SOYA FASULYESİ (Soja hispida)
Alm. Sojabohne (f), Fr. Soja (m), İng. Soybean, soya-bean. Familyası: Baklagiller (Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Doğu Karadeniz Bölgesinde ekimi yapılmaktadır.
1-1,5 m boyunda, kısmen sarılıcı, dallanmış, bir yıllık, Çin ve Japonya’da geniş ölçüde zirâati yapılan, besin değeri bakımından hayli önemi olan bir bitki. Bitkinin yaprakları üç yaprakçıklı, yaprakçıklar oval şekilli ve sivri uçludur. Çiçekler sarımsı veya menekşe renklidir. Meyveleri biraz kıvrık, tüylü ve 2-5 tohumludur. Tohumlar küre şeklinde, beyaz renkli olup, bir yanında siyah bir leke vardır.
Soya fasulyesinin tarımı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ve şeker fabrikalarının teşvikiyle memleketimizde yapılmaya başlanmıştır. 1982 yılında Bakanlar Kurulu Kararnâmesiyle konuele alınmış, üreticiye teminat verilmiştir. Yağ ve protein bakımından zengin olan soya tarımıyla, memleketimizdeki besin açığını kapatmak ve tarım sektörüne katkıda bulunmak bakımından soya önemli bir endüstri bitkisidir. Firmalar hâlinde tekelleşenAmerikan soya üreticileri bile kendi ekonomilerinde önemli rol oynamaktadır.
Soyanın yetiştiği iklim, mısırınki gibidir. Kısa gün bitkisi olup, uzun günlere karşı hassastır. Kurak ve dona karşı fasulye ve bezelyeye göre daha dayanıklıdır. Her çeşit toprakta yetişir, fakat en iyi verim kumlu-killi toprakta elde edilir. Yetiştirilme tarzı fasulyeye benzer. Nisan ayında ana ürün, hazirana doğru ise, sulak tarlalarda ikinci ürün olarak ekilen soyanın hasadı yapıldıktan sonra, tarlada zengin besin maddeleri kalır. Yetiştirildiği toprağa azot ilâve etmektedir. Böylece toprağın kuvvetini arttırmaktadır. Akabinde ekilebilecek hububat, pamuk, yerfıstığı, çeltik, susam vb. gibi ikinci bir üründen daha da fazla verim elde edilir. Yâni ikinci ürünün verimindeki soya artıkları sebebiyle meydana gelen artış ek bir gelir kaynağıdır. Soya hasadının tam zamânında yapılması çok önemlidir. Erken hasat buruşmaya, geç hasat ise meyvelerin dökülmesine sebep olur. Elde edilen soyanın önemli bir sanâyi ürünü olarak hem iç hem de dış piyasada alıcısı çoktur.
Kullanıldığı yerler: Çin’de beş bin seneden beri soya, gerek gıdâ maddesi olarak gerekse çeşitli ürünlerin eldesinde kullanılmaktadır. Günümüzde de başta Amerika olmak üzere çeşitli ülkelerde tüketilmektedir. Kısmen soya unundan yapılmış ekmekle, soya yağından yapılmış tereyağı birçok sofrada kabul görmektedir.
Soya filizleriyle süslenmiş yeşil salata çok miktarda C vitamini ihtivâ etmektedir. Bu sâyede birçok memlekette tâze sebze ve meyve noksanlığından dolayı meydana çıkan “Saurvy hastalığı”nı önlemektedir. Soya fasulyesi, B1 ve B2 vitaminleriyle E ve K vitaminlerini ihtivâ eder. Bilhassa “Pelegra hastalığı”na karşı “Niacin” maddesince zengindir.
İnsan vücûdunun hergün sarf etmeye mecbur kaldığı mâdenî tuzlar bakımından da fevkalâde zengin bir gıdâdır. Kemiklerin teşekkülünde büyük bir rol oynayan “kalsiyum” soya fasulyesinde süte nispeten iki mislidir. Buna ilâveten bol miktarda fosfor, demir, bakır, manganez, potasyum ve sodyum ihtivâ eder.
Soya fasulyesi, vücûdumuzun muhtaç olduğu protein bakımından da en zengin ve mükemmel bir gıdâ maddesidir. 453 gramlık soya ununda 31 yumurtanın, 6 büyük şişe sütün veya 900 gramlık kemiksiz etin ihtivâ ettiği kadar protein bulunduğu laboratuvar deneyleriyle tespit edilmiştir.
Geliştirilen tekniklerle günümüzde soya fasulyesinden fevkalâde nefis, temiz, krem renginde un elde edilmektedir. Bu un bilhassa pasta, bisküvi, kurabiye, dondurma, şekerleme îmâlâtında büyük miktarda kullanılmakta, bebek mamalarında da büyük rağbet görmektedir.
Yarı yarıya soya unundan yapılmış makarnalar, şehriyeler, hamur tatlıları, çeşitli ülke sofralarını süslemeye devam etmektedir.
Soya fasulyesi hem insanlar hem de çiftlik hayvanları için çok besleyici bir gıdâ maddesidir. Soya yağı birçok âilein seve seve salata yağı ve kızartma yağı olarak kullandığı bir madde hâlini almıştır. Esas îtibârıyla soya yağı boyacılıkta ve cila yapmakta kullanılmaktadır. Soya fasulyesi kırmaları da hayvan gıdâları arasında mühim bir mevki işgal etmektedir.
Amerika’da bâzı üniversiteler soya fasulyesinin suyunu bir nevi süt gibi kullanmakta, bundan peynir elde etmektedir. Hayvan beslenmesinin güç olduğu memleketlerde süt yerine bu fasulye suyunun kullanılması teşvik edilmektedir.
Hâlen üretilen soya yağının yüzde 85’ini Amerikalılar insan yiyecekleri arasında kullanmakta, kalanını da boyacılıkta, cilâ yapmakta, sabun îmâlâtında sarf etmektedirler.
Buna ilâveten Henry Ford, otomobillerin tokmaklarının düğmelerini soya fasulyesinden imal etmiştir.
Sarı altın, hatta asrın bitkisi olarak da adlandırılan soyanın pekçok kullanma alanı vardır. Bunların başlıcaları; süt, yoğurt, peynir, dondurma, dondurma külahı, pasta, hayvan yemi, yeşil gübre, ilâç, boya, kâğıt, kemiksiz et, kahve, salça, sabun, plastik maddeler, lastik, alkol, yağ, margarin, soya unu, ekmek, makarna, tarhana, leblebi, çocuk maması vb.dir.
Alm. Familienname (f), Fr. Nom (m) de famille, İng. Family name. Bir kimsenin asıl adından sonra gelen ve ortak soyunu belirten kânunen mecbur âile ismi. İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem’den îtibâren, insan nüfûsu arttıkça aynı ismi taşıyan insanların sayısı da fazlalaşmıştır. Benzer veya aynı ismi taşıyan kişileri birbirinden ayırmak için, lakap ve ünvanlar kullanılmaya başlanmıştır.
Ayrıca, bir âilenin soyunu sopunu belirtmek, diğer âilelerden ayrılabilmesi için “Soyunun ismini, şeceresini”tanımak, bilmek lâzımdır. Bu bakımdan Osmanlılar zamânında, Trakya ve Anadolu’da her âilenin bir lakabı vardı. Ona göre âileler anılır diğer sülâlelerden ayrılırdı. Meselâ, Bayraktaroğulları, Hatipoğulları, Kılıçlıoğulları, Kökçüler, Hacı Aliler, Celâlzâdeler gibi.
Cumhûriyetten sonra, 21 Haziran 1934 târih 2925 sayılı Soyadı Kânunu ile soyadı, mecbûrî hâle getirildi. Yine aynı kânunun 7 ve 8/c maddelerine göre, rütbe, memuriyet, aşiret, yabancı ırk ve millet isimleriyle, umûmi âdâba uygun olmayan veya iğrenç, gülünç olan soyadları kullanılamaz. Ayrıca bütün ünvan ve lakaplar kaldırılmıştır. Meselâ; Ağa, Paşa gibi ünvanlar kullanılamaz olmuştur.
Her çocuk baba, her kadın koca soyadını kullanmak mecburiyetindedir. Boşanan kadın dilerse koca, dilerse baba soyadını kullanır. Târih ve kânun no; kânuna göre ise, kadın dilerse evlendiği hâlde de kendi baba soyadını kullanabilmektedir. Soyadını değiştirmek, mahkeme kararı ile mümkündür.
Alm. Rassenmord völkarmord, Fr. Génocide, İng. Genocide. Aynı milletten, soydan, ırktan ve dinden olan insanlardan meydana gelen bir topluluğu plânlı bir şekilde yok etme, ortadan kaldırma.
İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ’nın neslinden çoğalan insanlar yer yüzünün çeşitli bölgelerinde yerleştiler. Allahü teâlâ insanlara kendi emir ve yasaklarını bildirmek üzere peygamberler gönderdi. İnsanlar peygamberlerin bildirdiklerine uydukları müddetçe huzur ve seâdet içinde yaşadılar. Peygamberlerin gösterdiği doğru yoldan ayrıldıkları zaman da felâketlere sürüklendiler. Zaman içerisinde, siyâsî, sosyal ve ekonomik bakımdan güçlü olan topluluklar, milletler ve devletler güçsüz ve zayıf olanları türlü yollarla sindirmeye ve yok etmeye çalıştılar. Böylece soykırım adı verilen toplu imhâ yoluna başvurdular.
Târih boyunca yaşanmış olan pekçok soykırımda milyarlarca insan öldürüldü. Firavun adı verilen Mısır hükümdarları İsrailoğullarına ve diğer kavimlere karşı soykırım uyguladılar. M.Ö. 3000-612 yılları arasında hüküm süren Asurlular, M.Ö. 1895-539 seneleri arasında hüküm süren Bâbilliler, hâkimiyet altına aldıkları bölgelerdeki çeşitli topluluk ve milletlere karşı soykırım uyguladılar.
Asûrî hükümdarlarından İkinci Buhtunnasar Kudüs’ü istilâ etti. Büyük soykırım yaptı. Binlerce kişiyi öldürdü. Hayatta kalanları da esir olarak Bâbile götürdü. Îsâ aleyhisselâmın göğe yükseltilmesinden yetmiş sene sonra Roma İmparatoru Titus Kudüs’e girince, Kudüs’ü yakarak bütün Yahûdîleri katletti.
1096-1270 seneleri arasında Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri sırasında kadın, ihtiyar, çocuk denilmeden yüzbinlerce Müslüman öldürüldü. Haçlı orduları gittikleri yerlerde mâbedlere sığınan kadınları ve çocukları acımasızca kılıçtan geçirdiler.
Bizans İmparatoru Alexis Comnen’in kızı Anna Comnen yazdığı Alexis Comnen’in Hayâtı adlı eserinde Haçlıların Müslüman çocuklarına uyguladıkları soykırımı şöyle anlatır: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.”
Antakya kuşatmasında Firuz isimli bir Ermeni Türklere etmiş olduğu sadâkat yemininden dönerek müdâfaa ve kumandanlığını üstlendiği kalenin burçlarından birinden gece aşağıya ipler sarkıtarak Haçlıların şehre girmelerini sağladı. Haçlılar şehirde 10.000 Müslüman Türk’ü öldürdüler ve bütün câmileri yaktılar. Hâdiseye gözleriyle şâhit olan papaz Lemoine; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Bu Türk katliamı 12 Aralıkta meydana geldi. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demektedir.
Meb’ûsan ve Âyân Meclisi Reisi Ahmed Rızâ Bey Batının Doğu Politikasının İflâsı adlı eserinde Haçlı Seferleriyle ilgili olarak; “Godefroy’nın kumandasındaki Haçlı ordusunu teşkil eden şövalyelerden, râhiplerden, köylülerden meydana gelen karışık grup yola çıkışlarından 3 yıl sonra Kudüs önüne ulaştılar. Kuşatma 4 gün sürdü. Hıristiyan savaşçılar Müslüman halkın üzerine çullandılar ve sulh (barış) tanrısı adına 70.000 canı yâni Kudüs’ün kadın, çocuk, bütün Müslüman halkını kılıçtan geçirdiler. Ömer Câmiine sığınan 10.000 Müslüman da boğazlanmaktan kurtulamadı. Ayrıca pekçok mutezil(ayrılmış) sayılan Hıristiyan da katledildi. Kutsal şehirdeki katliam 8 gün sürdü.” diye yazarak Hıristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları korkunç soykırımı anlatmaktadır.
Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupasında Müslümanlar veya başka dinlere mensup olanlar şöyle dursun Hıristiyanların diğer fırkalarına mensup olanlardan hiçbirinin bir diğerinin hâkim olduğu yerde can ve mal emniyeti yoktu. 1572 senesi Ağustosunun yirmi dördüncü günü, Sent Bartelmi yortu gününde Kral IX. Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emriyle Paris ve civârında 60.000 Protestanın sâdece inanç ayrılığı yüzünden öldürülmesi Avrupa’da yaşanan soykırım örneklerindendir.
Asya kavimlerinden olup göçebe hayat süren, avcılık ve yağmacılıkla geçinen ve kan dökmeyi seven Moğollar 13. yüzyılda devlet olarak ortaya çıktılar. Kara Kurum’da 1205’te ilk Moğol Devletini kuran Cengiz Han, câhil ve vahşi Moğollardan ve Tatarlardan büyük bir ordu, daha doğrusu yağmacılar gürûhu topladı. Doğu Türkistan’ı ve Çin’i aldı. Harezmşah Devletine saldırdı. Batı Türkistan, Horasan, Mültan gibi devrin medeniyet merkezlerini tahrip ettirdi. Buhara, Semerkand, Herat, Merv, Rey gibi birer kültür, sanat ve medeniyet âbidesi olan şehirleri yağmalayıp, yıktırdı. Bölgedeki şehirlerin halkından milyonlarca Müslümanı öldürterek soykırım uyguladı. Kafkasya’ya, Rusya’ya ve Anadolu’ya yayılan Moğollar akla gelmedik işkence usulleri uygulayarak suçsuz insanların, kadın ve çocukların kanlarını zevk ve eğlence için döktüler. İslâm ülkelerine Haçlı Seferleri düzenleyen Avrupalı Hıristiyan devletlerle ittifak kurdular ve Müslümanlara karşı anlaştılar.
Cengiz Hanın torunlarından olan Hülâgü de 1258’de Abbâsî Halîfeliğinin merkezi olan Bağdat’ı istilâ ederek yakıp yıktırdı. Başta halîfe olmak üzere 800.000 Müslümanı öldürttü. İslâm âlimlerinin yüzyıllar boyu emek vererek hazırladıkları, tek orijinal nüshası bulunan eserler de dâhil olmak üzere kütüphânelerdeki milyonlarca kitabı yaktırdı veya Dicle Nehrine attırdı. Şehirde bulunan târihî eserleri yaktırıp, yıktırdı. Daha sonra gelen Moğol hükümdarları Müslüman olarak birçok hizmetlerde bulundularsa da, atalarının başta Müslümanlar olmak üzere istilâ ettikleri yerlerdeki bütün insanlara uyguladıkları soykırım ve kültür-medeniyet katliamı târih sayfalarından silinmemiştir.
İspanya’da kurulan, ilim ve medeniyetin buradan Avrupa’ya yayılmasını sağlayan Endülüs Emevî Devleti 1031’de parçalandı. Küçük beylikler hâline geldi. Hıristiyan devletler bu beylikleri kısa zamanda yıkmakta güçlük çekmediler. Bunlardan yalnız Benî Ahmer Devleti 1492 yılına kadar yaşayabildi. Endülüs’e giren Hıristiyanlar Müslümanlara akla gelmedik işkence ve zulümde bulundular.
Zamanla Endülüs’ün tamâmına hâkim olan Hıristiyanlar, kendi dinlerinden olmayan herkesi Hıristiyan olmaya mecbur tuttular. Kabul etmeyenleri hunharca öldürdüler. İspanya her tarafa dehşet saçan bir taassup denizi haline geldi. İslâm kültürüne âit olan her şey yok edildi. Müslüman olduğunu hissettirenler, bir kelimede olsa Arapça konuşanlar, şiir söyleyenler, eski âile adlarını taşıyanlar, millî ve dînî kıyâfet giyenler, hattâ hamama gidenler, yakalandıkları gibi, kürek, zindan, sürgün ve diri diri yakılmak gibi cezâlara çarptırıldılar. Eşsiz bir hazine şeklinde olan kütüphânelerdeki kitapları odun yığını gibi meydanlarda yaktılar. Bir milyon ciltten fazla eser tahrip edildi. Kurulan Engizisyon mahkemelerinde Müslümanlar, Yahûdîler, bunlara taraftar ve sevgisi olanlar, savaşlarda Müslümanlara yardım edenler akla gelmedik cezâ ve işkencelere çarptırıldılar. 1492’de Endülüs’teki son İslâm devleti yıkıldıktan sonra Kral Ferdinand ve karısı Elizabeth, İspanya’daki Müslüman ve Mûsevîlerin tamâmını yok etmek için, Engizisyonu had safhaya çıkardılar. İspanya’daki Yahûdîlerle Müslümanlar tamâmen imhâ edilinceye kadar bu mahkemelerde süründüler. Oğlunu bile bu mahkemelerde îdâma mahkûm ettiren İspanya Kralı V. Ferdinand; “İspanya’da artık ne Müslüman, ne dinsiz kaldı.” diye öğünmüştür. İspanya’daki küçük bir Engizisyon mahkemesinde 28.000 kişinin ölüme mahkûm edilmesi uygulanan soykırımın derecesini göstermektedir.
Târihin en büyük soykırımlarından biri de Amerikan yerlilerine karşı Avrupalı istilâcıların ve onların çocuklarının yaptıkları soykırımdır. Bu soykırım özellikle Amazon bölgesinde olduğu gibi günümüzde de sürdürülmektedir. Amerika yerlilerine uygulanan soykırımda; sistemli bir biçimde öldürme, geçim kaynaklarını yok etme, dar toprak alanlarını çiftlik hâline getirme, alkolizmi ve ahlâksızlığı teşvik, kasten mikrop bulaştırma ve zehirleme gibi araç ve metodlar kullanılmıştır.
Asırlarca Osmanlı Devletinin âdil himâyesi altında yaşayan gayri müslim (Müslüman olmayan) topluluklar, Osmanlı Devletinin siyâsî ve ekonomik bakımdan zayıflamasından ve Tanzimat adıyla gayri müslimler lehine yapılan yeni düzenlemelerden faydalandılar. İngiltere, Fransa, Rusya gibi Hıristiyan devletlerin teşvik ve tahrikleriyle bağımsızlık istemeye başladılar. Mahallî komite (terör) teşkilâtları kurarak çoğunlukta bulundukları bölgelerde Müslüman-Türk ahâliye baskı ve zulüm yaptılar. Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar, Yunanlılar Müslüman-Türklere karşı, kadın, çocuk, ihtiyar ayırımı yapmaksızın akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek tam anlamıyla soykırım uyguladılar.
Doksanüç Harbi adıyla bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Ruslar ve bunların emrindeki Bulgarlar şehirleri topa tuttular. Sivil halkı çocuk, kadın, ihtiyar demeden topluca öldürdüler. Sağ kalanlara kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden zulmettiler, köyleri yağmaladıktan sonra ateşe verdiler. Karşı koyanları bin bir türlü ezâ ve cefâ ile esir kamplarına kadar aç susuz yürüttüler. Yolda hasta ve yaralı olanlar tedâvi edilmediği gibi, o kış şartlarında aç kurtların pençesine canlı canlı bırakıldılar veya ölüme terk edildiler. Üstelik henüz ölmeden bırakılan bu insanların elbiseleri bile Bulgarlar tarafından alındı. İngiliz konsolosluğu raporları bu savaşta ölenlerin sayısını 300-400.000, göçe zorlananların sayısını da 1.000.000 olarak göstermektedir. Arşiv belgelerine göre yalnızca Eski Zağra’da sivil halk hâricinde 15-16.000 asker öldürülerek korkunç soykırım uygulandı. (Genelkurmay Başkanlığı Ateşe Klasör 584, dosya 30, fihrist 5)
Doksanüç Harbinden sonra 1912-1913 Balkan savaşları sırasında Bulgar zulmü giderek arttı, Müslüman halk Hıristiyanlaştırılmaya zorlandı, câmiler ve diğer İslâmî eserler yıkıldı. Asırlardır Rumeli’de yaşayan binlerce Müslüman nüfus soykırıma tâbi tutuldu. Pekçoğu hunharca öldürüldü. Büyük bir kısmı malını mülkünü terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Sâdece Edirne’de 225.000’den fazla Müslüman-Türk Bulgar ordusunun esâreti ve zulmü altında açlık ve sefillik sebebiyle hayâtını kaybederek soykırıma uğratıldı.
Balkanlarda yaşayan çeşitli milletler bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra da daha şiddetli soykırıma devam ettiler. Bugün Bosna-Hersek’te, Bulgaristan’da, Yunanistan idâresi altındaki Batı Trakya’daki Müslüman-Türklere yapılan muâmeleler bu soykırımın devâmı niteliğindedir.
Osmanlı himâyesinde huzûr ve sükun içinde yaşayan Ermeniler de Osmanlı Devletinin son zamanlarında komiteler kurarak devlete karşı çıktılar. Bu komiteler Ermeni ahâliyi Osmanlı Devletine karşı isyâna teşvik ettiler. İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi Hıristiyan devletlerin de kışkırtmasıyla hareket eden Ermeniler yaşadıkları bölgelerdeki Müslüman ahâliye karşı geniş zulüm ve öldürme hareketlerine giriştiler.
Hınçak ve Taşnaksutyun adlı ihtilal komiteleri; Erzurum Olayı, Kumkapı Gösterisi, Merzifon, Kayseri, Yozgat Olayları, Sasun İsyânı, Bâb-ı Âli Gösterisi, birinci ve ikinci Zeytun isyanları, Van İsyânı, Osmanlı Bankası Saldırısı, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı tertiplenen Yıldız Suikastı (21 Temmuz 1905) gibi olaylar ve isyanlar tertipleyerek pekçok Müslümanı öldürdüler. Kafkasya’daki Türk ahâliye karşı soykırım uyguladılar. 27 Mart 1909’da meydana gelen Adana olayları sırasında 10.000 civârında Müslüman ahâli öldü.
Birinci Dünyâ Savaşı ve İstiklâl Savaşı sırasında Ruslarla ve diğer işgalcilerle birlikte hareket eden Ermeniler Doğu ve Güney Anadolu bölgelerinde Müslüman ahâliye karşı akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek soykırımda bulundular.
Birinci Dünyâ Savaşında umûmî seferberlik îlân edilince, askere gitmekten kaçan Ermeniler Erzurum ve Erzincan havâlisinde terör havası estirerek geceleri evlere baskınlar düzenleyerek kadın ve çocukları öldürdüler. Soykırım o dereceye ulaştı ki; memeden kesilmemiş çocuklar, hunharca öldürüldü, hâmile kadınların karınları yarılarak çocuklar çıkarılıp, kesildi, insanlar evlere doldurularak diri diri yakıldı, bâkire kızlar her türlü kötülük yapıldıktan sonra parçalanarak öldürüldü. Rus Kafkas ordu kumandanı general Odişe Ruz Liyetze’nin anlattığına göre; kuyulardan seksener seksener mazlum Müslüman cenâzeleri çıkıyor ve bu kuyuların sayısı iki yüzü geçiyordu. Türk birliklerinin Erzincan’ı ele geçirdikleri sırada, şehir içinde ve dışında topladığı 800’ü geçen cenâze bu kuyulardakinden hâriçtir. Çardaklı Boğazından Erzincan’a kadar bütün köyler tamâmen yakılmış ve tahrip edilmiş, ahâlisi öldürülmüş ve bütün meyve bahçeleri mahv ve tahrip edilmiş olduğu şâhit olanların raporlarından anlaşılıyor. Kuyularda ölü bulunanların cesetleri ve virâne hâline gelmiş olan Erzincan ve ovası bütün cihan medeniyetinin nazarları önüne konmaya hazırdır.(Üçüncü Ordu Mezâlim Dosyası)
Erzurum vilâyetine bağlı kazâ ve köylerde Ermenilerin işledikleri mezâlim de tüyler ürperticidir. Bu hususta yerli yabancı pekçok kişi veya inceleme heyetinin raporları vardır. Erzurum ve civârındaki tahribat ve mezâlim hakkında inceleme ve araştırma yapmakla vazîfeli komisyonun raporundan bir bölüm şöyledir: “Ruslara rehberlik eden Ermeniler uğradıkları köylerdeki erkekleri tamâmen öldürüp kadınlara da tecavüzle çeşitli alçaklıklar yaptılar. Çocuklarla ihtiyarlar bile bunların vahşi zulümlerinden kurtulamadı. Bir takım ihtiyar kadınları bir eve doldurarak ateşe verdiler. Hâmile kadınları, çocuklarını süngülere takarak teşhir ettiler. Bu durumda hicrete mecbur olan ve her bir sûretle hayâtını kurtaran kişiler şâhittir. Beş yüzü geçen ihtiyar erkeklerle pekçok kadın ve çocuktan meydana gelen bir kâfile Ermeni ve Ruslar tarafından Arpaderesi mevkiine götürülerek orada kurşun ve kılıçla yok edildiler. Ermeni çetelerinin zulüm ve alçaklıklarından birisini gösteren bu vak’a huzûrumuzda ağlanarak anlatılmıştır.” (İnceleme komisyonu üyeleri)
O sıralarda Tiflise gelen Rum göçmenleri Kars’taki Müslümanların durumunu şöyle anlattılar. “Erzurum’u kurtarıp ilerleyen Türk ordusu karşısında geri çekilen Ermeni asker birlikleri ve silâhlı Ermeni kaçkınları, yol uğraklarındaki Müslüman köyleri yeryüzünden silerek, her nesneyi ateşten ve kılıçtan geçiriyor ve düşünülmesi bile imkânsız bir vahşete ve yıkıma uğratıyorlar. Ermeni ordusu süngü ucuna takılmış süt emer çocuklarla, geçtikleri yollar üzerinde Müslüman kadınlarını çırılçıplak soyunduruyorlardı.”
Ermeniler Diyarbakır, Urfa, Adana, Muş, Bitlis, Van, Elazığ, Sivas, Trabzon gibi yerlerde de işgalcilerle berâber hareket edip savunmasız Müslüman ahâliye karşı soykırım uyguladılar. Bugün Âzerbaycan topraklarını işgal ederek Müslüman-Türkleri acımasızca öldüren ve evlerinden, yurtlarından çıkaran Ermeniler, târihteki soykırımlarını devam ettirmektedirler.
Gerek Çarlık döneminde gerekse Bolşevikler döneminde Rusya’daki, Türkistan ve Kafkasya’daki Müslüman-Türklere karşı uygulanan soykırım da akıl almaz ölçülerdedir. Sâdece altmış senede Komünist idâreciler tarafından 50 milyon Müslüman ve Türk öldürüldü. On binlecre âile yurtlarından uzaklaştırılarak Sibirya’daki kamplara sürgün edildi. Komünist Rusya’nın yayılmacı politikası neticesinde birçok ülkede kardeş kavgaları meydana geldi. Sömürgeci devletlerin ve komünizmin yerli uşakları tarafından milyonlarca Müslüman soykırıma uğratıldı. Birmanya’da 300.000, Vietnam’da 800.000, Filipinler’de 50.000’den fazla, Eritre’de 100.000, Hindistan’da 200.000, Keşmir’de 30.000, Afganistan’da 2.000.000, Bosna Hersek’te 250.000, Filistin’de yüzbinlerce, Cezâyir’de 2.000.000, 1948’de başlayan Mısır-İsrâil Savaşında 100.000, Irak’ta 2.500.000, İran’da 1.000.000’dan fazla, Lübnan’da 130.000, Tacikistan’da 120.000, Çad’da 200.000 kimse sâdece Müslüman oldukları için ABD’nin, Rusya’nın, Avrupalı devletlerin ve İsrail’in dünyâ siyâsetine hâkim olmaları maksadıyla soykırıma uğratılmışlardır.
Kıbrıslı Rumlar Enosis yâni Kıbrıs’taki Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan’a bağlamak için çeşitli hareketlerde bulundular. Bilhassa 1958-1974 seneleri arasında Türklere karşı soykırım uyguladılar. Rum saldırıları sırasında 103 Türk köyü terk edildi. Silâhlı saldırıya uğrayan bu köyler EOKA Rum Terör Örgütü tarafından yakılıp, yıkıldı. Bu köylerde oturan 80.000’den fazla Türk can güvenliklerini sağlamak için daha büyük yerleşim birimlerine göç etti. 1963’ten sonra yollardan, tarlalardan ve evlerinden götürülen yüzlerce Türk’ün sonundan haber alınamadı. 1963’teki Ayvasıl, 1974’teki Muratağa, Atlılar, Sandallar, Taşkent, Alaminyo, Terâzi, Tatlısu köylerindeki bütün sivil halk kazılan geniş çukurlara canlı canlı gömülerek veya çeşitli işkenceler yapılarak öldürüldüler. Bu toplu öldürme hâdiseleri Rumların Türklere karşı uyguladıkları soykırımdır.
Dünyânın dört bucağında insanlara inançlarından, soy veya ırklarından dolayı, yapılan baskı, zulüm ve toplu öldürmeler soykırımın hâlâ devam etmekte olduğunu göstermektedir.
Bosna-Hersek’te Sırp ve Hırvatlar tarafından devam ettirilen soykırım hareketleri medenî sayılan Hıristiyan Avrupa milletleri ile Rusya ve Amerika’nın taraflı tutumları sebebiyle günümüzde de devam etmektedir.
Alm. Weide (f), Fr. Saule (m), İng. Willow. Familyası: Söğütgiller (Salicaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Batı, Kuzey, Güney Anadolu ve Karadeniz.
Nisan-mayıs aylarında, yeşilimsi renkli çiçekler açan dört ile yirmi metre yüksekliğinde iki evcikli bir ağaç. Rutubetli yerleri sevdiğinden, dere ve su kenarlarında daha çok yetişir. Kökleri sathidir. Şah ve filizden iyi büyür, âzamî 100 sene yaşar. Söğüt gövdeleri silindirik grimsi renklerdedir. Uzunluğuna çatlaklı kabukları vardır. Yapraklar kısa saplı, uzunca, mızrak şeklinde, ince dişli, kenarlı ve sivri uçludur. Erkek ve dişi çiçekler, tırtıl adı verilen çiçek durumları meydana getirir. Meyveleri bir kapsüldür. Tohumlar oval şekillidir. Kerestesi yumuşaktır.
Anadolu’da bulunan söğüt çeşitleri şunlardır: Keçi söğüdü, boz söğüt, gevrek söğüt, ak söğüt, erguvanî söğüt, sepetçi söğüdü, salkım söğüttür.
Kullanıldığı yerler: Söğüt ağaçlarının genç dallarından sepet yapılır. Mobilya îmâlinde kullanılır. Barut ve kalaycı kömürü olarak kullanılır. Söğüt kabuğundan iştah açıcı, kabız edici ve ateş düşürücü olarak da istifâde edilir.
Van Gölünün batı sâhilinde bulunan Ahlat’ta, 12. asrın başlarında kurulmuş olan bir Türk devleti. 1100 senesinde Sökmen el-Kutbî tarafından kuruldu. 1207 senesinde Ahlat şehrine Eyyûbîlerin dâvet edilmesiyle son buldu. Ahlat’ta kurulan bu devlete Ahlatşâhlar ve Ermenşâhlar denildiği gibi, kurucusu olan Sökmen’den dolayı Sökmenliler de denilmektedir.
Sökmen (Sökmen-I), Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın amcasının oğlu Kutbeddîn İsmâil’in kölesiydi. Bu yüzden Sökmen el-Kutbî diye tanındı. Kendisini yetiştirip, Muhammed Tapar’ın kumandanlarından oldu. Adâleti ve iyiliğiyle şöhret kazanan Sökmen, Mervânîlerin Ahlat Emîri halka kötü davranınca, bu şehre çağrıldı ve ordusuyla o sıralarda Doğu Anadolu’nun en kalabalık ve müstahkem bir şehri olanAhlat’a geldi. Savaşmadan şehri teslim aldı. O zamanlar Âzerbaycan ve Arran (Karabağ) melîki olan MuhammedTapar, bu hizmetlerinden dolayı Ahlat ve Van çevresine, Sökmen’i vâli tâyin etti. Böylece 1100 (H.494) senesinde Ahlatşâhlar Devletinin temeli atılmış oldu.
Gittikçe kuvvetlenen Sökmen, Meyyâfârikîn (Silvan)i topraklarına kattı. 1109’da Haçlılara karşı Sultan Muhammed Tapar’ın teşkil ettiği ittifaka katıldı. Musul Emîri Mevdûd ve Artuk Emîri İlgâzi ile birlikte Haçlıların elinde bulunan Urfa’yı kuşattılar. Urfa Kuşatması iki ay sürdü. Haçlılara yardım geldiğini gören Türk müttefik kuvveti muhâsarayı kaldırarak, Harran’a doğru geri çekildi. İki ay süren muhâsarada Türk askeri epey zâyiât vermiş ve yorulmuştu. Askerlerini daha fazla zâyi etmek istemeyen müttefikler, çekilmeyi daha uygun buldular.
Sultan Muhammed Tapar, 1111 senesinde Musul Emîri Mevdûd komutasında bir orduyu Haçlılara karşı görevlendirdi. Hasta olmasına rağmen Sökmen de askerleriyle birlikte bu orduda yer aldı. Fakat 1112 senesinde ordu Haçlılarla çarpışırken, vefât etti. Sökmen’in cenâzesi askerleri tarafından Ahlat’a götürülerek defnedildi. Onun zamânında Sökmenli Beyliği, başşehir Ahlat olmak üzere Malazgirt, Erciş, Adilcevaz, Eleşkirt, Van, Tatvan, Erzen, Bitlis, Muş, Hani, Meyyâfârikîn ve Bargiri şehirlerini elinde bulunduruyordu. Sökmen’den sonra; beyliğin başına oğlu İbrâhim, onun vefâtından sonra diğer oğlu Ahmed, Ahmed’den sonra İkinci Sökmen başa geçti (1128).
Sökmenli Beyliği, çocukluk dönemi hâriç, İkinci Sökmen Bey zamânında en iyi devresini yaşadı (Bkz. Sökmen Bey-II)
Bu sırada Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1174 (H.570) senesinde bağımsızlığını îlân ederek Eyyûbî Devletini kurdu. Ülkesini genişleten Selâhaddîn Eyyûbî, Doğu Anadolu’yu da topraklarına katmak istiyordu. 10 Temmuz 1185 (H.581)te vefât eden İkinci Sökmen’den sonra tahta geçecek bir kimsenin olmayışı, Selâhaddîn Eyyûbî’ye arzusunu gerçekleştirme fırsatı verdi. Amcasının oğlunu bir ordu ile Ahlat üzerine gönderdi. Fakat Sökmenlilerin dirâyet ve kuvvet sâhibi beyi Seyfeddîn Begtimur, duruma hâkim olarak tahtı ele geçirdi. Yedi senelik bir iktidârdan sonra, 1193 yılında dâmâdı Aksungur tarafından tahttan indirildi. Aksungur, kayınpederinin yerini aldı ve kayınbirâderini hapsetti. 1197 senesinde ölen Aksungur’un yerine, Sökmen’in kölesi Atabek Kutluğ geçti. Yedi günlük bir saltanattan sonra halk tarafından tahttan indirildi. Yerine Begtimur’un oğlu Muhammed geçtiyse de karışıklıklar bir türlü durmadı. Gürcülerin saldırısı, Erzurum melîkinin yardımıyla atlatılabildi. Beyler arasında kavga devâm etti. Halkın dâvet etmesi üzerine, Necmeddîn Eyyûbî 1207 senesinde Ahlat’a geldi ve şehri teslim alarak Sökmenliler Devletine son verdi.
Kültür ve medeniyet: Her Türk-İslâm devleti gibi, ülkelerin tâmiri ve insanların maddî ve mânevî refâha ulaşmasını gâye edinen Sökmenliler de belde halkını huzûra kavuşturmak için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Hükümdâr âilesi ve çevresindeki devlet büyükleri, şanlarına yaraşır eserlerle beldelerini süslediler. Ahlat, Bitlis, Muş gibi hâkimiyet sâhalarına giren şehirlerde câmiler, hastahâneler, hamamlar, köprü ve medreseler yaptırarak halkın sosyal ihtiyâçlarını gidermeye çalıştılar. Şehirlerin kale ve surlarını tâmirle de savunma tedbirleri aldılar. Emirlerinde bulunan insanların eğitimine çok ehemmiyet verdiler. Onların dinlerini en iyi şekilde öğrenmelerini temin için, üstün vasıflara hâiz din adamı yetiştiren medreseler açtılar. Ebû İshâk Kâzerûnî hazretlerinin yolunda olup, cihâd ile meşgûl olan devriş gâziler için dergâhlar açıp hürmet gösterdiler.
Toprakların en iyi şekilde değerlendirilmesi için zirâî çalışmalara ehemmiyet verdiler. Elde edilen ürün ve temin edilen huzûrla, insanlar refah içinde yaşadılar. Sağlanan refah sâyesinde kültür faâliyetleri hızlandı.
Ahlat’tayetişen âlimler ve sanatkârlar, çevre memleketlere yayıldılar. İlmiyle âmil âlimlerin ve mücâhid gâzilerin yurdu olarak tanınan Ahlat, Kubbet-ül-İslâm adıyla anılmaya başlandı. Ahlat’tan, Safiyüddîn Ebü’l-Berekât, Şeyh Mü’min ed-Darîr, Yahyâ bin Ahmed Hudâ-dâd, Muhammed bin Melik-dâd gibi âlimler yetişti. Konya Alâeddîn Câmiinin mîmârı Hacı el-Ahlâtî, Tercan’da Mama Hâtun türbe ve kervansarayının mîmârı Mufaddal el-Ahlâtî ve Divriği Dârüşşifâsının mîmârı Hurremşâh el-Ahlâtî gibi sanatkârlar, Ahlat’ta meydana gelen kültür ve medeniyet muhitinde yetiştiler. Yine Ahlatlı kimyâger İbrâhim bin Abdullah da boyacılıkta, bilhassa lâciverd îmâlinde mâhir, tıp ve başka ilimlerde meşhurdu.
Çok çalışkan olan Ahlatlılar, Van-Tatvan-Vastan limanları ile Ahlat-Erciş arasında büyük gemiler çalıştırdılar. Ticâret yaptılar. Van Gölünde acemiliklerini çıkaran Ahlatlı gemiciler, Karadeniz’de de ticârî faâliyetlere giriştiler. Tebriz’den gelen ticâret yolu üzerinde bulunan Ahlat, iki milyon altın vergi tahsil edebilecek bir şehir hâline geldi. Ticâret yolları üzerinde, hanlar ve kervansaraylar yaptıran Ahlatşâhlar, tüccârlara kolaylıklar sağladılar. Buranın sanatkârları demircilik ve çilingirlikle meşgûl oldular. Ayrıca Ahlat civârındaki kuyulardan çıkarılan kırmızı ve sarı renkli arsenik, komşu memleketlere ihrâç edildi. Van Gölünde tutulan balıklar komşu ülkelere satıldı.
Sökmenli Beyleri
Sökmen el-Kutbî-I |
(1100-1112) |
Zâhireddîn İbrâhim |
(1112-1127) |
Ahmed bin Sökmen |
(1127-1128) |
Nasıreddin Sökmen-II |
(1128-1185) |
Seyfeddîn Begtimur |
(1185-1193) |
Aksungur Hezar-Dinarî |
(1193-1198) |
Sücâeddîn Kutluk |
(1198) |
Mansûr Muhammed bin Begtimur |
(1198-1206) |
İzzeddîn Balaban |
(1206-1207) |
(Bkz. Sökmenliler)
Ahlatşâhlar da denilen Sökmenliler Devleti hükümdârı. Babası İbrâhim Beydir. Amcası Ahmed’in devlet idâresinde yetersizliği sebebiyle tahttan indirilmesi üzerine 1128’de başa geçti.
Ahlatşâhlar Beyliği, çocukluk dönemi hâriç, İkinci Sökmen Bey zamânında en iyi devresini yaşadı. İkinci Sökmen bir ara Sasunlulara esir düştü ise de Artuklu Beyi Timurtaş’ın yardımıyla esâretten kurtuldu. Musul Atabegi İmâdeddîn Zengi’nin ölümünden sonra, İkinci Sökmen, ona âit olan Hızan ve Mâden’i ele geçirdi. Bu sırada Artuklu Beyi Kara Arslan, Malazgirt ve Tûtab şehirlerini Ahlatşâhlardan aldı. Artuklulardan Necmeddîn Alp’in aracı olmasıyla, Kara Arslan ele geçirdiği yerleri geri verdi.
1161 senesinde Gürcüler, Ani’yi ele geçirince, İkinci Sökmen, diğer Türk beyleriyle Gürcistan Seferine çıktı. Bu seferde İkinci Sökmen büyük bir hezîmete uğradı. İki yıl sonra tekrar birleşen Türk beyleri Gürcistan’a yeni bir sefer düzenlediler ve Gürcüleri yenilgiye uğrattılar. İkinci Sökmen, Ahlât’ta parlak törenle karşılandı. On iki yıl sonra Âzerbaycan Atabegi Şemseddîn İldeniz, İkinci Sökmen’i Gürcülere karşı yardıma çağırdı. Nahcıvan’da toplanan Türk orduları Taryalis Ovasına kadar ilerledi. Gürcü Kralı savaşmaya cesâret edemedi ve ormanlık bir bölgeye kaçtı. Türk ordusu pekçok ganîmet elde ederek geri döndü.
Bu sırada Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1174 senesinde bağımsızlığını îlân ederek Eyyûbî Devletini kurdu. Ülkesini genişleten Selâhaddîn Eyyûbî, Doğu Anadolu’yu da topraklarına katmak istiyordu. Selâhaddîn Eyyûbî, Musul’u kuşatınca, Atabek İzzeddîn Mes’ûd diğer Türk beylerinden yardım istedi. Halîfe Nâsır, İkinci Sökmen ve Atabek Kızıl Arslan’ın aracı olmasıyla, Selâhaddîn Eyyûbî Musul kuşatmasını kaldırdı.
İkinci Sökmen uzun yıllar hüküm sürdükten sonra, 1185 yılında yaklaşık 80 yaşlarındayken vefât etti. Çevredeki bütün hükümdârlar ona saygı gösterirlerdi. Akıllı, ileri görüşlü ve güzel ahlâklı bir hükümdârdı. Cesâreti ve Gürcülere karşı cihâdı halkın gönlünde taht kurmasına sebep olmuştu. Ahlat en parlak dönemine onun devrinde ulaştı.
(Bkz. Emperyalizm)
(Bkz. Kolik)
Alm. Spekulation (f), Fr. Spéculation (f), İng. Speculation. Piyasada gerçekleşmesi muhtemel görülen fiyat değişikliklerinden faydalanmak gâyesiyle yapılan muâmele. Spekülatif işlemler başlıca fiyatların artacağı beklentisine dayanır. Bu gâyeyle fiyat yükselmesi neticesi, değerini koruyan menkul ve gayrimenkul malların fiyat yükseldiğinde satımı yoluna gidilir. Spekülasyonun neticesi meydana gelen kâr ve zararlar, fiyat değişmeleri konusundaki tahminin isâbet derecesine bağlıdır. Bu kâr ve zararların piyasa ekonomisinde teşvik edici bir unsur olduğu ve piyasanın dengeye gelmesine (kıtlık hâlinin giderilmesine) yardımcı olduğu ileri sürülmüştür.
Alm. Spektroskopie (f), Fr. Spectroscopie (f), İng. Spectroscopy. Bir bütünü meydana getiren maddeleri ayırma, ortaya çıkarma. Fizikte yaygın mânâsı, bir ışımada meydana gelen dalgaların boylarını aramadır. Herhangi bir madde tarafından yayılan ışımanın spektroskopisini yaparak, bu maddede hangi elementlerin bulunduğunu aramaya Tayf analizi=Spektral analiz denir.
Beyaz ışık bir yarıktan geçirildikten sonra, bir cam prizmadan geçirilince, karşısındaki ekranda parlak renkler dizilir. Bu renkli şeride tayf (spektrum) denir.
Beyaz ışığın sepktrumunda sırası ile şu renkler dizilir; mor, lacivert, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı. Her rengin dalga boyu başka olup, bunların dalga boyları angstron denilen, uzunluk birimi ile ifâde edilir. Bir angstron, bir milimetrenin on milyonda biridir. Dalga boyları 4000 ilâ 8000 angstron arasında bulunan ışınlar ışık hâlinde görülebilir.
Katı ve sıvı maddelerin tayfı devamlıdır. Yâni bütün dalga boyları yanyana bulunur. Ampul telinin tayfında, yedi renk devamlı görülür ve kırmızı ötesinde, görünmeyen, uzun ısı dalgaları da vardır. Kısa olan ultraviole dalgalar yok gibidir.
Basıncı az olan gazların ve buharların verdikleri tayf, devamlı olmayıp, Hatlar tayfı= Çizgili tayf şeklindedir. Yâni, tayfta, birbirinden ayrı ayrı yerlerde, muayyen dalga boyları bulunur ve herbiri başka renkte hat şeklinde görünür. Meselâ, sodyum buharı 5890 angstron boyunda, dalgalardan ibâret sarı hat yapar. Ultraviole ışınlar, parlak olmadığı için görülmez, böyle ışınların tayfı, fotoğraf olarak görülür.
Tayf hatlarını, atomlar meydana getirmektedir. Serbest bir atom belirli bir sıcaklıkta verdiği dalgaları, aynı sıcaklıkta mas edebilir, yâni emer. Bir ampulün devamlı tayfı içnide, emilen dalgaların yeri siyah hat hâlinde görünür. Ampul ışınları, meselâ sodyumlu bir alevden geçerken, sodyum atomları, kendilerine mahsus olan dalgaları mas edip, tekrar her tarafa yayar ve lâmbanın devamlı tayfı üzerinde, sodyum atomlarına mahsus olan sarı hatlar, siyah olarak görülür.
Güneş ışığının tayfı devamlıdır. Fakat içinde binlerce siyah hat vardır. Bâzı kaynaklarda bu çizgilere, bir Alman fizikçisinin ismine izâfeten Fraunhofer çizgileri denmektedir. Güneş katı değildir. Gaz hâlindedir. Fakat, basıncı çok fazla olduğundan katıymış gibi, devamlı tayf verir. Güneş ışınları, güneş etrafındaki basınçsız gazlardan geçerken, bu gazlar, kendilerine mahsus dalgaları emer. Bu gazların tayf hatlarına bakarak, güneşin ve yıldızların, bildiğimiz elementlerden yapılmış olduğu anlaşılır.
Böylece iki çeşit spektrum olduğu anlaşılmıştır. Birincisi yayın (emisyon) tayfı, ikincisi ise emilme (absorbsiyon) tayfıdır.
Işıma yapan cisimlerin sıcaklıkları yükseldikçe tayfın parlaklığı mavi ve mor renklerde, kırmızı ve turuncuya nazaran daha fazla artar. Kızdırılmış cisimlerin önce kızıl, sonra sarı ve sonunda beyaz ışımalarının sebebi budur.
Spektroskop: Spektrum elde etmeye yarayan âletlere spektroskop denir.
Bir spektroskopta üç ana parça bulunur:
1. Kolimatör; tayfı yapılacak ışığı paralel demet hâline getirerek, prizma üzerine düşürür. Kolimatörlerin yapısında, kondansör (mercek sistemi) vardır. Kondansörle paralel demet hâline getirilen ışık, inceliği ayarlanabilen bir yarıktan geçirilerek bir mercek üzerine düşürülür. Mercek, yarık, odak noktasına gelecek şekilde yerleştirilir. Mercek, objektif vazifesini görür.
2. Prizma; eşkenar üçgen kesitli crown veya flint camlarından yapılır. Akromatik prizmalarda crown ve flint prizmaları birleştirilmiştir. Böylece sapma fazla olmadan spektral ayrışma sağlanır. Crown ve flint prizmaları değişik sayılarda da birleştirilebilir. Kuvartz ve feldispattan yapılan akromat prizmalar ısı ve mor ötesi ışınları da geçirdiklerinden birçok incelemede kullanılırlar.
3. Dürbün; bilinen gök dürbünüdür. Prizmadan gelen ışınlar ayrışarak herbiri kendi renginde, yarığın görüntüsünü taşır. Dürbünle bu görüntülere bakılır. Dürbüne mikrometre takılarak görüntü taksimatlı cetvel üzerine düşürülür.
Spektrometre denilen âletlerde, prizma, sapma açısını ölçecek şekilde çevresi boyunca, açı taksimâtının içine yerleştirilir. Ayrıca dürbünde bir verniye bulunur.
Spektrograf denilen âletlerde, dürbünün verdiği görüntünün fotoğrafı alınır.
Bâzı incelemelerde ışığın dalga boyunun ölçülmesinde kırınım ağı ve interferometre kullanılmaktadır.
Uygulama alanları: Kozmoloji, radyoloji, kriminoloji, ilmî araştırma, tıp, nükleer manyetik rezonans sahalarında ve yaygın olarak da gıdâ maddelerinin kontrolünde spektral analiz uygulanmaktadır.
Alm. Same (-n) (m), Samenflüssiakeitf, Speran, Fr. Sperma (m), İng. (tıp) Semen, (Biol) sperm. Spermatozoid denilen üreme hücrelerini ve genital bezlerin salgılarını ihtivâ eden, erkek cinsiyet organınca üretilen madde. Normalde insan spermi kirli beyaz renkte, yapışkan, ejekülasyonun hemen akabinde jel kıvamında olan, dış ortamda kaldığında 9-11 dakika içinde sulu hâl alan bir maddedir. Normalde hacmi 4-10 cc kadardır. pH’sı alkalidir.
Spermayı; erbezi, prostat, cowper, mery, littre bezlerinin salgıları ve sperm kesecikleri sıvısı ortaklaşa meydana getirir. Yapımına hipofiz ve diğer hormonlar, beslenme bozuklukları, radyoaktivite, ateşli hastalıklar, alkol alımı tesir eder.
Üreme hücreleri olan spermatozoidlerin meydana gelmesinde, geçirdikleri gelişme safhalarına spermatogenez denir. Bu safhalar testislerde tamamlanır. Olgun üreme hücreleri armut biçiminde olup, baş, boyun ve kuyruk kısımları mevcuttur. Genetik şifreyi çekirdeklerinde taşırlar. Boyları normalde 50-65 mikron arasında değişir. Sayıları milimetreküpte normal şartlarda 60-180 milyon arasındadır. Normal spermada, spermatozoidlerin % 50-60’ının hareketli olması lâzımdır. Spermada üreme hücrelerinin yokluğuna azospermi, normalden az olmasına ise oligospermi adı verilir.
Testislerde, evvelce 10-12 mikronluk spermagonismler meydana gelir. Bunlarda genetik şifre çekirdekte sıkışık bir biçimdedir. Sonra bunlar spermatosit ve spermatik hâlini alırlar. Daha sonra spermatozoid meydana gelir. 15 gün içinde olgunlaşır ve meni kanalcığının boşluğuna dökülürler. Buradan sperm kanalına doğru hareketlenirler. Spermatozoidin bu kanal içinde ilerlemesi pasif bir harekettir. Bu hareket üzerine, epitel silenderleri, sıvının etkisi ve kanal adele hareketleri etkilidir. Enjeksiyonla dışarıya atılırlar. Atılamadıkları taktirde parçalanarak, vücutta başka bir işte kullanılırlar.