SU AYGIRI (Hippopotamus)

Alm. Flusspferd, Nilpferd (n), Fr. Hippopotame (m), İng. Hippo. Familyası: Suaygırıgiller (Hippopotamidae). Yaşadığı yerler: Afrika’nın birçok sularında. Özellikleri: İri gövdeli, koyu gri ve kahverengi derili bir memeli. 4 ton ağırlığa varanları vardır. Hem karada hem suda yaşar. Suya dalarken burun deliklerini kapatır. Bitkiyle beslenir. Ömrü: 40 yıl kadar. Çeşitleri: İki türü kalmıştır. Su aygırı (Hippopotamus amphibius), cüce su aygırı (Choeropsis liberiensis).

Afrika’nın göl ve nehirlerinde yaşayan, çiftparmaklılar takımından, geviş getirmeyen iri gövdeli otçul bir memeli. Fıçıya benzer hantal vücûdunda bacaklar kısa, kafası kocamandır. Ayakları dört parmaklıdır. Kulakları, gözleri gâyet küçük, kuyruğu kısadır. Kılsız kalın derisi yarım ton ağırlığındadır. Ömrünün çoğunu suda geçirir. Karada dinlenirken bir ton ağırlığa varan başlarını birbirinin sırtına koyarlar. Timsah sürülerinin arasında yüzmekten çekinmez. Balinadan sonra en geniş ağızlı hayvandır. Bitki köklerini söküp kesmeye yarayan, keskin güçlü dişleri vardır. Alt çenesinde devamlı süren köpek dişlerinin uzunluğu 60 cm’yi bulur. Karada koşan bir insana yetişebilir.

Suda gâyet rahat yüzer. Kulakları, gözleri ve burun delikleri başının üst kısmındadır. Su yüzeyinde yüzerken dışarda kaldıklarından rahat nefes alır, etrafı görüp, işitebilir. Suya daldığında burun delikleri kapanır. 10-30 dakika kadar su altında kalabilir. Dipte koşabilir. Öfkeli ve cesur bir hayvandır. Bâzan küçük bot ve kayıkları devirerek insanları parçalar.

Yaşlıları yalnızlığı severse de, bâzan 6-15 bireylik gruplar meydana getirirler. Yabancı gruplarla erkekler şiddetle döğüşürler. Sudaki otları köklerinden sökerek beslendiğinden, nehirlerin bitkilerle tıkanmasını önler. Tabiatın âdeta canlı bir tarağıdır. Bâzı geceler bir su aygırı bir gecede 70 kg ot yer. Filden sonra en iri kara hayvanıdır. Kuraklığa karşı derisinden pembe renkli yağlı bir sıvı ifraz eder. Halk arasında yanlış olarak kanlı terler döktüğü söylenir. Salgılanan bu madde aynı zamanda antiseptiktir.

Yeryüzünde iki türü kalmıştır. Su aygırı(Nil su aygırı) ve cüce su aygırıdır. Su aygırı Güney Afrika’dan Sudan’a kadar olan bölgelerde yaşar. 4,5 metre uzunlukta ve 1800 kg ağırlıktadır. Bâzan 4 ton ağırlıkta olan bireylere de rastlanır. Kızdığında tehdit edici olarak esner. Eşleşme devrelerinde erkekler ölüme yol açan şiddetli kavgalar yaparlar. Yılın her mevsiminde üreyebilir. 8 aylık bir gebelik sonucu genellikle karada 50 kg ağırlıkta bir yavru dünyâya getirir. Yavrular bir yıl kadar sütle beslenir. Suda annelerinin sırtına çıkarak yol alırlar. 8-10 yılda erginleşirler.

Cüce su aygırının boyu 160 cm, ağırlığı 180 kg kadardır. Ağırlıkları 2 tona yaklaşanları da vardır. Batı Afrika’da Fildişi sâhillerinde ve Sierra Leone bölgelerinde yaşarlar. Rengi grimsi siyahtır. Diğer türden başının yuvarlaklığı ile ayrılır. Gözleri de dışarı fırlak değildir. Genellikle yalnız veya bir çift hâlinde çoğunlukla karada yaşar. Gündüzleri Liberya’nın yağmur ormanlarında uyuklayarak dinlenir. Geceleri ise yaprak ve dökülmüş meyve yiyerek beslenir. Gebelik süresi 7 aydır. Doğumda yavrusu 4 kg ağırlıkta olur.

Her iki tür de 40 yıl kadar yaşar. Afrikalılar etlerini ve yağlarını yerler. Dişlerinden gerdanlık, derisinden kalkan yaparlar. Su aygırlarının dişleri fildişi gibi işlenir. Sun’î diş yapımında kullanılır. Su aygırları, geceleri aralarında oynaşırken çıkardıkları böğürtülü sesleri çok uzaklardan duyulur.

SU CAMI

Alm. Wasserglas (n), Fr. Verre (m), soluble, İng. Waterglass. Yüzde 20 ilâ 50 arasında sodyum silikat ihtivâ eden çözelti. Sodyum silikat, silis, sodyum sülfat ve kömürden ibâret bir karışımın bir alev fırınında ısıtılmasıyla elde edilir. Bu ürünün su ile muâmelesinden 40-50 bomelik bir şurup elde edilir ki, buna su camı, sıvı cam veya çözünen cam denir.

Ticârette su camı beyaz toz hâlinde veya şurup hâlinde satılır. Su camının yoğunluğu vizkozitesi çözeltide bulunan sodyum oksit ve silisyum dioksit oranına bağlı olarak değişir. Potasyum silikat da ihtivâ eden su camı vardır.

Su camı; kâğıt ve sabun sanâyiinde dolgu maddesi olarak, yanmaz boyaların yapımında, yumurtaların saklanmasında kullanılır. Ayrıca çimentoya ve bâzı koruyucu maddelere de katılır.

SU ÇİÇEĞİ

Alm. Windpocken, Varizellen (pl.), Fr. Varicelle (f), İng. Chickenpox, Varicella. Karamuk, varicella da denilen, oldukça bulaşıcı, selim seyirli, daha ziyâde çocuklarda görülen, deri ve mukozalarda sathî, içi saydam sıvıyla dolu baloncukların husûlüyle karakterize bir hastalık. Hastalığın sebebi, varicella zoster denen bir DNA’lı virüstür. Bu virüsün bir tipi vardır, doku kültürlerinde ürer. Virüs organizmaya solunum yolundan girer. Burada ve organlarda çoğalır, kan dolaşımına karışır. Deriye ve bâzan akciğere yerleşir.

Hastalığın kuluçka dönemi 12-16 gündür. 37,5-39° ateşle başlar. 24 saat içinde pembe renkli döküntüler meydana gelir. Bu döküntüler en fazla gövdede bulunur. Kırmızı kabarıklık şeklinde başlar. Daha sonra birkaç saat içinde, içi berrak sıvı dolu baloncuk hâline geçer. Baloncuk içindeki sıvı 24-48 saatte bulanıklaşır. Üçüncü gün baloncuk ortasında göbekli bir kısım belirebilir. Sonra kurur ve kabuklanır. Koyu kahverengi pullar hâlinde dökülür ve iz bırakmaz. Târif edilen döküntü gelişim dönemlerinin her biri aynı anda görülebilir. Bu, su çiçeğinin çiçek hastalığından ayrılması için özel bir belirtidir.

Genel olarak döküntüler gün aralıklarıyla 3-4 alevlenmeyle çıkarlar. Daha sonra ateş düşer. Hastalık nâdiren yılancık ve orta kulak iltihabına dönüşebilir. Ölüm oranı % 1’den azdır. Su çiçeği virüsüyle yetişkinlerde zatürre ortaya çıkabilir.

Su çiçeği geçirende devamlı bir bağışıklık durumu ortaya çıkar ve ikinci defâ yakalanma çok nâdirdir. Teşhisi kolaydır. Alışkın olmayan bir göz çiçeğiyle karıştırılabilir. En çok 2-6 yaş olmak üzere çocuklarda salgın yapar. Kışın ve baharda fazla olan hastalık, ilk dönemlerde bulaşıcı olup, damlacıklarla veya deri temasıyla bulaşır.

Özel bir tedâvisi yoktur. Üzerine eklenen bakteri enfeksiyonlarını önlemek için antibiyotikler verilebilir. Hasta çocuklar tecrit edilir ve ancak kabuklar düştükten sonra okula devam etmelerine izin verilir.

SU KAYAĞI

(Bkz. Su Sporları)

SU MİĞFERİ (Utricularia vulgaris)

Alm. Wasserhelm (m), Fr. Utriculaire (f), İng. Bladdewort. Familyası: Lentibulariaceae. Türkiye’de yetiştiği yerler: İç Anadolu’da tatlı sularda.

Tatlı sularda yaşayan, köksüz, yaprakları iplik şeklinde parçalanmış olan ve böcek kapan küçük torbalar taşıyan, otsu bir su bitkisi. Sarı renkli, maske şeklindeki çiçekler, mayıs-ağustos ayları arasında, su yüzeyinde yükselen 10-25 cm yükseklikteki saplar ucundadır. Yapraklar ince ve ipliksidir. Yaprak parçalarından bâzısı da su böceklerini kapma vazifesi gören torbacıklar hâline gelmiştir.

Kullanıldığı yerler: Daha çok havuz ve akvaryumları süslemekte kullanılır. İdrar arttırıcı özelliktedir.

SU PİRESİ (Daphnia)

Alm. Daphnia (f), Wassergloh (m), Fr. Daphnie (f), İng. Daphnia. Familyası: Supiresigiller (Daphnidae). Yaşadığı yerler: Tatlı sularda. Özellikleri: Küt vücutlu, mikroskobik bir eklembacaklı. Dişileri 1,5 mm, erkekleri 1 mm boyundadır. Çeşitleri: Tatlı su, acı su ve denizlerde yaşayan birkaç türü vardır.

Çoğunlukla tatlı su birikintilerinde rastlanan, Kabuklular (Crustaceae) sınıfından bir eklembacaklı. Acı su ve denizlerde yaşayan türleri de vardır. Vücûdu iki kabukla örtülüdür. Karapaks denen bu parçalar birleşerek vücut sonunda bir diken meydana getirirler. Mikroskobik canlılardır.

Balıklar için önemli bir besin kaynağıdır. Kurutularak balık yemi olarak da satılır. Çatallaşmış ikinci antenlerinin şiddetli çırpınmalarıyla yüzerler. Mikroskop altında ritmik şekilde kasılan kalpleri rahatça görülür. Ayrı eşeylidirler. Erkekler dişilerden daha küçüktür. Solunum, vücut yüzeyi ve solungaçlarla yapılır. Su içindeki bakteri, paramecium, bitki ve organizma artıklarıyla beslenirler. Besinleri taraklı ayaklarıyla süzerek ağızlarına götürürler.

Partenogenezle de üreyebilirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavru üretilmesine partenogenez denir. Döllenmemiş yaz yumurtalarından hep dişi yavrular çıkar. Kış yaklaştığı sıralarda daha küçük olan erkekler de ortaya çıkar. Döllenmiş olan kış yumurtaları çok sert kabuklu olup, donmaya ve kurumaya dayanıklıdırlar. Ancak uygun su ortamlarında içlerinden yavru çıkar.

SU SAMURU (Lutra lutra)

Alm. Fischotter (f), Fr. Loutre (f), İng. Otter. Familyası: Sansargiller (Mustelidae). Yaşadığı yerler: Avrasya ve Kuzey Afrika’da ağaçlı su kenarlarında. Amerikaya mahsus türler de vardır. Özellikleri: Boyu 80, kuyruğu 45 cm’dir. Postu koyu kahverengidir. Parmak araları perdelidir. İyi yüzer. Ömrü: 12 yıl kadar. Çeşitleri: Birçok türü vardır: Avrupa su samuru, Kanada su samuru, Brezilya su samuru, Hint su samuru, tırnaksı su samuru, küçük tırnaklı su samuru, deniz samuru meşhurlarıdır.

Sansargiller familyasından, nehir ve göl kıyılarında yaşayan etçil bir memeli. Su kenarlarında kazdığı çukurlarda yaşar. Yuvası karada olmakla beraber girişi su altındandır. İçini kuru yaprak ve yosunlarla döşer. Ayrıca havalandırma deliği de bırakır.

Uzun silindirik gövdeli, yassı kafalı, uzun bıyıklı, küçük kulaklıdır. Ayakları kısa, beş parmaklı ve kısmen perdelidir. Çoğunun rengi koyu kahverengidir. Su geçirmeyen sık tüylü postları kürkçülükte kıymetlidir. Suda ustalıkla yüzer. Balık, kurbağa avlar. Kuş, yumurta ve fâre de yerler. Özel eğitilmiş köpeklerle avlanır. Suya dalarken burun ve kulak deliklerini kapatır. Yassı kuyruğunu dümen olarak kullanır. Kuyrukla berâber 1,5 metre boy ve 15 kg ağırlıkta olanları vardır. Kuyruk altı bezlerinde yağlı ve kokulu bir madde ifraz eder.

Su samurlarının çok çeşitleri varsa da aralarındaki fark çok azdır. Bâzı ülkelerde balıkçılar tarafından ehlileştirilerek balık avında kullanılır. Çoğunlukla yalnız dolaşır ve gece avlanır. Oynamayı ve suda sırt üstü yüzmeyi çok sever.

Amerika’nın kuzey okyanus kıyılarında yaşayan deniz samurunun (Lutax lutris) derisi gâyet makbul ve kıymetlidir. Çok avlandığından nesli tükenme tehlikesi geçirmektedir. Kânunlarla korunmaya çalışılmaktadır. Gerçek bir su hayvanıdır. Suda yavrular, suda uyur ve suda beslenir. Karaya seyrek çıkar. Uzunluğu 120 ve kuyruğu 30 cm’dir. Ağırlığı 40 kg’ı bulur. Kıymetli kürkü koyu boz renktedir. Çoğunlukla deniz kestânesi, midye, istiridye, mürekkepbalığı ve salyangozlarla beslenir. Rahatça 30 metre derine dalar. Suyun yüzüne çıkınca sırtüstü yatarak avını midesinin üstüne koyar. Göğsüne yerleştirdiği yassı bir taşa vurarak kabuklarını kırar. Araç kullanabilen nâdir hayvanlardandır.

Her yıl tek bir yavru yavrular. Sırt üstü yüzerken yavrusunu emzirir. Avlanacağı zaman yavruyu yosunlar arasında gizler.

SU SPORLARI

Alm. Wassersportarten (m. pl.), Fr. Sports (m. pl.) nautiques, İng. Aquatic sports. Açık denizde, havuzda, nehir ve göllerde değişik gâyelerle yapılan sporlara verilen isim. Su sporları genelde su üzerinde ve su altında yapılanlar olmak üzere, iki ayrı grupta incelenirler. Su üzerinde, yüzme, su kayağı, su topu, yelken, kürek, yatçılık, sörf gibi sporlar yapılır. Su altında da birçok değişik şekilde spor yapma imkânı olmakla berâber, bu tür sporların en mühimleri dalıcılık ve denizaltı avcılığıdır.

Yüzme: Su sporlarının en eskisi ve en önemlisidir. İnsanlığın yaratılışından beri mevcut olduğu söylenebilir. Açık deniz yüzücülüğü, havuz yüzücülüğü gibi türleri vardır. (Bkz. Yüzme)

Su topu: 30x20x1,80 m boyutlarındaki havuzlarda, 450 gramlık toplarla, yedişer kişilik takımlar arasında oynanır. Kaleler 300x90 cm ebâdındadır. Topu alan oyuncu 35 sn’de topu savurmak mecburiyetindedir. Oyun, beşer dakikalık dört devreden müteşekkildir. Devreler arası iki dakika mola verilir Oyuncular darbelerden korunmak için başlık giyerler. Su topu, sporlar arasında sertlik bakımından rugby’den sonra gelir.

Kürek: Eller vâsıtasıyla kürekleri suda hareket ettirerek teknenin yürütülmesini gâye edinen bir su sporudur. Târih boyunca, kürek çekme işinden ulaşım sahasında faydalanılmış. İlk kürek yarışı ise Ağustos 1716’da İngiltere’de Thames Nehri üzerinde yapılmıştır. Günümüzde her sene dünyânın birçok yerinde kürek müsâbakaları yapılmaktadır. Kürek sporu yer bakımından her türlü suda yapılmaya müsâittir. Bu spor dalında umûmiyetle “gigbot, yarış gigbotu, skif” gibi üç tip tekne kullanılır. Kürekler de esnek “Kanada” veya “Balkan” lâdinlerinden yapılır. Kürekçiler birden fazla ise teknenin dengesi sağlanmalıdır. Aksi taktirde tekne yürümez.

Sekiz kişilik bir takımda bulunan sporcular ve en münasip ağırlıkları şöyledir: Hamlacı (75 kg), yedi numara (80 kg), altı numara (83 kg), beş numara ve dört numara (83 kg), iki numara (77 kg) ve provacı (72 kg). Bunların arasında en mühim vazifeyi en arkadaki hamlacı, hızı, yönü, sâbit tutarak yapar. Yarış sırasında tek, çift, dörtlü veya sekizli takımların tekneleri belirli bir mesâfeyi (Erkekler için 2 km) aşmak mecburiyetindedirler. Yarış yapılan kanal vs. en az 15 m genişliğinde olmalıdır.

Kürekçiliğin diğer bir çeşidi de, çıkıntılı ırmaklarda yapılan kano sporudur. Genellikle çok hızlı akan ve kayalarla dolu olan bir suda elindeki küreği kullanarak yönünü tâyin etmeye çalışan sporcu, kendini büyük bir tehlikeye atmaktadır. Kano sporu daha çok ABD ve Kanada’da yapılmaktadır.

Su kayağı: Bu spor dalında, sporcu su üzerinde kalmaya elverişli kayakları giyer ve bir motor tarafından çekilir. Uygun bir su kayağı 175 cm uzunluğunda, 17 cm genişliğinde ve sertçe olmalıdır. Sporcu ile motor arasının 23 m olması en münâsip uzaklıktır. Kayakçının tuttuğu ipin bir ucu motorun arkasına, bir ucu da eli tahriş etmeyecek şekilde yapılmış plâstik kaplı bir tahtaya bağlanır.

Su kayağı yarışmaları üç ayrı stilde yapılır. Atlama yarışında 1,83 m yüksekliğinde sehpa aşıldıktan sonra, hız müsâbakası yapılır. Slalom dalında yarışçı manevra esnâsında arkasında kendisinin 3-4 katı büyük su sütunları teşkil etmeye çalışır. “En iyi kayış”ta ise değişik ve göze hoş görünen figürler meydana getirilir.

Sörf: “Sörf yapma” veya “Sörfe binme” olarak adlandırılan bu spor, esas olarak tahta üzerinde dalga hareketlerinden faydalanarak ilerlemeyi gâye edinir. Geçmişi 18. yüzyıla kadar uzanır. Günümüzde en çok ABD, Güney Afrika, Peru, Avustralya, Fransa, Meksika, İngiltere gibi büyük dalgaların görüldüğü devletlerde çok yayılmıştır. Sörf yapmak için 2,5-2,8 m uzunluğunda, 10-12,5 kg’lık tahtalar kullanılır. Herhangi bir vâsıtayla kıyıdan uzaklaşıldıktan sonra, en az 1 m en çok 6 m yüksekliğindeki dalgalara “binilerek” kıyıya yaklaşılmaya çalışılır. Sporcunun en mühim vazifesi dengesini kaybetmemektir. Sörfü, tahta üzerinde ayakta durarak, yüzü koyun yatarak yapmak mümkündür. Küçük bir yelkene bağlanarak hareket eden sörfler de vardır.

Yelkencilik: Yelkencilik de aynı kürek sporu gibi asırlarca ulaşım için kullanılmış, teknolojinin ilerlemesi ve hayâtın hızlanmasıyla bir spor ve zevk vâsıtası haline gelmiştir. Günümüzde Akdeniz gibi daha çok dalgası az, yumuşak rüzgârlı denizlerde yapılır.

Bir yarış sporudur. 8-12 kişinin idâre ettiği yelkenli tekneler rüzgârı en iyi şekilde kullanarak finişe en önce varmaya çalışırlar. Yarış sırasında 15-30 km’lik yol üzerinde pupa (rüzgârı arkadan alma), tramola (dönüş), kavança (rüzgârı omurgadan alma) gibi seyir usülleri denenir. Yelkencilik, ufak ihmâllerin ve bağımsızlığın genelde kötü neticelenmesi yüzünden, tehlikeli sporlar arasında ilk sıralarda yer alır.

Çocukların 6-16 yaş arasında kullandıkları küçük yelkenliler de bu sporun diğer bir çeşidini meydana getirir. Optimist denilen bu tekneler çok dengelidir. Korunma tedbirleri alındığı taktirde 2,30 m x 1,10 m ebâdındaki böyle bir teknede kaza olması çok zordur.

Yatçılık: Yatçılık genellikle zevk için yapılan bir spordur. Bu spor seyir ve yarış olarak iki ayrı grupta incelenir. Seyir türünde umûmiyetle büyük deniz, okyanuslar aşılmaya çalışılır veya kıyılar gezilir. Yarışta ise kurallar yelken sporu gibidir. Yatlar yelkenlilerden daha ağır ve motorlu olduklarından, yatçılığın spor olarak riski azdır.

Dalıcılık: Tarihi çok eski olup, hiçbir âlet kulanılmadan yapılır. Spor olarak da mâzisi 1700-1800’lere dayanır. Günümüzde ise soğuk geçirmeyen, oksijen tüplü elbiselerle denizaltında yüzme, akıntıya mukâvemet gibi konularda yarışılır. Ayrıca deniz altından taş, midye vs. toplanabilir. Dalgıç bunları yaparken su altı maskesi, regülatör, hava tüpü, kauçuk elbise, ağırlık kemeri, saat, pusula, derinlik ölçer ve palet kullanır.

Denizaltı avcılığı: Dalıcılığın ileri bir şeklidir. Teknik yönü ve techizât da dalıcılık gibidir. Tek başına zevk için avcılık yapılabildiği gibi yarışmalar da düzenlenebilir. Böyle yarışmalarda, zıpkın ve fileden birisini kullanarak en kısa zamanda belli sayıda balık tutmaya veya en büyük balığı yakalamaya çalışılır. Dalıcılıktan daha tehlikeli olduğundan, kama taşımak ve çift tüp kullanmak iyi olur.

SU TERÂZİSİ

Alm. Wasserwaage (f), Fr. Niveau (m) d’eau, İng. Water-level. Yataylığı temin etmekte kullanılan bir kontrol âleti. En çok sudan istifâde edilerek yapıldığı için bu adı almıştır.

İlk olarak Mısırlıların kullandığı ve Müslümanların geliştirdiği A biçimindeki su terâzisinde tepe noktasından sarkıtılan şakül ipinin A’nın bacaklarını bitiştiren yatay hattın tam ortasındaki markayla çalışması, A’nın oturduğu düzlemin tam yatay olduğunu gösteriyordu.

1630 senesinde İtalyan astronomu G. Riccioli, iki cam tüpten dirseği bir hortumla birleştirerek ilk su terâzisini yapmıştır. Cam tüplerdeki su seviyesinin aynı olması, su terâzisinin yatay durduğunu gösteriyordu.

Bunu, bir cam tüp içinde konulan su ile yapılan su terâzisi tâkip etti. Tüp içindeki suyun üstünde bulunan hava kabarcığı tüpün tam ortasında durduğu vakit, su terâzisi yatay konuma gelmiştir. Hava kabarcıklı su terâzilerinin çok çeşitli maksatlara göre türleri de yapılmıştır. Su terâzileri yatay, dik ve kırk beş derece açıları gösterecek şekilde üç ayrı kabarcıklı su tüpünün karışımı şeklinde de yapılmıştır. En mükemmel su terâzisi klinometre (meyilölçer) adı verilenidir. Klinometrede düzlemin her yöndeki meyli açı olarak ölçülebilir. Hava kabarcığı sıfır değerine getirilerek klinometre, basit su terâzisi olarak kullanılabilir.

SU TOPU

(Bkz. Su Sporları)

SUAD HAYRİ ÜRGÜPLÜ

Türk devlet ve siyâset adamı. 1903’te Şam’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve İstanbul Hukuk Mektebini (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini) bitirdi (1926). İstiklâl Savaşından sonra kurulan Türk-Yunan Ahâli Mübâdelesi Hakem Mahkemesinde tercümanlık yaptı. 1929 yılında İstanbul Ticâret Mahkemesinde hâkim olarak vazifelendirildi. Bu vazifeye devam ederken 1939 senesinde Kayseri milletvekilliğine seçildi. 1943 seçimlerinde tekrar Kayseri milletvekili olarak TBMM’ye giren Suad Hayri Ürgüplü, Mart 1943’te kurulan İkinci Rüşdü Saraçoğlu hükûmetinde gümrük ve tekel bakanı olarak vazife aldı. Şubat 1946’da bu vazifesinden istifâ etti. Bir kahve yolsuzluğu sebebiyle Yüce Divanda yargılandıysa da aklandı. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti (DP) listesinden bağımsız Kayseri milletvekili seçildi. Avrupa Konseyi Danışma Meclisinde Türk heyeti başkanlığı, Meclis grup başkanlığı, TBMM ikinci başkanlığı yaptı. Milletvekilliğinden ayrılarak 1952’de Bonn, 1955’te Londra, 1957’de Washington, 1960’ta Madrid büyükelçiliklerinde bulundu.

1961 seçimlerinde Adâlet Partisi (AP) listesinden bağımsız Kayseri Senatörü seçildi. 1961-63 seneleri arasında Cumhûriyet Senatosu başkanlığı yaptı. İsmet İnönü başkanlığındaki koalisyon hükûmetinin düşmesi üzerine Cumhurbaşkanı Cemâl Gürsel tarafından partilerüstü bir hükûmet kurmakla vazifelendirildi. Adâlet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), Cumhûriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve Millet Partisi (MP) milletvekillerinden meydana gelen bir hükûmet kurdu.

Şubat 1965’te kurulan bu hükûmetin başkanlığını Ekim 1965’e kadar sürdürdü. 1965 sonbaharında yapılan genel seçimlerde AP’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından senatörlük süresi dolduğu için 1966’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörlüğüne tâyin edildi. 1966-1972 seneleri arasında kontenjan senatörlüğü yapan Suad Hayri Ürgüplü, 1972’de İkinci Nihad Erim hükûmetinin düşmesinden sonra, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından hükûmeti kurmakla vazifelendirildi. Fakat kabîneye almak istediği bakanlar konusunda Sunay’la anlaşamayarak görevi iâde etti. Aynı yıl senato üyeliği süresi dolduktan sonra siyâsî hayattan çekildi. 26 Aralık 1981’de İstanbul’da öldü.

SUBAŞI

Türk-İslâm devletlerinde askerî bir ünvan. Subaşı, Büyük Selçuklularda çok önemli bir ünvân olup, başkomutan yardımcısı, vekili olarak başkomutanlığı üstlenen kişi bu ünvânla anılırdı. Türkiye Selçuklularında timarlı sipâhînin mühim vilâyet merkezlerindeki kumandanlarına subaşı denilirdi. Bunlar vilâyet merkezlerinde bulunup hem o mıntıkaların emniyet ve âsâyişiyle meşgûl olurlar ve hem de muhârebe zamanında kazâ, nâhiye ve köylerdeki timarlı sipâhîye kumanda ederlerdi.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda subaşılık kâdılıktan sonra gelen bir makamdı. Osman Gâzi, Karahisar’ı fethettikten sonra kardeşi Gündüz Beyi subaşı olarak atayarak, şehrin îmârıyla vazîfelendirmişti. Devletin hudutlarının genişlemesiyle subaşılar büyük merkezlerin idârecisi olarak önem kazandılar. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca, Süleymân Beyi şehre subaşı tâyin etti. Onun vazifesi şehrin tâmir ve îmâr işleriyle ilgilenmekti. Yine Fâtih döneminde subaşılık mîrî subaşı (şehir subaşısı) ve timar subaşısı olarak ikiye ayrıldı. Mîrî subaşılar, gündüzleri kol gezerek çarşı pazar, mahalle aralarının temizliğine bakar, bozulmuş kaldırımların tâmiri, oturulamayacak binâların yıktırılarak yaptırılması için mîmârbaşıya haber verirdi. Ayrıca geceleri teftiş ve arama çalışmaları da yapardı. Kâdının verdiği hükümlerin infazı da subaşıya âitti.

Timar subaşısı ise sancak beyinin yardımcısı olarak sancak merkezine bağlı kazâ ve nâhiyelerde görev yapardı. Timar subaşılarına geçimlerini karşılamak üzere dirlik verilir ve bunlar öteki timarlı sipâhîlerin her türlü haklarından da faydalanırlardı.

Kendine has giyimi ile diğer vazîfelilerden ayrılan subaşı, sırtına sarı çuhadan biniş, ayağına mavi şalvar, başına beyaz tülbentten yapılmış başlık ve ayağına sarı yemeni giyerdi.

SUCUK

Alm. Wurst (f), Fr. Saucisse (f), İng. Sausage. Kıyılıp içine baharat katılarak yoğrulan etin, kurutulmuş sığır ince barsağına doldurulmasıyla yapılan bir çeşit yiyecek. Dünyâ standartlarında sucuk; “Kuru ve yarı kuru fermente bir sosistir.” şeklinde târif edilir. Gerçekten de sucuk lâktik asit (süt asidi) bakterilerince olgunlaştırılan bir et mâmülüdür. Sucuk yapımında manda ve sığır eti kullanılır. Bunların içine bâzan koyun eti de katılır. Lezzet ve görünümün düzeltilmesi için kuyruk yağı da ilâve edilir.

İstanbul tipi 20 kg sucuk için gerekli malzeme: 20 kg sığır eti, 2 kg koyun kuyruk yağı, 140 gr kimyon, 10 gr tarçın, 10 gr zencefil, 1 gr nitrat veya nitrit, 10 gr yenibahar, 200 gr sarmısak. Bu malzeme et ve yağ karışımına katıldıktan sonra iyice karıştırılır ve yoğrulur. 10-12 saat kadar dinlendirilir. Sonra sığır ince barsağı veya sentetik kılıfa doldurulur ve uygun aralıklarla sicimle boğularak sıkıca bağlanır, kurutulur. Sucuğa karakteristik tadını veren baharat kimyondur. Ayrıca lâktik asit de bu tatta tesirlidir. Türkiye’de yapılan sucuklara lâktik asit bakterileri kültürü katılmamakta, sucuk yapımında kullanılan malzemeden ve havadan bu madde kendiliğinden tesâdüfen bulaşmaktadır. Sucuğun formülü standart olmayıp bölge halkı isteklerine göre değişir.

Avrupa ve diğer memleketlerde bizdeki sucuğa benzeyen yiyecekler yapılmaktadır.

Sucuk çeşitleri: Pişmiş sucuklar, pişmemiş (çiğ sucuklar), yumuşak sucuklar, nebati sucuklar, jelatin sucuklar.

Anadolu’da pekmez şırası ve cevizden yapılan içli pestillere de cevizli sucuk adı verilir. Bunları yapmak için: Cevizler ayıklanarak ikiye bölünür ve iplere dizilir. Tek veya çift dizi hâlinde sopaya bağlanır. Hazırlanan üzüm pestili bulamacına batırılıp çıkarılır. Güneşte kurutulduktan sonra, tekrar bulamaca batırılır. Eğer kalın sucuk yapılmak isteniyorsa bulamaca batırma işlemine devam edilir veya özel kalıplara ceviz ve üzüm pestil bulamacı dökülür.

SUÇ

Alm. Schuld (f), Vergehen, Delikt (n), Sunde (f), Fr. Faute (f), Delit (m), Péché (m), İng. Fault, Crime, Sin. Hukuk nizâmı içinde, cezâlandırılmış fiil, hareket; ahlâka ve dîne aykırı davranış. Hukûkun bir târifi de, “adâlete hâdim bir beşerî hayat nizâmı” şeklindedir. Cemiyetle hukuk birbirinin ayrılmaz parçası olduğundan, hukuksuz beşerî hayat tasavvur edilemez. Suç; adâlete, dolayısıyle cemiyete yönelmiş bir sosyal tehlikedir. Hukuk düzeni; bu tehlikenin önüne geçmek için suç, tehlike olarak nitelendirilen fiillere müeyyide uygular, cezâlandırır.

Sâdece hukuk değil, hukûkun kaynaklarından olan örf ve ahlâka aykırı olan fiiller de suçtur. Ancak şu farkı belirtmek gerekir. Hukuk, insanların ictimâî, müşterek hayâtını hâricen tanzim eden, zorlayıcı kurallardır. Buna karşılık örf, ilgililerin arzu ve ihtiyaçlarına terk edilmiş konvansiyonel (uyuşmaya dayanan) bir nizamdır. Fakat örfün de tesirli bâzı zorlayıcı vâsıtaları vardır. Meselâ, efkârı umûmîyenin (kamuoyunun) bir şeyi boykot etmesi gibi.

Ahlâkî kıymet hükmünün hakîkî hâkimiyet sahası ise insan rûhudur, iç âlemidir. Çocuğun ıslah evine kapatılarak özel bir ihtimâma tâbi tutulması, onun iç âleminin çığırından çıkmış olması sebebiyledir. Buradan anlaşılıyor ki, hukukun dışa dönüklüğü karşısında ahlâk daha ziyâde içe dönüktür. Günümüz hukukçuları arasında revaçta olan görüşe göre, cemiyetin teşekkülünde rol oynayan en önemli faktör suç ve cezâlardır. Bu görüşe göre insanlar, suçu cezâlandırma yetkisinin fertler üstü bir kuvvete (devlete) verilmesi için aralarında bir sosyal ve siyâsî sözleşme yaparak cemiyeti kurmuşlar, böylece ferdî hayattan ictimâî hayâta geçmişlerdir.

Fakat bu görüş bir teoriden ibâret kalmakta ve ispat edilememektedir. Zîrâ bahsedilen bu sosyal sözleşmenin ne zaman, kimler tarafından ve nasıl hazırlandığı, hükümlerinin tam olarak ne olduğu bir meçhuldür. Çünkü her şey faraziyeye dayandırılmaktadır. Bu görüştekilerin en fazla savunabildikleri şey, kendisini hedef alan suçun fâilini, mağdurun bizzat kendisinin cezâlandırmaya kalkmasının işlenen suç kadar tehlikeli olduğudur. Zîrâ öfkeye kapılan mağdurun, suçun sınırlarını çok aşan bir cezâlandırmaya kalkışacağı kat’idir. İşte bu sebeple de suçun cezâsı, mağdurdan gayri bir merci tarafından verilmelidir. Bu öyle bir merci olmalı ki, kimse yetkisine ve dürüstlüğüne itiraz etmesin. Bu sebeple de bu mercinin fertler üstü olması lâzımdır. Bu merci devlettir.

İlâhî dinlere göre bu görüşler bir kıymet ifâde etmemektedir. İnsanları yeryüzünün hâkimi kılan Allahü teâlâ, onları cemiyet hâlinde yaratmıştır. Bu cemiyetin hayat tarzını da yine O vâz etmiştir. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselama vahiy yoluyla insanların saadetleri için uymaları zarûrî olan kânunları, bildirmiştir. Zâten dînin târifi de buradan anlaşılmaktadır. Din: “Allahü teâlâ tarafından vâz edilmiş ilâhî bir kânundur.” O halde insanlar herhangi bir sosyal ve siyâsî sözleşmeyle cemiyeti ve hukûku teşkil etmemiştir. İnsanlar doğdukları andan îtibâren kendilerini cemiyetin içinde bulmuşlardır. İlâhî dinlerin hukuk nizâmında, suç ve cezâ Allahü teâlâ tarafından vâz edilmiştir. Resûllerin (şeriat sâhibi peygamberlerin) getirdikleri dinler, insanlar tarafından tahrif edilinceye kadar bunlarda bir değişiklik olmamıştır.

Bu hukuk nizamlarında insanlar herhangi bir suç ve cezâyı kendiliklerinden ortaya çıkarmamışlardır. Her hükmün kaynağı ilâhîdir. En son ve en mükemmel din olan dînimizde de on dört asırdan bu yana suç ve cezâ hükümlerinde bir değişiklik olmamıştır. Şer’î hâkim olan kâdılar, verdikleri her hükümde, “Edille-i şer’iyye-Şer’î delillere (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas-ı fukahâ), titizlikle riâyet etmişlerdir. Bu sebeple de adâleti sağlamada başarıya ulaşmışlardır.

İlâhî dinlere hakkıyla inanan insanlar, işledikleri suçlara karşılık maddî cezâdan başka, âhirette de mânevî cezâ göreceklerini düşünerek, dînin hükümlerine uymak için bütün gayretiyle çalışırlar. Yine Müslümanlar, dünyâda başlarına gelen dert, belâ ve sıkıntıların bir sebebinin de işledikleri kabahat ve suçlar olduğuna inanırlar. “Etme kulum bulursun” düstûruyla “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” atasözü bu inanışın ifâdesidir.

İnsanlık târihinde ilk suçlu, kardeşi Hâbil’i öldüren Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil’dir. Bunun cezâsını da yine Allahü teâlâ vermiştir. Ona ilk önce ahlâkî terbiye olan vicdan azâbını çektirmiş, daha sonra da âsiliğinin karşılığı olarak ebedî (sonsuz) âzâba uğratmıştır.

Târihte İlâhî dinlerin hukuk nizâmından sapan insanlar, bu hükümleri kendi akıllarına göre değiştirerek beşerî nizamlar kurmaya çalışmış, adâleti sağlayamayınca da meselenin teorisiyle pratiğini (nazarî, amelî tarafını) ayırmak zorunda kalmış ve var olan hukukla olması lâzım gelen hukuk (ideal hukuk) gibi bir düalite (ikilik) ortaya atmışlardır. Bu meyanda da kontrolü elden kaçırmış olduklarından, her topluluk (kavim) kendine göre bir yol tutturmuş ve sınırsız hukuk sistemleri doğmuştur. Dolayısıyle de her hukuk nizâmının suç ve onun karşılığı olan cezâ anlayışı farklı olmuştur. Meselâ, eski Isparta Devletinde yakalanmamak şartıyla hırsızlık yapmak suç sayılmıyordu. Yakalanmak bir beceriksizlik kabul edilerek cezâlandırılıyordu.

Teknolojiyle birlikte yeni suç çeşitleri meydana çıkmıştır. Bâzı hukuklarda cezâ hukûkuyla ahlâk ve din kuralları içiçedir. Günümüz lâik devletlerindeyse cezâ hukuku müstakil olmuştur. Ancak yine de ahlâk ve dînin kuralları cezâ hukûkuna yansımıştır. Günümüz hukûku anlayışında, suçla bozulan barış ve sükûnun devamlı olarak sağlanması şu iki esâsın aynı zamanda gözetilmesi ile mümkündür:

1. Cezâ ve meniyet tedbirleri yalnız başlarına suçları önlemek ve sayılarını azaltmak için yeterli değildir. Yapılacak şey, kriminolojik araştırmalar yoluyla suç doğurucu faktörleri keşfetmek ve bunları uygun bir tedbirle ve icraat mekanizmasıyla ortadan kaldırmaktır.

2. Cezâ, suça ve suçluya karşı, toplumun ve devletin beğenmediğini belirtmesi îtibâriyle lüzumlu ve faydalıdır. Ancak cezâda sâdece bir ızdırap verme fonksiyonunu görmek ve yalnızca bunu aramak hatâdır. Cezâ, ödetici maksadın yanında, yapıcı gâyeler tâkip ettiği takdirde, gerçek anlamıyla, sosyal barış ve sükûnu sürekli sağlayabilecek bir biçim almış olur.

Günümüz Türk hukûkunda suç: Türk hukûkunda suç şu şekilde târif edilmiştir: İsnat yeteneğinde olan bir kişinin kusurlu irâdesinin meydana getirdiği icrâî veya ihmâlî bir hareketin sonucu olan, kânunda yazılı tipe uygun, hukûka aykırı ve müeyyide olarak bir cezânın uygulanmasını gerektiren fiil. Suçu, diğer hukûka aykırı fiillerden ayıran, bir fiili suç hâline sokan şeylere suçun unsurları denir. Bir hareketin suç sayılması için şu unsurların bulunması gerekir:

1. Kânûnîlik: Bir fiilin suç olabilmesi için, kânunun açıkça bu fiili suç olarak nitelendirmesi gerekir. Nitekim, Türk Cezâ Kânunu madde 1’de: “Kânunun açık olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye cezâ verilemez.” hükmü konmuştur. 1982 Anayasasının 38. maddesinde şu şekilde geçmiştir: “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kânunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezâlandırılamaz.”

2. Hukûka aykırılık: Cezâyı gerektiren bir fiilin yürürlükteki hukuk tarafından meşru sayılmamasıdır. Şu hallerde hukûka aykırılık yoksa, cezâ verilmez:

a) Hakkın icrâsı: Hakkın icrâsı sonucu teşekkül eden suç, hukûka uygun olduğu için cezâ görmez. Misâl: Anne babanın çocuğu üzerinde tedip hakkı vardır. Doktorların tıbbî müdâhaleleri sonucu uzuv kesme veya ölüm olsa, ilmî usüllere uyulmuşsa suç yoktur.

b) Mağdurun rızâsı: Bâzı suçların cezâlandırılmasında mağdurun rızâsı önemli rol oynamaktadır. Hakâret suçunda mağdurun rızâsı hukuka aykırılığı dolayısiyle suçu kaldırır.

c) Vazifenin ifası: Kânunen yapmakla yükümlü olduğu bir fiili işleyen kimse, fiil bir suç teşkil etse bile, hukuka aykırılık söz konusu olmadığından cezâlandırılamaz.

d) Meşrû müdâfaa: Hayâta, mala, ırz ve nâmusa yapılan haksız tecâvüzlere karşı savunma meşrûdur. Meşrû müdâfaa için, haksız bir tecâvüz olmalı, başka türlü tecâvüzü def etmek imkânı bulunmamalı, müdâfaa tecâvüzün sınırlarını aşmamalı, tecâvüz hâlen mevcut olmalıdır. Bu şartlarda kendisinin veya başkasının can, mal, ırz ve nâmusu için mütecâvize karşı suç işleyene bir şey gerekmez.

e) Izdırar hali: Zor durumda kalmak demektir. Suçu ortadan kaldırır. Bunun için zarûretin başka yolla giderilmesi imkânı bulunmamalı, ölüm tehlikesi bulunmalı, zarûret miktarını aşmamalı, başkasını muztar hâle sokmamalı, başkasının helâkine sebep olmamalıdır.

3. Maddî unsur: Toplumda, suça konu olan şeyde değişiklik yapan veya değişikliğin meydana gelmesine yol açan bir hareketin olmasıdır. Bu hareket yapma şeklinde olduğu gibi, yapmama, yâni ihmâl sûretiyle de olabilir. Maddî unsurda, suça yönelik bir hareket, bir netice ve hareketle netice arasında illiyet bağı olmalıdır. Yâni suç olabilmesi için ortada kânûnî târife uygun ve hukûka aykırı bir hareket olmalı. Bu hareket sonucu bir netice meydana gelmelidir.

4. Mânevî unsur: Suçun hâsıl olması için, yukarıda geçen unsurlar yeterli değildir. Fiilin irâdî olması gerekir. Yâni hareketin sonucu doğuracak şekilde ve bu kasıtla, bilerek isteyerek yapılmış olması gerekir. Buna mânevî unsur denir. Mânevî unsurun var sayılabilmesi için fâilin kusurlu bir şekilde hareket etmeye ehil olması, ikinci olarak da, söz konusu olayda kusurlu bir şekilde hareket etmiş olması gerekir. Birinciye isnad kâbiliyeti, ikinciye kusurluluk denir. 11 yaşından küçük olan veya akıl hastası olanda isnat kâbiliyeti olmadığı için bunlara cezâ verilmez.

Cezâ kânununda geçen suçlar, haksız fiil ve disiplin suçlarından farklıdır. Hukûka aykırı bir fiile uygulanan müeyyide cezâ ise, bu fiil suçtur. Müeyyide eski duruma getirme, zararın ödenmesi hukûkî nitelikteyse haksız fiil söz konusudur. Suçlar geneldir. Yâni suçu herhangi bir kimse işleyebilir. Disiplin suçları ise, yalnız belli bir sıfatı, mesleği olan kimselerce işlenebilir.

Suçları çeşitli açılardan değişik tasniflere tâbi tutmak mümkündür. Ancak bütün bu ayırımların başında suçları ağırlıklarına göre ayırmak mecburiyeti vardır. Bütün memleketlerde cezâ kânunları böyle bir ayırıma gitmiştir. Türk Cezâ Kânunu, 1. maddesinde suçları ağırlıklarına göre “cürüm ve kabahat” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Cürümlere mahsus cezâlar; îdam, ağır hapis, ağır para cezâsı ve kamu hizmetlerinden yasaklanmadır. Kabahatlerin cezâlarıysa, hafif para cezâsı, hafif hapis, belli bir meslek veya sanatın tâtilidir.

Cürüm meydana gelmesi için fâilin kastı aranırken, kabahat için ihmâl ve dikkatsizlik de yeterli sayılmıştır. Bu cürümler: Devletin şahsiyetine karşı cürümler (TCK, 125-173), Hürriyet aleyhine işlenen cürümler (174-201), Devlet aleyhine işlenen cürümler (202-281), Adliye aleyhine işlenen cürümler (282-310), Ammenin nizamı aleyhine işlenen cürümler (311-315), Ammenin selâmeti aleyhine işlenen cürümler (369-413), Âdâbı umumiye ve nizamı, âile aleyhine cürümler (414-447), Şahıslara karşı cürümler (448-490), Mal aleyhine cürümler (491-525)dir.

Suçlar, unsurlarının bulunma derecesine, onu işleyenlerin adedine, birlikte işlenmelerine, işlenme müddetlerine göre değişik şekillerde adlandırılmıştır:

1. Tam suç- Teşebbüs hâlinde kalan suç: Tam suçta fâil, fiili işlemeye yönelik bütün hareketleri tamamlamış ve istediği sonucu elde etmiştir. Teşebbüs hâlinde kalan suçta ise, fâil fiili işlemek için harekete geçmiş olup, istediği sonucu elde edememiştir. İcra hareketinin bitirilememiş olması hâlinde nâkıs teşebbüs; icrâ hareketi bitirilip de, istenen sonucun meydana gelmemesi hâlinde tam teşebbüs durumunda kalan bir suç işlenmiş olur.

2. Âni suç mütemâdî suç: Âni suç işlemesiyle birlikte sonuçlanmış olur. Bir adamı silâhla yaralamak gibi. Mütemâdi suçta ise, bir anda bitmeyip devamlılık vardır. Bir şahsı kânunsuz tutuklamak gibi.

3. İcrâî suç- İhmâlî suç: İcrâî suçta fâil kânunen yapılmaması gereken bir harekette bulunur. Öldürme, yaralama, yağma gibi. İhmâlî suçta ise kânunen yapılması gereken hareketi yerine getirmez. Kazânın olmaması için gerekli tedbirleri almamak gibi.

4. Basit suç- İtiyâdî suç: Suç bir defâ işlenir. İtiyâdî suçsa fâilde alışkanlık meydana getirir. Genellikle müessir fiil ve hareket gibi suçlar basit suç, hırsızlık ve kaçakçılık gibi suçlar itiyâdî suçlardır.

5. Tesâdüfî suç- Kasdî suç: Fâilin önceden işlemek niyeti olmadığı halde, karşılaştığı âni durumun tesiriyle işlediği suç tesâdüfî suçtur. Uğradığı bir hakârete öfkelenip, hakâret edeni yaralamak gibi. Kasdî suçta ise fâil suçu işlemeye daha önce karar vermiş ve işleyeceği suçu plânlamıştır. Taammüden (kasten) adam öldürmek gibi.

6. Meşhut suç- Meşhut olmayan suç: Fâilin suçu işledikten hemen sonra veya işlerken yakalanmasıdır. Hırsızın olayı işlerken veya çalıp giderken, bekçi tarafından yakalanması gibi. Meşhut olmayan suçta ise, suçlu ancak suç olayından sonra yapılan bir araştırma, soruşturma veya tâkip sonucu ortaya çıkarılabilmektedir.

Suçu etkileyen haller: Kimse suçlu doğmaz, durup dururken suç işlemez. Onu suça iten sebepler vardır. St. Thomas d’Aguin beşerî bir hareket hakkında hükmü verebilmek için “kim, kime, kimlerin yardımıyla, ne gibi araçlarla, niçin, nasıl, ne zaman, ne hakkında” sorularına cevap vermek gerektiğini söyler.

Suça tesir eden halleri, suçun varlığı için bulunmaları mecbûrî olan kurucu unsurlara eklenen ve suçun daha ağır veya daha hafif sayılmasını ve bunun sonucu olarak da temel cezânın arttırılıp, indirilmesini gerektiren fakat bulunmamaları hâlinde suçun varlığına zarar vermeyen ve bulundukları zaman da, suçun hukûkî tavsifinin değişmesine yol açmayan sebepler olarak târif etmek mümkündür.

Suçu etkileyen haller, cezâyı ağırlatıcı ve hafifletici sebepler olmak üzere ikiye ayrılır. Suçu etkileyen haller kânunda geçip geçmemesine göre de, kânûnî ve takdîrî olmak üzere ikiye ayrılır. Fâilin haksız bir fiilin doğurduğu gazab veya elemin etkisi altında hareket ederek suç işlemesi demek olan “haksız tahrik” kânûnî bir hafifletici sebeptir. Kânunda belirtilmeyen hafifletici sebeplerse, takdîrîdir.

Suçların ictimaı (toplanması): Birden fazla fiilin bir ihlâli, suçu meydana getirmesine denir. Müteselsil, karma, geçitli ve mürekkep suçlar bu türdendir. Bu durumda fâile tek suçun basit şekli olan durumun gerektirdiği cezâ verilir.

Bir fiil, birden fazla ihlâle, suça sebebiyet veriyorsa, buna fikrî ictima denir. Nitekim Türk Cezâ Kânununun 79. maddesinde “İşlendiği bir fiille kânunun muhtelif ahkâmını ihlâl eden kimse, o ahkâmdan en şedit cezâyı gerektiren maddeye göre cezâlandırılır.” denmektedir.

Suçların çokluğu: İşlenebilmesi için birden fazla fâilin bulunması şart olan suçlara “çok fâilli suçlar” denir. Zinâ, rüşvet, ayaklanma gibi.

İştirak: Bir tek kimse tarafından işlenebilen bir suçun, birden fazla kişinin önceden işbirliği yapmaları sonucunda gerçekleşmesidir. İştirak, hukûkumuzda, suça katılma derecesine göre aslî ve fer’î olmak üzere ikiye ayrılır.

Suç eşyâsı: Suça konu olan, vâsıta olarak kullanılan eşyâ. Bunları almak, bulundurmak suçtur.

İslâm hukûkunda suç: Allahü teâlânın yasak kılıp, üzerine cezâ tâyin ettiği fiil, terk ve ihmâl.

İslâm hukûkunda suçlar, had, ta’zir ve kısas’ı gerektirenler olmak üzere üçe ayrılır. 1) Had cezâsı gerektiren suçlar: Zinâ, şarab içmek ve alkollü içkiyle sarhoş olmak, kazf, sirkat, yol kesicilik. Had, miktarı kesin olarak bildirilen cezâdır. 2) Ta’zir cezâsı gerektiren suçlar: Allah veya kul hakkı bulunan haddi ve kısası gerektirmeyen suçlardır. Namaz kılmamak gibi. Ta’zir, hadden daha hafif cezâdır. 3) Kısas’ı gerektiren suçlar: Cinâyet ve yaralamaktır. (Bkz. İlgili maddeler)

İslâm hukûkunda suçların cezâlandırılmasındaki gâye zulüm ve intikam değil, ıslâh, ilâhî adâlet ve caydırıcılıktır.

İslâmiyet, günümüz modern hukûkunun; cezâda şahsîlik, bir kimsenin cezâ görmesi için akıl hastası olmaması, kastın bulunması, zaman aşımı, meşrû müdâfaa, bilgisizlik ve yanılma, kânunu bilmemenin mâzeret sayılmaması, usul hukûku bakımından hâkimin duruşma dışındaki bilgisini hükme esas saymaması gibi müesseseleri, Avrupa’da daha ferdin hiçbir insanlık hakkının bulunmadığı ortaçağda getirmiştir.

Suçlu: Suç teşkil eden hareketi yapan kimse. Suç fâili olabilmek için insan olma ve hayatta bulunmak gerekir. Beş tip suçlunun varlığı kabul edilmektedir: a) Küçük suçlular, b) Akıl hastası olan suçlular, c) Sağır-dilsiz suçlular, d) Mükerrir suçlular, e) Bu grupların dışında kalıp, ilk defâ suç işleyen normal suçlular.

Herkes tarafından işlenebilen suçlar “genel suç”, yalnız belirli sıfat veya niteliklere mâlik bulunan kimseler tarafından işlenebilen suçlara ise “özel suç” denir.

Suç işleyen kimse, ya rûhî dengesi bozuk veya çevrenin tahriki altında kalmış kimsedir. İslâmiyet îmân, tevekkül, sabır, sevgi, canlılara şefkat, merhamet, âdalet, yapılanların âhirette hesâba çekileceği inancı, çalışma, sebât gibi prensiplerle bu iki faktörü etkisiz hâle getirmeyi hedeflemiştir.

Nobel mükâfâtı kazanan Dr. Alexis Carrel: “Ahlâk duygusu ile, zekânın aynı zamanda inkişaf ettiği ictimâî topluluklarda, beslenme ve sinir hastalıkları, cinâyet ve delilik nâdirdir, insanlar orada mesuttur.” demektedir.

Carnegie: “İlham ve sıhhat verici bir faaliyet olan din en büyük tabiptir. Ruh hastalıkları mütehassısları diyorlar ki, duâ ve kuvvetli bir îtikat, hastalıklarımızın yarısından fazlasına sebep olan üzüntüleri, sıkıntıları, korkuları def eder. Eğer, hayâtın mücâdelelerine yalnız atılacakları yerde, daha yüksek bir kudretten yardım dileseydiler, tımarhânelerimizde, hapishânelerimizde şimdi feryat etmekte olan binlerce muzdarip insan belki kurtulabilirdi.” demektedir.

Günümüzde yapılan suç istatistiklerinde, sanâyileşmiş batılı memleketlerde suç işleme oranının daha yüksek olduğu, Müslüman memleketlerde çok daha düşük olduğu görülmektedir.

Her türlü cezâî ve polisiye tedbirlere rağmen suç işleme oranının, maddî refah ve mânevî çöküntüyle birlikte korkunç şekilde artması karşısında hukukçular, sosyologlar çâresiz kalmışlar. Suç işlemeyi önlemenin çâresi cezâî tedbirlerin yanında kişileri eğitmek ve “Herşeyi bilen ve gören yüce yaratıcının kendilerini hesaba çekeceği inancını vermektir.” demişlerdir.

Du Loir, 1654 yılında Paris’te basılan kitabında “Dînî ve millî hislerin kuvvetli olduğu Osmanlı Devletinde, hemen hemen hiç cinâyet vak’ası, umûmî âdâba aykırı hareketler işitilmez.” demektedir.