SUDAN
DEVLETİN ADI |
Sudan Demokratik Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Hartum |
NÜFÛSU |
29.971.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
2.504.000 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Arapça |
DÎNİ |
İslâm |
PARA BİRİMİ |
Sudan Poundu |
Kuzey Doğu Afrika’da, 3° 28’ - 22° kuzey enlemleri ve 21° 49’ - 38° 35’ doğu boylamları arasında yer alan bir Afrika devleti. Kuzeyden Mısır, doğudan Etyopya ve Kızıldeniz, güneyden Uganda ve Zaire, batıdan Orta Afrika Cumhûriyeti, Çad ve Libya devletleriyle çevrilidir. Dikdörtgen bir şekle sâhip ve Afrika kıtasının yüzölçümü bakımından en büyük ülkesidir.
Târihi
Önceleri Nubia diye bilinen Kuzey Sudan bölgesinde, ilk yaşayanlar zenci kabilelerdir. Bundan sonra 18. yüzyıla kadar (Kush, Makurra, Alva ve Funj gibi çeşitli) Mısırlı kabîleler idâresinde kaldı.
1825-1843 yılları arasında, Osmanlı vâlileri tarafından yönetildi. 1863 yılında, Mısır Hidivi İsmail Paşa, Sudan topraklarını kontrolü altında tuttu.
1882-1898 yılları arasında kendini Mehdi îlân eden bir sapığın arkasından giren bir kısım insanların elinde kaldı. Bu târihte Anglo-Mısırlıların (Mısırlı İngilizlerin) işgâliyle yönetimi general Horatio Herbert aldı. 1956 yılında ise, bağımsız bir devlet oldu.
1958’de general İbrâhim, askerî bir darbeyle işbaşına geldiyse de 1964’te güney isyanları sonucu çekilmek zorunda kaldı. 1969’da yeni bir askerî darbeyle başa İhtilâl Konseyi geçti. Fakat hükümeti sivil üyeler kurdu ve başbakan sivildi. Darbeyi gerçekleştiren general Cafer el-Nümeyri’ye karşı 1972’de yeni bir komünist darbe teşebbüsü olduysa da başarısız kaldı. Bu arada ülkede çeşitli anlaşmazlıklar başgöstermişti. 1973’te 8 Filistinli gerilla, ABD Savunma Delegesini ve Millî Ateşesini öldürdüler.
1976 yılında yeni bir ihtilâl teşebbüsü bastırıldı ve bunu gizlice destekleyen Libya ile siyâsî münâsebetler bozuldu. 1981 yılında Libya ile bâzı çatışmalar görüldü. Nümeyri yurtdışında bulunduğu bir zamanda darbe yapılarak iktidardan uzaklaştırıldı. Askerî yönetim yeni bir anayasa hazırlayarak 1986 Nisanında seçime gitti. Seçimleri netîcesinde hiçbir parti tek başına iktidara gelemediğinden koalisyon hükümeti kuruldu. Hükûmet ülke güneyindeki karışıklıkları sona erdiremedi. Bunun yanı sıra ekonomik problemlerle sarsılan hükûmet 1989’da kansız bir darbeyle devrildi. Millî Kurtuluş Devrim Komite Konseyi başkanı Tuğgeneral Ömer el-Beşîr’in güneydeki âsilerle görüşme çabaları netîce vermedi. Ülkede âsilerle hükümet kuvvetleri arasında mücâdele devam etmektedir (1994 Şubat).
Fizikî Yapı
Sudan yaklaşık 2.504.000 km2lik yüzölçümüyle Afrika kıtasının en geniş ülkesidir. Büyük Sahra Çölünün doğu ucunu meydana getirir. Kuzeyinde Mısır, Batısında Libya, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti, güneyinde Zaire, Uganda ve Kenya ve doğusunda Etiyopya ve Kızıldeniz yer alır. Başşehir Hartum 476.218 nüfuslu olup, en büyük şehirdir.
Ülkenin batısı, güneyi ve doğusu, bâzı yerleri 3000 m’ye kadar ulaşabilen dağlar ve tepelerle çevrilmiştir. Güneybatıda Nil Havzası ile Kongo Havzasını yine bu dağlar ayırmıştır. Nil, Sudan’ın en önemli fizikî özelliğidir. Nehir ülke boyunca akar. Önceleri Beyaz Nil ve Mavi Nil adında iki büyük kol hâlinde, Hartum’a kadar gelirler ve burada birleşerek esas Nil’i meydana getirirler. Beyaz Nil’in diğer adı Bahr-el-Cebel olup, Akdeniz’den yaklaşık 490 km güneyinde yer alan Nimule’den Sudan’a girer. Viktoria Gölünden doğan bu kol, No Gölünde dâimî bir kanala dönerken batıdan gelen Bahr-el-Gazel Nehrinin sularını da alır. Mavi Nil ise, Tana Gölünden doğar. Daha kuzeyde Ana Nil, Atbara Nehriyle birleşir. Ana Nil’in suları ağustos ve eylül aylarında, Hartum bölgesinde oldukça artar ve bu sular nisan ayında aşağı yukarı 16 defâ daha azalarak en düşük seviyesine gelir. Suların coştuğu ve sellerin çoğaldığı dönemlerde Mavi Nil ve kolları, Aşağı Nil sularının toplam hacminin % 70’ini ve nisan ayındaysa % 20’sini ihtivâ eder.
Kuzeydoğu Sudan bölgesinde, dik Kızıldeniz Tepeleri yer alır. Batıda Darfur bölgesinde bulunan yaklaşık 3070 m yüksekliğindeki Marra Dağı, volkaniktir. Orta kısımda granit tepelerden meydana gelmiş Nuba Dağları bulunur. Yükseklikleri 900 m civârındadır. Uganda sınırında yer alan Dongotona ve Tmatong dağları umûmiyetle tropikal ormanlarla kaplıdır. Ülkenin en yüksek yeri olan Kinyeti Dağı burada olup, yaklaşık 3187 m’dir.
Sudan’ın sâdece kuzeyi dağsız olup, açık ve geniş çölün başlangıcıdır. Nil Nehrinin doğusunda kalan çöllere Nubian Çölü ve batısında kalanlarına ise Libya Çölü adı verilir. Ülkenin % 24’üne yakın bir bölümü çöldür.
İklim
Sudan’ın tropikal iklimi kuzeyden gelen kuru hava ve güneyden gelen nemli hava kütlelerinden büyük ölçüde tesir görür. Kuzeyin kuru hava kütlesi kışın soğuk ve yazın sıcak getirir. Düşük bir nem oranına sâhiptir ve ortalama sıcaklığı 47 dereceyi bulur. Güneyin nemli hava kütlesi ise Atlantik ve Hint Okyanuslarından Sudan’a yüksek nem ve bol yağış getirir. Güneyde bu yağışlar yıllık ortalama 120 mm civârındadır. Kuzeyde, özellikle çöl bölgesinde hemen hemen hiç yağış görülmez.
Tabiî Kaynakları
Sudan toprakları, kuzeyde kumlu ve çakıllı çöllerden ve güneyde organik yapılı kum-kil karışımlı kuvvetli topraklardan ibârettir. Bu iki bölge arasındaki Sudan Yaylası killi topraklardan teşekkül etmiştir. Ayrıca yaylada bol miktarda koz (goz)lar da mevcuttur. Bu kozlar, ondüleli kum yığınları olup, üzerleri yoğun yağışlarla yeşeren seyrek bitkilerle örtülüdür. Ülkenin geri kalan kısımları ise kozsuz olup, killi topraklara sâhiptir.
Bitki örtüsü büyük ölçüde yağışlara göre değişiklik gösterir. Kuzeyde az miktarda akasya fundalıkları ve kıt çöl otu bulunur. Güneyde yağışlar sebebiyle, savanalar ve gövdeleri boş tipik ağaçlar yetişir. Beyaz Nil yakınlarında çok sulu çimenlik arâziler ve çayırlar, Bahr-el-Gazal bölgesi civârında ise tropikal bol yağış alan ormanlar mevcuttur.
Ülkede vahşi hayvan pek azdır. Ehlî hayvanlardan daha çok kümes hayvanları keçi, koyun, sığır ve deve yetiştirilir.
Ülkenin en önemli tabiî kaynaklarından biri de hiç şüphesiz Nil ve kollarının sularıdır. Çöle ve dolayısıyla Sudan’a hayat getiren bu sular halkın biricik gelir kaynağıdır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Sudan’ın nüfûsu 29.971.000 olup, sâhip olduğu 2.504.000 km2lik arâzisine göre, dünyânın en seyrek nüfus yoğunluğu olan, ülkelerinden birisi durumundadır. Nüfus yoğunluğu kuzey bölgelerde km2ye 2 kişi ve güneyde, yerleşme alanlarında 25 kişiden ibârettir. Nüfûsun % 25’ine yakın bir bölümü Beyaz Nil ile Mavi Nil arasındadır. Bu bölge ülke topraklarının sadece % 6,5’ini teşkil eder. Ülkenin yıllık nüfus artışı % 3,7’dir.
Etnik yapı îtibâriyle kuzeyde genellikle Araplar ve Nubianlılar, güneyde ise Nilotikler, Sudanlılar ve Zenciler yaşar. Sudan hem Afrika ve hem de Ortadoğu âdetlerinin, dillerinin ve kültürlerinin karıştığı bir ülkedir.
Kuzey bölgede yaşayan insanların tamamına yakın bir bölümü Müslümandır. Hemen hemen hepsi Arapça konuşur. Bunlar çoğu göçebe veya yarı göçebedirler. Eski Kuş kabilesinin devamı olan Nubianlılar da Müslüman olup Arapça bilirler. Kendi asıl yerli dillerini ve lehçelerini de konuşurlar. Bunlar genellikle avcılık, balıkçılık ve hayvancılık yapar.
Sudan’ın kuzey bölgeleri genellikle, Arapça konuşurken güney bölgelerde hâkim bir dil yoktur. Aşağı yukarı 80 lehçe çeşitli bölgelerde konuşulmaktadır. Güneyin bu insanları iki ana gruba ayrılabilir: Nil Nehri havzasında yaşayan Nilotikler ve diğer bölgelerdeki Nilotik olmayanlar. Nilotikler esas îtibâriyle Dinka, Nuer ve Shilluk kabilelerinden meydana gelmiştir. Dinkalar güneyde kalabalık kabiledir. Nilotikler, Nilotikçe konuşurlar. Çoğu Müslümandır. Çok az bir kısmı Animist ve Hıristiyandır. Hayvancılık ve tarım yaparlar. Nilotik olmayanların içinde en kalabalığı Kongo ve Nil havzaları arasında yaşayan Azendelerdir. Çoğunlukla avcılık ve çiftçilik yaparlar.
Çeşitli Sudan lehçeleri konuşan daha birçok kabile mevcuttur. Bunlardan batıda, Bahr-el-Gazal’de olan Kreish, Moru ve Bongu kabileleri sayıca en kalabalık olanlarıdır.
Sudan halkının okuma-yazma oranı % 20 civârındadır. Genç nüfûsun yarısı okula devam eder. Ülkenin öğretim dili Arapçadır. Ülkede temel eğitim Kur’ân-ı kerîm öğreten okullarla yapılır. Hartum’da bir üniversiteyle Kahire Üniversitesinin bir fakültesi vardır.
Siyâsî Hayat
Sudan, demokratik bir cumhûriyet olmasına rağmen bağımsızlığından bu yana genelde darbe netîcesinde başa geçen askerî idâreler tarafından yönetilmiştir. Devlet Başkanı aynı zamanda hükümet başkanıdır. İdârî olarak 15 ile ayrılmıştır. Ayrıca güneyde yer alan üç ilin ortaklaşa mahallî bir hükümeti vardır. Ülke yönetiminde Yüksek İhtilâl Konseyi, başkana yardım eder. Sudan BM’e ve Afrika Birliği Teşkilâtı (OAU)na üyedir. Hartum ülkenin resmî başşehridir.
Ekonomi
Bugünkü Sudan ekonomisi esâsen iki büyük ekonomiye ayrılır. Bunlardan birincisi temel olarak pamuk üretimine ve ihrâcâtına dayanan modern sektör, ikincisiyse geçim veya nafaka sektörü diye adlandırılabilen tarım ve çobanlığa dayalı sektördür. Sudanlıların % 90’ı bu ikinci sektöre dâhildir.
Cezire Projesinin uygulanmasıyla Sudan’ın pamuk üretimi bir hayli artmış durumdadır. Yapılması düşünülen birçok baraj, kanal ve sulama sistemi, bayındırlık ve ulaşım sistemlerinin ihtiyacını bu projeden sağlamak yoluna gidilmektedir.
Sudan arâzisinin sâdece % 3’lük bölümü ekilidir. Halbuki daha bunun altı misli arâzi ekime müsâittir. Ülkede yetiştirilen başlıca tarım ürünleri şunlardır: Tahıl, patates, Afrika darısı, şekerkamışı, sebze, tütün, yerfıstığı, susam, mısır, hurma, pamuk, yulaf, pirinç, kahve ve süpürgedarısı.
Ülkede hayvancılık daha çok deve, keçi, koyun ve sığır üzerinedir.
Nüfûsun % 95’i pamuk üretimi, tarım ve hayvancılık üzerinde istihdam edildiği için, endüstri ve sanâyinin ekonomi üzerine tesiri çok azdır. Endüstri daha çok tarım ve hayvan ürünlerine dayandırılmıştır. Ülkenin en önemli endüstri kolları tekstil ve gıdâ maddeleridir.
Yeraltı zenginlikleri bakımından daha çok krom, altın, bakır, beyaz mika, asbestos ve demir elde edilir. Ülkenin diğer önemli gelir kaynakları orman ürünleri, özellikle mahun, balıkçılık ve turizmdir. İthâlâtı ihrâcâtının hemen hemen üç mislidir. Dışarıdan daha çok makine, petrol ürünleri, motorlu taşıtlar, gıdâ maddeleri, metaller ve çeşitli tüketim malları alır. İthâlâtın % 13’ünü İngiltere ile yapar. Diğer ithâlât yaptığı ülkelerse ABD ve Birleşik Almanya’dır. Sudan dışarıya genellikle pamuk, pamuk tohumu, sakız, yerfıstığı, susam, orman ürünleri ve çeşitli hayvan ürünleri satar. İhrâcâtının % 22’sini Suudi Arabistan’a % 13’ünü İtalya’ya ve % 10’unu Çin’e yapar.
Sudan hükümeti ülkenin ithâlât, ihrâcât, kamu faaliyetleri, ulaştırma ve haberleşme alanlarını kendi tekelinde tutmaktadır.
Ülkenin ulaşım sistemi henüz yeterli değildir. Karayollarının uzunluğu 6600 km olup % 59’u asfalttır. Demiryolları ise 4786 km uzunluğa sâhiptir. Bahr-ül-Gazal ve Beyaz Nil yıl boyunca ulaşıma elverişlidir. Ülkede târifeli sefer yapılan 10 havaalanı vardır.
On yedinci yüzyılın sonlarıyla 18. yüzyılın başlarında Türkistan’da yetişmiş olan evliyâdan. Yaşadığı bölgenin dil ve lehçesiyle söylediği güzel şiirlerinde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmıştır.
Özbek Türklerinin Hita koluna mensup olan Sûfî Allahyâr Buhâralıdır. Babası Ahmed Kulı Atalık’tır. Kette Kurgan’da doğdu. Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başladı. Zamânındaki ilim sâhiplerinden İslâmî ilimleri tahsil etti. Ehl-i sünnet îtikâdını ve Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Bir ara Buhârâ Hanlığında tamgacı yâni gümrük idâresi başkanlığı vazîfesinde bulundu. Bu sırada tasavvuf yoluna meyledip, Nakşibendiyye yolu ileri gelenlerinden Habîbullah Şeyh Nevrûz’un sohbetlerine devam etti. Tasavvufî derecelerde yükselip olgunlaştı. Daha sonra resmî vazîfesinden ayrılarak İslâm dîninin emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla meşgul oldu. Yaşadığı bölge halkının dil ve lehçesiyle şiirler söyleyerek insanlara İslâmiyeti anlattı. Halk arasında pekçok tutuldu ve şiirleri dilden dile dolaşır hâle geldi. Arapça, Farsça ve Türkçe olarak söyleyip yazdığı şiirlerinde, bölgede kendisinden önce gelip ilim yayan Ahmed Yesevî, Burhâneddîn Merginânî, İsmâil Buhârî ve Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî gibi âlim ve evliyâların yollarını anlattı.
Bu îtibarla şiirleri daha ziyâde didaktik yâni öğretici mâhiyette, tasavvufî ve ahlâkîdir. Bu hâliyle Ahmed Yesevî’nin 18. asırdaki tâkipçisi olduğu söylenebilir.
Yetiştiği bölgenin Yunus Emre’si durumunda olan Sûfî Allahyâr bütün gayretiyle gerek şiirle, gerek nesirle olsun Ehl-i sünnet inancını yaymaya ve İslâmî esasları bildirmeye çalıştı. Farsça Dîvân’ından başka, manzum Meslekü’l-Müttekîn, Murâdü’l-Ârifîn, Mahzenü’l-Mutîîn ve Sebâtü’l-Âcizîn adlı eserleri vardır. Özbek Türkçesiyle yazdığı Sebâtü’l-Âcizîn adlı eserinde, münâcât, tevhîd ve peygamberlere bilhassa Muhammed aleyhisselâma ve Eshâb-ı kirâma geniş yer vermiştir. Vasiyetlerini de bildirdiği bu eserinde emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker yaparak sevenlerine nasîhat etmiştir. Bu eserinde halka hitâb ettiği için oldukça açık ve anlaşılır bir Türkçe kullanmıştır. Şiirlerini arûz vezniyle yazmış olması ve bu vezni en iyi şekilde kullanması onun başka bir özelliğidir.
Bütünüyle alıp değerlendirilince İslâmiyete ve Türkçe’ye hizmetlerinin pek büyük olduğu ortaya çıkan Sûfî Allahyâr 1723’te Rahşvâr adlı köyde vefât etti. Bu köy daha sonra Allahyâr adıyla anıldı. Sûfî Allahyâr’ın tesiri bugün de devam etmekte olup, şiirleri elden ele, dilden dile dolaşmaktadır.
Sûfî Allahyâr’ın şiirlerinden bâzı beyitler şöyledir:
Peygamberning barı âdil ü a’del
Velîkin bâzısıdın bâzı efdal
Barınıng bihterini Mustafa’dur
Habib-i Hak nigîn-i enbiyâdur.
(Peygamberlerin hepsi âdil ve adâleti hakkıyla gözetendir. Fakat (böyle olmakla birlikte) bâzısı bâzısından üstündür. Hepsinin en üstünü Mustafa’dır ve O, Allahü teâlânın sevgilisi ve bütün peygamberlerin sonuncusu olan Hâtemü’l-enbiyâdır.)
Hâcetim oldur Hudâya pâ işim baş eyleseng
Munda tevfik onda îmânımı yoldaş eyleseng.
Elkime bir seng asâ-yı himmet ağzımga sena
Könglüme ışk âteşin salsang közüm yaş eyleseng
(Allahü teâlâdan dileğim odur ki, ayaktaki işimi başa çıkarıp, bu dünyâda tevfik, âhirette de îmânımı yoldaş eylesin. Elime himmet asâsını, ağzıma da övgüsünü versin. Gönlüme aşk ateşini salsın ve gözüm yaş eylesin)
Bizans İmparatorluğuyla İslâm devletleri arasındaki müstahkem sınır bölgelerine verilen ad. Bu bölgeler Tarsus’tan Toros Dağları boyunca Malatya’ya oradan da Fırat’a kadar uzanırdı.
Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında İslâm devletinin sınırları kuzeyde ve batıda genişledi. Sûriye ve el-Cezire fethedilince İslâm orduları Toros Dağlarına kadar dayandı. Doğu Anadolu, Erivan ve Âzerbaycan’ın fethiyle birlikte Bizansla olan sınırlar daha da genişledi. Sûriye’yi kaybeden Bizans İmparatoru huduttaki ahâlisini iç bölgelere çekti ve Müslümanların ilerlemesini engellemek için geniş bir bölgeyi boş bıraktı. Bu bölgeye askerî garnizonlar yerleştirerek, İslâm memleketlerine saldırı, yağma ve katliâmlar düzenledi. Bizans akınlarını önlemek için Müslümanlar boş bırakılan arâziye yakın bir takım küçük birlikler yerleştirip karşı hücumlarda bulundular. Zamanla Bizans karşısında müstahkem bir hudut hattı meydana getirildi. Sugûr adı verilen bu bölgede askerî üsler kuruldu.
Hazret-i Osman ve hazret-i Ali devirlerinden sonra Emevîler zamânında da tahkimat devam etti. Stratejik önemi sebebiyle bâzı geçitlerin girişlerinde bulunan Tarsus, Adana, Misis, Maraş ve Malatya’dan meydana gelen bu müstahkem yerlerdeki kuvvetler, Sûriye’deki ordugâhların en kuzeyinde bulunan Kinnesrin’e bağlı olarak faâliyet gösterdiler. Tarsus’tan başlayarak Toroslar boyunca ve Malatya’dan Fırat’a kadar uzanan Sugûr bölgesi Sugûrüş-Şâmiyye ve Sugûrü’l-Cezeriyye adıyla ikiye ayrıldı.
Abbâsîler devrinde Bizansla olan hudut bölgesi daha da uzadı. Uzayan bu hudut hattını bir ordugâhtan idâre etmek zorlaştı. Abbâsî hHalîfesi Hârûn Reşîd, hudut bölgesini el-Avâsım adıyla müstakil bir idârî bölge hâline getirdi. El-Avâsım adındaki bu yeni eyâlet Antakya mıntıkasından, güney-batıda Asi Nehri tarafına, güneydoğuda Haleb ve Menbic’e ve bunun kuzeyinde Bizans hududuna kadar her yeri içine alıyordu. İki kısma ayrılan bu bölgenin birincisi, güneydeki iç mıntıka yâni asıl el-Avâsım; ikincisi de kuzeyle kuzeydoğudaki Sugûr ve Sugûr-ul-İslâm denilen hakîkî müstahkem yerlerdi. En önemli şehri Malatya olan Sugûr bölgesinin müşterek bir merkezi bulunmuyordu. El-Avâsım eyâletinin merkezi önce Menbic, sonraları ise İslâm vâlisinin karargâhı olan Antakya oldu. İkinci derecede idâre bölgesi sayılan Sugûr arâzisi ekseriya bir vâli tarafından idâre edildi. El-Avâsım eyâletiyse tamâmen askerî teşkilâta bağlandı. Bütün mühim noktalara garnizonlar yerleştirildi ve yeniden çeşitli hudut kaleleri ve hisarlar binâ edildi. İslâm memleketlerinin çeşitli bölgelerinden getirilen askerler ve ahâli buralara yerleştirildi. Bu insanlar arasında bulunan çok sayıda ilim sâhibi kimse hem bölgenin ahâlisini yetiştirdi hem de askerleri cihâda teşvik ettiler. Adam öldürmenin insanlara eziyet etmenin bir meziyet değil, asıl işin iyilikte bulunup, doğru yolu göstermek olduğunu anlattılar.
Emevîler ve Abbâsiler devrinde İslâm dîninin yayılması ve İslâm memleketlerinin savunmasında önemli vazîfeler görmüş olan Sugûr ve Avâsım bölgesi onuncu yüzyılın sonlarında Bizans hâkimiyetine geçti. Binlerce Müslüman Bizanslılara esir oldu. Câmiler yıktırıldı. Meydanlara dökülen Kur’ân-ı kerîmler yakıldı. Mâsum insanlar hunharca katledildi. Müslüman komutanların kısır menfaat çekişmeleri ve Müslümanlar arasında bölücülük yaparak insanları birbirine düşüren Eshâb-ı kirâm düşmanı olan Bağdat’taki Büveyhîlerin ve Mısır’daki Fâtımîlerin bozguncu çalışmaları sebebiyle İslâm hâkimiyetinden çıkan Sugûr ve Avâsım bölgesinin bir kısmı yüz yıldan fazla Bizans işgâlinde kaldı. On birinci yüzyılda doğudan gelen Selçuklular Bizanslıları Malazgirt’te ve daha sonra defâlarca yendiler.
Sugûr ve Avâsım bölgeleri Müslüman Türklerin hâkimiyetine girdi. Ancak Haçlı Seferleri sırasında zaman zaman Hıristiyanlar tarafından işgâl edildi. Anadolu Selçukluları, Sûriye Selçukluları, Eyyûbîler ve Memlükler işgalci Hıristiyanlarla yüzyıllarca savaştılar.
1360 yılında gelen bir Memlük ordusu Adana ve Tarsus bölgesini zaptetti. 1375’te bölge tamâmen Müslüman hâkimiyetine geçti. Önce Memlükler ve Ramazanoğulları hâkimiyetinde kalan Sugûr ve Avâsım bölgeleri sonra Osmanlı topraklarına katıldı.
Semâvî kitapların sayfa (forma) olarak gönderilenlerine verilen isim. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma gönderdiği Tevrat, Dâvûd aleyhisselâma gönderdiği Zebur, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği İncil ve Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma gönderdiği Kur’ân-ı kerîmden başka 100 sayfa (forma) daha gönderdi. Bunlardan 10 sayfa Âdem aleyhisselâma, 50 sayfa Şit aleyhisselâma, 30 sayfa, İdrîs aleyhisselâma, 10 sayfa İbrâhim aleyhisselâma gönderildi. (Bkz. İlgili maddeler)
Suhufun kelime mânâsı “sahifeler” demektir. Fakat peygamberlere gönderilen sayfalar bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek olmayıp, “küçük kitap, risâle” demektir. Kur’ân-ı kerîm hâriç, diğer semâvî kitaplar, hepsi birden, bir defâda inmiştir.
Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma gönderdiği on suhufta; îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatlar, her gün bir vakit namaz kılmak, gusl abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, birçok sanatlar, tıp, ilâçlar, hesap, hendese (geometri) gibi şeyler bildirilmişti. İdris aleyhisselâma gönderilen otuz suhufta da fizik, kimyâ, tıp bilgileri de bildirilmiştir. Yunanlıların Hermos dedikleri kimse ve daha sonraki filozoflar, bu bilgileri İdris aleyhisselâma gönderilen kitaptan aldılar.
Mısır’daki Şiî-Fâtımî Devletine bağlı bir Arap hânedânı. 1038-1168 yılları arasında Hadramut’tan Mekke’ye kadar Yemen ve Asir bölgesine, tamâmen hâkim oldular.
Yemen, Abbâsî hilâfet merkezi olan Bağdat’a uzaklığı sebebiyle kontrolden mahrumdu. Kısa zamanda Şiîlerin, bilhassa Zeydî fırkasının merkezi hâline geldi. Bâzı bölgelerde sünnî Müslümanlar da vardı. Hânedânın kurucusu ve Suleyhîlerin lideri olan Ali bin Muhammed de, Ehl-i sünnet bir insan olan Harâz Kâdısı Muhammed bin Ali Suleyhî’nin oğlu olup çok zekî ve okumaya meraklıydı. Kendisine dost gibi yaklaşan Râfizî dâîsi Âmir bin Zehavî’ye küçük yaşta kanıp onun verdiği bozuk kitaplardan İmâmiyye fıkhını okudu. Böylece atalarının doğru yolundan ayrılıp, Fâtımîlere bağlandı. Kendisini saptıran Fâtımî dâîsi (propagandacısı) Ali bin Zehavî ölünce onun yerine geçip bölgede Şiî propagandacılığını üstlendi. Önce kendisini halka tanıtmak ve taraftar toplamak için on beş sene Yemen’den hacca giden hac kâfilelerine delillik yaptı. Babasının nüfûzundan da istifâde ederek bir hayli taraftar buldu. 1038 (H.430) senesinde Yemen’e hâkim olacak güce geldiğine kanâat getirerek, harekete geçti. Eskiden beri hâkim olduğu Harâz’ın Mesâr civârında bir kale yaptırıp, taraftarlarını burada topladı. Sonra Ya’fûrî, Ressî ve Ziyâdî kabîlelerinin Zeydî imâmlarına karşı mücâdeleye başladı. 1047’de Ressî imâmı Câfer bin İmâm-il-Kâsım ile giriştiği mücâdelede onu mağlup etti. Yena Kalesiyle Hazûr bölgesini ele geçirdi. 1048’de Ya’fûrîlerden Yahyâ bin Ebî Hâşid’i Savf köyünde mağlup ettikten sonra San’a’yı zapt etti. Bu hâdiselerden sonra Yemen, Fâtımîlerin kontrolü altına girdi. Mustansırbillah adına hutbe okunmaya başlandı.
Harekâtına devam eden Ali Suleyhî, 1060’ta Zabid, 1061’de Aden ve 1063’te Hicaz’ı işgal etti. Mekke’den Hadramut’a kadar bütün Yemen’e hâkim oldu. Ali Suleyhî, 1067’de ölünce, oğlu Ahmed, Suleyhîlerin başına geçti. Bu dönemde (1067-1084) Suleyhî hâkimiyeti en geniş hudutlarına kavuştuysa da, elde edilen yerler uzun müddet muhâfaza edilemedi. Necâhîler yeniden toplanıp, Aden’de istiklallerini kazandılar. Yemen Zeydî imâmları San’a’nın kuzeyindeki Sa’da’da kaldılar. El-Mükerrem Ahmed hükümdarlığının sonlarına doğru devlet işlerini kâbiliyetli hanımı Erva’ya bıraktı. Ahmed’in 1091’de ölümünden sonra Erva Hanım ülke idâresini tamâmen kendi elinde topladı ve 1138’de doksan iki yaşında ölünceye kadar Suleyhîlere hâkim oldu. Erva, başşehri, San’a’dan Zü-Ciblâ’ya nakletti. Suleyhîlerin sonlarına doğru iktidar Zurayilerin eline geçtiyse de, Eyyûbîlerden Turanşah’ın 1174 yılında bölgeye gelişine kadar kendilerini muhâfaza ettiler. Bununla berâber bâzı Suleyhî melikleri 12. yüzyılın sonuna kadar Yemen’deki kaleleri ellerinde tuttular.
Suleyhî Melikleri |
Tahta Geçişi |
Ali bin Muhammed |
1047 |
Mükerrem Ahmed bin Ali |
1067 |
Mükerrem el-Asgar Ali bin Ahmed |
1084 |
Mansûr Sebe’ bin Ahmed Muzaffer bin Ali (Melike Erva’nın hâkimiyetinde) |
1099-1138 |
Alm. Sultan (in f) (m), Fr. Sultan (e f) (m), İng. Sultan, sultana. İslâm devletlerinde hükümdara verilen ünvan. “Pâdişâh, hâkan, han, hükümdar” mânâlarındadır. Sultan tâbiri, Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünnî kısmına âit bir ünvandır. Kelime, Süryâniceden alınmış olup, iktidar sâhibi demektir. Daha sonraları hâkimiyet, delil ve burhan mânâsına da alınmıştır. Sultan ünvânını ilk defâ 2. asrın ilk yıllarında, Gazne’de hükümdar bulunan Mahmûd İbn-il Emir Sebüktekin kullandı.
Hilâfet, Emevî ve Abbâsî sultanlarında bulunduğundan, bunlara mecâzen halîfe, diğer büyük İslâm devletlerinin emirlerine, hükümdarlarına sultan denildi.
Sultanlık Gaznelilerden, Selçuklulara ve onlardan da Osmanlılara geçti. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye, Abbâsî hilâfet merkezini Şiî Büveyh oğullarının tahakkümü altından kurtardığından Abbâsi halifesi tarafından Karaların ve Denizlerin Sultanı ünvânı verilmişti. Haçlılara karşı kahramanca müdâfaasıyla şöhret bulan Kılıç Arslan, Sultan-ı İklim-i Rum lâkabıyla meşhurdur.
Osmanlı Sultanları, Orhan Gaziden îtibâren kitâbelerinde hep sultan tâbirini kullandılar. Sikke üzerinde ilk defâ sultan sıfatını kullanansa Birinci Murâd Handır. Emir Süleyman’ın sikkelerinde yalnız “Emir Süleyman” ibâresi görülür. ÇelebiSultan Mehmed, Sultan ve Sultan-ı Âzam, Es-Sultan-ül Melik-ül Âzam ibâresi bulunan ve Akçe-i Osmanî denilen gümüş sikkeleri kestirdi. İkinci Murâd Hanın bâzı sikkelerinde Sultan ünvânı bulunduğu gibi, halefleri de paralarında bu tâbiri bol miktarda kullanmışlardır. Sultan Çelebi Mehmed’e kadar Osmanlı pâdişâhları için resmî kayıtlarda Sultan yerine “Bey” ünvânı kullanılmıştır. Sultan kelimesi Sultan-üs-Selâtin, Sultan-ül-Mücâhidin, Sultan-ül-Guzât, Emir-ül-Kebir ünvanları gerek tâzimen, gerek umûmi sûrette pâdişâhlar hakkında kitaplara ve kitâbelere yazılmıştır.
Abbâsî Halifesi, Sofya’nın fethi üzerine Murâd Hüdâvendigâr’a yazdığı mektupta “Sultan-ül-Guzât, El-Mücâhidin” diye hitap ediyordu.
Batı dillerinde mutlak mânâda Sultan kelimesi, yalnız İstanbul’da oturan pâdişâh mânâsına gelir. Türkler ise kendi hükümdarlarına yalnız kullanırken Sultan değil, Pâdişâh derler. Sultan kelimesini ancak isimle berâber Sultan Osman, Sultan Abdülaziz şeklinde kullanır veya Murâd Han, Abdülmecîd Han derler. Yalın kelime olarak “Pâdişâh” kullanırlardı.
Pâdişâh, Türk imparatoru sıfatıyle hâkan, İslâm imparatoru sıfatıyla sultandı. Pâdişâhların kız ve erkek çocukları, anneleri ve kadınları için de isminden sonra, Hadice Turhan Sultan’da olduğu gibi sultan ünvânı kullanılırdı.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubâd tarafından Konya-Aksaray ve Kayseri- Sivas yolları üzerinde yapılan iki kervansarayın ismi.
Konya-Aksaray karayolu üzerindeki Sultan Han, Aksaray’a 33 km mesâfede, Sultanhan kasabasındadır. Mîmar Muhammed bin Havlan Dımışkî tarafından 1228-29’da tamamlanmıştır. 116 m boyu ve 4800 m2lik alanıyla Anadolu’daki Selçuklu Kervansaraylarının en büyüğüdür.
Han, boyuna dikdörtgen plânlı (49 m x 64 m) avlulu bir bölümle, bunun güneyindeki kısa kenara bitişik yine boyuna dikdörtgen plânlı (32 m x 52 m) kapalı bir bölümden meydana gelir. Sâdece doğu cephesi birkaç mazgal pencereleriyle delinmiş duvarları ve payenda kubbeleriyle kaleye benzeyen hanın cephesinin orta kısmında, zengin geometrik şekillerle bezenmiş taçkapı yer alır. İç kısımdaki avluda: Sağında süslü revak kemerleri, solunda kapı söveleri, süslü odalar ve dâireler, orta kısımda dört kemer üzerine oturtulmuş ve merdivenle çıkılan köşk mescit bulunur; güney duvarındaki taçkapıdan kapalı hol kısmına girilir. Burası dörder ayaklı sıralarla doğu-batı istikâmetinde dokuz sahına ayrılmıştır. Hâlen tam orta kısmının üstünde sekizgen kasnaklı bir kubbe yer alır. Kubbenin üstü dışarıdan sekizgen piramit biçiminde bir külahla örtülüdür. Çok îtinâlı kesme taş yapısı olan Sultan Han, daha sonraları yapılan büyük kervansaraylara her bakımdan ideal bir örnek olmuştur.
Kayseri-Sivas karayolu üzerindeki Sultan Han ise Kayseri’ye 30 km mesâfede Palas köyündedir. 1232-1236 yılları arasında yapılmıştır. Plânı Aksaray’daki Sultan Hanın plânıyla aynı olup 3900 m2lik bir alana sâhiptir. Enine dikdörtgen plânlı (44 m x 57 m) avlulu bir bölümle, bunun güneydeki kenarına bitişik, boyuna dikdörtgen plânlı (33,5 m x 43,5 m) kapalı bir bölümden meydana gelir. Mukarnaslı taçkapısı, zengin geometrik süslemeler ve iki tarafta yükselen yuvarlak yivli kuleleriyle heybetli bir görünüme sâhiptir. Beş sahınlı kışlık bölümü, 24 ayağı bağlayan sivri kemerlere oturan tonoz örtüsü, çok yüksek ve geniş orta sahnı, kürevî ayakların taşıdığı merkez kubbesiyle gösterişli bir yapıdır.
Her iki kervansarayın da, bakımsızlıktan büyük kısmı yıkık vaziyettedir.
SULTAN VELED (Bahâüddin Muhammed Veled)
On üçüncü yüzyıl mutasavvıf ve şâirlerinden. 1226’da eski ismi Lârende olan Karaman’da doğdu. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin oğludur. Annesi Gevher Hâtundur. Babası hazret-i Mevlânâ çok defâ; “Zâhir ve bâtın yönünde bana en çok benzeyen sensin.” der, onu çok severdi. 1312 (H.712) yılında Konya’da vefât etti.
Üç yaşında babasıyla birlikte Konya’ya geldi.Okuma yazmayı ve ilk bilgileri babasından öğrendi. Sonra tahsil için kardeşi Alâeddin Çelebi ile Şam’a gönderildi. Dönüşünde babasından ders almaya devam etti. Burhânüddîn Muhakkık-ı Tirmîzî’den ve Şemseddîn-i Tebrizî’den ders okudu.
Sultan Veled, evlenme çağına geldiğinde, babası ona, en çok sevdiği talebelerinden Selâhaddîn Konevî’nin kerîmesi, Fâtıma Hâtunu nikâh etti. Fâtıma Hâtun, Mevlânâ hazretlerine çok hürmet eden; sâliha, keşf ve kerâmet sâhibi bir hanımdı. Onlardan, evliyânın büyüklerinden Ulu Ârif Çelebi gibi muhterem bir zât dünyâya geldi.
Mevlânâ hazretleri vefât ettikten sonra, yerine, halife olarak büyük talebelerinden Hüsâmeddîn Çelebi geçti. Hüsâmeddîn Çelebi, 1284 senesine kadar irşâtta bulundu. Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa yaydı. Vefât edince, yerine Sultan Veled halîfe, vekili olup, bu vazifeyi üstlendi. Hayâtının sonuna kadar sünnet-i şerîfi yayıp, bid’atleri ortadan kaldırmaya çalıştı.
Amasya, Akşehir, Ilgın, Niğde, Kırşehir, Erzincan gibi yerlere halîfeler göndererek tekke ve zâviyeler açtırdı. Babasının türbesinin yapılmasına yardımcı oldu. Türbenin yanında kütüphâne, mesnevi okuyup, okutmaya mahsus yerler yaptırarak merkezî bir külliye meydana getirilmesini sağladı. Böylece başka yerlerde kurulan dergâh ve zâviyeleri bu tek merkeze bağladı. Ömrünü babasının öğretmek istediği ilmi yaymakla geçirdi.
Sultan Veled, 1312 senesinde seksen dokuz yaşında hastalandı. Hastalığı sırasında, yedi gün Konya’da zelzele oldu. Herkesin telâşa düştüğünü görünce onlara; “Üzülmeyiniz ve telâş etmeyiniz. Bu, benim vefât edeceğimin haberidir. Zâhiren aranızdan ayrılacağım, fakat bâtınen sizinle berâber olacağımdan hiç şüpheniz olmasın. Allahü teâlânın evliyâ kulları, vefât ettikleri hâlde, ruhlarıyla izin verilen her tarafı dolaşır, darda kalanlara, dost ve yakınlarına yardımda bulunur.” buyurdu. Receb ayının onuna rastlayan Cumartesi gecesi, Kelime-i şehâdet getirerek fânî hayâta vedâ etti. Babası Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin kabrinin yanına defnedildi.
Sultan Veled, eserlerini umûmiyetle Farsça yazmış, ara sıra gazel ve mesnevî şeklinde Türkçe şiirler de kaleme almıştır. Dîvân’ında 129, İbtidânâme’de 76, Rebâbnâme’de 162 Türkçe beyit vardır. Parçalar, Oğuz lehçesiyle yazılmış ilk şiirler oldukları için Türk dili yönünden kıymetli vesikalardır. Bu ahlâkî ve tasavvufî manzumelerin hepsi, edebî cihetten olduğu gibi, yapı ve ifâde bakımından da mükemmeldir.
Sultan Veled’in Farsça bir Dîvân’ı, İbtidânâme İntihânâme, Rebâbnâme isimlerinde Farça üç mesnevîsi, bir de Maârif adlı Farsça, mensur (nesir) bir eseri vardır. İbtidânâme’sinde Hazreti Mevlânâ’nın hayâtına âit bilgiler vermesi dolayısıyla Mevlânâ ve çevresi araştırmaları için en eski, en sağlam kaynaktır. Maârif’inin Türkçe tercümesi 1949’da MillîEğitim Bakanlığı tarafından neşredilmiştir.
Alm. Blaue Moschee (f), Fr. Mosquée (f), beleue, İng. Blue mosque. Türkiye’nin ve İstanbul’un altı minâreli tek câmii. Osmanlı Devletinin ihtişamını, kudretini o devrin sanattaki inceliğini, zarâfetini, tezyinâtını gösteren muhteşem bir âbidedir. İstanbul’un Haliç yüzü Osmanlı yapısı nâdide eserlerle bezenince, Boğaz’dan ve Marmara’dan gelen gemilerin karşısında görünüş ve azâmetiyle dikkatleri çekecek bir câminin yapımına karar verildi. Böylece Sultanahmed Câmii, Bizans Hipodromunun doğu kenarında, At Meydanında, Sultan Birinci Ahmed Hanın emirleriyle Başmimar Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yapılmaya başlandı.
1609 (H.1018) yılında câminin temeline ilk kazmayı bizzat Sultan Ahmed Han vurdu. Bu kazma bugün, Topkapı Sarayı Müzesindedir. Temel kazılmaya başlayınca ilk önceSultan Ahmed Han eteğiyle toprak taşıyarak:
“Ya Rab! Ahmed kulunun hizmetidir, kabul eyle...” diye duâ etti.
Osmanlı mîmârisinin şâheseri olan bu câmi, 1616’da bitirildi. Câminin ön cephesi 72 m, yanı ise 64 m’dir. Öndeki avlu da aynı ölçülerdedir. Altı minârenin üçer şerefeli olanları, câminin dört köşesinde, ikişer şerefeli ve diğerlerinden daha kısa olan ikisi ise, iç avlunun cephe duvarının iki ucundadır. Dört uzun minârenin ortasında kalan merkezî büyük kubbe 24 m çapındadır. Ayasofya kubbesi çapından 2,6 m büyüktür. Yerden tepesine kadar yüksekliği 43 metredir. Bu kubbe dört kemere, kemerler de silindirik dilimlerle süslenmiş, beş metre çapında dört büyük fil ayağı üzerine oturtulmuştur.
Câminin içi çok mâhirâne yerleştirilen 260 pencere sâyesinde ferah bir havaya bürünmüştür. Pencerelerin yerleştiriliş şeklinden dolayı büyük kubbe sanki havada asılı gibi durmaktadır. Mavi ve yeşil renkte örgülerle süslenen 21.043 parça beyaz çini, bu eşi az bulunan mâbede ayrı bir güzellik verir. Bu eşsiz zenginlikteki çinilerin hayranı olan Avrupalılar, bu sanat şâheserine Mavi Câmi adını verirler.
Câminin yazılarını devrinin büyük hat üstatlarından Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubârî yazmıştır. Bir pirinç tânesi üzerine mikroskobik yazı ile ihlâs-ı şerîf yazma başarısından dolayı“Gubârî” lâkabı verilmişti. Bu pirinç tânesi bugün Topkapı Sarayı Müzesinde muhâfaza edilmektedir.
Mihrap, hünkâr mahfeli, minber, pencere aralarındaki panolar, taç mermer işçiliği ve oymacılık sanatının şâheserleridir. En nâdir, renk renk taşlardan, kuyumcu elinden çıkmış gibi oyulan yaprak, lâle, çiçek motifleri karşısında aklın durmaması âdeta imkânsızdır.
İç avlunun zemini mermer döşeli, etrafı 26 kemerli revakla çevrilidir. Etrâfı tamâmen saran revak, yarım küre şeklindeki 30 küçük kubbeyle örtülmüştür. Dış avluya bakan duvarlarda 38 pencere vardır. İç avluya ikisi yanlardan, biri cepheden üç kapıyla girilir. Bu kapıların kanatları tunçtan yapılmıştır. İç avludaki şadırvan, altı mermer sütunlu saçak altında olup, yalnız su içmek için yapılmıştır. Abdest muslukları câminin dışındadır.
Bir külliye hâlinde yapılan Sultanahmed Câmii külliyesinde; câmi, kasr-ı hümâyun, tabhâne, imâret, medrese, mektep, dârüşşifâ, asker odaları, dükkanlar, bir sebil, Sultan Ahmed’in türbesi bulunmaktaydı.
Ayasofya’nın kütlevî ağırlığı yanında Sultanahmed Câmii; incelik, sanat ve zerâfetin yan yana geldiği Osmanlı ihtişamını temsil etmektedir.
Topkapı Sarayının, ilk kapısı Bâb-ı Hümâyun’un önündeki küçük meydanda Sultan ÜçüncüAhmed Han tarafından yaptırılan muhteşem çeşme. İslâm dîninin temizliği emretmesi, su ihtiyâcı olanlara bunun temin edilmesinin sevap olması, bilhâssa sultanlar tarafından çeşme, sebil ve hamamların yapılmasına sebep olmuştur.
Çeşme aynı zamanda, sebil olarak da yapıldığı için, Sultanahmed Çeşme ve Sebili diye anılır. Üçüncü Ahmed’in emriyle mîmârbaşı, Kayserili Mehmed Ağa tarafından 1728-1729 yıllarında yapıldı. Türk-Osmanlı sanatının şâheserlerinden biridir. Yapı genel hatlarıyla kare bir plâna sâhiptir. Karenin bir yüzünde birer çeşme, her köşesinde birer şekil bulunmaktadır. Karenin bir kenarı 10 metre olduğundan, çeşme 100 metrekarelik bir alan kaplar. Yüksekliği saçak hizâsına kadar 7,50 m, çatı tepesine kadar 11 metredir.
Lâle Devrinin en meşhur âbidelerinden olan çeşme, bağımsız yapı karakterinin bütün özelliklerini taşır. Bu devrin ünlü divan şâiri Seyyid Vehbî’nin 28 beytten meydana gelen ünlü kasîdesinin, çeşmenin mermerlerinin üzerine işlenmesi ayrı bir sanat hazînesidir. Talîk hatla büyük bir ustalıkla mermere işlenen bu kasîdenin beyitleri, Sultanahmed Câmiine bakan yüzünden başlayarak yazılmıştır. Çeşme aynaları üzerindeki kırmızı çerçeveli ve yeşil zeminli levhâlar üzerine beşer, sebiller, üzerineyse üçer beyit nakşedilmiştir. Çeşmenin Sultanahmed Câmiine bakan ön yüzündeki beyit, pâdişâhın kendi hattıyla yazılmıştır.
Târihî Sultan Ahmed’in cârî zebân-ı lûleden
Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e eyle duâ
İtalyan edebiyatçı “Edmonde Amicis” bu eserle ilgili olarak“İnsan elinin oyup işlemediği yer kalmamıştır. Zerâfet, sabır ve servetin harikasıdır. Hiç şüphesiz billûr bir fânus altında korunmaya değer. Bu eşsiz koca pırlanta ilk günü kimbilir nasıl parlıyordu. Onu bir defâ görmek, hayâlinin ölünceye kadar hâfızadan silinmemesi için yeterlidir...” demektedir.