SEYYİD
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın torunu hazret-i Hüseyin’in çocuklarına, onun neslinden, soyundan gelenlere verilen isim. Seyyid kelimesinin lügat mânâsı “efendi” demektir. Çoğulu Sâdâttır. Peygamber efendimiz, Cumâ gününe “günlerin seyyidi”, hazret-i Hasan ile Hüseyin’e ise “Cennet gençlerinin seyyidleri” buyurmuştur. Peygaber efendiizin mübârek nesli, kızı hazret-i Fâtıma ile çoğaldı. Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere ise şerîf denir. Seyyid ile şerîflere genel olarak Peygamber efendimizin çocukları, torunları manâsına evlâd-ı Resûl denir. Hazret-i Hasan ile hazret-i Hüseyin Peygamber efendimizin mübârek kerîmesi (kızı) hazret-i Fâtıma’nın oğullarıdır. Hazret-i Fâtıma ile kıyâmete kadar gelen çocuklarına Ehl-i beyt denir. Peygamber efendimizle birlikte hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin’in hepsine Ehl-i abâ denir. Bir günPeygamber efendimiz hazret-iAli, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’i abâları ile örterek; “İşte benim Ehl-i abâm bunlardır. Yâ Rabbî! Bunlardan kötülüğü kaldır, hepsini temiz eyle.” buyurdu.
İslâmiyetin ilk zamanlarında Ehl-i beytten olanların hepsine şerîf denilirdi. Daha sonra Mısır’daki Abbâsî halîfeleri zamânında Hasan radıyallahü anhın evlâdına (çocuklarına) şerîf denilerek beyaz sarık, hazret-i Hüseyin’in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık sarmaları uygun görüldü. Bu mübârek sülâleden (soydan) doğan çocuklar iki şâhitle hâkim huzûrunda kaydedilirdi.
İslâm devletlerinde her devirde Peygamber efendimizin mübârek neslinden gelenlere çok hürmet gösterilirdi. Osmanlı Devletinde bu durum daha açık görülür. Osmanlı sultanlarının seyyidlere ve şerîflere husûsî sevgi ve hürmetleri vardı. Bu sebeple Osmanlı Devletinde onların işlerine bakan ayrı bir teşkilât vardı. Burada, seyyid ve şerîf olanlar iki şâhitle hâkim huzûrunda kaydedilir, doğum ve vefâtları deftere geçirilirdi. Böylece seyyid ve şerîf olmayanların bu mübârek nesil (soy) ile karışmaması temin edilirdi. Ayrıca onların, kendilerine lâyık olmayan işlerde çalışmalarına, bu mübârek sülâleden olan hanımların dengi olmayanlarla evlenmelerine izin verilmezdi. Onların her türlü hakları korunurdu.
Bu teşkilâtın başında bulunan zâta Nakîb-ül-Eşrâf denirdi. Seyyid ve şerîflerin umûmî bir velîsi durumundaydı. Bu sebeple Nakîb-ül-Eşrâfa çok hürmet olunurdu. Merâsimlerde, devlet adamlarından önde gelirdi. Pâdişâhlara kılıç kuşatanları olduğu gibi, duâları makbûl sayıldığı için, kılıç kuşatma sırasında duâları ekseriyetle bunlar yapardı.
Seyyid ve şerîflere râhat ve huzûr içerisinde yaşayacakları her türlü hizmet yapıldı. Onlar her çeşit vergiden muaf tutuldu. Bu hususta kendilerine berât dahi verildi.
Osmanlılar zamânında Halep’te seyyidlere ve şerîflere mahsus bir mahkeme vardı. Seyyid ve şerîflerin bütün evlâdları(çocukları) orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Osmanlı Pâdişâhı Sultan Abdülmecîd Han zamânında Mason Reşîd Paşa, İngilizlerin emriyle bu mahkemeleri kaldırdı. Soysuz ve mezhepsiz olanlara da seyyid denildi. Uydurma acem seyyidleri her tarafa yayıldı.
Van ile Hakkari arasında meşhur İrisân Beyleri, Abbâsî halîfeleri evlâdından olup, Hülâgû katliamından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır. Bugün memleketimizin her tarafında Eshâb-ı kirâm evlâdı ve seyyidler vardır. Hatâ ve kusurları olsa bile seyyidlere ve şerîflere hürmet etmek, kalple, bedenle, malla yardım etmek, hürmet göstermek, haklarını gözetmek ve onları her zaman sevmek lâzımdır. Bu sevgi ve hürmet insanın son nefeste îmânla ölmesine sebep olur.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî hazretleri bir gün talebelerine ders verirken bir ara ayağa kalktı. Bir müddet sonra yine oturdu. Biraz sonra tekrar kalkıp oturdu. Bu hâl on defâ tekrarlandı. Talebeleri arada bir kalkıp oturmasının sebebini sorduklarında; “Seyyidlerden bir çocuk kapının önünde oynuyor. Oynarken kapının önünden gelip geçiyor, onu görünce hürmet için ayağa kalkıyorum. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir.” diye cevap verdi.
Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Ahlâkı, hazret-i Osman’ın güzel ahlâkını hatırlatan çok yüksek bir velî idi. Şâfiî mezhebi âlimlerindendir. Hakkârî vilâyetinin Şemdînân (veya Şemzînân, şimdiki adıyla Şemdinli) kasabasındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1813 (H.1228) senesinde vefât etti. Şemdînân’a bağlı Nehrî kasabasında medfundur.
Seyyid Abdullah, Irak’ta Süleymâniye beldesindeki medresede ilim tahsil ederken Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile medrese arkadaşı oldu.
Nihâyet Mevlânâ Hâlid hazretleri Hindistan’a giderek, Şâh Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûr ve sohbetleriyle şereflenip, lâyık ve müstehak olduğu fazîlet ve kemâlâtı aldı. Hocasından tam bir icâzet ve hilâfetle mezun oldu. Talebe yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağdat’a gönderildi. Seyyid Abdullah, Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ’nın Hindistan’da elde ettiği mârifet ve kemâlâtını görünce, ona olan muhabbeti daha da arttı. Talebelikte arkadaşı olduğunu düşünmeyip, o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Talebelerinden oldu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek istidâdla kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hâllerinde yetişerek kemâle geldi.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinden sonra talebelerin başına geçip, onları yetiştirmeye başlayan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, derin âlim, ilmiyle âmil, haysiyet, şeref, vekâr ve heybet sâhibi, pek yüksek bir zât, çok üstün bir velîydi.Zâhirî ve bâtınî kemâlâtı kendinde toplamıştı. Hayâ ve edebin kaynağı, güzel huyların hazînesiydi. Her hâli doğruluk üzereydi. Sohbetleri hasta rûhlara gıdâ, bakışları kararmış kalplere şifâydı. Kurtuluş ve saâdet kapısının anahtarıydı. Evliyâlık yolunun sırlarına, ince bilgilerine kavuşmuştu.
Seyyid Abdullah, Şemdinli civârında Nehrî kasabasında ikâmet eder, orada tâliplere feyz saçardı. Vefâtına kadar orada kalıp, bu mühim hizmete devâm etti.
Nehrî kasabasında ilk defâ feyz ve irşâd kaynağı olan Seyyid Abdulah hazretleridir. Bu temeli o kurmuş, medrese ve dergâh yaptırarak, Türkiye, Irak ve İran’ın uzak yerlerine kadar âlimlerin feyz ve nûrlarını yaymıştır.
Seyyid Abdullah hazretleri, yeğeni (kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu) Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’yi, Mevlânâ hazretlerinin sohbetlerine götürerek, onun da, bu yolda yetişmesine vesîle oldu. Mevlânâ’dan sonra, bu yeğeninin yetişmesiyle kendisi bizzat meşgul oldu. O da bu yolda çok yükselerek, amcası Seyyid Abdullah’ın halîfesi oldu.
Seyyid Abdullah, 1813 (H. 1228) senesinde vefât etti. Kabr-i şerîfi Nehrî Kabristanının girişindedir. Kabrinin üzerinde sâde bir türbe vardır. Mübârek kabri ziyâret olunmakta, o büyük zâtın âşıkları, duâ edip rûhundan istifâde etmekte, onu vesîle ederek duâ edenlerin, maddî ve mânevî dertlerine dermân buldukları, dilden dile anlatılmaktadır.
Mısırlı gazeteci ve yazar. 1906 senesinde Mısır’ın Asyut vilâyetinin Muşâ köyünde doğdu. İsmi, Seyyid olup, Peygamber efendimizin soyundan değildir. İlk tahsilini doğduğu yerde yaptıktan sonra Kâhire’ye gidip orada ortaokul ve liseyi bitirdi. 1933 yılında mezun olduğu Dâr-ül-Ulûm Fakültesinde târih, coğrafya, Arab edebiyâtı, İngilizce, felsefe, sosyoloji, pedagoji gibi bilimler okudu. Müfettiş olarak vazîfe aldı. Müfettişliği sırasında İngiliz edebiyâtına ve Avrupa kültürüne sempati duydu. Daha sonra vazifeden ayrılarak kendini tamâmen edebiyâta verdi. Memleketi îcâbı Arapçayı iyi bilen Seyyid Kutub çeşitli kitaplar yazdı.
1949 yılında sosyoloji doktorası yapmak üzere Amerika’ya gitti. İki yıl sonra Mısır’a döndüğünde İhvân-ı Müslimîn Teşkilâtında irşâd müdürlüğü yaptı. Cemâl Abdünnâsır öncülüğündeki subayların 1952 senesinde gerçekleştirdiği darbeden sonra, yeni yönetimin danışmanlığına getirildi. Daha sonra Cemâl Abdünnâsır ve adamlarıyla arası açıldığı için bu vazîfeden ayrıldı. İhvân-ı Müslimîn Teşkilâtının yayın kurulu başkanlığını ve teşkilât adına çıkan bir gazetenin baş yazarlığını yaptı. Hayâtının ikinci devresi olarak kabul ettiği bu zamanda dînî mevzularda birçok eser yazdı. Yazmış olduğu bu eserlerinde, İbn-i Teymiyye’nin ve eski Kâhire Müftîsi mason locası başkanı Muhammed Abduh’un dinde reformist fikirlerinin savunuculuğunu yaptı ve şahsî fikirlerini yazdı (Bkz. Abduh, İbn-i Teymiyye). Seyyid Kutup’un kitaplarında, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması, kendi sosyalist düşüncelerini İslâmiyet olarak tanıtmaya kalkışması, Fizilal-il Kur’ân Tefsiri’nde âyet-i kerîmelere yanlış mânâ vermesi onun dinde reformist olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca El-Adâlet-ül-İctimâiyyetü fil İslâm kitabında (sh. 210-213) hazret-i Osman’a ağır hakaretlerde bulunması, İslâm düşmanlarını işbaşına getirdi diye iftirâ etmesi Müslümanlar arasında nefretle karşılanmıştır. Ahmed Davutoğlu Dîni Tâmir Dâvâsında Din Tahripçileri kitabında: “Seyyid Kutup bir ediptir. Biraz dînî kültürü vardır. Sözü dinde senet olamaz. Çünkü, din âlimi değildir.” demektedir.
1954 senesinde İhvân-ı Müslimîn Teşkilâtının bâzı üyeleriyle birlikte Cemâl Abdünnâsır’a suikast düzenlemeye hazırlandıkları gerekçesiyle tutuklandı. On beş yıl hapis cezâsına çarptırıldı.Cezânın on senesini geçirdikten sonra 1965 senesinde serbest bırakıldı. Ancak aynı sene Ağustos ayında tekrar tutuklandı. Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından muhâkeme edilerek îdâma mahkûm edildi. Ağustos 1966’da îdâm edildi. Kâhire’de defnedildi.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısıdır. Hindistan’ın Berillî şehrine yakın Bedâyûn şehrindendir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1722 (H.1135) senesinde Delhi’de vefât etti. Türbesi Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın türbesinin batısında olup ziyâretgâhtır.
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, ilmini ve feyzini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kâmil Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî’den aldı. AyrıcaMirzâ Hâfız Muhsin’den de ilim öğrendi. Sarf, nahiv, mantık, meânî, tefsir, hadis ve tasavvuf ilimlerinde yetişti. Zamânının bir tânesi oldu. Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlim öğretip talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halîfesi, evliyânın büyüklerinden olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleridir.
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husûsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâldan tedârik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.
Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimizin hayâtını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymaya çalışırdı.
Dünyâya düşkün olanlarla görüşmekten çok sakınırdı. Çok murâkabe yapardı ve Allahü teâlâya yönelerek O’ndan başka her şeyi unutup, çok ibâdet ve tâat yaptığından beli bükülmüştü. “Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî gıdâsı olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyaç duysam yanımda bulduğumu yerdim.” buyurmuştur. Günde yalnız bir defâ yemek yerdi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların yemeğini aslâ yemezdi.
Evliyânın büyüklerinden ve Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin önde gelen talebesi Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi:
“Sizler Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Şâyet görseydiniz, îmânınız tâzelenir ve Allahü teâlâ ne büyük kudret sâhibidir ki, böyle mübârek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetliydi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini kalp gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona fazîlet ve kerâmetlerle doludur.”
Bir defâsında bir talebesi huzûruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocası Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî’nin huzûruna girince, sende zinâ zulmeti görüyoruz buyurarak, yabancı kadına bakması sebebiyle günâha girdiğine işâret etmiştir.
Bir gün ihtiyâr bir kadın, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna gelip:
“Cinler kızımı kaçırdılar! Ne yaptıysak bir çâre bulup ellerinden alamadık. Sizden kızımın cinlerin elinden kurtulması için bir çâre bulmanızı istirhâm ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri bir müddet oturup murâkabeye daldı. Sonra o ihtiyâr kadına:
“İnşâallah kızın falan vakit gelecek” dedi.
Buyurduğu gibi vâki olup, cinlerin kaçırdığı kız işâret ettiği vakitte geldi. Cinlerin elinden kurtulup gelen kıza nasıl kurtulup geldin? diye sorduklarında:
“Sahrâda cinlerin elinde esirdim. Birdenbire mübârek bir zât gözüküp ellerinden kurtardı ve bir anda buraya getirdi.” dedi. Bu hâdiseye şâhit olan bir zât, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine:
“Neden oturup murâkabeye daldıktan sonra, kadına, kızın falan vakit gelecek dediniz de, murâkabeye dalmadan hemen söylemediniz?” diye sorunca:
“O kızın kurtulması için himmet gösterip Allahü teâlâya duâ ettim. Sonra bana ilhâm-ı ilâhî ile kurtulacağı bildirildi. Bu fakîrin teveccühü ve himmeti bu işe tesir etti.” buyurdu.
Osmanlılar zamânında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İnsanların; îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmeleri ve yapmaları, böylece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin otuz ikincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin kardeşi olup, Molla Ahmed’in oğludur.
Seyyid Sâlih, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi ve ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalp ilimlerinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet (diploma) vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesûr’a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleriyle, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk’a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.
Seyyid Sâlih, muhabbet ve edeb sâhibiydi. Verâ ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Günlerinin çoğu oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ ederdi. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi.
Bir gece, hırsızın biri, Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret ederek, görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlığa gömüldü. “Bu defâ aydınlık olmaz.” düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin penceresine baktığında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza:
“Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin.” buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince, hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlayıp, yaptığına pişmân oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.
Seyyid Sâlih hazretleri 1864 senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak her biriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasiyetini bildirdi.
“Bizden sonra Seyyid Fehîm’e tâbi olun” buyurdu.Sonra talebelerinin Kur’ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yerine getirdiler. Kabrini, hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş ucundaki taştır.
Tefsir, hadis, astronomi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ali bin Muhammed bin Ali Cürcânî el-Hüseynî’dir. Künyesi, Ebü’l-Hasan’dır. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olduğu için Seyyid Şerîf adıyla tanınıp, meşhur oldu. 1339 (H. 740) senesinde Cürcân şehrine bağlı Tâku nâhiyesinde doğdu. 1413 (H.816) senesinde Şîrâz’da vefât etti.
Küçüklükten îtibâren tahsîle başlayan Seyyid Şerîf, önce Arapçayı öğrendi. Sarf, nahiv, belâgât ve tefsire dâir çeşitli kitaplar okuduktan sonra aklî ilimleri öğrenmeye başladı. Tahsilini devâm ettirmek için seyâhatlere çıktı. Bu maksatla Herat, Anadolu ve Mısır’a gitti. Zamânın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi.Herat’ta Kutbuddîn Muhammed Şîrâzî’den Şemsiyye Risâlesi Şerhi ve Metâlî Şerhi’ni okudu. Bu hocası onun zekâsının üstünlüğünü ve mantıktaki kâbiliyetini görerek mantık ilminde üstâd olan Mevlânâ Mübârek Şâh Mantıkî’ye gönderdi. Mübârek Şâh el-Mantıkî’ye gitmek için Herat’tan ayrıldı. Yolu Doğu Anadolu’ya uğrayınca, buranın meşhûr âlimlerinden olan Muhammed bin Muhammed Aksârâyî’nin şöhretini duydu. Yanına gitmek için Karaman’a doğru yola çıktı. Karaman’da bu zâtın Kazvînî’nin El-Îzâh adlı eserine yazdığı şerhi gördü.
Cemâleddîn-i Aksarâyî ile görüşmek üzere Aksaray’a gittiyse de, oraya varınca bu âlimin vefât ettiğini öğrendi. Onun talebeleriyle tanışıp, sohbet etti. Meşhûr talebelerinden Molla Fenârî ile birlikte Mısır’a giderek Mübârek Şâh’tan Metâlî ve Şemsiyye şerhlerini ve Kâdı Adud’un yazmış olduğu Mevakıf’ı okudu. Ayrıca Mısır’da Ekmelüddîn Muhammed bin Mahmûd’dan din ilimlerini öğrendi.
Cürcânî, ilim tahsilini tamamladıktan sonra, memleketine döndü. Hükümdâr, Celâleddîn Şâh Şücâ, onu Şîrâz’da bir medreseye müderris tâyin etti. Daha sonra hükümdâr Şah Şücâ ile yakından tanışıp, çok hürmet ve ikrâm gördü.
Sultan, Kasr-ı Zerd’den Şîrâz’a dönerken Seyyid Şerif Cürcânî’yi de yanında götürdü ve Şîrâz’da yeni yaptırdığı Dâr-üş-Şifâ Medresesine müderris tâyin etti. Seyyid Şerîf Cürcânî, bu medresede on sene müderrislik yaptı. Bir yandan da kıymetli eserler yazdı. Zamânın en meşhûr âlimi olarak tanınıp sevildi. İlimdeki üstün derecesini öğrenen Tîmûr Han, 1387 senesinde Şîrâz’ı fethedince, ona çok hürmet gösterdi. Onun ilminden istifâde etmek için Semerkant’a dâvet etti. Bu dâvet üzerine Semerkant’a giden Seyyid Şerîf Cürcânî, Sa’düddîn-i Teftâzânî ile görüşüp, ilmî sohbetlerde bulundu. On sekiz sene Semerkant’ta kaldı.Semerkant’ta kaldığı müddet içinde ders verip yüzlerce kıymetli âlim yetiştirdi.
Seyyid Şerîf Cürcânî, Semerkant’tayken, büyük evliyâ Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine devâm ederek, tasavvuf ilmini öğrenmeye başladı. Alâeddîn-i Attâr’ın sohbetlerinde bulunmak için, soğuk ve şiddetli kış günlerinde bile, seher vaktinde kalkıp onun ders verdiği medreseye gider, kapıda bekler, müsâade edilince içeri girerdi. Ona büyük bir sevgi ve derin bir muhabbetle bağlıydı. Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin teveccühüyle kısa zamanda kemâle gelip, olgunlaştı. Bu hâlini; “HocamAlâeddîn-i Attâr’ın sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim.” diye anlatmıştır.
Seyyid Şerîf Cürcânî, Tîmûr Hanın vefâtından sonra çıkan karışıklıklar sebebiyleSemerkant’tan ayrılıp, Şîrâz’a döndü. Vefâtına kadar Şîrâz’da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgul oldu. 1413 senesinde Şîrâz’da vefât etti.Türbesi Şîrâz’da Savahar mahallesinde Vâkib Kabristanındadır.
Seyyid Şerîf Cürcânî, talebelerine verdiği dersleriyle ve yazdığı eserleriyle Selef-i sâlihînin yolunu ihyâ etti. Hem yaşadığı, hem de sonraki asırlarda eserlerine mürâcaat edilen bir âlimdir. Sonraki asırlarda yetişen âlimler, onun talebelerinden ilim almakla iftihar etmişlerdir. Meşhûr talebelerinden bâzıları şunlardır: Oğlu Nûreddîn Muhammed, Kâdızâde Rûmî, Fethullah Şirvânî, Seyyid Ali Acemî, Fahrüddîn Acemî, HâceAlâeddîn Ali es Semerkandî.
Eserleri:
Elliden fazla eseri vardır. En meşhurları şunlardır: 1) Şerh-i Mevâkıf, en kıymetli eseridir. 2) Sarf-ı Mir ve Nahv-i Mir, Farsça gramer kitabıdır. 3) Sugra ve Kübra, Farsçadır. Mantık ile ilgilidir. 4) Muhtasar-ı Ebheri, Îsâgûcî kitabının şerhi. 5) Şerh-ul-Metâlî, 6) Vücûd Risâlesi, tasavvufa dâir. 7) Târifât, kelimelerin ilimlere göre mânâlarını açıklayan ansiklopedik bir eserdir. Ayrıca 8) Keşşaf Hâşiyesi, 9) Şerhü’l-Tavâlî Hâşiyesi, 10) Şerh-i Şemsiye Hâşiyesi, 11) Ferâizü’s-Sirâciye Hâşiyesi, 12) Hidâye Hâşiyesi ve diğer risâlelere yaptığı hâşiyeleri vardır.
Buyurdu ki:
“Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa çok yardım eder.”
“Hocam Alâeddîn-i Attar’ın sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim.”
Ta’rifat adlı eserinde ilim için yaptığı çeşitli târiflerden birkaçı şöyledir:
“İlim, varlığı mevcut olan bir şeyin kesin olarak kabul edilmesidir.”
“İlim, akıl sâhibi olan insanın, kendisinin dışında bulunan şeyleri olduğu gibi kavramasıdır.”
“İlim, bir şeyin mânâsına insanın ulaşmasıdır.”
Evliyânın büyüklerinden ve Halvetiyye yolu ileri gelenlerinden. İsmiYahyâ; Babasının ismi Behâeddîn’dir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir. Şirvanlı olduğu için, Şirvânî diye meşhur olmuştur. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Şirvan’ın Şemah şehrinde doğdu, 1464 (H.869) senesinde Bakü’de vefât etti.
Küçük yaşından îtibâren Sadreddîn Halvetî’nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulundu. Kısa zamanda hocasının feyz ve bereketleriyle ilimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Sadreddîn-i Hamevî’nin kızıyla evlenip, dâmâdı oldu. Hocası Sadreddîn Halvetî’nin vefâtından sonra Bakü’ye giderek orada yerleşti. Orada ilim öğretip talebe yetiştirdi. Kısa zamanda yetiştirdiği binlerce talebenin pekçoğu yüksek ilim ve mânevî derecelere kavuştular. Talebelerine icâzet (diploma) vererek İslâmiyeti anlatmak ve ilmi yaymak için etrâfa gönderdi. En yüksek talebesi ve halîfesi Ömer Rûşenî hazretleridir. Seyyid Yahyâ Şirvânî, 1464 (H.869) senesinde Bakü’de vefât etti.
Eserleri:
Tasavvufa dâir eserler yazdı. Bunlar: 1) Esrâr-ıTâlibîn, 2) Vird-i Settar’dır.
Zühd ve takvâsı, kerem ve cömertliğiyle meşhur hanım evliyâ. İsmi, Nefîse binti Hasan olup, hazret-iAli’nin dördüncü göbekten torunudur. Tâhire ve Kerîmet-üt-Dâreyn lakapları vardır. 762 (H. 145) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu. Annesi, Lübâne bintiAbdullah bin Abbâs bin Abdulmuttalib’dir. 823 (H.208)te Kâhire’de vefât etti.
Seyyidet Nefîse, İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın oğlu İshak-ı Mu’temen rahmetullahi aleyh ile evlendi. Bu evlilikten Kâsım ve Ümmü Gülsüm isminde iki çocukları oldu.
Tefsir, hadis ve başka ilimlerde âlimdi. Büyüklüğünü herkes kabul ederdi. Ümmî olmasına rağmen çok hadîs-i şerîf öğrenmişti. Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilirdi. Çok kerâmetleri görüldü. Otuz defâ hacca gitti. Gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdetle geçirirdi ve üç günde bir yemek yerdi. Efendisinden ayrı hiçbir şey yemezdi.
Zevci ve evlâdı ile berâber, Mısır’a yerleşmek için Medîne-i münevvereden ayrıldılar. Yolda olduğunu duyan halk karşılamaya çıkıp, kendilerine çok hürmet gösterdiler. Herkes onları, kendi evlerinde misâfir etmek istiyordu. Abdullah-iCessâs adında velî bir zâtın kullanılmayan boş bir evi vardı. Oraya yerleştiler. Bereketlenmek ve kıymetli sözlerinden istifâde etmek için Mısır’ın her tarafından insanlar ziyâretine geldiler.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri onun meclisine gider, ondan hadîs-i şerîf dinlerdi. Mısır’da vefât ettiği zaman kocası cenâzesini Medîne-i münevvereye nakletmek istiyordu.Mısır halkı da Mısır’da defnedilmesi için ricâ ediyorlardı. Kocası İshak o gece rüyâsında Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görerek O’nun; “Ey İshak, Nefise hakkında Mısırlıları kırma. Onun bereketiyle ora halkına rahmet iner.” buyurması üzerine Medîne’ye götürmekten vazgeçti ve Mısır’da defnedildi. Türbesi günümüze kadar herkesin ziyâret ettiği bir ziyâretgâh olmuştur. Kabri yanında yapılan duâların kabul olduğu bildirilmiştir. Ona nezir olunarak yapılan duâları Allahü teâlâ kabul ederek hasta iyi olmaktadır. Nitekim; “Hastam iyi olursa veya şu işim hâsıl olursa, sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yâsin okumak veya bir koyun kesmek nezrim olsun.” deyince bu dileğin kabul olduğu çok tecrübe edilmiştir.
Evliyâdan olan Seyyidet Nefîse hazretlerinin çok kerâmetleri görülmüştür. Komşusu olan bir Yahûdî kadının kötürüm bir kızı vardı. Hareket edemezdi. Annesi hamama gitmek isteyince kızı da onunla gitmek istedi. Annesi; “Olmaz, sen evde yalnız otur!” dedi. Kız; “Bâri sen gelene kadar, şerefli komşumuzun yanında kalayım.” dedi.
Annesi, Seyyidet Nefîse hazretlerine gelip, çocuğun ricâsını söyledi. Müsâade etti.Çocuğu getirip, bir odasına koydu. Hamama gitti. Seyyidet Nefîse abdest aldı. Abdest suyu, kızın yanından akıyordu. Allahü teâlâ, o kötürüm çocuğa, o sudan biraz alıp, ayaklarına sürmeyi ilhâm eyledi. Alıp sürdü. Hemen sıhhate kavuştu. Sanki hiç hasta olmamış gibi ayağa kalkıp, yürümeğe başladı. Seyyidet Nefîse hazretleri namazdaydı. Olandan haberi yoktu. Kızcağız, annesinin hamamdan geldiğini işitince, Seyyidet Nefîse’nin evinden çıkıp, annesinin evine geldi. Kapıyı çaldı. Annesi kapıda kim var, diye bakmaya geldi. Bir de ne görsün, bir kız içeri girerek boynuna sarıldı. Onu birden tanıyamadı. “Sen kimsin?” dediğinde; “Senin kızınım!” cevâbını aldı ve; “Nasıl oldu da iyileştin? Haydi anlat!” dedi. Vâki olanı anlattı. Annesi hüngür hüngür ağlayıp; “Vallahi, Seyyidet Nefise’nin dîni doğrudur. Bizim dînimiz yanlıştır.” dedi. Sonra gidip Seyyidet Nefîse’nin ayaklarına kapandı ve elini bana ver deyip; “Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka mâbut yoktur ve yine şehâdet ederim ki, ceddin Muhammed, Allah’ın Resûlüdür.” dedi. Bunun üzerine Seyyidet Nefîse,Rabbine şükür ve ihsânına hamd etti.
Sonra kadın evine gitti. Kızının babasının ismi Eyyüb idi. Lakâbı Ebû Serâyâ idi. Kavminin ileri gelenlerindendi. Eve gelip, kızının sağlam hâlini görünce, sevincinden, neredeyse aklını kaybedecekti. Hanımına; “Bu nasıl oldu?” diye sorunca, o da durumu anlattı. Yahûdî; “Yâ Rabbî, sen dilediğine hidâyet verirsin, dilediğini sapıttırırsın! Vallahi, İslâm dîni doğru dindir, ondan başka doğru din yoktur.” dedi. Seyyidet Nefîse’nin kapısına gelip, kendini kapının eşiğine attı, yüzünü kapının eşiğine sürüp, Müslüman oldu ve; “Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka mâbut yoktur ve ceddin Muhammed aleyhisselâm O’nun Peygamberidir.” dedi. Sonra kızın iyileşme haberi, kızın, babasının, annesinin Müslüman olması, her tarafa yayıldı ve komşu Yahûdîlerden bir çokları bu hâdise üzerine Müslüman oldu.
Zâlim bir emir, eziyet etmek için bir adamı çağırttı. O zat Seyyidet Nefîse hazretlerine giderek yardım istedi. Kurtulmasına duâ ettikten sonra; “Git Allahü teâlâ seni, zâlimlerin gözünden saklar.” buyurdu. Oadam emirin adamlarıyla gitti. Onu huzura çıkardılar. Emir, adamlarına; “O adam nerededir.” dedi. “Huzurundadır.” dediler. “Vallahi onu görmüyorum.” dedi. Oradakiler, bu adam Seyyidet Nefise’ye gitti ve ondan duâ istedi. O da:“Allahü teâlâ, seni zâlimlerin gözünden saklar.” buyurdu dediler. Emir; “Demek ki ben zâlimim, bu adam da mazlumdur ki, onu göremiyorum.” dedi ve; “Yâ Rabbî, tövbe ettim!” diyerek pişmanlığını bildirdi. Tövbesinde karar kılınca, başını kaldırdı, o adamı gördü. Yanına çağırarak başından öptü, kıymetli elbiseler giydirerek onun gönlünü aldı. Serbest bıraktı. Sonra Seyyidet Nefîse hazretlerine yüzbin dirhem gönderdi ve:
“Bu Allah’a tövbe eden kulun şükran borcudur.” dedi. O da hepsini alıp, kendisine bir dirhem bırakmadan fakirlere dağıttı.
Adamın biri Hıristiyan bir kadınla evlenmiş, ondan bir oğlu olmuş, çocuk büyümüş, sefere gitmiş, düşman eline esir düşmüştü. Annesi kiliselere gidip, oğlunun düşmandan kurtulması ve ona kavuşması için çok yalvardı, fakat oğluna kavuşamadı. Bir gün kocasına; “Duyduğuma göre, bu şehirde Nefise binti Hasan diye bir hanım varmış. Ona git. Belki çocuğumuzun gelmesi için duâ eder. Eğer kurtulur gelirse, o hanımın elinde îmân edeceğim.” dedi.
Adam hazret-i Nefîse’ye gidip, durumu anlattı. Duâsını aldı. Gece olunca, kapı çalındı. Kadın kalkıp kapıyı açtı. Birden oğlu ile yüzyüze geldi. “Nasıl geldin?” dedi. Oğlu:
“Bilmiyorum, ancak, bağlı olduğum zincir üzerinde bir el gördüm. O anda, bunu salıverin, ona Nefise binti Hasan şefaat etmiştir, diye bir ses duydum. Sonra kendimi bu kapıda buldum.” dedi. Bunu duyan kadın hemen Müslüman oldu.
Günümüz şâirlerinden. 1933’te Diyarbakır’ın Ergani kazâsında doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi (1955). Bir süre mâliye müfettiş yardımcılığı ile memuriyette bulundu. Bir müddet sonra memuriyetten ayrılarak (1965) serbest çalışmaya başladı. 1966’dan îtibâren Diriliş Dergisini yayınladı. Edebiyata, şiire olan kâbiliyeti şiir ve sanat üstüne kısa zamanda tanınmasını sağladı. İlk şiiri 1951’de Hisar Dergisinde çıktı. İşlediği konular, inandığı değerler üzerindeki anlatım tarzı bakımından diğer şâirlerden tamâmen ayrı bir sestir.
Sezai Karakoç karamsarlık, sıkıntı, bunalım gibi moda, düşünce ve temalara katılmamaktadır. Ona göre sıkıntı, karamsarlık madde ile sınırlı duygulardır. Maddeyi aşan, ruh değerlerine bağlı bir şâirdir.
Eserlerinde argo, çirkin kelime, müstehcen ifâdeler görülmez. Konuşma dilini bâzan ustaca kullandığı görülür. Mecazlar çok ve güzeldir. Şiirin özüne ve biçimine önem verir. Eserlerinde dâimâ Türk halkının inançları doğrultusunda, millî değerlere bağlı kalınmıştır.
Eserleri:
Körfez (1959), Şahdamar (1962), Sesler (1968), Taha’nın Kitabı (1968), Gül Muştusu (1969), Zamana Adanmış Sözler (1970), Fransızca’dan çevirdiği şiirleri, Yunus Emre (1965) ve Mehmed Akif (1968) üzerine incelemeleri vardır. Ayrıca Yazılar (1967), Sütun (iki cild, 1968), Mağara ve Işık (1969), Ölümden Sonra Kalkış (1970), Leyla ile Mecnun (1981), Edebiyat Yazıları (1982, 1986) adlı mensur şiirleri ve denemelerinin toplandığı kitapları vardır.
Şiirlerinden:
Sultan Ahmed Çeşmesi
Önünde dokuz minâre
Aynalar kadar aydınlık yüreği
Kilise öte yanında yara bere
İçinde kendini sessiz oluşa bırakıyor
Değiştiriyor deri
Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasında oturmuş mesut bir sağır
Bütün gün türkü çağırır
Erir çeşmenin iki gözbebeği
Ben o kanlı kızgın
Gözyaşlarıyım çeşmenin
Çatı
Kaç aç varsa hepsi ben
Kaç hasta varsa hepsi ben
Kaç liman önlerinde dönen
İşsiz hamal hepsi ben
Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Âşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen
Atılmış kömür toplar
Annelerin zoruyla çocuklar
-Başka çâresi ne annenin-
Çocuklarıyla yere çarpılan
Ben o çocuklarla yere çarpılan
Sevgili deyip yere çarpılan
Sedye taşımaktan kolu tutulan
Bu sessiz çılgın çalkantıda