SİNÜZİT
Alm. Sinusitis, Nebenhöhlenentzündung (f), Fr. Sinusite (f), İng. Sinusitis. Burun boşluğu çevresinde bulunan frontal (alın kemiği), sfenoid, maksilla ve etmoid kemikler içinde hava bulunan ve burun boşluğuna açılan, sinüs denen boşlukların iltihâbı. Bu sinüslerin dördü sağda, dördü soldadır. Sinüslerin iç yüzeyi burun boşluğunu örten kirpikli epitelle kaplıdır. Burun gibi salgı yaparlar. Bu salgı burun boşluğuna dökülür.
Sinüzitler açık ve kapalı olarak iki grupta incelenir. Açık olanlar buruna boşalır, kapalılar boşalmaz ve içeride basınç yaparak şiddetli ağrıya sebep olurlar.
Sebepleri: 1) Nezle, 2) Yüzme ve dalma sporu, 3) Kazâlar, çarpma gibi travmalar, 4) Diş çekimleri, çürükleri, diş cerrâhisi, 5) Mâden ocakları gibi derinlerde çalışma.
Kolaylaştırıcı faktörleriyse şunlardır:
1) Geniz bâdemciği, 2) Burunda eğrilik (septum deviasyonu), 3) Burun eti (polip), 4) Allerjik nezle, 5) Soğuk ve yağışlı hava, 6) Kötü beslenme, 7) Bâzı genel vücut hastalıkları.
Hastalığın seyri: Ağrı en önemli belirti olup, enfekte sinüs çevresindedir. Ağrı öne eğilmekle, üzerine basmakla artar. Kaş üzerinde, gözün altında, şakaklarda, bâzan gözün arkasındadır. Eğer hastalık kronikleşirse (uzun süre devam ederse) ağrının şiddeti azalır, daha künt dolgunluk ve ağırlık şeklinde duyulur.
Burun tıkanıklığı, burundan öne veya burun gerisine akıntı(açık tip ise), sinüs çevresinde şişlik yapabilir. Ateş, genel durum bozukluğu, iştahsızlık ortaya çıkabilir.
Sinüzitler tedâvi edilmezse şu kötü sonuçlar görülebilir:
1. Osteomyelit, sinüsün çevresindeki kemikler iltihaplanır. Devamlı akıntılar ortaya çıkar. Tedâvisi çok güçtür.
2. Gözde, göz kapağında kızarma, iltihap, şişme.
3. Kafa içine geçerek menenjit, beyin apseleri, beyin damarlarında iltihaplar.
4. Bademcik iltihabı, bronşit, bronşektazi, astıma yolaçabilir.
Tedâvi:
Akut sinüzitte: Uygun antibiyotik, anti histaminikli (allerjiye karşı ilâçlar) veya antihistaminiksiz dekonjestanlar (şişlik azaltıcı) ağızdan alınır. Bir hafta-10 gün burun damlası, buhar, ağrı kesiciler kullanılır.
Kronik sinüzitte: Dekonjestanlar veya buharla iltihap buruna akıtılmaya çalışılır. Uygun antibiyotik kullanılır. İğne ile girilip, frontal sinüs yıkanabilir. Cerrâhî olarak sinüsün içi boşaltılır, mukoza kazınır, buruna yeni bir drenaj yolu açılır. Alın sinüzitinde sinüs yağ dokusuyla doldurulabilir.
Bir de halk arasında acı kavun veya hıyar diye bilinen küçük bir yabânî meyve vardır. Bunun suyu sıkılıp, saflaştırılıp, sonra fizyolojik serumla belirli bir oranda sulandırılıp, belirli bir miktar da benzoik asit ilâve edilir ve uygun dozda buruna damlatılırsa, sinüzite çok iyi gelmektedir. Bu husus, yapılan ilmî çalışmalar sonunda doğrulanmıştır. Ancak fazlası zehirlenme yapabileceğinden dikkatli olmalıdır.
Timar sâhibi süvâri askeri. Osmanlı ordusunun esâsı ve en büyük kısmını timarlı sipâhi denilen atlı ordusu teşkil etmekteydi. Timarlı sipâhiler kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi. Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak verirdi. Toprağın üzerinde köylü vardı. O köylüden vergiyi timarlı sipâhi toplar. Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları ve silâhları devamlı hazır bulundururdu. Timar, ordunun er ve subaylarına sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi.
Selçukluların Arapça ıktâ dedikleri böyle toprağa Osmanlılar, tâbiri Türkçeleştirerek dirlik demişlerdir. Dirlikler gelirleri bakımından üçe ayrılırdı. Yıllık geliri 19.999 akçaya kadar olan dirliğe, timar; 20.000 akçadan 99.999 akçaya kadar olan zeâmet; 100.000 akçadan îtibâren gelir getirene de has denilirdi. Burada gelir tamâmen vergi mânâsındadır. Yâni ürünün gerçek değeri değil, üründen köylünün devlete verdiği vergi değeridir. Bu vergiyi, diğer bâzı vergilerle berâber toplamak hakkı dirlik sâhibi sipâhiye âitti.
“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta timar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler. Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı. Bu sonunculara alay beyi deniliyordu ki, sonradan Farsçalaştırılarak miralay ve bugün aynı mânâda albay olmuştur. Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu. Vezirlerin, hânedan üyelerinin de hâsları vardı. En büyük hâslar pâdişâha âitti.
İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı.
Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi. Zîrâ her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdur. Cebeli denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu. Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu.
Sipâhi, timarın bulunduğu topraklarda yaşar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı. Köylerdeki düzeni korurdu. Sipâhilerin, tımarları içindeki devlet topraklarını, çiftçilere dağıtırken, verdikleri vesikaya sipâhi senedi denirdi. Birinci Murâd Han zamânında tesis edilen sipâhilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri görüldü.
Rumeli tımarları, Anadolu tımarlarından dahaverimliydi. Anadolu’da üç bin akçaya kadar olan tımarlar orduya bir cebeli verdiği hâlde, Rumeli’de üç bin akçaya kadar olan tımarlardan iki, hatta üç cebeli çıktığı olurdu. Tabiî tımarların üzerinde yaşayan köylü çiftçilerin Anadolu eyâletlerinde büyük çoğunluğu Türk olduğu halde, Rumeli eyâletlerinde ancak yarıya yakını Türk, yarıdan fazlası, bâzı bölgelerde çok daha fazlası Hıristiyan Ortodoks, bâzı bölgeler de Katolikti.
Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı. “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi. Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi. Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeli ve gulâmı getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu.
Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı. O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı. Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu. Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu. Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu. Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu.
Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi. Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi. Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi.
Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi. Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi.
Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı. Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi. Timar her eyâlette bulunmazdı. Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde timar ve zeâmet yoktu. Çoğunlukla Türk nüfûsunun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Timarlı sipâhi tamâmen Türk soyundan gelirdi.
Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı. Bu zamanda 166.200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74.000’i Rumeli, 91.600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi. Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu. Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askerleri merkezde bulunurdu. İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi. Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi.
Timarlı sipâhiler 17. yüzyıla doğru bozulmaya başladı. Kuruluşlarından beri Osmanlı Devletinin târihinde büyük bir rol oynayan timarlı sistemi, yeniçeriler için olduğu gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeden ziyâde, sessiz sedâsız bir sûrette ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı.
Asırlar boyunca sipâhiler, memleketin en uzak köşelerine kadar yayılıp, köylüyle iç içe yaşadı ve uzun müddet zirâî iktisâdiyatın ve devlet toprak siyâsetinin faal mümessilleri rolünü oynamıştı. Pâdişâhın, devletin en ücrâ köşelerindeki sâdık temsilcileriydiler. Köylerin şenlenmesinde, bayındır hâle gelmesinde her türlü yardımda bulunurlardı.
Timarlı sipâhilerin 17. asrın son yıllarında, hele 18. asırdan îtibâren sayıları önemli ölçüde azaldı.
Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecîd Han (1839-1865), 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipâhiyi emekliye sevk etti. Fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı. 1844’te bir kısım timarlı sipâhisi, atlı jandarma olarak hizmete alındı. Zâten uzun müddetten beri ne sipâhi olarak, ne saray mensubu olarak kimseye timar verilmiyordu. Ölen timarlı sipâhilerin çocukları İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu. 1850’den sonra timar da, sipâhi de kalmadı.
Kelâm, mantık, usûl ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebü’s-Senâ olup, ismi, Mahmûd bin Ebî Bekir bin Hamîd bin Ahmed, lakabı Sirâceddîn’dir. 1198 yılında Âzerbaycan’da Urmiye şehrinde doğdu. Doğum yerine nispetle Urmevî denildi. 1283 yılında Konya’da vefât etti.
Memleketinde ve yakın çevresinde ilk tahsilini tamamlayan Sirâceddîn Ebü’s-Senâ Urmevî, Musul’daKemâleddîn bin Ali’den ilim öğrendi. Bir müddet Şam’da ikâmet etti. Daha sonra Konya’ya gitti. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî gibi büyük âlimlerden ders aldı. İlk önce Konya kadılığına, daha sonra da Kâdı’l-kudâtlığa tâyin edildi. 1254 senesinde Konya’daki meşhur Karatay Medresesini yaptıran Celâleddîn Karatay’ın vakıflarının vakfiyesini, 1279 yılında Sâhib Atâ Fahreddîn Ali’nin çok sayıdaki vakıflarını ihtivâ eden vakfiyesini, Kâdı’l-kudât sıfatiyle kaleme alıp tasdîk etti. Onun Sivas’ta Sâhib Ata tarafından yaptırılan Gök Medrese’nin vakfiyesinin giriş kısmına yazdığı nasihatlerin bir kısmı şöyledir:
“Unutulmamalıdır ki dünyâ kısa bir zaman için uğranılacak bir yerdir. Onu sevmek, vahim ve korkunç bir azaptan ve büyük tehlikeye düşmekten başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, vâdinde durmayanı cezâlandırır. Cenâb-ı Hak, dünyâyı geçici bir hayat için yaratmıştır. Orası ebedî bir karargâh değildir. Bu dünyâ: Sermâyesi ancak farz olan ibâdetler; yapılan iyilikler; makbul olan sadakalar ve cenâb-ı Hakka yaklaştıran hayırlı işler, güzel huylar, yüce ilimler, fazîletler; nefsi, cimrilik ve hasedden temizleme; yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılan amellerden ibâret bir ticâret yeridir. Akıllı kimse, geçici sermâyesini, şiddetli ve ebedî azapların bulunduğu âhiret için sarf eder. Her kim âhiret için çalışırsa yüksek dereceler elde eder. Dünyânın geçici süslerine, gönül alıcı yaldızlarına aldanırsa nîmetlerden, yüksek derecelerden mahrum olur. Bu dünyâ, akıllının çiftliği, gâfil ve câhilin ziyan edeceği bir yerdir. Dünyâda Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan, ahirette azaptan kurtulur; emir ve yasaklara uymayan da kaçacak yer bulamaz. Akıllı kimse, ekilecek bir tarla gibi olan şu dünyâda, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eder. Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olursa, âhirette karşılığını görür. Verdikleri, ecrin en büyüğü ve azığın en verimlisi olarak âhirette karşısına çıkar.”
Sirâceddîn Urmevî bilhassa Konya’nın Karamanoğulları tarafından kuşatılması esnâsında, şehrin müdâfaa edilmesine dâir verdiği fetvâ ile, halkın birlik olup şehri müdâfaa etmesine vesîle oldu.
Birçok talebe yetiştirip, insanlara ilim öğreten Sirâcüddîn Urmevî’nin talebeleri arasında,Safiyyeddîn Muhammed bin Abdürrahîm Urmevî gibi meşhûr âlimler de vardı.
Pekçok eserin müellifi olan Ebü’s-Senâ Sirâceddîn Urmevî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: Et-Tahsîlü Muhtasar-ı Mahsûl, Lübâb-ül-Erbaîn fî Usûl-id-Dîn li-Fahreddîn-i Râzî, Şerh-ül-Vecîz-lil-Gazâlî, Muhtasar-ı Şerh-is-Sünne lil-Begâvî, Metâli-ül-Envâr, Beyan-ül-Hak.
Alm. Zirkues (m), Fr. Cirque (m), İng. Circus. İnsanlar tarafından eğitilmiş hayvanlara yaptırılan çeşitli akrobasi numaralarının yapıldığı özel hazırlanmış yerler. Kenarları yüksek, ortası çukur yuvarlak meydanlar ile kenarları yarım dâire şeklinde dik buzullarla oyuk hâline gelmiş yerlere de “sirk” ismi verilmektedir. Herkesin girip çıkması ve faydalanması serbest olan kum pistlerine de “sirk” denir.
Sirkin târihi M.Ö. yaşamış eski Roma krallıklarına kadar varmaktadır. İlk sirk oyunları Romulus isminde bir Romalı tarafından ortaya çıkarıldığı ve geliştirildiği, daha sonra Fransa’ya geçtiği burada yapılan arkeolojik kazılardan anlaşılmıştır. On sekizinci yüzyılın yarısından sonra sirk gösterileri İngiltere’de kendini gösterdi. Bugünkü modern sirk gösterilerinin temeli bir İngiliz süvâri subayının gösterileriyle atılmış oldu.
Çevrenin ilgisini çeken bu tür gösteriler, Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinde yayıldı. Yirminci yüzyılda ise çeşitli yenilikler içerisine giren sirkler, sevilen eğlence yerleri hâlini aldı.
Sirkin ilk çıktığı devirle bugünkü modern durumu arasında çok büyük farklar vardır. Önceleri sirklerde araba yarışları, hayvan dövüşleri ve çeşitli komik gösteriler sergilenirdi. Bu gösteriler tamâmen açık havada eni dar, boyu uzun ve etrâfı yüksek vâdilerde yapılırdı. Gösteriler herkes tarafından rahatlıkla seyredilirdi. Sirkler zamanla gezici hâle geldi. Gösteriler büyük çadırlarda yapılmaya başlandı. Gösteri sayısı ve cinsleri de değişti.
Sirkin ilk çıktığı târihlerde araba yarışları, hayvan dövüşleri, truva oyunları, atlı ve yaya saldırıları, gemi dövüşleri, av oyunları vb. gibi gösteriler sergilenirdi. Sirklerin çocuklara da gösterilmeye başlanması ile, bu çeşit gösteriler de ortadan kalktı. Bunların yerini modern sirk oyunları denilen köpek ve ayıların dansları, maymunların bisiklete binmesi, atların hep birden seyircileri selâmlaması, fillerin dansı, yırtıcı hayvanlardan arslan ve kaplanların insanlarla şakalaşması gibi gösteriler daha çok tutuldu. Bunlarla birlikte zamânımıza kadar gelen erkek ve kadın cambazların ortaya koydukları akrobasi hareketler de sirk çadırlarında yer aldı.
Sirk idâre etmek ve devam ettirmek çok zor bir meslek dalıdır. Zahmetli bir iştir. Bu işle uğraşanlar çok küçük yaşta çalışmalara katılarak zamanla ustalaşırlar.
Alm. Essing (m), Fr. Vinaigre, İng. Vinegar, Bilhassa yiyeceklere lezzet vermek maksadıyla kullanılan, ekşi tattaki asitik sıvı. Genel olarak meyvelerden elde edilen seyreltik alkollü çözeltilerin, asetik aside, oksidatif bakteriyel dönüşümüyle elde edilir.
Başlıca üzüm veya elma suyundan, arpa veya yulaf maltından (malt sirkesi) veya sanâyi alkolünden (beyaz sirke) üretilir. Sirke üretiminde, şekerli maddeler veya nişastanın hidroliziyle üretilen maddeler ilkin saccharomyces masasıyla alkole dönüştürülmektedir. Sonra sirke veya asetik asit bakterileri (mikoderma aseti) alkolü asetik aside dönüştürmektedir. Bu bakteriler oksijenin yokluğunda gelişmediklerinden hava elzemdir. Eğer uygun beslenme şartları sağlanırsa bakteriler alkolün oksidasyonunu sağlayan enzimleri hâsıl ederler. Bakterilerin gıdası olan maddeler, basit şekerleri (glikoz), amino asit ve diğer azotlu bileşikleri, vitaminler (özellikle B kompleksi) ve anorganik bileşikleri (fosfatlar) içine almaktadır. Buradaki kimyevî reaksiyon basit olarak şu şekilde gösterilebilir:
CH3CH2OH+O2+ bakteriyel enzimler
CH3COOH+H2O. (Bkz. Asetik Asit)
Sirke üretimi:
1. Yavaş metod: Bağ, bahçe veya evlerde elde edilen sirke bu metodla elde edilir. Meyve suyu ile kısmen doldurulmuş fıçının (ahşap veya paslanmaz çelikten yapılmış) ağzı temiz bir bez ile örtülür ve meyve suyu kendi hâline bırakılır. Bir süre sonra meyve suyu içindeki glikoz veya diğer şekerler alkol ve CO2’ye dönüşür. Alkolün konsantrasyonu belli noktaya gelince alkol mayalanması durur ve havadan düşen sirke mayalarının etkisiyle alkol sirkeye dönüşür. Bu yolla sirke uzun zamanda elde edilir.
2. Hızlı metod: Bu metodda, meşeden yapılmış çift tabanlı silindirler kullanılır. Silindire kayın ağacı rendesi konur ve yukarıdan yavaş yavaş yeni sirke katılmış alkollü sıvı akıtılır. Bu sırada sıcaklık 30°C’de tutulur. Bu metod ile yapılan sirke çok keskindir. Bu sirke ağaç fıçılarda altı aydan fazla tutulduğunda tadı yumuşar.
Bunlardan başka Schutzenbach ve Orléans metodları gibi metodlar da kullanılabilir.
Sirkenin; elde edilen meyveye bağlı olarak koku ve lezzeti değişir. Üzümden elde edilen sofra sirkesinde % 6-7 oranında asetik asit (sirke rûhu) bulunur. Bunların dışında, sirkedeC vitamini, bâzı mâdenî tuzlar (kalsiyum tartarat gibi) bulunur. Saf asetik asitten su ile seyreltilerek yapılan sentetik sirkelerde mâdenî tuzlar ve C vitamini yoktur. Gıda endüstrisinde kullanılan beyaz sirke % 10-12,5 kadar asetik asit ihtivâ eder. Beyaz sirke, gıdâya ekşilik verdiği gibi bozulmayı da önler.
Târihte sirkenin kullanılması çok eskidir. Ortaçağda ayrı bir teknoloji sâhası bulmuş ve güçlü bir esnaf loncası tesis edilmiştir. Normal dozlarda dahi mikrop öldürücü hassaya sâhiptir.
Sirkenin faydaları şunlardır:
1. Hazmı kolaylaştırır.
2. İştahı açar, bu sebeple birçok yemek ve salatalarda tat ve çeşni için kullanılır.
3. Sirkenin güzel ve ferahlatıcı kokusu, asabî baygınlıklarda hastayı uyandırıcı tesire sâhiptir.
4. Sirkeyle soğuk su friksiyonları, en zararsız ateş düşürücü, kezâ vücuda sükûnet ve ferahlık veren bir preparattır.
5. Sirke, sinamekiyle kaynatılıp sürülürse, saçların dökülmesini önler.
6. Ekzama ve yaralara sürülürse büyük ölçüde şifâ sağlar, iyileştirir.
7. Yine sinamekiyle kaynatılarak içilen sirke, kabızlığı giderir.
8. Sirke tortusu, kangren ve deri (cilt) vereminde yaralı bölgelere sürülür veya yaralara konursa müsbet sonuçlar elde edilmektedir. Bu halde tortu, merhem gibi kullanılmalıdır. Bu tatbik, önce yaranın genişleyip, büyümesine mâni olur ve sonra da yavaş yavaş iyileşmesini temin eder.
9. Mîde harâretini giderir.
10. Kanamalar için önemli bir ilâç olduğu ve en kısa zamanda kanamayı kesip durdurduğu bâzı tıp kitaplarında yazılmıştır.
11. Safrayı keser. Safra rahatsızlıklarını giderir ve safra akıntısını tanzim eder.
12. Ayrıca kanı sulandıran hassasını da zikretmek gerekir.
13. Sirke suyuna batırılmış bir parça şekeri yavaş yavaş emmek hıçkırıkların giderilmesinde de rahatlıkla kullanılabilmektedir.
14. Sirke ile yapılacak gargara, diş etlerini ve diplerini sağlığa kavuşturur. Buna bir müddet devam edilmeli ve diş etleri hafif ovulmalıdır.
15. Haşerât ve diğer zehirli hayvan sokmalarında, sokulan yer sirkeyle pansuman yapılır ve üzerine sirkeli pamuk kapatılırsa şifâ gerçekleşir.
Yukarıda bahsi geçen yaraların ve gözlerdeki bâzı rahatsızlıkların tedâvisinde zeytinyağı tortusunun da mücerret bir şifâ maddesi olduğu bâzı sağlık kitaplarında tavsiye edilmiştir.
Peygamber efendimiz; “Sirke ve zeytinyağı ne güzel katıktır, sirke bulunan evde fakirlik olmaz.” buyurarak sirkeyi methetmişlerdir.
Peygamberimizin meth ve tavsiyesine mazhar olan sirkenin henüz bilinmeyen fayda ve güzel hassalarının bulunduğuna inanılmaktadır.
Alm. Zirrhose (f), Fr. Cirrhose, İng. Cirrhosis. Karaciğer parankiması (karaciğerin vazifelerini yürüten esas kısmı)nın harâbiyeti, yeni bağ dokusunun teşekkülü ve karaciğer hücrelerinde büyüme ve sayıca artışla karakterlenen yaygın, müzmin, ilerleyici ve kötü gidişli karaciğer iltihâbı. Siroza yol açan sebepleri şöylece sıralayabiliriz:
Viral hepatitler (posthepatitik siroz), kronik alkolizm (alkolik siroz), kolestaz (safra tıkanıklığı) ve kolonjit (safra yolu iltihabı) (biliyer siroz), hemokromatozis (pigmenter siroz), hepatolentiküler degenerasyon (wilson sirozu), galaktozemi, pankreasın kistik fibrozisi, kötü beslenme (nütrisyonel siroz), enfeksiyonlar ve bâzı paraziter hastalıklar (malarik siroz, sifilitik siroz, paraziter siroz). Siroz vak’alarının % 40-50 kadarında ise altta yatan sebep bulunmaz ki bunlara da kritojsenik siroz ismi verilir. Müzmin karaciğer sirozuna protal siroz ismi de verilmektedir.
Siroz bütün ırklarda ve milletlerde rastlanan yaygın bir hastalıktır. Gerek siroz, gerek bu hastalıktan ölüm oranı alkol alışkanlığına paralel olarak artmaktadır. Siroz, genellikle alkoliklerin bir hastalığıdır. Siroz erkeklerde daha sık görülür, bunda erkeklerin daha çok alkol alma alışkanlığının rolü de vardır. Siroza en çok 40-60 yaşlar arasında rastlanır. Sirozdan ölenlere yapılan otopside karaciğer genellikle normalden küçük bulunmuştur. Üzeri nodüler (yumrulu), kıvamı serttir.
Tam olarak teşekkül etmiş olmasına rağmen bâzan siroz, uzun seneler belirtisiz kalıp, bir kontrol sırasında, bir ameliyatta veya otopside tesâdüfen teşhis edilebilir. Bunlara gizli siroz denilebilir.
Sirozda çok çeşitli ve değişik belirtilere ve klinik bulgulara rastlanırsa da bunların çoğunluğu, ya karaciğer yetmezliği veya portal hipertansiyon netîcesidir. (Bkz. Tansiyon)
Sirozun kompanse (dengelenmiş) devresinde başlangıç şikâyeti; çabuk yorulma, halsizlik, iştahsızlık bulantı-kusma, ishâl-kabız, yemeklerden sonra ağırlık basması, şişkinlik olabilir. Alkolik bir şahısta sindirim sistemine âit şikâyetlerin ve bilhassa sabah kusmalarının başlaması veya bu belirtilerle birlikte evvelce çok fazla içen şahsın birdenbire içkiye ara vermesi hâlinde sirozdan şüphe edilmelidir. Hastalık, yemek borusu varisinin yırtılmasına bağlı kan kusma ile de başlayabilir. Önceden hiçbir şikâyeti yokken, 40 yaş üstündeki bir şahısta hemoroid teşekkülü de sirozun ilk belirtilerinden biri olabilir. Burun ve diş eti kanamaları, âdet bozuklukları, barsak kanamaları, zayıflama ve karın ağrıları görülebilir.
Karaciğerin % 80 veya daha fazla kısmı harap olmadan karaciğer yetmezliği meydana gelmez. Siroz, müzmin bir hastalık olduğundan, karaciğer yetmezliğine âit belirtilerin ortaya çıkışı çok yavaştır.
İlerlememiş devrede; kalp genellikle küçük, tansiyon vak’aların çoğunda düşüktür. Sirozlu erkeklerde testis (haya) küçülmesi, iktidarsızlık, memelerin büyümesi söz konusudur. Dalak ve karaciğer büyüklüğü, bacaklarda ödem, hafif bir sarılık, hemoroid görülür.
Sirozun dekompanse (ilerlemiş) döneminde hasta ileri derecede zayıflamıştır. Karında sıvı toplanmasına bağlı karın şişkinliği söz konusudur. Yanaklar ve burun genişlemiş toplardamarlardan dolayı pembe veya kırmızıdır. Saçlar ince, gövde ve uzuvlardaki kıllar çok azalmış, göğüs kılları tamâmen kaybolmuştur. Yüzde ve gövdede, önce örümceksi ben adı verilen kırmızımtrak damar genişlemeleri vardır. Avuç içleri kırmızımsıdır. Deri kasıntısı da mevcuttur. Mîde-barsak bozuklukları görülür. Hastanın nefesi pis kokar. Dekompanse dönemde portal hipertansiyonun bulguları iyice kendini gösterir.
Sirozun komplikasyonları (kötü neticeleri) arasında; tüberküloz, fıtıklar, portal toplardamar tıkanması, kanserleşme, barsak tıkanıklığı, kanamalar ve karaciğer koması sayılabilir.
Gizli ve kompanse safhada en değerli teşhis metodları; karaciğer biyopsisi, laparaskopi (karın boşluğunun açılarak incelenmesi) ve splenopartografi (portalzenin) filminin çekilmesidir.
Hastalığın gidişâtı; kompanse safhada nisbeten iyi, karında sıvı toplanmasından sonra ise kötüdür. Erken devrede teşhis edilen vak’alarda tedâviyle dekompansasyon safhasını geciktirmek ve hattâ önlemek mümkün olmaktadır. En iyi neticeler alkolik sirozda alınır. Sirozda en sık rastlanan ölüm sebebi, enfeksiyonlardır. Vak’aların % 10-20’si mîde-barsak kanamalarından bir kısmı da ilerleyici karaciğer yetmezliği ve bunun neticesi olan karaciğer kanamasındandır.
Tedâvi: Karaciğer sirozunun erken devrelerinde tedâvinin esâsı istirahat, besleyici bir diyet, karaciğerin zararlı tesirlerden korunması ve iyi bir bakımdan ibârettir. Enfeksiyonlar, ödem ve karında sıvı toplanması, karaciğer koması veya yemek borusu varislerinin yırtılmasına bağlı kanama gibi durumlarda hastânelerde ayrıca özel tedâvi, tedbir ve çârelerine mürâcaat edilir.
Başta alkol olmak üzere karaciğeri harâb ettiği bilinen bütün ilâç ve maddelerden kaçınmalıdır. İslâm dînî bütün alkollü içkileri yasaklamak sûretiyle bu mühim hastalık için de sağlıklı olmanın yolunu göstermiş olmaktadır.
Diğer siroz türlerinin de tedâvi şekilleri aşağı yukarı aynıdır. Son yıllarda karaciğer tramsplantasyonuyla, hastalığa kesin çözüm bulma yolu denenmekte ve başarılı sonuçlar alınmaktadır.
Alm. Nebel, Dunst (m), Fr. Brouillard (m), Brume (f), İng. Mist, Fog. İçi dolu sıvı su damlacıklarından meydana gelen ve her zaman sâkin havada yerkürenin yüzeyini kaplayan stratüs bulutu. Çevreyi görmeye engel olacak kadar kalın ve yığın halinde su buğusu. Sis dört şekilde meydana gelebilir:
İlkinde: Soğuk bir satıh üzerinden geçmekte olan hava kütlesi, hava içindeki su buharının yoğunlaşma sıcaklığına kadar soğursa sis teşekkül eder. Deniz üzerindeki yoğun sislerin ana sebebi budur.
İkinci olarak, geceleri radyasyon ile ısı kaybeden havanın soğumasıdır. Buna ışınım sisi de denir. Bu sisin yüksekliği azdır. İçinden gökyüzü genelde görünür. Isınım sisi sadece karalarda meydana gelir. Güneşin batmasıyla ortaya çıkan sis, genel olarak güneşin doğmasından bir saat sonra kalkar.
Üçüncüsü, soğuk bir hava kütlesi içinden geçen yağmurun buharlaşarak havaya karışmasıdır. Böylece hava su buharına doyar ve sis başlar.
Son olarak bir yamaçtan yukarı çıkan hava kütlesi genişleyerek soğur ve sıcaklık kâfi derecede düşerse yine sis ortaya çıkmaktadır.
Dağlık bölgelerde meydana gelen sisler, vâdileri yarısına kadar kaplar. Yüksekçe bir yerden sis altında kalan vâdiye bakıldığında, dağlar sis denizi içinde adalar gibi sıralandığı görülür.
Bir meteoroloji olayı olan sis, sıcaklık ve nemlilikle alâkalı olarak ışıma hava karışımı gibi olaylardan meydana gelir. Sis; yoğunlaşan su buharı oranına göre hafif, orta veya kesif olmaktadır. Toprak üzerindeki engebelerin doğurduğu ters hava akımları, karalarda sisin fazla olmasını engeller. Meydana geldiği yerle ilgili olarak vâdi, çayır, göl, dağ, deniz kıyı ve şehir sisleri gibi çeşitleri vardır. Sis en fazla denizlerde ve açık arâzilerde görülür.
Sis taşımacılıkta önemli bir engel ve büyük bir tehlike kaynağıdır. Sisin yoğun olduğu bölgelerde kara, deniz ve hava ulaşımı geniş ölçüde aksar. Sisli yollarda taşıtların keskin ışıklı farlarından istifâde ederek ihtiyatlı davranmaları gerekir. Uçaklar sisli havalarda radarla veya kontrol kulelerinden verilen talimatlara göre iner kalkarlar. Gemiler sisli havalarda ya oldukları yere demirlerler veya radar ve sirenleri yardımıyla yollarına devam ederler.
Türkiye’de sisler bölgelere, mevsimlere göre farklı süreler ve ayrı şiddetlerde olmaktadır. Sisin en çok görüldüğü bölgeler Karadeniz, Marmara, İç Anadolu’dur. En az sis olan bölgelerimizse Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’dur.
Alm. Seismograph, Erdbebenanzeiger (m), Fr. Sismographe (n), İng. Seismograph. Toprak hareketlerini kaydeden ve ölçen bir cihaz. Sismograf umûmiyetle zelzelenin, yer ve şiddetini, saatini, süresini kaydederse de; toprağın jeolojik yapılarını, petrol ve mâden yataklarının bulunmasını, deniz dalgaları ve fırtınaların meydana getirdiği mikrosismik hareketlerin tespitini, volkanik ve nükleer patlama titreşimlerini, çevre gürültüsünü ölçen türleri de vardır. Deprem dalgaları başladığı yerden her yöne dağılarak geçtiği yol üzerinde fizikî değişiklikler yapar. Bu dalgaları tespit eden Sismografın jeofizik ilmine sağladığı fayda; mikroskopun biyoloji ilmine, teleskopun astronomi ilmine sağladığı faydadan az değildir.
Sismografın çalışması sarkaç esâsına dayanır. Yer sarsıldığı halde sarkaç ucundaki ağırlık sâbit kalır. Ağırlık ucuna bağlı olan kalem, yere bağlı kâğıt üzerine hareket yönü doğrultusunda zelzele dalgalarının şeklini çizer. Zelzele dalgaları dikey ve yatay doğrultuda olduğu için, bütün dalgaları kaydedebilmek için biri dikey, ikisi de yatay hareketleri çizen üç sismografa ihtiyaç vardır.
Zelzele olduğu vakit sismik kaynaktan çevreye yayılan dalgalar iki türlüdür. Birinci tür dalgalar yerküresinin derinliklerine doğru hareket ederler. İkinci tür dalgalarsa yerkabuğu boyunca hareket ederler. Bu dalgalara yüzey dalgaları da denir.
Derinliğe doğru giden kütle dalgaları da birbirine dik iki düzlemde birbirinden belli bir faz farkı ile hareket eden iki dalganın birleşimidir. Yüksek süratlı sıkıştırma özellikli primer dalgalar veya P dalgalarının geçtiği yerde parçalar yayılma yönünde hareket ederler. P dalga düzlemine dik düzlemde hareket eden Sekonder dalgalar veya S dalgaları ise daha yavaş ve geçtiği yerdeki parçaları yayılma yönünün aksine hareket ettirirler.
Her zelzelede P dalgalarını S dalgaları tâkip eder. İki dalganın hız farkından sismik kaynak yerinin sismografın bulunduğu yerden mesâfesi hesaplanabilir. P ve S dalgalarının yer içlerindeki katlardan geçerken yansımalarından dolayı meydana gelen ayrıca başka dalgalar da vardır. P dalgalarının hızı sâniyede 6 km ile 10 km arasındadır. S dalgalarının hızı sâniyede 3,4 km ile 7,2 km arasında değişir. Zelzelelerde yer kabuğu boyunca meydana gelen dalgalar da çeşitlidir. En çok kendisini hissettiren türleri yatay yönde hareket eden Love dalgaları ile dikey yönde hareket eden Raylaigh dalgalarıdır. Sismografın görevi gerek kütle dalgaları gerekse yüzey dalgalarının hassas bir şekilde tespitidir.
Sismograflar genel olarak pandüllü (sarkaçlı) ve kristal gerilmeli olmak üzere iki türlüdür. Sarkaçlı sismograflarda sarkaç büyük bir ağırlık ihtivâ eder ve toprağa bir yayla tutturulmuştur (Bkz. Sarkaç). Her yönde rahatça hareket edebilen sarkacın demirden uç kısmı elektromıknatıs bobinler içindedir. Sarsıntı olduğu vakit bobin içindeki sarkaç uzantısı manyetik alanı değiştirince bobindeki akım değişir. Bu akım değişikliği yazıcı kaleme hareket verir. Sarkaç ağırlığı arttıkça ve mıknatıs bobinin hassâsiyeti arttırıldıkça titreşimlerin genliğin büyütülme ve küçük sürelerdeki tespiti mümkün olur.
Diğer bir sismograf türü de kristal elemanlı olanlardır. Bu sismografın çalışma prensibi piezoelektrik olayına dayanır. Zelzele dalgası geçerken yere bağlı iki mesnet arasında meydana getirdiği yatay veya dikey hareketler, bu iki mesnet arasında yüzer vaziyetteki kristali sıkıştırıp gevşetir. Bu kristalden üreyen elektrik akımı büyütülerek sismik dalga olarak kaydedilir.
Sismograf hareketleri büyütüldükten sonra kâğıt üzerine kaydedilir. Büyütme alanını arttırmak ve kolay kayıt yapabilmek için optik büyütmeli fotoğraf kayıtlı sismograflar yapılmıştır. Bu tür sismograflarda büyütme oranı 2000 ile 1.000.000 arasında değişir. Vasat bir sismograf için büyütme oranı 50.000 ve daha az olur. Sismik dalgaların ölçülebilen en düşük peryodları 0,2 sâniyedir.
(Bkz. Hücre)