SEZAR (Caius, Julius, Caesar)
Ünlü Romalı general ve diktatör. M.Ö. 101 yılında doğan Sezar, eski bir patricius âilesindendi. Sezar’ın, idâreye hâkim olan Sulla’nın rakibi Mairus’u destekleyen bir soylunun kızı ile evlenmesi şimşekleri üzerine çekti. Sulla ondan hanımını boşamasını istedi. Bu emri dinlemeyen Sezar, Roma’dan uzaklaşarak, Anadolu ve Kilikya’da askerî hizmete girdi.
Sulla’nın M.Ö. 78’de ölmesi üzerine geri döndü. Sulla’nın sistemini yıkmak için Pompeius ile işbirliğine başladı. M.Ö. 68’de quaestor (konsül yardımcısı) görevine seçildi. Aynı zamanda uyguladığı büyük bir propaganda ile halkı yanına çekmekten de geri kalmıyordu.
Sezar, bugünkü Portekiz’i de içine alan Uzak İspanya eyâletindeki quaestorluk görevinin ardından M.Ö. 65’te curule asedilis (yüksek belediye görevlisi) ve M.Ö. 63’te başrahip oldu. 63 ve 64 konsül seçimlerinde başarısızlığa uğrayan Catilina’nın darbe teşebbüsüne adı karışan Sezar, bu sebeple, tekrar iki yıllığına İspanya Vâliliğine gönderildi.
Sezar bu sırada edindiği büyük servetle dönüşünde M.Ö. 59 yılı için konsüllüğe aday oldu. Seçimi kazanan Sezar’ın ilk işi zenginliğiyle meşhur Galya üzerine yürümek oldu. Aynı zamanda Romalıların da en büyük düşmanı olan Galyalıları mağlup etmekle Roma’daki îtibârı daha da artacaktı. Sırasıyla Helvetler ve Sûevleri yenen Sezar, M.Ö. 58’de Galya’ya yerleşti. Belçika, Armarica ve Aquitaniahlara boyun eğdirdi. Birbirinden kopuk ve düzensiz isyân hareketlerini kırdıktan sonra, bölgede kendi teşkilâtını kurmaya muvaffak oldu.
Ancak bu sırada Roma’da Pompeius’un tek konsül olarak seçilmesi ve Sezar’a karşı cephe alması, ülkede bir iç savaşın doğmasına yolaçtı. Sezar, İtalya ile Ciselpina arasında sınır meydana getiren Rubico’yu aştı ve Roma üstüne yürüdü. M.Ö. 50-47 yılları arasında süren savaşlardan muzaffer olarak çıkan Sezar, bu kez diktatör ünvânıyla Roma’ya döndü. Muhâliflerinin isyânlarını M.Ö. 46’da Thapsus’ta ve M.Ö. 45’te Munda’da çok kanlı bir şekilde bastırdı. Yine bu dönemlerde Sezar’ın Kleopatra ile evlenerek onu Roma’ya getirmesi ve sefâhat âlemlerine dalması halkın ve devlet adamlarının tepkisini üzerine çekiyordu.
Nitekim Sezar, Partlardan M.Ö. 53’teki yenilginin öcünü almak ve Fırat’ın batısındaki toprakları ele geçirmek amacıyla yeni bir sefere hazırlanırken, Senato’da önceden belirlenmiş bir suikast sonucu öldürüldü (M.Ö. 44). Sezar’ın sayıları altmışı bulan suikastçılar arasında evlatlığı Brutüs’ün kendisini hançerlediğini görünce söylediği, “Sen de mi Brutüs?” sözü târihe geçmiştir.
Alm. Kaiserschnitt (m), Fr. Opération (f), Césarienne, İng. Caesarean (operation). Ceninin, belirtilen zamanda veya daha önceden cerrâhî olarak karın ön duvarı ve rahme yapılan bir kesi ile karından çıkarılması.
Hippokrat, Galen gibi hekimlerin zamânında sezaryenden söz edilmediği görülüyor. Eski çağlarda Mısırlıların ve Romalıların sezaryene başvurdukları târihi vesikalardan anlaşılmaktadır. M.Ö. 800 yılında çıkarılan bir Roma kânununda gebeliğin son haftalarında ölen kadınlarda çocuğu kurtarmak amacı ile sezaryen benzeri bir ameliyatın uygulanması emredilmiştir.
Acemilerin Şahnâme’sinde (10 ve 11. yüzyıl) bir engellenmiş doğum vak’asında sezaryen ameliyatı târif edilmektedir. Canlı bir kadında başarılı bir şekilde uygulanmasına dâir ilk kayıt, 1500’lerde bir İsveçlinin karısı üzerinde bu ameliyatı yaptığını söylemesiyle ilgilidir. Müteakiben çeşitli yıllarda ve şartlarda denendi, fakat hemen dâimâ annenin sepsis (mikropların vücuda yayılması) veya kanamadan ölmesiyle sonuçlandı.
“Sezaryen” adı 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ameliyatın ismini nereden aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:
Julius Caesar’ın böyle bir ameliyat ile dünyâya geldiği hakkında hikâyeler mevcuttur. Lâkin Caesar’ın annesinin, doğumdan birçok yıl sonra dahi hayatta olduğu bilinmektedir. M.Ö. 100 yılında Caesar (Sezar)’ın annesinin böyle bir ameliyattan sonra hayatta kalmış olması akla yakın değildir.
Ortaçağda sezaryen teriminin Lâtince “kesmek” anlamına gelen “caesere” fiilinden türetilmiş olduğu ileri sürülmüştür.
1870 yıllarında sezaryene bağlı anne ölümü % 75 civârındaydı. Şok ve sepsis (kanın mikroplanması) yanında başlıca ölüm sebebi kanama idi. Zîrâ ameliyatın ilkel şeklindeki cenin çıkarıldıktan sonra rahime dikiş konmuyordu. 1882’de Max Sönger rahimdeki kesiti dikerek ölüm oranını düşürmüştür. Cerrâhî ve anestezi tekniğindeki gelişmeler, antisepsi kurallarına uyulması ve antibiyotiklerin keşfiyle son bir asır içinde sezaryen ameliyatındaki ölüm oranı o kadar azaldı ki, sezaryen normal doğuma alternatif olarak sık uygulanan bir metod hâline geldi.
Normal yoldan doğum mümkün değilse, gecikmesi anne ve çocuk için tehlikeli olacaksa sezaryen ile sonuçlandırılması gereklidir.
Sezaryen ameliyatı icab ettiren durumlar şunlardır:
1. Annenin hayâtını tehlikeye sokan durumlar (Çocuğun eşinin yanlış yerleşmesi, rahimde yırtılma tehlikesi).
2. Çocuğun hayâtını tehlikeye sokan durumlar (çocukta oksijensiz kalma, asfiksi tehlikesi).
3. Annenin korunması gereken durumlar: Normal doğumun tehlikeli olabileceği annenin ağır hastalıkları, anneyi bitkinliğe sürükleyen ve uzun doğumlar, rahim ameliyatı geçirmiş olanlar.
4. Çocuğun korunması gereken durumlar: Çocuğun başı ve annenin kalçası arasında uyumsuzluk, çocuğun geliş anomalileri, doğumun gecikmesi, çocuğun miadının geçmesi, annede şeker hastalığı olması, eşin yetersizliği, uzun süren kısırlıktan sonraki gebeliklerde.
Sezaryen ancak hastâne şartlarında ve mütehassıs, uzman hekimler tarafından yapılabilir. Bir defâ sezaryen ameliyatı geçiren kadınlar, bir daha normal doğum yapamazlar, sonraki doğumlarını da hep sezaryenle yapmak zorundadırlar. İdeal olan, doğumun tabiî olarak gerçekleşmesidir. Sezaryene son çâre olarak başvurmalıdır.
Müslümanların ilk yıllarından îtibâren tababette büyük gelişmeler olduğunu, bunlara âit verilen fetvalardan anlaşılmaktadır. Eshâb-ı kirâmdan Arface bin Es’ad Temimi’ye altın burun takılmasına izin verilmesi bunlardan biridir. Ayrıca dînimizde çocuğun yaşayacağı ümit edildiği zaman, çocuğu anasının karnından çıkarmak için, ölmüş olan anasının karnını yarmaya izin verilmiştir. İmâm-ı A’zam, bu sebeple, bir kadının karnının yarılmasını emretmiş, kurtarılan çocuk çok yaşamıştır.
Alm. Zäsium (n), Fr. Césium (m), İng. Cesium. Alkali metaller grubundan bir element. Cs sembolüyle gösterilir. İlk defâ 1860 yılında Drukheim Mâden Sularında Bunsen ve Kirchhoff tarafından spektroskopik yolla bulunmuştur.
Bulunuşu: Sezyum en bol olarak polusit mineralinde bulunur. Bu mineraldeki nispeti % 28’e kadar varır. Bulunduğu belli başlı ülkeler Kanada, İsviçre ve Rusya’dır. Bâzı Afrika ülkelerinde de bulunur. Dünyânın en zengin sezyum kaynağı Manitoba’daki Berniç Gölü olup, burada bulunan 300.000 ton kadar polusitin yaklaşık % 20’si sezyumdur. Sezyumun daha düşük nispetlerde bulunduğu iki önemli mineral de karnalit ve lepidolittir.
Özellikleri: Gümüş beyazlığında yumuşak bir metaldir. Erime noktası 28,5°C, kaynama noktası 670°C, yoğunluğu 1,90 g/cm3, atom numarası 55, atom ağırlığı 132,91’dir. Elektron dağılımı [Xe] 6S1 olup, bileşiklerinde 1+ değerliğini alır. Atom ağırlıkları 123Cs’ten 144Cs’e kadar olan 22 izotopu bilinmektedir.
Sezyum çok düşük iyonlaşma potansiyeliyle en elektropozitif elementtir. Soğuk su ile patlama şeklinde reaksiyon verir. Su ile reaksiyonundan meydana gelen sezyumhidroksit (CsOH) cama bile etki edebilen en kuvvetli bazdır.
Sezyum, oksijene karşı çok hassas olup, oda sıcaklığında dahi havada yanarak turuncu renkli sezyum oksid (Cs2O) meydana getirir.
Elde edilişi: Kimyâsal yoldan sezyum elde edilmesinde en kıymetli metod, sezyum şapının kalsinasyonu ile meydana gelen CsAlO2’nin magnezyum ile indirgenmesidir. Endüstride polusit mineralinden bir sürü işlemle sezyum, sezyumklorür bileşiği hâline getirilir. Sonra bu bileşik kalsiyum ve lityum gibi indirgen bir metalle vakum fırınında ısıtılır. Ayrılan sezyum sonraki bir vakum destilasyonu ile % 99,9’luk bir saflığa getirilir.
Bundan başka eritilmiş siyanürlerin elektroliziyle de metalik sezyum elde edilir.
Kullanılışı: Yüksek elektropozitif özelliği sebebiyle vakum tüplerinde, oksijen, su ve başka bâzı maddelerin giderilmesinde kullanılır. Kezâ bâzı fotoelektrik radyo tüplerinde fotosel olarak, bâzı organik bileşiklerin hidrojenlenmelerinde katalizör olarak kullanılır.
Sezyum terom-iyonik akım jeneratörlerinde ısı enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmede kullanıldığı gibi atom saatleri yapımında da kullanılır. Bu saatler 300 yılda 5 saniye kadar hata yaparlar.
Sezyumun önemli bir kullanma sahası da uzay roketlerinin motorları için bir yakıt olarak kullanılmasıdır. Bu maksatla sezyum buharları iyonlaştırılır. Meydana gelen iyonlar bir elektriki alanda hızlandırıldıklarında itme gücü kazanırlar. Bu tarzla diğer yakıtlardan 140 misli fazla güç elde edilir.
Antarktika kıtasında iki defâ araştırma yapan İngiliz kâşifi. 15 Şubat 1874 günü Kilkee’da dünyâya gelen Shackleton, kolej eğitiminden sonra ticâret filosuna âit gemilerde çalışmaya başladı. 1901-1904 senelerinde yapılan Antarktika inceleme programına kaptan R.F. Scott emrinde iştirak etti. Sıhhati bozulduğu için 1903 senesinde İngiltere’ye döndü. 1908 senesinde Antarktika incelemelerine başkan olarak katıldı. Buz tabakalarının kalın olması sebebiyle kutuba fazla yaklaşamadı. Güney kutbuna 97 mil kala geri döndü. 1914-1916 seneleri arasında başkanlığını yaptığı Antarktika araştırma gezisi, gemisini buzların sıkıştırarak parçalaması üzerine başarısızlıkla neticelendi. Üç adamı donarak öldü.
Shackleton üçüncü defâ çıkacağı Antarktika araştırma gezisinin başlangıcında Güney Georgia’da 5 Ocak 1922 günü öldü. Antarktika’nın Kalbi (The Heart of the Antartic) ve Güney (South) adlı iki araştırma kitabı vardır.
Ünlü İngiliz şâiri ve dram yazarı. 23 Nisan 1564’te Stradford-an-Avan’da dünyâya geldi. Hayâtı hakkında bilgiler tam ve kesin değildir. Az tahsil gördüğü, buna mukâbil sahnede aktörlük ederek yetiştiği söylenir. Önceleri çiftçilik ve bakkallıkla geçinen babası, sonradan şehrin belediye başkanlığına kadar yükseldi. Annesi varlıklı bir âilenin kızıdır. Âilesinin üçüncü çocuğu olan Shakespeare, ilkokulu bitiremeden ayrıldı. Babasının dükkânında çalıştı. Bir ara kasap çıraklığı yaptı. 18 yaşındayken 26 yaşındaki bir köylü kızıyla evlendi.
Bâzı kaynaklarda (Encyclopedia Britannica gibi) Shakespeare isimli bir şâir yoktur. Shakespeare ismine izafe edilen eserler Sir Francis Bacon tarafından yazılmıştır, denilmektedir. Hayâtı hakkında yazılı, sağlam kaynaklara dayanan pek fazla bilgi olmayışı, hele eserlerini sağlığında tam olarak yayınlamamış bulunması, kesin yazılış târihlerinin bilinemeyişi gibi birçok aksaklıklar bu durumu meydana getirmiştir. Yalnız Shakespeare’in bir aktör olduğu kesindir.
Önce başkalarının piyeslerini küçük değişikliklerle sahneye koymuş, sonra orijinal eserler yazmıştır. En tanınmış dramlarının bile konusu çok kere evvelki edebiyatlardan alınmakla berâber, Shakespeare’in onları yeniden yazışıyle orijinal, millî ve beşerî bir hüviyet kazanmışlardır.
Shakespeare’in eserlerinde hukuk, siyâset, insan rûhu gibi çok geniş bilgilere rastlanır. Gerek manzum tiyatrolarında, gerek nesirle yazdıklarında, fikirleri kadar duygulara da önem verir. Şahıslarını birbirinden çok ayrı seçer ve bunlar son derece gerçek kişiler olup kesin çizgilerle seyircinin önüne konulur. Zamânına âit çok etraflı hükümler ileri sürer. Her zaman karamsar görünmekle birlikte, dâimâ iyinin tarafını tutar, iyiyi zafere ulaştırır. Shakespeare, duyan, düşünen, seven, ihânet eden, ıstırap çeken, kinleri, aşkları, kıskançlıkları veya ihtirasları uğruna cinâyet işleyen, araştıran, inanan, karanlıkta kalan veya çıldıran, saf, mâsum, iyi, hâin, birçok insanı ve bayağılık, dalkavukluk, kurnazlık gibi sayısız vasıflar hâlinde ortaya çıkan birçok insan özelliklerini büyük ustalıkla sahneye koymuştur. Ayrıca üç yüze yakın soneleriyle ince ve büyük bir şâir olduğunu göstermiştir.
Bugün Shakespeare tarafından yazıldığı bilinen piyeslerin sayısı 35’tir. Bunlar içinde en tanınmışları dramlardır. En meşhur dramları Hamlet, Macbeth, Othello, Kral Lear ile Roméo ve Juliette’dir. Üçüncü Richard, Dördüncü Henri ve Juler César gibi târihi dramları; Venedik Taciri, Oniki Gece, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Nasıl İsterseniz, Fırtına gibi komedileri ve fantastik, feerik piyesleri vardır. Son yıllarını doğduğu şehirde geçiren Shakespeare aldığı aşırı alkol yüzünden 1616’da öldü.
Türkçeye çevrilen eserleri:
Antonius ile Kleopatra, Atinalı Timon, Hamlet, Hırçın Kız, Jül Sezar, Kral Lear, Makbet, Othello, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Romeo ile Juliet, Fırtına, Kral Üçüncü Richard’ın Tragedyası, Kuru Gürültü, Onikinci Gece, Venedik Taciri, William Shakespeare’den Soneler.
İrlandalı tiyatro yazarı, eleştirmen ve denemeci. 26 Temmuz 1856 da Dublin’de doğdu. Fakir ve toprak sâhibi bir âilenin çocuğu olan George Bernard Shaw, on altı yaşındayken okuldan ayrılarak bir emlak komisyoncusunun yanında çalışmaya başladı. Annesi kocasından ayrılıp Londra’ya gidince, o da Londra’ya giderek yazar olmaya karar verdi. British Museum’un kütüphânesinde çalışmaya başladı. Çeşitli tartışma ve konferanslara katılarak yarım kalan öğrenimini tamamlamaya çalıştı. Yazmaya da bu dönemde başladı. Bitmemiş Bir Roman (An Unfinished Novel) adıyla yazdığı eseri başarılı olmadı. Shelley, Marx, S. Butler ve Darwin gibi maddeci ve sosyalist yazarların etkisinde kalarak sosyalist fikirleri benimsedi. Usta bir konuşmacı ve polemikçi olarak dikkatleri çekti. Bir yandan da oyun yazmaya başladı. Yeni kurulan Fabian Derneğinin önde gelenlerinden biri oldu. Derneğin yayımladığı İngiliz Sosyalist düşüncesinin klasiklerinden sayılan Sosyalizm Üzerine Fabian Denemeleri (Fabian Essays in Socialism) adlı bildiriyi kaleme aldı. Sık sık toplantılara katılarak bütün biçimleriyle sermâyenin devletleştirilmesini savundu. Anarşizmin İmkansızlığı (İmpossibility of Anarchism), Fabiancılık ve İmparatorluk (Fabianism and the Empire) ve Genç Bir Kadına Sosyalizm Ve Kapitalizm Üstüne Öğütler (The İntelligent Woman’s Guide to Socialism and Capitalism) adlı eserlerinde insanlığın sosyalizm ve komünizm yolunda ilerlemesi üzerinde durdu.
Çeşitli gazetelerde müzik, opera ve tiyatro üzerine tenkitler (eleştiriler) yazdı. Yazılarında Victoria dönemi tiyatrosunun suniliğine karşı çıkarak, fikrî muhtevanın öne çıktığı bir tiyatronun kurulması için polemiklere girdi. Yazdığı tiyatro denemelerinde Londra’nın kenar mahallelerinde fakirlere ev kirâlayan kimselerin yaptığı haksızlıkları ve toplumun çeşitli kesimlerinde görülen buna benzer çarpıklıkları dile getirerek konusunu seyircinin duygularını okşayacak biçimde istismar ederek işledi. Düşüncelerini seyirciye komedi kalıpları içinde veren Shaw, kısa sürede meşhur oldu. Avrupa’da sahnelenen oyunlarıyla orada önemli bir oyun yazarı olarak tanındı. Kendi ülkesindeki asıl şöhretini John Bull’un Öbür Adası (John Bull’s Other Island) adlı oyunun 1904’te Londra’da VII. Edward için düzenlenen özel bir gösteride sahnelenmesiyle kazandı. Sonraki oyunlarında da, incelikli ve zeki komedilerle toplumun kendi işlediği suçlara nasıl ortak olduğunu göstermeyi ve fikirlerini vermeyi sürdürdü. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında oyun yazmayı bırakarak, İngiltere ve müttefiklerinin de Almanya kadar suçlu olduklarını savunan ve barış görüşmelerine başlanmasını isteyen savaş konusunda sağduyu Common Sense About the War adlı broşürü yayımladı. Savaş aleyhtarı konuşmaları yüzünden çeşitli tenkitlere hedef oldu. 1920’de sahnelenen Kırgınlar Evi (Heartbreak House) eserinde savaşın hemen öncesinde bir kır evinde geçen ve savaşın sorumlusu olan kuşağın mânevî iflâsını sergiledi. Methuselah’a Dönüş (Back to Methuselah) adlı birbiriyle bağlantılı beş oyun yazdı. Bu oyunlarında evrim felsefesini anlattı. 1920’de Jeanne d’Arc’ın azize îlân edilmesi üzerine bu konuda bir târihî oyun yazmaya karar verdi. 1923’te sahnelenen Saint Joan’da Jeanne d’Arc’ı yalnızca bir azize ve din şehidi olarak değil, bir mistiğin ve bir dâhinin özelliklerini kişiliğinde toplayan bir kahraman olarak canlandırdı. Saint Joan’ın kazandığı başarı üzerine Shaw’a 1925 yılı Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Fakat Shaw ödülü kabul etmedi.
Sonraki beş yılda oyun yazmayan George Bernard Shaw 1930-38 seneleri arasında toplu eserlerinin basımını hazırladı. Bir Çuval İncir (Apple Cart) adlı oyununda, hayâtı boyunca savunduğu sosyalist ve komünist siyâsî görüşlerle, sıradan bir insanın kendisini idâre etme gücüne duyduğu tutucu güvensizlik arasındaki iç çatışmayı ortaya koydu. Sahneye konulan diğer eserlerinde de toplumda geçerli olan inanç ve değerleri hiçe sayarak, bunlara açıkça cephe almaktan çekinmeyen George Bernard Shaw bu tutumunu 90 yaşında bile sürdürdü. Geleneksel değerleri reddetmeyi ve inançsızlığı tiyatronun temel konusu olarak kabul eden yazar, İngiliz tiyatrosunun gelişimini belirleyen kişilerden oldu. Shaw aynı zamanda Swift’ten sonra yetişmiş en etkili broşür yazarı, tiyatro ve müzik eleştirmeni, siyâset, ekonomi ve sosyoloji konularında iyi bir konuşmacı olarak da hem kendi kuşağının hem de sonraki kuşakların kültürel ve siyâsî düşüncesinin biçimlenmesine katkıda bulundu. 2 Kasım 1950’de İngiltere’nin Hertford-Shire Ayot Saint Lawrence şehrinde öldü.
George Bernard Shaw’ın eserlerinden bâzıları şunlardır; Silahlar ve Kahraman (Arms and the Man), Kandida (Candida), İnsan, Üstün İnsan (Man and Superman), Prütinler İçin Üç Oyun (Three Plays for Puritan’s), Şeytanın Çömezi (The Devil’s Disciple), Caesar’la Kleopatra, John Bull’un Öbür Adası (John Bull’s Other Island), Binbaşı Barbara (Major Barbara), Doktorun Hatası (Doctor’s Dilemma), Genç Bir Bayana Sosyalizm Ve Kapitalizm Üzerine Öğütler (The Intelligent Woman’s Guide to Socialism and Capitalism), Bir Çuval İncir (Apple Cart), Milyoner Kadın (The Millionairess), Geneva (Cenevre), Zoraki Masallar (Farfotched Fables).
Osmanlılar zamânında Anadolu’da yaşayan en büyük velîlerden. Gavs-ül-a’zam ve Gavs lakablarıyla meşhurdur. Seyyid olup, Abdurrahmân Kutb hazretlerinin torunudur. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebesidir. 1870 (H.1287) senesinde vefât etti. Babası Seyyid Lütfî, onun da babası Seyyid Abdürrahmân Kutb hazretleridir.
Mübârek babası Lütfî Efendi, Seyyid Sıbgatullah’a küçük yaştan îtibâren ilim öğretmeye başladı. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah, zâhirî ilimleri kısa zamanda öğrendi. Zamânın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerde âlim olan Sıbgatullah Efendi, tasavvufta da yetişip veliy-yi kâmil bir insan olmak için Derviş Muhammed’in talebesi Seyyid Muhyiddîn’e gitti. Seyyid Muhyiddîn o zaman Van’da talebe yetiştiriyordu. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için canla başla çalıştı. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî’ye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar sohbetlerine katıldı, verdiği vazîfeleri yaptı. Daha sonra da Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetlerinde bulunarak, tasavvufta yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi. 1852 (H.1269) senesinde, hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti.
Bu mübârek velînin kıymetli teveccühleriyle büyük bir velî olan Seyyid Sıbgatullah hazretleri, birçok talebe yetiştirdi. 1870 (H.1287) senesinde vefât etti. Mübârek kabri Gayda’da olup, ziyâret edilmekte, sevenleri, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedir.
Sıbgatullah Lütfî’nin sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhâr olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dînin emirlerine eksiksiz uyar, yasaklarından son derece sakınırdı.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, gecelerini hep ibâdetle geçirirdi. Uykusunu, öğleye yakın kısa bir müddet kaylûle yaparak alırdı. Hep kıbleye dönerek otururdu, buna son hastalığında dahi çok dikkat etti. Dostlarıyla sohbetinden sonra murâkabe hâlinde olur, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakında tefekkür ederdi.
Meşhur âlim ve târihçi. İsmi, Şemsüddîn Ebü’l-Muzaffer Yûsuf bin Fergâlî bin Abdullah’tır. Sıbt İbn-ül-Cevzî lakabıyla şöhret buldu. 1186 (H.582) târihinde Bağdat’ta doğdu. Ana tarafından devrin meşhur âlim ve vâizlerinden, çok eser sâhibi Cemâleddîn Ebü’l-Ferec bin el-Cevzî’nin torunudur. Babası, Abbâsî halîfelerinden El-Müktefî ve El-Müstenid’in vezirlerinden Aynüddîn Ebü’l-Muzaffer Yahyâ bin Hubeyre’nin azâdlı kölesi Hüsâmeddîn Pergâli’dir.
Küçük yaşlarda babası vefât eden Sıbt ibni Cevzî, dedesinin himâye ve ihtimâmında yetişti. Fıkıh, hadis, târih ve diğer ilimleri dedesinden öğrendi. Lakabını da dedesinden aldı. Bağdat’ta: Yûsuf bin Ya’kub Kâdî Ebü’l-Ferec Abdülmün’ım bin Küleyb, Abdullah bin Ahmed, Ebû Hafs Ömer bin Muhammed bin Taberzâd, Hâfız Ebû Muhammed Abdülazîz, Musul’da Ebû Tâhir Ahmed Ebü’l-Kâsım Abdülmuhsin gibi âlimlerden okudu. 1201 senesinde dedesinin vefâtıyla Bağdat’tan ayrılıp Eyyûbî Devleti hâkimiyetindeki Şam’a geldi ve oraya yerleşti.
Sıbt ibni Cevzî tahsiline devâm ederek burada Şeyhülislâm Muvaffaküddîn Ebû Muhammed bin Kudâme, Ebü’l-Yümn Zeyd bin el-Kindî ve birçok âlimin derslerini tâkip etti. Böylece din ve târih ilimlerinde zamânın önde gelen âlimlerinden oldu. Eyyûbî Devleti hükümdârlarından âlimlere hürmetiyle meşhur Melik’ül-Muazzam Şerâfüddîn Îsâ’nın hürmet ve iltifatını kazandı.
Sıbt ibni Cevzî, Şam’da çeşitli medreselerde ders okutup, fetvâlar verdi. Şibliyye, Bedriyye, Mustansırıyye ve başka medreselerde yüzlerce talebe yetiştirdi.
Sıbt ibni Cevzî dedesinden mîras bir hitâbet (güzel ve tesirli konuşma) kuvvetiyle câmilerdeki halka, doğru yolu anlattı. Halkın yanısıra âlimler, sâlihler, devlet adamları ve hükümdâr da derslerini tâkip ederdi. Konuşmasındaki câzibe (çekicilik) sebebiyle derslerini dinleyen birçok gayri müslim vatandaş Müslüman oldu. Mescid-i Dımaşk’a vereceği vâz için bir gün önceden gelen halk, geceyi mescitte geçirirdi. Vâz günü mescitte oturacak yer bulunmazdı. Sıbt ibni Cevzî Kudüs’ün Hıristiyanlara verilmesine karşı, hükümdar, devlet adamları ve halkı cihada teşvik edip coşturmuştur.
Sıbt ibni Cevzî 1257 senesinde Dımaşk’ta (Şam) vefât etti. Cenâze namazı, büyük bir halk topluluğu ile berâber devrin Eyyûbî hükümdarlarından Şam Melîki En-Nâsır Selâhaddîn Yûsuf’un da hazır bulunmasıyla kılındı. Cebel-i Sâlihiyye denilen mahalle defnedildi.
Sıbt ibni Cevzî, İslâmî ilimlere âit eserleri yanında, târih sâhasındaki eserleriyle de meşhûr oldu. Mir’ât-üz-Zamân fî Târih-il-A’yân ismindeki Arabça târihi çok meşhurdur. Umûmî bir târih olan Mir’ât-üz-Zamân, Şam târihçileri ve diğer târihî eserler için ana kaynak sayılmaktadır. Eserde, Eyyûbî Devleti hâkimiyetindeki Sûriye’de meydana gelen hâdiseler tafsilâtlı bir şekilde ele alınmıştır. Ebû Şâme ve sonraki birçok târihçi, on üçüncü yüz yıla âit bilgileri Mir’ât-üz-Zamân’dan nakletmişlerdir.
Sıbt ibni Cevzî’nin bu eseri Kutbuddîn Mûsâ bin Muhammed el-Yunûnî el-Ba’lebekî tarafından ihtisâr edilerek (kısaltılarak) yazıldı. Yunûnî, ayrıca Mir’ât-üz-Zamân’a bir zeyl hazırladı.
Sıbt ibni Cevzî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Şerh-u Câmi’ul-Kebîr, 2) Kitâbu Isâr-il-İnsâf fî Mesâil-il-Hilâf, 3) Tefsîr-ul-Kur’ân (yirmi cild), 4) Münteh-is-Sûl fî Dîret-ir-Rasûl, 5) El-Levâmî fî Ehâdîs-il-Muhtasar, 6) El-Cevâmî, 7) Menâkıb-ı Ebî Hanîfe.
(Bkz. Mahalle Mektebi)
Alm. Temperatur (f), Fr. Température (f), İng. Temperature. Bir maddenin, bir molekülünün ortalama kinetik enerjisi. Bir maddenin bütün moleküllerinin toplam enerjisine ise ısı denir. Sıcaklık bir nevi ısı yoğunluğudur. Günlük konuşmalarda sıcaklık yerine ısı kelimesi yanlışlıkla kullanılmaktadır. Târiften de anlaşılacağı üzere sıcaklıkla ısı tamâmen farklı terimlerdir. Bir kibrit alevinin sıcaklığı 300°C’dir, bir avuç içini dahi ısıtamaz; Ancak bir kalorifer radyatörünün dış sıcaklığı 50-60°C’dir. Fakat büyük bir odayı rahatça ısıtır. Duyu organlarıyla sıcaklık hakkında fikir sâhibi olunabilir. Bir cismin çok soğuk, sıcak veya ılık olduğu parmağı dokundurmakla anlaşılabilir. Dolayısıyla sıcaklık tahmin edilebilir. Isı alan cismin sıcaklığı artar, ısı kaybeden cismin sıcaklığı ise düşer. Sıcaklık ölçen âletlere termometre denir. Termometre haznesinde bulunan sıvı (cıva veya alkol) sıcaklık artınca genleşir. Mevcut termometre çeşitlerinin hemen hepsinde suyun donma noktası ile kaynama noktası esas alınarak derecelendirme yapılmıştır. (Bkz. Termometre)
Termodinamik sıcaklık birimi derecedir (°). 1°= Tü/273 ifâdesinde Tü; buz, su ve buhar olmak üzere üç fazdan meydana gelen sistemin denge sıcaklığıdır. 273 ise, en düşük mutlak sıcaklık, Kelvin derecesi (°K) olup, öyle seçilmiştir ki, suyun kaynama noktasıyla donma noktası arasındaki sıcaklık farkı, 100°K’dir. Reomür derecesinde (°R) ise donma noktası ile kaynama noktası arasındaki sıcaklık farkı 80 °R’dir.
Günümüzde kullanılan sıcaklık birimi santigrad derece (°C) ve ölçme âleti olarak da civalı, ispirtolu termometre veya yaylı, ibreli pirometreler kullanılır. Belirli sâbit noktalara ve ölçme metodlarına göre milletlerarası pratik sıcaklık ölçeği standarttır.
Genel olarak 0°C ve altı, soğuk kabul edilir. Sıcaklık artışına ısıtma, sıcaklığın düşürülmesine soğutma denir. Normal insan vücudu sıcaklığı 37°C’dir.
Bir sistemle çevresi arasında bir sıcaklık farkı mevcutsa, o zaman sistemle çevresi arasında ısı alışverişi vardır. Eğer sistemle çevresi eşit sıcaklıkta iseler o zaman bir sıcaklık farkı mevcut olmadığından ısı alışverişi yoktur.
Milletlerarası standartlarda Fahrenhayt (°F) sıcaklık derecesi de kullanılmaktadır. Santigrad dereceyi (°F) derecesine çevirmek için,
°C °F-32
¾¾ = ¾¾¾¾
5 9
formülü kullanılır. Fahrenhayt derecesinde (°F) donma noktası ile kaynama noktası arasında 180 °F sıcaklık farkı mevcuttur.
Buzun ergimesi; Santigrat derecede (°C) 0°C ile °R’de 0°R, °F’de +32°F, °K’de +273°K ile gösterilir. Suyun kaynama noktası ise; °C’de 100°C, °R’de 80°R, °F’de 212°F, °K’de 373°K ile gösterilir.
Derecelerin birbirine çevrilmesinde
°C °R °F-32 °K-273
¾¾ = ¾¾ = ¾¾¾¾ = ¾¾¾¾
5 0,8 1,8 1
bağıntısı kullanılır.
Alm. Adjektive (n.pl.), Fr. Adjectifs (m.pl.), İng. Adjectives. Varlıkların rengini, şeklini, yerini, sayısını belirten, onlarla ilgili soru sormaya yarayan kelimeler. Güzel, çalışkan, bu, hangi, beş, ne, kaç gibi. Türkçede sıfatlar, niteledikleri veya belirttikleri isimlerin önüne gelir, çekim eki almazlar.
Sıfatlar, görevlerine göre iki bölüme ayrılır: 1) Niteleme sıfatları, 2) Belirtme sıfatları. Niteleme sıfatları, varlıkların niteliklerini: Çalışkan talebe, iyi insan, tatlı söz; belirtme sıfatları ise, varlıkların türlü yönlerini bildirir: Bu kitap, hangi câmi, beş kişi gibi.
Belirtme sıfatları görevleri bakımından dörde ayrılır. 1. İşaret Sıfatları, 2. Sayı Sıfatları, 3. Soru Sıfatları, 4. Belirsizlik Sıfatları.
1. İşâret sıfatları, varlıkları göstererek belirtir ve onlara bir yer tâyin eder: Bu ev, şu kitap, o köprü. “Bu” yakın varlıkları, “O” daha uzak veya gözönünde bulunmayan varlıkları göstermek için kullanılır.
2. Sayı sıfatları, varlıkların sayılarını belirtir. Beşe ayrılır: a) Asıl sayı sıfatları, varlık veya nesnelerin sayılarını bildirir: Beş kişi, dokuz ay. Türkçede sayı sıfatı olan cisimlere çoğul eki getirilmez. b) Sıra sayı sıfatları, asıl sayı sıfatlarına -(ı)ncı, -(i)nci, -(u)ncu, -(ü)ncü eki getirilerek yapılır: Birinci, beşinci, üç yüz on üçüncü. Bu ekler sayı ve sırayla ilgili birkaç kelimede daha görülürler: Kaçıncı, sonuncu. Türkçede “ilk” sıfatı birinci, “son” sıfatı da sonuncu olarak kullanılır. c) Üleştirme sayı sıfatları, asıl sayı sıfatlarına -ar, -er, -şar, -şer ekleri getirilerek yapılır: Birer, yedişer, onar. Bu ekler sayı ve üleştirmeyle ilgili birkaç kelime de daha görülür: Azar, kaçar, yarımşar, teker, çifter, d) Kesirli sayı sıfatları, varlıkların parçalarını bildirir. Türkçede bu sıfatlar için -da, -de, -ta, -te eki kullanılır: Onda (bir), yüzde (beş), üçte (iki). Yarım, buçuk, çeyrek kelimeleri de kesirli sayı sıfatıdır. e) Topluluk sayı sıfatları, -z eki getirilerek yapılır: İkiz kardeşler. Bu ek, -lı, -li, -lu, -lü ekiyle uzatılır: ikizli badem, üçüzlü şamdan. Sayı isimlerine doğrudan doğruya -lı, -li, -lu, -lü eki getirmekle de topluluk sayı sıfatları yapılır: İkili görüşme, üçlü priz.
3. Soru sıfatları, varlıkların durumlarını, yerlerini, sayılarını soru yoluyla bildirir: Kaç kişi, hangi yol, kaçıncı cilt, nasıl iş, nice yıl.
4. Belirsizlik sıfatları, varlıkların durumlarını, sayılarını, özelliklerini belirsiz olarak verir. Varlıkları belirsiz duruma getirmek için belirsiz sıfat kullanılır. Bir gün, her çocuk, bütün yıl, hiç kimse, başka yol.
Sıfatların bir kısmı mânâyı kuvvetlendirmek için pekiştirilir. Pekiştirme, niteleme sıfatının ilk hecesini m,p,r,s sessizlerinden biriyle kapayıp meydana gelen heceyi kelimenin başına getirmek sûretiyle yapılır: Dümdüz, kapkara, sapsarı, yemyeşil, gömgök, apaçık, sırsıklam, kupkuru, büsbütün, çepçevre, yapyalnız. Bu sıfatlarda ilk heceden sonra bir düz açık sesli (a,e) getirmekle ikinci bir hece de meydana gelir: Yapayalnız, sapasağlam, güpegündüz, düpedüz, çepeçevre, pekiştirme sıfatlarında vurgu ilk ek heceye geçer. Sapasağlam, yapayalnız misallerinde vurgu ikinci ek heceye geçebilir.
Hazret-i Ali’ye tâbi olanlarla hazret-i Muâviye’ye uyanlar arasında ictihad ayrılığı sebebiyle 657 (H.36) senesinde Sıffîn denilen yerde meydana gelen vak’a.
656 (H.36) da meydana gelen Cemel Vak’asından sonra Basra’dan Kûfe’ye dönen hazret-i Ali, Şam’da bulunan hazret-i Muâviye’ye elçi göndererek, Müslümanların birliği ve huzûru için kendisine bîat etmesini istedi. Muâviye radıyallahü anh hazret-i Ali’nin elçisini iyi karşılayıp iltifatlarda bulundu. Fakat hazret-iAli’nin kendisine bîat edilmesi yolundaki isteğine müspet veya menfî bir cevap vermedi. Hazret-i Ali’nin elçisi Şam’dayken, Müslümanların birleşmesini istemeyen İbn-i Sebe’ taraftarı fitneciler; “Ali Osman’a gadr ve zulüm etmiş, bütün memleketleri ele geçirmiş, pekçok asker toplayarak bu tarafa hücûm edip, bütün Şam ahâlisini katl edecekmiş. Ona Muâviye’den başka kimse mâni olamaz. Derhal onun etrâfında toplanınız ve müdâfaaya hazır olunuz!” diyerek çeşitli kışkırtıcı faâliyetlerde bulundular. Şam ahâlisini hazret-i Ali’ye karşı, harekete geçirdiler. Şam halkı arasındaki karışıklığı gören, hazret-i Ali’nin elçisi Kûfe’ye dönünce olanları hazret-i Ali’ye anlattı. Hazret-i Ali gönderdiği elçinin bu şekilde geri dönmesi sebebiyle Şam üzerine yürümek gerektiği ictihadında bulundu ve ordu hazırladı. Bunu haber alan hazret-i Muâviye de ordu hazırlayıp Şam’dan hareket ederek Fırat’ı geçti. Öncü birliklerini ileri gönderdi. Bu öncü birlikleri hicretin 36. yılı sonlarında Bâbil Harâbeleri yakınındaki Sıffîn Ovasında karşılaştılar. İki taraf arasında çok az mesâfe vardı.
Hazret-i Ali, hazret-iMuâviye’ye elçi göndererek harbe baş vurarak kan dökmek istemediğini, bu sebeple kendisine bîat edilmesini istedi. Fakat elçiler müspet bir cevap alamadan geri döndüler. Elçilerin gelip gitmesi esnâsında boşluktan istifâde eden İbn-i Sebe’in adamları iki tarafın ön saflarına geçerek mübâreze tarzında harbi başlattılar. İki taraf arasında elçiler tekrar gidip geldiyse de bir netice alınamadı. Küçük grupların çarpışmasıyla devam eden harp toplu hücûm şekline döndü ve kısa zamanda şiddetlendi. Müslümanlar kendilerini harbin içinde buldular. Hazret-i Ali’nin ordusu gâlibiyete doğru gidiyordu. Her iki taraftan da çok sayıda şehit düşenler oldu.
Bu sırada hazret-i Muâviye’nin ordusunda bulunan askerler daha fazla Müslüman kanı dökülmesinin önlenmesi ve sulh yolunun açılması için mızraklarının ucuna mushaflar takarak havaya kaldırdılar. İçlerinden birisi de;“Allah’ın kitabı sizinle aramızda hakemdir!” diye bağırdı. Hazret-i Ali bu durumu ihtiyatla karşıladı. Müslümanları karşı karşıya getiren İbn-i Sebe’ taraftarları hazret-i Ali’nin gâlip olması ve ortalığın yatışması hâlinde başlarına geleceği bildiklerinden harbin durdurulması için harekete geçtiler. Sûret-i haktan görünerek, iki tarafta da yaygara ve kışkırtıcılıkla meşgul olan İbn-i Sebe’in adamları hazret-i Osman’a yaptıklarını hatırlatarak tehditte bulundular. Neticede harp durduruldu. İki taraf arasında karşılıklı elçiler gidip geldi. Her iki taraftan birer hakem tâyin edilmek sûretiyle anlaşmaya varılması kararlaştırıldı. İki taraf aralarında hakem tâyiniyle ilgili sözleşmeyi yazıp imzâladılar. Hazret-i Muâviye taraftarlarından Amr bin Âs, hazret-i Ali’nin saflarından ise Ebû Mûsâ el-Eş’arî hakem tâyin edildi. Bu anlaşmayla Sıffîn Savaşı fiilen sona erdi.
Anlaşmanın yazılmasından sonra hazret-i Muâviye ordusuyla birlikte Şam’a döndü. Hazret-i Ali de Kûfe’ye gitmek üzere yola çıktı.
İki tarafın anlaşmasını istemeyen, sönmeye yüz tutmuş olan fitne ateşini körüklemeye çalışan ve daha önce harbin durdurulmasını ve hakem tâyinine râzı olunmasını isteyen İbn-i Sebe’ taraftarları, hazret-i Ali’nin hakem tâyinine râzı olmasına karşı çıktılar. Hazret-i Ali’nin ordusu içinde fitne tohumları ekmeye başladılar. On iki bin kişilik bir grup hakem tâyin edilmesi husûsunda hazret-iAli’ye karşı çıktılar. Kûfe’ye yaklaştıkları sırada ordudan ayrılarak Harûrâ’ya gittiler. Hazret-iAli onları iknâ etmeye çalşıtıysa da kabul etmediler. Daha sonra kendilerine Hâricîler adı verilen bir bozuk fırka ortaya çıktı.
Sıffîn Vak’ası Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği üzere bir ictihad ayrılığı idi. Her müctehidin kendi ictihâdına uyası lâzım olduğu için ayrılık oldu. Yoksa dünyâ hırsı için değildi. İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyuruyor ki: “Allahü teâlâ ellerimizi o kanlara bulaştırmadığı gibi biz de dilimizi karıştırmayalım.” Bundan anlaşılıyor ki, onlara hatâ etti demmek bile câiz değildir.