kimse, bir kimseyi gıybet etse, gıybet edilen kimse vefât etse, gıybet eden kimse, gidip, gıybet ettiği kimsenin vârislerinden helâllık alsa yine helâl olmaz. Yer yüzündeki bütün Müslümanlar gıybet eden kimseyi affetseler, gıybet edilen kimse, hakkını helâl etmedikçe hak ödenmez, müminin ırzı, şerefi, malından daha kıymetlidir.”
“Bir kimse, kendisine bir belâ geldiğinde sabreder, Allahü teâlânın takdirine râzı olursa onun işi tamamdır. O kemâl mertebesini bulmuştur.”
İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Süfyân bin Saîd bin Mesrûk el-Kûfî; künyesi Ebû Muhammed veya Ebû Abdullah’tır. 713 (H.95) senesinde Kûfe’de doğdu. 778 (H.161)de Basra’da vefât etti. Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir. İlmini, zamânındaki büyük âlimlerden öğrendi. Hadis ve fıkıh ilminde yüksek derecede olup müctehiddi. Mezhebi zamanla unutuldu. Cüneyd-i Bağdâdî, Hamdûn Kassar bunun mezhebindeydiler.
Hadis, fıkıh, tefsir ve tasavvuf gibi ilimlerde zamânın eşsizlerinden; haramlardan kaçıp, şüpheli şeyleri yapmamakta bile son derece dikkatliydi. Edep ve tevâzuda, alçak gönüllülükte benzeri azdı. Câmi-ul-Kebîr, Câmi-us-Sagîr ve Ferâiz isimli kitapları meşhûrdur.
Mekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri, anlayamadıkları husûsları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hâllederdi. Hâfızası çok kuvvetli ve fevkalâdeydi. Öğrendiği hiçbir şeyi unutmadığından; “Hâfızam, kendisine tevdi ettiğim hiçbir şeyde bana ihânet etmedi.” buyururdu. Yirmi yıl geceleri uyumadı ve abdestsiz gezmedi. Ölümü hâtırladığında kendinden geçer, kime rastlasa; “Ölüm gelmeden önce ona hazırlan.” derdi.
Mahlûklara karşı çok şefkatliydi. Bir gün çarşıda kafeste ötüp duran bir kuş gördü. Satın alıp salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir, namaz kılarken onu seyrederdi. Bâzan da omuzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca, kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnâda:
“Allahü teâlânın mahlûkuna olan aşırı merhametinden dolayı, Süfyân’a Allahü teâlâ çok merhamet etmiştir.” diye bir ses işitildi.
Bir gün elinde bulunan bir ekmekten kendisi yediği gibi, yanındaki köpeğe yedirdiğini de gördüler. “Niçin böyle yapıyorsun?” dediklerinde; “Namaz kılarken beni sabaha kadar bekliyor.” cevâbını verdi.
Hazret-i Süfyân, sâde yaşamayı sever, aza kanâat eder, fakirlere çok îtibâr gösterirdi.
Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh, Basra’da hastalandı. Karnı ağrıdığından, devamlı abdesti bozuluyordu. Abdestsiz ölmek korkusuyla o gece, altmış defâ abdest aldı ve hasta hâliyle hep namaz kıldı.
Gençliğinde beli bükülmüştü. Sebebini sordular:
Büyük bir üstâdım vardı. Ondan ilim öğrendim. Vefâtı yaklaşınca, baş ucundaydım, birden gözünü açtı ve bana: “Ey Süfyân, bize ne yaptıklarını görür müsün? Elli senedir, insanlara doğru yolu gösteriyor, Hakkın dergâhına çağırıyorum. Şimdi beni kovuyorlar ve git, bize lâyık değilsin diyorlar!” Bu vaziyeti görünce âkıbetimden korkarak belim büküldü.
Bir zamanlar Süfyân-ı Sevri hastalandı. Mütehassıs bir Hıristiyan doktor getirdiler. Doktor muâyene edeceği şahsın Müslümanların büyüklerinden ve evliyâsından olduğunu duymuştu. Süfyan, gelen doktorla tıp ve diğer ilimler üzerine bir süre sohbet etti. Tabip olmasına rağmen Süfyân-ı Sevrî’nin tıp üzerine verdiği mâlûmat, gelen şahsın hiç duymadığı, bilmediği şeylerdi. Hayretler içinde kaldı. Daha sonra muâyene etti. Muâyeneden sonra dedi ki: “Sizin akciğeriniz ve böbrekleriniz, tamâmen çalışmaz durumda. Bu hâliyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.”
Süfyân-ı Sevrî buyurdular ki; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.”
Bunun üzerine Hıristiyan doktor; “Bir dinde, tıbben yaşaması mümkün olmayan bir insanın yaşaması, o dînin yanlış, bâtıl olmadığına açık delildir.” deyip hemen orada Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu. Devrin halifesi bunu duyunca:
“Ben sandım ki, doktor hastanın yanına geldi. Meğer hasta doktora gönderilmiş.”
Buyurdu ki: “Büyük bir kalabalık bir yere toplansa ve biri, içinizden akşama kadar kim yaşayacak, bilsin dense, kimse bilemez. İşin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o kimselere: Öyleyse, ölüm için gerekli hazırlığı yapan ayağa kalksın, dense kimse ayağa kalkmaz. Bu gafletten kurtulmağa çalışmalıdır.”
“Zühd; yamalı elbise giymek, arpa ekmeği yemek değil, dünyânın faydasız şeylerine gönül bağlamamak ve uzun emel sâhibi olmamaktır.”
“Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına mâni değildir. Dünyâlığın bulunmayışı da zâhidliğe işâret sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine aşırı düşkünlük olup olmadığı araştırılır, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. Yâni, insan canını sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur.”