SENÛSÎLER
Seyyid Muhammed bin Ali es-Senûsî’nin 1837’de Afrika’da kurduğu büyük İslâm tarîkatı.
Seyyid Muhammed, 1787 yılında Cezâyir’de çevrenin en asil âilesinin çocuğu olarak doğdu. Tahsilini Fas Üniversitesinde yaptı. Daha sonra genç yaşta Mekke’ye gitti. Hac dolayısıyla İslâm dünyâsının her tarafından gelmiş olan Müslümanlarla görüştü. Bu sırada Hicaz, bozuk îtikât sâhibi Vehhâbîlerin hâkimiyeti altında bulunuyordu. Seyyid Muhammed, Müslümanların bu bozuk yola kaymamaları ve İslâm memleketlerini içine düştükleri esâretin bataklığından kurtarmak için bir tarîkat kurmaya karar verdi. Bu kararla 1848 yılında Cezâyir’e döndü. O sırada Fransa, silâh zoru ile Cezâyir’e yerleşmek için harekete geçmişti. Seyyid Muhammed, Derne civârında dağlık bir arâzide Zâviye-i Beyzâ adını verdiği ilk tekkesini tesis etti. Ateşli vâzlarla kısa zamanda çevresinde geniş ilgi topladı. Her taraf Senûsî tekkeleriyle doldu. Tarîkate girenler evvela şahsî ahlâk ve inançları bakımından en mükemmel seviyeye getirilir, sonra da aynı üstünlüğü etrâflarına yaymak üzere faaliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hareketinin hedefi yalnız Kuzey Afrika değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslüman milletlerin sosyal, ekonomik ve kültürel seviyelerinde muazzam bir inkılap vücûda getirerek, İslâm dünyâsını uyandırıp, kalkındırmak ve birleştirmek istiyorlardı.
1895 yılında Seyyid Muhammed vefât edince, yerine oğlu Muhammed Mehdi es-Senûsî geçti. Onun zamânında bütün sahra kontrol altına alındı. Kısa zamanda Güney ve Batı Afrika’da milyonlarca zencinin sistemli bir şekilde Müslüman olmasını sağladılar. Arabistan’a, Malezya’ya ve hatta Hindistan’a Senûsîlik hareketinin temsilcilerini dağıtarak İslâm dünyâsı çapında bir uyanış sağlamaya çalıştılar. Senûsî tarîkatı âdetâ bir devlet hâline geldi.
Senûsiye tarîkatı teşkilâtının çekirdeğini zâviyeler meydana getiriyordu. Senûsî zâviyeleri yalnız talebelerin değil bütün yoksulların sığındığı ve kabul edildiği birer imârethâneydi. Cağbub’daki merkez zâviyede yüksek seviyede eğitim veren ve başka zaviyelerde görevlendirilecek olanları hazırlayan bir medrese vardı. Burada sekiz bin yazmadan meydana gelen bir kütüphâne de bulunuyordu. Senûsî zâviyeleri ayrıca birer askerî üs vazîfesi de görmekteydi. Her Senûsî bir silâh ve binek hayvanına sâhipti. Zenginler ve emrinde işçi çalıştıranlar, yoksulları ve yanlarında çalışanları silâhlandırmakla yükümlüydü. Zâviyelerde silâh tâlimleri de yaptırılıyordu.
Seyyid Mehdi es-Senûsî’nin bizzat kendisine has 50 tüfeği vardı. Bunların bakımını kendisi yapar başka kimsenin bu işe müdâhalesine râzı olmazdı. Cumâ gününü atıcılık ve binicilik eğitimine ayırmış olup, o gün bütün işleri tâtil eder, müridlerinin her birinin, inşaatçılık, marangozluk, demircilik, dokumacılık, gazetecilik vb. işlerle meşgûl olmalarını ve öğrenmelerini sağlamak ister, kendisi de bizzat çalışırdı.
Muhammed el-Mehdî’nin 1902’de vefâtından sonra yerine Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî geçti. Ahmed es-Senûsî, Orta Afrika’yı işgâl eden Fransızlara karşı yıllarca süren bir cihâd hareketi başlattı. Modern silâhlarla donatılmış Fransız askerlerine karşı çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Ancak çok üstün güçler karşısında Orta Afrika’dan çekilmek zorunda kaldı (1909). İtalya, Libya topraklarını işgâle başlayınca, Ahmed es-Senûsî bu defâ da Türklerle birlikte İtalyanlara karşı harbe girdi. Bu savaş sırasında ilk kez yayınladığı beyannâmeleri “El-Hükümetü’s-Senûsîyeti’l-Celîle” adıyla imzâlamaya başladı. Böylece Senûsîye hareketini ilk kez bir devlet olarak îlân etmiş bulunuyordu. Ancak Trablusgarb Harpleri, Türk subaylarında görülen particilik ve hizipcilik gibi fitne tohumları yüzünden başarıya ulaşamadı. Senûsiye müridleri Türk askerlerinin gerilemeye mecbur olmasından sonra da memleketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu mücâdelelerde kuvvetleri düşman kuvvetine aslâ kıyaslanamayacak bir durumda olduğu hâlde çok büyük kahramanlıklar gösterdiler.
Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince, Senûsîler onun karşısında yer aldılar. 1915’te Mısır’ı işgâl eden İngilizlere karşı giriştikleri savaşlar Senûsîlerin büyük kayıplar vermesine yol açtı. Birinci Dünyâ Savaşı sonlarına doğru Ahmed es-Senûsî’nin Osmanlı Sultanı Mehmed Reşad Hanın isteği üzerine İstanbul’a gitmesi üzerine tarîkatin fiilî liderliğini Muhammed el-İdris üstlendi. Ancak 1917’de İtalya’nın Libya’yı ele geçirmesiyle Muhammed el-İdris onlarla antlaşmaya vardı. 1931’de Kufran’ın İtalyanlar tarafından işgâlinden sonra Senûsî iktidârı son buldu. Tarîkat kapatıldı. Muhammed el-İdrîs 24 Aralık 1951’de bağımsız Birleşik Libya Krallığının kralı îlân edildi. (Bkz. Libya)
Alm. Korbtlechterei, Fr. Vannerie, İng. Basketmaking. Ağaçların ince sürgünlerinden, bitkilerin odunlaşmamış saplarından faydalanılarak yapılan örgü ve el sanatı. Sepetçilik sanatı insanlık târihiyle başlar. Toplumların kültür târihlerine katkısı bulunan sanatlardan birisidir. Bugün Afrika’da Eski Mısırlıların beş bin yıl önce sepet yapımında kullandıkları teknik ve metot kullanılmaktadır.
Sepetçilik güzel bir el sanatı olmakla birlikte, bu sanatta uğraşanların iç dünyâlarını da dışarıya aksettirir. Sepet örgülerindeki zerâfet, renk, doku, desen, şekil çeşitlerinde bunu görmek mümkündür.
Sepetçilik genelde bir el sanatı olduğu için her yöreye göre çeşitli şekilleri vardır. Örülen sepetin hangi amaçla kullanılacağı, örgüsünde kullanılacak malzemeyi ve şeklini belirler. Meselâ tahıl veya sıvı konulacak bir sepetin son derece sık örülmesi, aralarına başka malzemelerin kullanılması lâzımdır. Bunun yanında, kafes, ağ, tuzak vb. yerlerde kullanılacak sepetlerse delikli olur.
Günümüzde çok değişik sepet örme teknikleri vardır. Bunlardan iki tânesi bütün sepet örme tekniklerinin temeli sayılır. Birincisi; tek bir liften yapılan rulo kıvrımlarının birbirleri üstüne dikilmesidir. İkincisi ise; kafes veya hazır örgüdür. Sepet örgü biçimleri bâzan metal bâzan da porselen gibi daha sert malzemelerle de taklit edilmeye çalışılmıştır.
Sepetçilikte genellikle ot, bambu, mısır sapı, saz, saman sapı, böğürtlen, rafya, kamış, bitki saplarıyla, bodur söğüt, kestâne, fındık, siyah akça ağaç vb. gibi ağaç filizleri kullanılır. Bugün sentetik olarak üretilen naylon ve buna benzer liflerden de sepetler yapılmaktadır.
Kökü çok eskilere dayanan sepet örme, sepetçilik sanatı; günümüzde ambalajlama tekniğinin gelişmesiyle biraz gerilemiştir. Çünkü eskiden malların piyasaya sürülmesi, tarım, bahçe, bağ ve balıkçılık ürünlerinin taşınması, pazara götürülmesi ve pazarlanmaları hep sepetle olurdu. Modern ambalaj sanâyii ise bugün sepetçiliği kaldırmıştır. Buna karşılık, ince sepetçilik, özellikle lüks sepetçilik gelişti. Mobilyacılıkta sandalye ve koltuk yapımında da kendini gösterdi.
Sepetçilik yurdumuzda eskisi kadar çok olmamakla birlikte; Konya, Kastamonu, Kocaeli-Karamürsel, Rize, Edirne, Kırklareli illerinde bugün de varlığını hâlâ devam ettirmektedir. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde özellikle Trakya bölgesinde yaşayan Çingelerin başlıca geçim kaynaklarıdır.
Sepetler kullanılacakları yerlere göre çeşitli boy, biçim ve isimde yapılır ve kullanılır.
Alm. Gerben, Gerbergewerbe (n), Fr. Tannage (m), İng. Tanning. Hayvan derilerini kullanılacak hâle getirmek için yapılan işlemler. Sepicilik aslında debagat (debbâgât) işleminin bir safhasıdır. Fakat debagatla sepicilik aynı mânâda kullanılmaktadır. Debbâğ=tabak, sepici, deri terbiye eden; debbâğhâne (tabakhâne): Hayvan derilerinin terbiye olunduğu, sepilendiği yer demektir. Sepicilik nebâtî (bitkisel) ve mâdenî maddelerle yapılabilir. Burada önemli olan bitki veya mâden değil, bunların terkibinde bulunan “tanen” denen maddedir. Sepilenecek derinin, tâze veya kuru olsun üzerindeki kılların ve içindeki et parçalarının temizlenmiş olması lâzımdır. Bunun için kireçten faydalanılır.
Bitkisel sepileme: Eskiden deriler, bazı ağaçların kabuğundan elde edilen bir maddeyle sepilenirdi. Bu ağaç kabuklarının terkibinde bulunan tanen, sepileme işini yapar. Tanen proteinle birleşerek bozulmayan, stabil bir yapı meydana getirir. Sepilenmemiş deri protein yapısındadır. Tanen ile muâmeleden sonra, bu yapı tanen-protein kompleksi teşkil eder ve kullanılan deri hâlini alır. Günümüzde bitkisel kaynaklı sepi maddeleri elde edilmiş olup, bunlar tek başına münferiden veya karışım halde kullanılmaktadır.
Mâdensel sepileme: Diğer adı krom sepilemesi’dir. Bu usûlde tanenin yaptığı işi krom veya kromlu bileşikler yapmaktadır. Proteinle stabil, bozulmayan bir yapı teşkil ederek kullanılan deriyi meydana getirir.
Sepilenecek deriler, içinde tanenli su bulunan havuzlara atılır. Burada derinin cinsine göre, birkaç aydan bir-iki yıla kadar bırakılır. Bu zaman zarfında arasıra sulanarak kurumalarının önüne geçilir. Tanenli suyu iyice emen deriler, sağlam bir yapı kazanmışlardır. Havuzlamadan sonra suyu süzülerek alınan deriler, fırçalanıp, havadar bir yerde kurutulur. Derilerin yumuşatılması için üzerinden vurulur. Böylece sağlam, dayanıklı deri elde edilmiş olur. Sepilenmesi tamamlanan deriler muntazam olarak kesilir. Kullanılacağı yere göre boyanır, cilâlanır. Böylece kullanılacak duruma getirilmiş olur.
Hastalık yapıcı mikroorganizmaların kanda bulunarak ateş, zayıflık, titreme gibi belirtileri ortaya çıkarması. Hastalık yapıcı mikroplar kana; herhangi bir yaradan, sıyrıktan, mevcut olan bir hastalıktan dolayı bir organdan karışabilir. Hastalığın yukarıda zikredilen belirtiler, mikrobun kendisinden veya saldığı zehirlerden, toksinlerden dolayı ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hastalığa halk arasında kan zehirlenmesi denir.
Septisemide, kandan yapılan kültürler, mikrobun teşhisinde yardımcı olur. Böylece mikrobun cinsine göre en etkili antibiyotikle tedâviye başlanır. Septiseminin bir tipi olarak nitelenebilecek olan piyemi’de ise, kanda irin yapıcı mikroplar bulunur. Bunlar mikrobun bulunduğu abse veya iltihaplı kısmın dışında, birçok bölgede çeşitli büyüklüklerde abseler ortaya çıkartırlar. Bunun da tedâvisi yüksek doz, uygun antibiyotikle yapılır.
(Bkz. Sera)
Alm. 1. Gewächshaus (n), Wintergarten (m), 2. Zitronenpresse (f), Fr. 1. Serre (f) 2. Prese-citron, İng. 1. Greenhouse 2. Lemon-squeezer. Sıcak iklim ve bölgelerde yetişen ve kışın soğuktan zarar gören bitkilerin konduğu, kısmen veya tamâmen camla kapalı yer. Ser veya limonluk olarak da bilinir. Genelde portakal, limon, muz ve bunlara benzer nârenciye bitkileri buralarda yetiştirildiği ve saklandığı için, böyle bir düzen ve sisteme limonluk adı verilmiştir. Cam, ışığı geçirdiğinden sera bitkilerinin gelişimine, fotosentezine imkan sağlar. Bu arada serayı rüzgâr ve soğuktan da korur. Seralar soba, kalorifer veya elektrik sistemleriyle ısıtılmaktadır. Seralarda çoğunlukla alçak bir tuğla duvar üzerine metal veya ahşap iskelet yapılır. Camlar iskelete takılır. Kapılar üzerinde de küçük havalandırma pencereleri bulunur. Seraların yönü güneş ışığını rahat alabilecek şekilde seçilir. Modern seralar, kapalı havalarda cıva buharlı lambalarla aydınlatılarak “sun’î güneş ışığı” sağlanır. Böylece sera bitkilerinin fotozentezinin devamı sağlanır.
İlk seranın, 15. yüzyılın sonlarına doğru İtalya’da bir botanik bahçesinde kullanıldığı tahmin edilmektedir. Daha sonra özellikle Avrupa’da, 17. yüzyılda, camın özelliğinden faydalanılarak koruyucu ve ışık geçirici seralar yapılmaya başlandı. Bu seralar, soğuk, ılık, sıcak olmak üzere üç kısma ayrılır. Bunların içlerinde Akdeniz bölgesi, tropik ve astropik bölgelerin bitkileri de yetiştirilirdi. Seraların; toprak üstünde, toprak içinde ve duvara dayalı olmak üzere kısımlara ayrılan cinslerine Akdeniz bölgesinde rastlanmaktadır.
Dünyâda yaygın olan sera çeşitleri:
Soğuk sera: Hafif donlardan zarar gören bitkilerle sıcaktan etkilenen bitkiler buralarda saklanır. Isıtma tertibatıyla, ısı derecesi sıfırın ancak birkaç derece üstünde tutulur.
Sıcak seralar: Ekvator ve tropik bitkilerin yetiştirildiği yerlerdir. Bunlarda sıcaklık normalde 30°C’de tutulur. Sıcaklığın 15°C’nin altına düşmesi tehlikelidir. Bunun için kuvvetli bir ısı düzeniyle havanın nemini de yüksek tutmak için bol suya ihtiyaç vardır.
Ilık seralar: Avusturya ile GüneyÇin bitkileri için kullanılır. Seralar içindeki sıcaklığın 10°-15°C arasında olması gerekir.
Toprak içindeki seralar: Genellikle üretme çiftliklerinde bu tip seralar kullanılır.
Üretim seraları: Çok sık, fide ve bitkilerin yetiştirilmesi için kullanılır. Bu tip seralarda ısıtma tertibatı alttan yapılır. Genelde cam çerçeve ile örtülmüş yastıklardan meydana gelir ve çok masraflıdır. Turfanda fide yetiştirmek için, eğik camla örtülmüş basit yapılı seralar da kullanılır. Halk arasında bunlar camekân olarak bilinir.
Duvara dayalı seralar: Kuzey tarafı duvara dayandırılıp, güneşin güneyden tamâmen içeri girmesi sağlanır. Az ısıya ihtiyacı vardır. Masrafı azdır.
Çabuk olgunlaştırma seraları: Bu tip seraların çeşidi, içinde olgunlaştırılacak bitkiye ve meyveye göre değişir.
Hangi tip sera olursa olsun, mutlaka bol güneş alabilecek özelliğe sâhip olması lâzımdır.
Trabzon-Akçaabat arasında bulunan göl. Bu göl 1950 yılında Sera Deresi Vâdisinde, kışın meydana gelen bir heyelan sonucu ortaya çıkmıştır. Küçük karekteristik bir set gölüdür. Bulunduğu Sera Vâdisi, volkanik bir arâzidir. Burada akan derenin sol yamacından heyelan sebebiyle kopan kayalar, derenin normal akışını önleyerek suların birikmesine sebep olmuştur. Biriken sular zamanla 4 km uzunluğunda 20-55 m derinliğinde bir göl meydana getirmiştir.
İslâm âlimlerinin meşhurlarından. Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Sehl Serahsî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Şems-ül-Eimme’dir. 1010 senesinde Türkistan’ın Serahs şehrinde doğdu. 1090’da vefât etti. Serahs’a izâfeten Serahsî denildi. Serahs şehri, Meşhed ile Merv arasında eski bir şehir olup, bugün İran-Türkmenistan sınırı üzerindedir.
Ebû Bekr Serahsî, tahsilini Buhârâ’da yaptı. Fıkıh ilmini, zamânının en meşhûr âlimlerinden Şems-ül-Eimme Ebû Muhammed Abdülazîz bin Ahmed Hulvânî’den öğrendi. Uzun yıllar bu hocasının derslerine devam edip, fıkıh ilminde çok iyi yetişti. Başka âlimlerden de ders gördü. Devletler hukûku husûsunda âlim İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin bu husûstaki eserleri üzerinde ihtisâs sâhibi olan Ebü’l-Hasan Ali bin Muhammed bin Hüseyin ile Ebû Hafs Ömer bin Mensûr el-Bezzar’dan ders aldı. Hocası Hulvânî’den (rahmetullahi aleyh) sonra onun yerine geçti. İlimdeki üstünlüğünden dolayı Serahsî’ye de hocası gibi Şems-ül-Eimme (Âlimlerin, İmâmların Güneşi) lakabı verildi. Zamânının meşhûr âlimlerinden olan Serahsî’den de; Burhân-ül-Eimme Abdülazîz bin Ömer bin Mâze, Mahmûd bin Abdülazîz Özcendî, Rüknüddîn Mes’ûd bin Hasan, Osman bin Ali bin Muhammed Beykendî fıkıh ilmini öğrendi.
Çok ibâdet eden ve zâhid bir zât olan Serahsî hazretleri, kelâm ve münâzara ilminde de âlim bir zâttı. Ömrü hep ilim öğrenmek, öğretmek ve dîne hizmet etmekle geçti. Bu husûsta pekçok sıkıntıya katlandı. Mükemmel eserler yazdı. Osmanlı Şeyhülislâmı Kemâl Paşazâde, Serahsî’nin müctehid fil mesâil tabakasından (meselede müctehid) olduğunu bildirmiştir.
Hayâtının son on senesi sıkıntılı geçti. Zamânının hâkânına nasîhat kâbilinden söylediği sözler sebebiyle hapse atıldı. Hapisteyken de ilmî çalışmalarını sürdürdü. Otuz ciltlik Mebsûd adlı meşhur eserini bu sırada meydana getirdi.
Hapisliğinin son aylarında, memleket iç savaşlarla karışmıştı. Tam bu sıralarda, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin devletler umûmî hukûku ile ilgili Siyer-i Kebîr’ini şerh etmeye başladı. Bu kitâbı, devletler hukûku sâhasında ilk yazılan eserdir. 1087 senesi 20 Rebîülevvelde hapisten çıkarıldı. Hapisten çıkarıldıktan bir müddet sonra Fergana’ya gitti. Fergana emîri, Emîr Hasan kendisini büyük bir memnûniyetle kabul edip, izzet ve ikrâmda bulundu. Talebeleriyle kendi sarayına alıp, orada çalışmalarını istedi. Sonra hapisteyken başladığı eserlerle birlikte, ötekilerini yazdırdı. Ömrünün son yıllarını Fergana’da geçiren Serahsî hazretleri, orada da âlimler ve halk tarafından çok sevilmiş, önemli meseleler için mürâcaat kaynağı olmuştur.
Eserleri:
1) Kitâb-ül-Mebsût: 30 ciltlik meşhûr eseridir. 15 cilt ve 10 cilt hâlinde iki ayrı baskısı vardır. Bu kıymetli eser, Hakîm-i Şehîd’in Kâfî adlı eserinin şerhidir. 2) Eşrât-üs-Sâat: Bu eserini, talebeliği sırasında hocası Şems-ül-Eimme Hulvânî’nin kıyâmet alâmetleri ile ilgili dersleri sırasında tuttuğu notlardan yazmıştır. 3) Şerhi Ziyâdât-üz-Ziyâdât, 4) Şerhi Câmi-ul-Kebîr, 5) Şerhi Câmi-us-Sagîr, 6) Şerh-ül-Muhtasâr fil-Fıkıh, 7) Şerhi Siyer-i Kebîr: İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin Siyer-i Kebîr adındaki meşhur eserine yazdığı şerhidir. Antepli Muhammed Münib Efendi tarafından Türkçeye tercüme edilen ve 1826’da basılan bu eser, cihâda âit ince bilgileri ihtivâ etmektedir. 8) Muhtasar-ı Tahâvî Şerhi, 9) Şerhi Kitâb-ün-Nafakât, 10) Şerhi Edeb-ül-Kâdî. 11) Fevâid-ül-Fıkhıyye ve Kitâb-ül-Hayz, 12) Usûl: İki cilt olan bu eseri de basılıdır.
Alm. Keramik (f), Fr. Ceramique, İng. Ceramic. Genellikle kil minerallerinden yapılan, plâstik hamurun şekil verilip, pişirilmesiyle elde edilen çanak çömlek gibi kaplar, testiler; tuğla ve kiremit gibi düşük sıcaklıkta yumuşak pişirilmiş toprak eşyâ ve yüksek sıcaklıkta sert pişirilmiş olan porselen eşyânın tamâmı. (Bkz. Tuğla, Kiremit)
İnsanlar çok eski çağlardan beri pişirilmiş toprak kapların, çeşitli tesirlere daha dayanıklı olduklarını biliyorlardı. Çünkü ilk insan hazret-i Âdem’e birçok ilimler öğretildiği gibi, seramik sanatı da öğretildi (Bkz. Âdem Aleyhisselâm). Târihçiler pişirilmiş kil eşyâlardan insanların zaman içindeki hareket ve medeniyetlerini belirlemek için faydalanmaktadırlar.
Neolitik devrin en eski belli başlı seramik merkezleri Anadolu, Mısır ve Mezopotamya’dır. Genellikle en eski seramik malzemeler, bu bölgelerdeki kazılarda elde edilmiştir. Yunanistan’a seramik bu bölgelerden gitmiştir. Ele geçirilebilen seramiklerin en eskisi M.Ö. 7000 yılına âit olup, Filistin’dekiYeriko, Anadolu’daki Hacılar köylerinde ve Yakındoğu’da bulundu. Filistin seramiğiyle Hacılar (Burdur yakınında) seramiği arasında süs farkı vardır.
Selçuklu öncesi Türk seramik sanatı: Kolay kırılabilen seramik dâimâ hareket eden göçebelerin değil, aksine yerleşik toplumların sanatıdır. Bugün Türkistan Aşkaabat’ta yapılan kazılarda, M.Ö. 3000-2000 yıllarına âit seramik şekiller ele geçirilmiştir. Bu formların sulandırılmış kille üzerinin kaplandığı görülmektedir. Kansu’nun kuzeyinde Uygur Türklerinin ataları sayılan, Çinli târihçilerin Ting-Sing diye isimlendirdikleri Türk boyları da engobe üzeri sigrafitto veya kalıpla damgalı seramikler yapmaktaydı. Bu bölgede ocak ile çömlek işlerini birleştiren üç ayaklı seramik şekilleri yaygındı. Çinliler buna ting ve sing ismini verirken Türkler kuzec ismini veriyorlardı. Bu devirde feldispat ve kurşun karışımından yapılan beyaz ve yeşil renkli sırlar kullanılmıştır.
Mîlât sıralarında Hun Türkleri, DoğuAsya’da Çin’e komşu olarak yaşamaktaydılar. Doğu Hun İmparatorluğunu ortadan kaldırarak ticârete başlayan Çin tüccarları, Çin seramiklerini de Türklerin bulunduğu İç Asya’daki yerleşim merkezlerine, yavaş yavaş tanıtmaya başladılar. Oğuz Türklerinde çanak kelimesi topraktan yapılan bütün üretim biçimine verilen isimdi. Çömlekçi tornasını çevirmeye ayak evürmek sıralayana da ayakçı ismini veriyorlardı. Kuzey Doğu Türkistan’daki Kaşgar şehri, Budist devrinden îtibâren seramik ve keramik sanatına sahne olmuştur. Sırlı ve renkli sırlı(yeşil) testi, ibrik, çanak gibi biçimler yanında maskeler ve duvar kaplamaları yapılmıştır.
Hakânî devri seramiklerinde kırmızı ve beyaz kil, hamur olarak kullanılıyordu. Aynı renk killerin inceltilmesiyle astar hazırlanıyor, astar ve boyanın renklendirilmesi için, demir ve mangan oksitleri kullanılıyordu. Hakânî devri mîmârî süslemesinde yenilikse, Arap harfleriyle kitabelerin yazılmış olmasıdır. Hakânî Türklerinin İslâm seramik sanatına diğer bir katkısı, sırlı mozaik ve seramik kaplamayı mîmârî yüzeylerde de kullanmış olmasıdır. Bu devir seramikleri Kara Hitaylar ve SelçuklularlaMoğolların saldırısı sonucu önemini kaybetmiştir.
İslâm seramiğinin asıl gelişimi 9. yüzyılda, Samarra şehrinde ortaya çıkar (883-838). Abbâsî halifeleri yüksek bir sanat devrine sâhip olmakla berâber, bu merkezde yürütülen seramik faaliyetlerini zaman zaman desteklemişlerdir. Samarra’da ilk defâ perdah tekniğinde İslâm seramikleri ortaya konmuştur.
Türk seramikleri içinde ayrı bir dönem, Karluk seramiklerinde görülür. M.S. 9 ve 10. yüzyıllarda hayvan uslûbu Karluk seramiklerinde geniş bir yer tutar. Bu bölge sonradan Samanoğulları etkisiyleİslâmî dekoru sevmiştir. TürklerOrta Asya’dan Semerkant’a yaklaşmışlardır. İslâm seramik sanat târihinde 12. yüzyıl dönüm noktasıdır. Selçuklu öncesi bilinen seramik teknikleri ve süslemeler 10 ve 13. yüzyıllarda Selçuklu seramikçileri tarafından daha da zenginleştirilmiş, perdah tekniği yanında çok renkli sıraltı ve sırüstü seramik teknikleriyle yeni şekiller ortaya konmuştur. Selçuklularla başlayan ve merkez olarak belirtilen seramik üretim grupları, Anadolu Selçukluları ile Anadolu’ya girmiş, böylelikle Osmanlılar sonuna kadar, Anadolu’da seramik merkezlerini muhâfaza etmiştir.
Anadolu Selçuklu seramik sanatı: Anadolu öncesi Türk sanatı ve İslâm sanatlarında, seramik oldukça yaygındır. İslâm devletlerinde Abbâsîler, Samanoğulları, Karahanlılar, Fâtımîler, İran Selçuklu seramikleriyleAnadolu’nun kendine has seramikleri arasında benzerlikler görülür. Erken İslâm seramik sanatının birçok çeşit ve kalitede ürünlerini sunan Büyük Selçuklulardan firuze yeşili, kobalt mâvisi, kahverengi ve renksiz transparenk sırlar en bol ve basit örnekleri teşkil eder. Anadolu Selçuklu seramik çeşitleri arasında İslâm seramik sanatının geleneksel sırsız kırmızı hamurlu gevşek hamur yapısında vazo, sürâhi, kâse, ayaklı kab ve küp gibi şekiller yapılmıştır.
Anadolu Selçuklularında bol kullanılan Lüster tekniği, günlük seramikler üzerinde hiç kullanılmamıştır. Anadolu’da Selçuklu devri çinilerinin en bol örneklerinin görüldüğü yer başşehir Konya’dır. Bu devir seramiklerinden yüzde 85-90 kuars, yüzde 3-5 alüminyumoksit, yüzde 2-5 kireç, yüzde 2-5 alkali bulunur. Bu sebeple diğer seramiklerden kolayca ayrılır.
Anadolu Selçuklu mîmârîsinde seramik; câmi, mescit, medrese, türbe ve saraylarda görülür. Bunun yanı sıra minârelerde de kullanılan Selçuklu seramiği, sırsız tuğlalardan meydana getirilen düz desenli örneklerin arasında tek renk sırlı tuğla dekarasyon, nâdiren seramik kaplama olarak kullanılmıştır. Sırlı tuğla, mozaik çoğunlukla mîmârîlerin kûfi yazı bordürlerinde bulunur. Bu tuğlalarda kullanılan renkler mangan moru, firuz yeşili ve kobalt mâvisidir.
Osmanlı devrinde seramikçilik: Osmanlı devri seramikçiliği, Selçuklu ve Beylikler devriyle kıyaslama yapıldığında çok çeşitli, bol ve kaliteli seramikler şaşırtıcı örnekler sunar. Osmanlı devrinin en parlak örnekleri, 15 ve 16. yüzyıllarda görülmektedir. Mâvi-beyaz diye isimlendirilen bu seramiklerin merkezi İznik ve Kütahya’dır. Bunlar; sert ve pürüzsüz hamurları, mâvi-beyaz renkleri, ustalıklı desenleriyle üstün seramiklerdir.
Sert ve kaliteli, şeffaf sır altında mâvi tonları ile işlenen desenlerde, Çin tesirli şakayıklar krizantemler, arabeskler, bulutlar, pul, stilize ejder hatta çintemani (üç top) motifleri hâkimdir. Bunların yanısıra lâle, karanfil, bahar dalları gibi çeşitli çiçekler, asma dalları, kuş, geyik, tavşan, balık, hayvan mücâdele sahneleri, nesih ve kûfi yazılar, daha önce görülmeyen zenginlikte ve incelikte bir desen programı sunarak, 16. yüzyılda gelişen sıraltı seramiklere öncü olurlar. Erken örneklerde mâvi tonları koyudur, sonradan daha açık ve tatlı mâviye döner, biraz firuze de kullanılır. Bâzan desenlerde mâvi zemin üzerinde beyazlar yer alır. Lâle, karanfil, sümbül, çiçek demeti kompozisyonlarının işlendiği örneklerde mavi tonları arasında firuzenin de yer alışı dikkati çeker. Çini sahasında çok az mâvi-beyaz tanınırken, seramiklerde daha önce hiçbir yerde görülmeyen yeni şekiller ve çeşitli malzemeler dikkati çeker.
Kenarlı tabaklar, çukur kâseler, vazolar, ibrikler, maşrapalar, sürahiler ve özellikle Anadolu’da ilk câmi kandilleri görülür.
Selçuklular zamânında seramik merkezi olan Konya, Osmanlılar zamânında bu işi İznik’e devretmiştir. İznik 17. yüzyılda bunu Kütahya’ya devretmiştir. Günümüzde de bu ağır vazifeyi Kütahya hâlâ devam ettirmektedir. Selçuklular zamânında kurulan seramik merkezleri, Osmanlılar zamânında da çalışmaya devam etmiştir. Fakat bunlar sıraltı tekniğiyle çalışmamış, seramik üretimini ellerinde bulundurmuşlardır. Bunlardan bâzıları Konya, Akşehir, Sivas ve Kayseri’dir.
Seramik malzemelerin genel özellikleri: Seramikler malzeme ilminde, kısaca, metal ve ametal elementlerden meydana gelen bileşikler olarak tarif edilir. Çimento betonları, taşlar, camlar, tuğla izolatörler, bütün metal oksitleri seramik malzemelere örnek olarak verilebilir.
Seramiklerde kuvvetli iyonik ve kovelent bağlar yaygındır. Yapılarında serbest elektronlar bulunmaz. Bu sebeple sert, kırılgan, fakat yüksek sıcaklığa metal ve polimerlere göre daha dayanıklıdırlar. Isıl ve elektrikî yalıtkandırlar. Birçok cinsleri özellikle ince tabakaları yarı saydam veya saydamdır. Yüksek sıcaklıklarda elektriği az da olsa iletirler.
Birçok seramik malzemede kristal yapı görülür. Kristallerin dış görünüşü, meselâ sofra tuzunda (NaCl) olduğu gibi kristal yapıyı yansıtır. Yüksek sıcaklıklara dayanıklı refrakter malzeme olarak kullanılan MgO, mekanik zorlama altında, metal kristallerinde olduğu gibi kayma düzlemleri boyunca, kalıcı kayma, şekil değiştirmesi yapar. Mika ise dilinim doğrultuları boyunca ince, çoğu defâ saydam tabakalara ayrılır. Amyant veya asbest çizgisel kristal yapıya, mika ise iki boyutlu kristal yapıya sâhiptir. Kristal yapının üç doğrultuda uzay ağı meydana getirdiği hallerde ise, mekanik mukâvemet ve ısıl kararlılık genellikle daha yüksektir.
Bâzı bileşikler yüksek sıcaklıkta düzensiz yapıya sâhiptir. Sıvı halden hızla soğutuldukları zaman bu amorf yapılarını korurlar. Bunlara aşırı soğumuş sıvılar olarak da bakılabilir. Oda sıcaklığında uzun süre amorf yapılarını koruyan bu cins bileşiklere, genel olarak cam denir. TiC, BN ve ZrN gibi refrakter malzeme olarak kullanılan bâzı karbürlerde ve nitrürlerde ise, metalsi elementlerin bulunması sonucu, kovalent ve metalik bağlar hâkimdir. Yüksek frekanslı elektrik alan uygulamalarında kullanılan seramik manyetik malzemeler, yalıtkan olmaları sebebiyle, metalik olan manyetik malzemelerden üstündürler. Bunlara örnek olarak Ni8Fe16, Fe3O4 ve Li4Fe20O32 verilebilir.
Seramikler sıcaklığa dayanıklı ve iyi yalıtkan olmaları sebebiyle MgO-Al2O3-SiO3 bileşiminde, motorların bujilerinde ve enerji hatlarındaki izolatörlerde kullanılırlar. Özgül dirençleri 1013-1020 ohm cm arasında değişir.
Seramik yarı iletkenler, seramik bileşiklere, çok valanslı geçiş elementleri ilâve edilerek veya iyon çifti eksikliği veya iyon fazlalığı meydana getirilerek elde edilir.
Bâzı seramik kristallerde ise simetri merkezi bulunmaması sebebiyle, kristaller elektrikî polariteye sâhip olur. Örnek olarak BaTiO3 kristalinde Curie sıcaklığı (120°C) altındaki sıcaklıklarda, birim hücre içindeki Ti4+ iyonu ve O2- iyonları ters yönde olmak üzere, köşelerdeki Ba2+ iyonlarına göre yer değiştirir. Bu yer değiştirme sonucu + ve - yük merkezleri çakışmaz. Bu tür kristaller elektrikî alan tesiri altında boyutlarını değiştirirler. Boyutlarda değişiklik meydana getirecek bir mekanik etki altında ise elektrikî gerilim doğar. Bu tür seramiklere piezoelektrik seramikler adı verilir. Ba ve Pb zirkonat ve titanatları ve bunların karışımlarıyle kuvartz bu özelliğe sâhiptir. Kuvartz kristallerinin bu özelliğinden faydalanılarak, hassas zaman ölçen saatler yapılabilmektedir. Baryum titanat ve kurşun zirkonat kristalleriyse basınç ölçme cihazlarında, ses kayıt ve dinleme cihazlarında, yüksek frekanslı ses üreteçleri veya ultrason âletlerinde kullanılırlar.
Seramik mâmüllerin sınıflandırılması: Dünyâda istihsal edilen seramikleri iki gruba ayırmak mümkündür:
1. Geleneksel seramik: Bu gruba kil, çimento ve cam gibi (silikat sanâyii) mamülleri girmektedir.
2. Yeni seramikler: Bunlar, tek kristaller, sentetik kristaller, ferroelektrikler (BaTiO3), sermetler, püroksitler (Al2O3, ZrO2,BeO gibi) ve nükleer (UO2) malzeme mâmülleridir. Ayrıca mâmüllerin fizikî, kimyevî ve etnolojik özellikleri gözönüne alınarak bir sınıflandırma da yapılabilir. Buna göre seramikler, kaba seramikler ve pekişmiş seramikler şeklinde ikiye ayrılır.
Seramikleri iş kolu şeklinde de sınıflandırmak mümkündür:
1. Porselen: Kaolen, kuvartz, feldspat ve beyazpişen kil harmanından îmâl edilen, sıvıları geçirmeyen, yarı saydam, genel olarak beyaz renkte, vitralaşmış seramik mâmüllere denir. Seramik târihçesi tahlil edildiğinde, birbirinden bağımsız ve farklı olarak gelişmiş iki ayrı seramik bölgesi görülür. Birincisi Güneydoğu Asya’da, 8 ve 13. asırlarda gelişmiş Pers Çinisi adı verilen yumuşak (düşük derecede pişmiş) seramik olup, Kuzey Afrika’dan İberik Yarımadasına oradan da İtalya ve Avrupa’ya yayılmıştır.
Pers Çinisi adı verilen bu yumuşak pişmiş seramik, Avrupa seramiğinin temelini teşkil etmiştir. Diğeri, sert (yüksek derecede pişmiş) seramik olup, Tang ve Sung (8 ve 13. asır) devirlerinde Çin’de gelişmiş, oradan Japonya’ya ve daha sonra da, Avrupa’ya geçmiştir. Bu sert pişmiş seramik, Avrupa’da porselen adını almıştır. Hammadde olarak Çinliler Tun ve Petuntse adı verdikleri feldspat, kuvartz ve ince tâneli mika ihtivâ eden bir taş ile paingo, pai-tu veya ngo-tu adını verdikleri beyaz plâstik bir toprak kullanmışlardır. Hamur istenilen plastikliğe erişebilmesi için, uzun bir süre dinlendirilmiştir. Bir raporda hamurun 10 sene bekletildiği ifâde edilmektedir. Sır, değişen saydamlıkta birkaç tabaka olarak tatbik edilmiştir. Bu ise Çin porseleninin mat-parlak karekterini meydana getirmiştir.
Yumuşak Proselen: Beyaz veya fildişi renginde, saydam sırlı ve ince yapılı porselendir. Kaolin, plâstik kil, kuvartz ve feldispattan yapılır. Çift pişirmeyle elde edilir. İlk bisküvi pişirimi 840-930°C’de olur. Sır pişirimiyse 1250-1325°C’de yapılır. Yumuşak porselenin bileşiminde % 35 kaolin, % 25 kuartz ve % 40 feldispat bulunur. Nisbeten düşük sıcaklıkta pişirilen yumuşak porselen kolaylıkla süslenebilir.
Sert porselen: Yüksek mukavemetli, sert, saydam, beyaz ve tam mânâsıyla pekişmiş bir porselendir. Bisküvi pişirimi 800-900°C’de, sır pişirimi 1400-1450°C’de yapılır. Saf kuvartz (% 25), feldispat (% 25) ve yüksek kalite yıkanmış kaolinden (% 50) îmâl edilir. Ünlü Çin, Japon ve Fransız porselenleri sert porselen türündendir. İlkel maddeler su altında çok ince toz hâline getirilir. Bu sûretle elde edilen akıcı ve homogen hamur kısmen kurutulduktan sonra, olgunlaşmaya bırakılır ve nihâyet ya tornada, yâhut da kalıplama sûretiyle şekillendirilir. Bu son şıkta, su ile karıştırılan hamur, gözenekli kilden yapılmış bir kalıba sokulur ve suyun bir kısmı emilerek, geriye kalan çamur kalıbın şeklini alır. Bu kısım, kurutulduktan sonra çıkarılır ve pişirilir. Bu ham ürün henüz gözenekli olduğundan, feldispat sütüne daldırıldıktan sonra, 1450°C’de pişirilmek sûretiyle sırlanır. Ürünün dekorasyonu ya ikinci pişirmeden evvel, yâni 1450°’ye dayanan kobalt, krom, titan oksitleriyle veya ikinci pişirmeden sonra, meselâ 800°C’de ısıtılan diğer bâzı renklerle sağlanır.
Bugün porselen kelimesi çok geniş bir yapı sınıfını içine almaktadır. Porselenin, mukâvemet, ısıya mukâvemet (refrakterlik), elektrikî izolasyon gibi teknik özellikleri anlaşıldıktan sonra, bu özellikleri geliştirilmiş, kimyevî, endüstriyel, elektrikî ve mutfak eşyası gâyeleriyle kullanılan özel yapılar meydana getirilmiştir. Bu bakımdan bugün porselen îmâlâtında esas gâye gözönüne alınıp, parlaklık, beyazlık ve yarısaydamlık gibi özellikler ihmal edilebilmektedir.
2. Ateş kili mâmülleri: Bünyesi kaolin, refrakter (ateşe dayanıklı) killer, kum, kaset kırıkları ve hızar tozundan meydana gelmiştir. Sırlanmış mamüller 1260-1300°C’de pişirilir. Bunlar yüksek mukâvemetli, renkli ve gözeneklidir.
3. Isıya dayanıklı malzemeler: Tuğla ve harç gibi yapılar olup, yüksek ısıya dayanıklıdırlar. Çok çeşitli renklerde olan mâmüller, ısıya mukavim hammaddeler ve kimyevî maddelerin şekillendirilmesi ve bilâhare 1580-2000°C’de pişirilmesiyle elde edilirler.
4. İnşaat malzemeleri: Tuğla ve kiremit mâmülleridir. Tabiî killerin doğrudan şekillendirilip, 900-1100°C de pişirilmesiyle elde edilirler.
5. Beyaz fayans: Bunlar sırlı, gözenekli ve beyaz yapıda olup, bisküvi pişirmesi 1250-1280°C’de, sır pişirmesiyse 1040-1160°C’de yapılır.
6. Renkli fayans: Sırlı veya sırsız renkli ve gözenekli mâmüllerdir. Kil şekillendikten sonra, 1190°C’de pişirilir.
7. Sert çini: Açık renkli, sırlı, su geçirmeyen opak, pekişmiş ve konkoidal bir kırılma yüzeyi özelliklerine sâhiptir. Bu malzeme refrakter kil, porselen kırığı ve şemot ihtivâ eder. 1160°C’de pişirilir.
8. Yarı pekişmiş çini: Beyaz fayansın Amerika’da kullanılan tipidir. Beyaz fayanstan daha mukâvemetli ve su emmesi daha azdır.
9. Yarı pekişmiş porselen: Tek pişirimle elde edilen mâmüldür. Az saydamdır. Su emmesi % 0,3-4’tür.
10. Pekişmiş çini: Beyaz renkte ve opak olup, su emmesi % 0,1’dir.
11. Kemik çinisi: Beyaz veya fildişi renginde son derece saydamdır. İlk defâ 1794’te îmâl edildi. Sır altı renklerin uygulanmasına elverişlidir. Bu malzeme % 50 kemik külü, % 25 kaolin ve % 25 pegmatit ihtivâ eder. Yumuşak porselen grubuna girer.
12. Tek bileşimli seramikler: Çok özel şartlarda kullanılmak maksadıyla îmâl edilirler. Saf oksitlerden veya nitrürlerden îmâl edilir.
Yüksek teknoloji seramikleri: Bugün mutfak malzemelerinden temizlik malzemelerine kadar birçok kullanım alanı olan ve dünyâ çapında pazarlanabilen seramikler artık yüksek teknolojik alanlarda da kullanılmaktadır. Fevkalâde fiziksel, mekanik ve elektronik özellikleri olan ve “İleri Teknoloji Seramikleri”, “Mühendislik Seramikleri”, “İnce Seramikler”, “Yapısal Seramikler” olarak da adlandırılan bu seramikler artık kimyâ, petro-kimyâ, uzay-havacılık, makina, metal kesme ve işletme, otomotiv, silah, tekstil, elektrik-elektronik, optik, elektro-optik, tıp ve bilgisayar alanlarında yaygın olarak kullanılmaktadır.
Bugün otomobillerde benzin veriminin kontrolü için seramik sensörler kullanılmaktadır. Son model arabalar gittikçe artan miktarlarda seramik parça ve aksamlara sâhip daha hafif ve motor verimi daha yüksek araçlardır. Bu araçlarda otomobil eksozundan çıkan ve hava kirliliğine sebep olan gazler “katalitik konverter” adıyla bilinen seramik taşıyıcılarla temizlenmektedir.Türbin motorlarında, diş dolgularında, bilgisayarlarda, kurşun geçirmez zırhlarda, biyo-malzeme üretiminde yüksek teknoloji seramikleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Gelecek teknolojinin en önemli unsurlarından biri olacak olan “yüksek teknoloji seramikleri” geniş çapta üretime dönük bir endüstri kolu olarak birçok ülkenin gündeminde bulunacaktır.
Alm. Luftspiegelung (f), Fr. Mirage (m), İng. Mirage. Atmosfer içinde ışık ışınlarının kırılması sebebiyle meydana gelen tuhaf görüntü, hayâl. Atmosfer tabakalarının kırılma indislerinin farklı olması sonucu ışık ışınları, kırılarak eğri bir yol tâkip eder. Kırılma indisi havanın yoğunluğuna, bu ise sıcaklığa, sıcaklık da arz üzerinde kara veya deniz yüzeyinden uzaklığa ve iklimle havanın güneşlilik durumuna göre değişir.
Sıcak, güneşli günlerde ova ve çöllerde ulaşılamayan göl ve vaha görüntüleri yaygın olarak bilinen alt serap misâlleridir. Bu tür seraplar cismin altında görünür ve hava tabakalarının sıcaklığının yükseklikle azaldığı hallerde meydana gelir. Yükseklik arttıkça sıcaklık azalmasının büyük olması hâlinde görüntü ters olur.
Kutup bölgelerinde, soğuk deniz veya göllerin bulunduğu bölgelerde ise üst serap türü görülür. Bu tür serapta, görüntü cismin üstünde veya yukarısında görünür ve hava sıcaklığının yükseklikle artması hâlinde meydana gelir. Sıcaklığın yükseklikle artmasının hızlı olması hâlinde görüntü veya hayâl ters olur.
Üçüncü tür bir serap ise yukarıdaki iki tür serabın hâsıl olması için, gerekli şartların bir bölge içinde yanyana bulunması hâlinde ortaya çıkar. Buna alt-üst çift veya bileşik serap denir. Bu tür serapta havada dağlar, tepeler ve kaleler asıllarından çok farklı şaşırtıcı görüntüler verirler. Bütün serap türlerinde görüntünün fotoğrafı çekilebilir.
Osmanlılarda önceleri seferdeki orduya kumanda eden vezir, sonraları da Millî Savunma Bakanına verilen ad. Sadrâzamlardan gayri vezirlerden birinin orduya kumanda ettiği zaman vezire serasker adı verilirdi. Yeniçeri ocağı 1826’da kaldırıldıktan sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun kumandanına da serasker denildi.
1845’e kadar seraskerler ek bir vazife olarak İstanbul’un zabıta işleri ve yangınlara karşı lüzumlu tedbir almakla da vazifeliydiler. Seraskerlerin ilk makamı ağa kapısıydı. 1836 yılında şimdi üniversite merkez binâsının yerinde bulunan eski saray, Seraskerlik makâmı oldu.
1879-80 senesinde yapılan teşkilâtla seraskerlik lağv olunarak Harbiye Nezâreti kuruldu ve Hüseyin Hüsnü Paşa Harbiye Nazırı oldu. Fakat bu ünvan da bir iki seneden fazla sürmeyerek tekrar “Serasker” ünvanı kullanıldı. 1908 İkinci Meşrutiyetin îlânından sonra Serasker ünvânı kaldırıldı ve Harbiye Nezâreti ünvânı yeniden kabul edildi. Eskiden resmî dâirelere “kapı” denildiği için Seraskerlik dâiresine de Serasker kapısı denildi.
“Serdar-ı ekrem” ünvânıyla sefere memur edilen Sadrâzam ve Serasker olarak sefere katılacak vezirlere verilen fermana Seraskerlik Beratı veya Serdarlık Berâtı denilirdi. Beratta, yapacağı vazife belirtilir, kendisine geniş selâhiyet verildiği de yazılırdı.
Alm. Freihandelszone, Freihandelsgebiet, Fr. Zone libre, İng. Free zone, Free TradeZone. İhrâcat için yatırım ve üretimi arttırmak, yabancı sermâye ve teknoloji girişini hızlandırmak, ekonominin girdi ihtiyâcını ucuz ve düzenli biçimde karşılamak, dış finansman ve ticâret imkânlarından daha çok faydalanmak üzere kânunla belirlenen ve gümrük hattı dışında bırakılan bölge.
“Serbest bölge” îlân edilen ve milletlerarası ticârete açılan bölgede sâdece mâlî mevzuat (vergi, teşvik vb.) tamâmen veya kısmen uygulanmaz. Diğer yasalar açısından serbest bölge ülkenin siyasal sınırları içindedir. Uygulamada yaygın olan serbest bölgelerin serbest ticâret merkezi durumunda olmalarıdır. Birçok gelişmiş ülkede, bâzı liman şehirlerinin hızla gelişmesinde, serbest bölge olmaları birinci derecede rol oynamıştır. New York, San Fransisko, Hamburg, Kopenhag, Marsilya ve Hong Kong böyle şehirlerdir.
İlk uygulanan şekliyle oldukça eski bir târihi olan serbest bölgelerin, modern anlamıyla ilk uygulaması 16. yüzyılda Avrupa’da başladı. On dokuzuncu yüzyılda Amerika’ya, İngiltere’nin Hong Kong’daki uygulamasıyla Uzak Doğuya yansıdı. Fakat serbest bölgelerin bütün dünyâya yayılması 1930’larda oldu. Bâzı ülkeler 1929 dünyâ ekonomik bunalımının kendi üzerlerindeki etkilerini azaltmak ve ticârî bölgelerine mal akışını hızlandırmak için serbest bölgeler kurdular. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde 1950’li yıllarda başlayan ithal ağırlıklı politikaların 1970’li yıllarda darboğazlara yol açması üzerine IMF ve Dünyâ Bankası gibi milletlerarası kuruluşlar, bu ülkelere ihrâcâta dayalı sanâyileşme stratejilerini uygulamalarını tavsiye etti. IMFve Dünyâ Bankasının, bu girişimleri tavsiye yanında, plânlama, tesis ve işletme aşamalarında danışmanlık hizmetiyle finansal ve teknolojik destek sağlaması, gelişmekte olan ülkelerde özellikle üretim serbest bölgelerinin artması sonucunu doğurdu ve dünyâda 1970’te 131 olan serbest bölge sayısı 1991’de 500’ü aştı.
Serbest bölgeler türleri îtibâriyle; Serbest Ticâret Bölgesi (Free TradeZone), Serbest Liman (Free Port), İhrâcâta Yönelik Üretim Serbest Bölgesi (Free Production Zone veya Export Processing Zone), Serbest Çevre (Free Perimeter), Serbest Depo (FreeDeposit), Antrepo (Entropot), Gümrük Antreposu (Bonded Warehouse) ve Serbest Bankacılık Bölgesi (Free Banking Zone) olarak ayrılmaktadır.
Türkiye’de serbest bölge konusu 1927 târih ve 1132 sayılı Serbest Mıntıka Hakkında Kânun ile düzenlenmiştir. Konu 1953 târih ve 6209 sayılı Serbest Bölge Kânunu ile yeniden ele alınmıştır. Bu ikinci kânunun birinci maddesi Bakanlar Kuruluna istenilen bölgede ve uygun görülecek büyüklükte serbest bölge kurma yetkisi vermekteydi. Bu yasaya dayanılarak 1956 yılında 7713 sayılı Kararnâme ile İskenderun’da bir “serbest bölge” kurulması öngörülmüştü. İki yıl sonra 10305 sayılı Kararnâme ile İstanbul’un Tuzla kesiminde bir “serbest bölge” kurulması istenmişti. Fakat bu kânûnî düzenlemelere rağmen uygulamada beklenen gelişme olmadı. Nihâyet 3 Kasım 1983 târihinde yürürlüğe giren 151 sayılı Serbest Bölgeler Teşkilâtı Hakkında Kânun HükmündeKararnâme ile serbest bölge uygulamasına geçişin temeli atıldı.
1994 yılı îtibâriyle Türkiye’de Mersin, Antalya, Ege ve İstanbul Atatürk HavalimanıI. ve II. Kısım Serbest Bölgeleri olmak üzere 4 serbest bölge faaliyette bulunmaktadır. Bunların dışında 5 yeni serbest bölge daha kurulması için çalışmalar yapılmaktadır. Bunlar; Adana-Yumurtalık, İzmir-Aliağa, Trabzon ve İstanbul-Trakya serbest bölgeleriyle İstanbul Atatürk Havalimanı Kıyı Bankacılığı Merkezidir.
Türkiye’de serbest bölgelerin yerlerini, sınırlarını, kurucu ve işleticilerini belirlemek Bakanlar kurulunun yetkisindedir. Yer olarak özel veya kamu arâzisi belirlenebilmekte, kurucu ve işleticiler ise kamu kurumları veya yerli-yabancı gerçek ve tüzel kişiler olabilmektedir. İlk kurulan serbest bölgelerin arâzi ve alt yapı finansmanı kamu tarafından sağlandı. Fakat zamanla altyapı finansmanı yanında bölge arâzisi sâhipliği, tesislerin mülkiyeti ve işletmecilik de özel sektöre bırakılmaya başlandı. Serbest bölgelerde faaliyet göstermek isteyen firmalar faaliyet ruhsatı almak için DPT’ye bağlı Serbest Bölgeler Başkanlığına başvurmaktadırlar. Projelerinin GSMH (Gayrisâfi Millî Hâsıla’ya katkı düzeyleriyle yabancı sermâye girişi sağlamaları, değerlendirmelerde esas teşkil eden prensiplerin başında gelmektedir.
Serbest bölgelerde faaliyet gösteren girişimcilerin, bölgedeki faaliyetlerinden elde ettikleri gelirleri her türlü vergiden, bölgelere yurt dışından getirilen her türlü mal da gümrük vb. ödemelerden muaf tutulmaktadır. Serbest bölgelere Türkiye’den ithal edilen mallarda Türkiye’nin ihrâcât fiyatlarıyla temin edilebildiğinden daha düşük mâliyette olmaktadır. Serbest bölgelerdeki firmalar, kazançlarını istedikleri ülkeye transfer edebilmekte; Türkiye’nin diğer kesimlerine getirilen kazançlar vergiden muaf tutulmaktadır. Bu bölgelerde faaliyet gösteren firmalar ve serbest bölge bankaları da bu teşviklerden aynen faydalanabildikleri için, çok uygun şartlarda döviz kredileri ve Kaynak Kullanımı Destek Fonu Kredileri temin edebilmektedirler. İşlemlerin konvertibl dövizler cinsinden yapılması enflasyonun etkisini ortadan kaldırmaktadır. Teşviklerde yerli-yabancı firma ayırımı yapılmamaktadır. Bu avantajlar yanında işçi ücretlerinin vergi dışı tutulması, grev ve lokavtın bölgenin kurulmasından îtibâren 10 yıl süreyle yasaklanması, hammadde ve ana girdilerin oldukça ucuza temin edilebilmesi, her türlü bürokrasinin asgarî düzeye indirilmeye çalışılması, iş sâhibi firmaların devir hakkına sâhip olmaları gibi faktörler de Türkiye serbest bölgelerinin diğer ülke serbest bölgelerine karşı rekâbet edebilmesi için avantaj sağlamaktadır.
Türkiye serbest bölgelerinde bankacılık faaliyetlerine imkân veren kânûnî düzenlemeler 1985’te başlatıldı. Ancak kıyı bankacılığı için çalışmalar 1990 yılından îtibâren başladı. Serbest bölge bankacılığı; Türkiye’de fiilen bankacılık faaliyetlerinde bulunmamakla berâber, sâdece serbest bölgelerle sınırlı bankacılık işlemleri yapmak üzere şube açılması veya müstakil banka kurulması şeklinde gerçekleşmektedir. Kıyı bankacılığı ise, temelde ülke dışından sağlanan fonların yine ülke dışında kullanılmasını amaçlayan, dıştan dışa bankacılık olarak da tanımlanan ve genelde millî bankacılığı düzenleyen kânun ve yönetmeliklerden bağımsız olan bir bankacılık türüdür.
Serbest bölgelerin ülke ekonomilerine sağlayabileceği katkılar arasında Türkiye ekonomisi açısından ihrâcâta ve döviz gelirlerine olumlu etkileri ön plânda yer almakta; yabancı sermâyeyi cezbetme özelliği ve kıyı bankacılığı faaliyetleri sâyesinde iç yatırımlara milletlerarası piyasalardan finansman sağlanması avantajı da büyük önem taşımaktadır.