SELÇUKLULAR
Alm. Seldschuken (pl.), Fr. Seldioükides (pl.), İng. The Seljuks. Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerinden. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu asrın sonu ile on birinci asrın başlarındaİslâmiyeti kabul ettiler. Îtikâtta Mâtürîdî, ameldeHanefî olup, Ehl-i sünnet mezhebindeydiler. Selçuklular; Çin’den Batı Anadolu dâhil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sâhilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine kadar yayılan hâkimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.
Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölüyle Hazar Denizi arasına hâkim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak Subaşı’nın oğludur. Dukak ölünce, on yedi-on sekiz yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Beyin devamlı artan bir îtibâra sâhip olması, Yabgu ve hanımını telâşlandırdı. Onu başlarından atmak için çâre aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabîlesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla muhtemelen 985’lerde Seyhun Nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslâm ülkelerine geçişte hudud durumundaydı.
Selçuk Beyin idâresindeki Türkler, kısa zamanda İslâmiyeti kabul ettiler. Bu durum Yabgu ile aralarını iyice açtı. “Müslümanlar gayri müslimlere haraç vermez.” diyenSelçuk Bey, Yabgu’nun haraç memurlarını kovdu ve istiklâlini îlân etti. Gayri müslim Türkler arasında cihâd faaliyetlerine girişti. Selçuk Beyin istiklâlini îlân edip, Yabgu’ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücâdeleye girişmesi, çevrede tanınıp, îtibâr kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgu’suna karşı olan Türkler, etrâfında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı gazâlarla şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Mâverâünnehr’de üstünlük sağlamaya çalışan Müslüman devletlerden biri olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultânı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına mukâbil, Buhârâ yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrâil, Yûsuf ve Mûsâ adındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak yüz yaşlarında vefât etti. Selçuk Beyin büyük oğlu ve Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu ünvânını alarak, Selçuklular da denilmeye başlayan âilesini teşkilâtlandırdı. Karahanlıların Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend’den kaçan Sâmânî şehzâdelerinden İsmâil Muntasır’ın Arslan Yabgu’ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muhârebeler yaptılar.
Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hâkimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025’te Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan’daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu Hâdiseden sonra Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücâdele başladı. Onun esâreti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdâr sistemiyle idâre edildi. Mûsâ’yı yabguluğa, Yûsuf’un oğlu İbrâhim’i de yınallığa getirdiler. Mikâil’in oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler, amcalarının hâkimiyetlerini tanımakla berâber, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mâhir süvârilerden meydana gelen Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu gâyeyle zaman zaman komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu hâlini kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu âilesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yûsuf Bey öldürüldü. Mûsâ Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yûsuf Beyin intikâmını aldılar. Siyâsî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zâyiâta uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvâri kuvvetiyle, Gazneli mukâvemet mevkilerini aşarak Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından kuzeyde Tiflis’e kadar uzanan bölgede keşif hareketi yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini mağlup ederek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle gerekli siyâsî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Bol ganîmetle geri döndü. Keşif hareketi netîcesinde, bölgenin Selçukluların yerleşmesine müsâit olduğunu tespit ederek Tuğrul Beye rapor verdi. Tuğrul Bey de, ortalığın yatışması için çöle çekilmişti.
Selçukluların esir yabguları Arslan, 1032 senesinde Hindistan’da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde vefât edince, Gaznelilerle münâsebet daha da bozuldu. Mûsâ Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen kuvvetleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere âit olan Horasan’a, âni bir taarruzla girerek; Merv, Nişâbur ve Serahs havâlisini ele geçirdiler. Gazne Sultânı Mes’ûd, Selçukluları tanımak mecbûriyetinde kaldı. Mûsâ Yabgu’ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin vâliliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir müddet devâm etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücâdelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvârî kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş ağır techîzâtlı, çoğu piyâdeden meydana gelen ordusuna, gerilla harpleriyle çok kayıp verdirdiler. 1038 senesinde Serahs civârında yapılan muhârebede, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mes’ûd büyük bir devlet adamı, cesâretli bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişâbur’u Selçuklulara terk edip, kesin netîce alınacak büyük muhârebeyi devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrâhim Yınal, 1038’de Nişâbur’u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur’a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultanü’l-Muazzam, Çağrı Bey de Melîkü’l-mülûk ünvânını aldılar. Büyük Selçuklu Devletinin kuruluş ve istiklâlini îlân ettiler. Selçuklu-Gazneli mücâdelesi 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Muhârebesi ve Selçukluların üstünlüğü ele almasıyla netîcelendi. (Bkz. Dandanakan Savaşı)
Dandanakan’ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yâni büyük ziyâfette üstün idârecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçuklu Sultanı îlân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda fethedilecek yerlerle, idâreciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Mûsâ Yabgu’ya, Nişâbur’dan îtibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yâkutî ile İbrâhim Yınal, batı cephesinde vazife aldılar. Hânedândan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan’a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havâlisine tâyin olundular. Vazîfe taksiminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehr, Sistân, Mekran bölgesi, Kirmân ve civârı, Hürmüz Emirliği hattâ Arabistan Yarımadasında Ummân ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamâmen zaptedildi. Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvin, Dihistân, İsfehan, Nihâvend, Rey ve Şehrezur’u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046’da Gence, 1048’de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havâlisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlubiyete uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgâlindeki Bağdat hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgâlindeki halîfelik merkezi olan Bağdât’ı kurtarmak için Abbâsî Halîfesi el-Kâim bi-Emrillah’ın dâvetiyle 17 Ocak 1055’te Bağdat’a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî Müslümanların büyük hüsn-i kabûlüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdârlığını yıkarak Abbâsî halîfeliğini yeniden ihyâ etti. İslâm âleminin takdirini kazanıp, büyük iltifâtlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fâtımî saldırılarını bertaraf etti. Halîfelik makâmına ve Bağdât şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058’de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan hâlife, onu, doğunun ve batının hükümdarı îlân etti. Selçuklu sultânının, halîfe tarafından “Dünyâ hâkânı” îlân edilmesi,Türklere büyük îtibâr kazandırdığı gibi, alplik rûhunu okşayarak İslâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyân eden üvey kardeşi İbrâhim Yınal’ı cezâlandırdı. Çağrı Bey, yetmiş yaşlarında 1060’ta, Tuğrul Bey ise, 1063’te yetmiş yaşında vefât etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idâresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu. (Bkz. Tuğrul Bey)
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan Selçuklu sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının vezîri Amîdülmülk’ü görevden alarak, yerine Nizâmülmülk’ü tâyin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiâsında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itâati altına aldı. Doğu Anadolu’nun Kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani Kalesini 1064’te fethederek, 16 Ağustos 1064’te Kars’a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kaim bi-Emrillah, Alparslan’a, “fetihler babası”, yâni çok fetheden mânâsına gelen “Ebü’l-Feth” lakabını verdi. Sultan, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak veTürkmenler itâat altına alındı.”
Alparslan, 1067 senesinde Kirman melîki olan kardeşi Kavurd’un isyânıyla karşılaştı. Bu isyânı kısa sürede bastırdı (Bkz. Kirman Selçukluları). Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin teminini arzu eden Sultan Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve Önasya’daki Şiî-Fâtımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fâtımî baskısının İslâm ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alparslan’a itâatini arz ederek, hutbeyi Abbâsî halîfesi ve Sultan Alparslan adına okumaya başladı. Doğu ve Batıda sistemli bir şeklide yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu’da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt Muhârebesine kadar devâm etti (Bkz. Malazgirt Savaşı). Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara kapıları açılanAnadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, tahttan indirildiği için tatbik edilemedi. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya’dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu’daki Bizans hudûduna gönderildi.Selçukluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sâhillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, çıktığı Mâverâünnehr Seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi.Türk târihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adâletiyle temâyüz etmişti. (Bkz. Alparslan)
Sultan Alparslan vefât ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneydeYemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan’ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşâh, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez’de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd’un ölümüyle devlet içinde âsâyişi kısa sürede sağladı. İç işlerini hâlleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçuklu hududlarına hücûm eden Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti.
Doğu sınırlarını garantiye alanSultan Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan sapık ve bâtınî akımlara karşı sünnîliğin müdafaası için Nizamiyye Medreselerini kuran Tuslu Nizâmülmülk Hasan’dan vezirliğe devâm etmesini istedi. Bu sâyede Selçuklu Devletine veİslâm dînine çok hizmet etmesine sebep oldu.
Sultan Melikşah, çok halim-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesnâ bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran’ı, Arabistan’ı, Sûriye ve Filistin’i idâresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassâsiyetle durup, babasının vazifelendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleymân Şâh ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fütûhatı sürdürdü. Selçuklu kumandanları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı askerî birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074’te Sapanca çevresinde mağlup ederek, 100.000’den fazla Türk’ü, İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleymân Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşguldü. Fırat’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya’da; Gümüştigin de Nizip, Âmid ve Urfa civârında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler.
Artuk Bey, Sultan Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idâre etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havâlisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gâzi geçerek, Amasya ve civârını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gâzi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havâlisini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzey-batı ve Batı harekâtını Süleymân Şâh idâre edip, Bizanslılarla mücâdele ve onların âsî kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidâr mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talepleri Selçukluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleymân Şâh, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu’da sâhil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdar’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini istediler. Ancak mürâcaatları netîcesiz kaldı.
Diyarbekir bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Şiî îtikâdlı Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle berâber Diyarbekir’e doğru yola çıktı.
Fahrüddevle’nin kumandanlığındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbekir, Fahrüddevle’nin oğlu Zaimüddevle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085’te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Musul’un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteâkip Musul’a gelen Melikşâh, büyük bir merâsimle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle’yi tâyin etti.
Sultan Alparslan zamânından beri Sûriye ve daha güneye yürüyen meşhur Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamânında da sürdürdü. Uzun süre muhâsara ettiği Dımaşk’ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra câmilerde okunan Şiî-Fâtımî ezânını yasaklayarak Cumâ hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultan Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devletinin “Fâtımî Devletinin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devâm etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Sûriye emirliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş getirildi.
Sultan Melikşâh, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleymân Şahın mücâdelesi üzerine 1086’da İsfehan’dan hareket ederek Suriye’de asâyişi yeniden tesis etti. Haleb vâliliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi. 1087 senesinde Sultan Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzak-doğudan Orta-doğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdat’ı ziyâret etti. Halife Müktedî tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdârı” îlân edildi.
Selçukluların İslâma ve insanlığa hizmeti sâyesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandanlar sûikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önceSelçukluların meşhur vezîri Nizâmülmülk, Hasan Sabbah’ın fedâilerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultan Melikşâh Bağdat’ta zehirlenerek şehit edildiler.
Melikşâh’ın ölümüyle başlayan saltanat mücâdelesinde Şam Meliki Tutuş, derhal sultanlığını îlân etti. Bu arada Melikşâh’ın hanımı Terken Hâtun da küçük oğlu Mahmud’u sultan ve torunu Câfer’i halîfenin veliahtı yapmak için bütün kuvvetiyle uğraştı ve 1092’de Mahmûd’un saltanatını îlân ederek, nâmına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey’e çekilen Berkyaruk da sultanlığını îlân etti ve Terken Hâtunun üzerine gönderdiği orduyu Burucerd’de bozguna uğrattı. Terken Hâtunun Gence meliki İsmâil’i tarafına çekmesi de bir fayda sağlamadı.
Terken Hâtunun bir sûikast netîcesinde öldürülmesiyle saltanat mücâdelesi Tutuş’la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de 1093 yılında vukû bulan uzun mücâdeleler esnâsında birçok emir Berkyaruk tarafına geçti. Bu sâyede Berkyaruk karşısındaki orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş’un ölümüyle bütün râkiplerini bertaraf ederek adına Bağdat’ta hutbe okundu.
Sultan Berkyaruk zamânında Selçuklu Devleti; a) Irak ve Horasan, b) Sûriye, c) Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada Haçlı orduları da Sûriye’ye geldiler. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya Muhâsarasına karşı Kürboğa’yı ve Artuklu beylerini sefere memur etti. Anadolu’dan geçen Haçlılar, Sûriye’ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak İslâm dâvâsına ihânet eden Şiî-Fâtımîlerin, Sünnî Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak etmeleri, ayrıca Sûriye emirleri arasındaki emniyetsizlik ve rekabetler, Tutuş’un oğlu Dukak ile birlikte Sûriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebep oldu. Netîcede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya’yı işgâlden bir sene sonra Kudüs’ü ele geçirip, şehirde meskûn olan yetmiş bin Müslüman ve Yahûdîyi hunharca katlettiler.
Bu arada Gence meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk’a saltanat iddiâsıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrûd’da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar’ı arka arkaya dört defâ bozguna uğrattı. Ahlat’a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdârı Sülemen’i ve Ani emîri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun, hazînenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hâle geldiğini ve nihâyet İslâm düşmanlarına fırsat verildiğini beyân ederek, gönderdiği bir elçiyle, kardeşini barışa iknâ etti. Böylece 1104’te Âzerbaycan’da Sefîdrûd hudut olmak üzere Kafkasya’dan Sûriye’ye kadar bütün vilâyetlerde Muhammed Tapar sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibâl, Taberistan, Fars, Huzistan, Âzerbaycan, Mekke ve Medîne’nin idâresi de Berkyaruk’ta kaldı.
Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak sûretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultânı ortaya çıktı. Lâkin bu durum çok sürmedi. Çünkü, Berkyaruk hastalıklı olduğu için 1104 senesinde yirmi altı yaşındayken vefât etti. SultanBerkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refâhı için çalışan bir kimseydi. Ancak kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve berâberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk’u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı. (Bkz. Berkyaruk)
Berkyaruk’un vefâtıyla oğlu Melikşâh ile Muhammed Tapar saltanat mücâdelesine başladılar. Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek fazla zorluk çekmeden 1105’te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu Mengübars’ın isyânını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de Bâtınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Bâtınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan istifâde eden Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Sûriye’de Haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Ümeyye Câmiinde bir bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur’u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer’i Sûriye ve Horasan’daki Bâtınîlere karşı mücâdele etmekle vazifelendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar’ın 1118’de vefâtı sebebiyle bu fesad ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, İsfehan’da yaptırdığı medresenin bahçesine defn edildi.
İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar’ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmûd’u tahta geçirdilerse de, Melikşâh’ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeniMahmûd’un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiâsında bulundu. 14 Ağustos 1119 târihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını îlân eden Sencer, yeğenine evlâd muâmelesi yaptı ve kendi hâkimiyetini tanımak şartıyla Rey hâriç, batı ülkelerinin hâkimiyetini ona bıraktı. (Bkz. Irak Selçukluları)
Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamânı, Selçukluların son parlak devriydi. Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi batıdan Anadolu ve Sûriye’ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylardı. Sultan yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 senesinde yaptığı Katvan Meydan Muhârebesini kaybetti. Bu muhârebeden sonra Seyhun Nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan Meydan Muhârebesiyle Büyük Selçuklu Devleti târihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilâsına uğradı.
Sultan Sencer’in bu mağlûbiyetinden istifâde etmek istiyen Gûr hükümdârı Alâeddîn Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla Sencer’e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zâten sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin kuvvet dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer’i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sâhip olan Gûrlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152’de yaptığı muhârebede Gûr ordusunu mağlup ederek Katvan’da kaybedilen îtibârı yeniden sağladı.
Gûr gâlibiyetinden sonra erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden kendi soyundan olan Oğuzlarla bâzı emirler arasındaki ihtilâflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım ümerânın ısrârı ile göçebe Oğuzların üzerine yürümek mecbûriyetinde kaldı. 1153 senesi Mart ayında Belh civârında Oğuzlarla yapılan muhârebeyi Selçuklular kaybettiler. Bu ağır mağlûbiyetin sonunda Sultan Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer’e, esir de olsa sultan gözüyle baktılar.
Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu harbe sürükleyen Belh vâlisi Emir Kumac’ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zâhirî bir iltifât görüyorsa da geceleri demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bâzı vaadlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 senesi Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzûrsuzluk ve istikrarsızlığa mâruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplamaya muvaffak olamadı. Her ne kadar tâbi beyler, Sencer’e kurtuluşundan dolayı memnûniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücâdele Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefât etti. Merv’de daha önce yaptırdığı Dârü’l-Apir’de defnedildi. Onun vefâtından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu’daki parçaları, Selçuklu Hânedânına mensup kişilerce idâre edilip, on dördüncü asra kadar devâm edenler oldu.
Devlet teşkilâtı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya’dan Mâverâünnehr ve Horasan’a gelince bütünüyle İslâmiyeti kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslâmiyete aykırı olmayan unsurlarını müesseselerinde sentezleştirdiler. Türk devlet geleneğinin esâsını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilâtı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli ve Abbâsî devletleri teşkilâtından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir sûrette uygulamıştır.
Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan ünvanlı hükümdârlara umûmiyetle Sultânülâzam denilirdi. Türklerdeki Hâkan veya Kağan, batıdaki imparator kelimelerinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında İslâmî ad da taşırdı. Halîfe tarafından künye ve lakab da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke toprakları hânedan mensuplarınca idâre edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve atabeglikler vardı. Sultanın hâkim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara ve dîvânın kararlarına büyük sultanın imzâsı yerine tuğra çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hâkimiyet işâreti olarak başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defâ nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzûruna kabul edip, memleket meselelerini görüşür ve ahâlinin hâlinden haberdâr olurdu.
Saray teşkilâtı: Sarayda sultanın âilesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilâtı ve teşrifâtçılık önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslâmî hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla dîvânlar arasındaki irtibâtı Hâcibü’l-hâcib denilen Hâcib sağlar; örfî meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultânın îtimâd ettiği şahıslar arasından seçilirdi.
Emîr-i candâr; saray muhâfızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla vazifeliydi. Silâhdâr; merâsimlerde sultânın silâhlarını taşıyıp, silâhhânedeki muhâfızların âmiriydi.
Emîr-i alem; sultânın “Râyet-i Devlet” denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhâfaza etmekle vazifeliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdârlar vardı. Yasacı; bayrak ve nevbet takımını muhâfaza ve idâre ederdi.
Câmedâr; sultânın elbiselerinin muhâfızıydı. Emîr-i meclis; sultânın ziyâfetlerini hazırlatıp, teşrifâtçılık yapardı. Emîr-i çeşnigîr; sultânın yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çaşnigirlerin âmiriydi. Şerabdâr-ı has; sultânın şerbetlerini hazırlamak, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle vazifeliydi. Serhenk (Çavuş); merâsimlerde ve sultanın seyâhatlerinde yol açardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstâdüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de sarayda vazifeli kimseler arasındaydı.
Hükûmet: Devleti idâre etmek için işler dîvânlarda yürütülürdü. Büyük dîvân denilen dîvân-ı saltanatta devletin umûmî işleri görüşülüp, yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvândan başka devletin mâlî, askerî, adlî ve diğer işlerine bakan dîvânlar da vardı. Dîvân başkanı, sultanın mutlak vekili olan Sâhib, Sâhib-i dîvân ve Hâce-i büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tâne olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezîrin diviti, Devâtdâr’da olup, aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.
Selçuklularda, İstifâ dîvânı; mâlî işlerle alâkadar olup, en önemli âzâsına Müstevfî denirdi. Tuğrâ dîvânı; ferman, berat, menşûr, nâme, mektup dâhil, yazışmalara tuğra çekerdi. İşraf dîvânı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin âmirliğinde umûmî teftiş yapardı. Dîvân-ı arz’a, Arzü’l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zâtın reisliğindeki teşkilât, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzâdelerin yetişmesiyle alâkadar olan atabegler eyâlet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî vâliler, mülkî idâreden mesul olan âmiller ve zâbıta hizmetleriyle emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükûmet teşkilâtı içinde yer alırdı.
Adlî teşkilât: Adliye, şer’î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer’î dâvâlara kadılar (kâdılar) bakardı. Kâdı’l-kudât denilen baş kâdı, Bağdat’ta bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kâdı, diğer kâdıları da teftiş ederdi. Kâdılar, şer’î dâvâlar, tereke(mîrâs), hayrât ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri,Hanefî olduklarından, dâvâlar ve meseleler bu mezhebin hükümlerine göre hâlledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kâdılar durumu sultâna bildirerek, düzeltme yapılır, hatânın önüne geçilirdi. Kâdıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.
Örfî mahkemelerin başında Emîr-i dâd denilen adâlet emîri bulunurdu. Bunlar; devlete, kânunlara ve emirlere karşı gelenlerin dâvâlarına, siyâsî suçlara bakarlardı. Bir nevî olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvân-ı mezâlim’e başkanlık ederlerdi. Kazaskerler (Kâdıaskerler), ordu mensuplarının dâvâlarına bakardı. Dîne aykırı görülen her harekete muhtesip, ânında müdâhale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük ve eyâlet dîvânlarına bağlı değildiler.
Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve Timarlı sipâhilerden meydana geliyordu. Sarayda husûsî olarak yetiştirilip, doğrudan sultâna bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defâ maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vâli, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.
Sipâhiler, süvârî kuvvetleriydi. Sipâhi ordusu mensuplarından her biri, devletin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (iktâ=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktâlar sâyesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfûsunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sâyede istihsâlin artmasını, halk ile hükûmet arasında yeni askerî ve idârî bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvâriden fazla asker besleyen iktâ sâhipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcûdu 400.000’e kadar çıktı. Bunun 46.000’i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmıştı. İktâ sistemiyle, memleket menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli bir askerî ve idârî teşkilâta sâhip oldular. Aynı sistem, Osmanlılara da tesir etti. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.
Selçuklu ordusunun gezici hastahâneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silâh olarak yay, ok, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen ve çokal kullanılırdı. Muhâsara silâhlarından da külünk, miskap da denilen nakkap, mancınık kullanılırdı. Ordunun silâhları ülke içinde en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mâhir ustalar tarafından îmâl edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletler de vardı. Ordunun ihtiyâcının karşılanması ve meselelerinin hâlline Dîvânü’l-ceyş bakardı.
Sosyal hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayâtı vardı. Sosyal yapı, ortaçağ Avrupasından tamâmen ayrıdır. Cemiyet; Selçuklu Hânedânı ve mensupları başta olmak üzere askerî ve mülkî ricâl ile devlet teşkilâtı dışında kalan ahâliden meydana geliyorsa da, Avrupa’daki gibi sınıf, Hind’deki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hânedân ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan ahâlinin, kânun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer’î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın has ve iktâ oluşuna göre hükûmetin himâyesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, verâset yoluyla çocuklara geçerdi.
İktisâdî ve ticârî hayat: Selçukluların hâkim olduğu Horasan, İran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde iktisâdî bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalararası ticârette köprü vazifesi görüyordu. Selçuklu ülkesinin her türlü zirâî mahsûlün yetişmesine müsâit iklim, coğrafî ve tabiî zenginliklere sâhip olması sâyesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve milletlerarası ticâreti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı.
Yabancı ülkelerle ticârî anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük târifesiyle ihrâcât ve ithâlât teşvik edildi. Karada eşkiyânın ve açık denizlerde korsanların tecâvüzlerine uğrayan tüccârın zararının, hazîneden tazmin edilerek garanti altına alınması ticâretin gelişmesinde çok tesirli oldu. Devletin tüccâra garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânının yanında ayrı bir teşvikti.
Ticâretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, istihsâlin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refâh vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk zirâati yapılıyordu. Hayvan çok yetiştirilip, diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanâyii için şap mâdeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihrâç ediliyordu. Kâşihânelerde zarîf çiniler îmâl edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar sıkı kontrolden geçerdi. Her zanâat kolu bir lonca teşkilâtına bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbâbını kontrol altında tutardı. Lonca reîsine Ahi, ahilerin reîsine de Ahi Baba denirdi (Bkz. Ahîlik). Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccâr mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nâdide eşyâ alıp, at, halı, ipek ve mâden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arâzi vergisi olan harac, zirâat vergisi olan öşür, iltizâm, ganîmet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1131 seneleri arasındaki yetmiş beş senelik fiyat yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.
İlim: Selçuklular İslâmiyete tam bağlı, îtikâtta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensuptular. Türkler ekseriyetle îtikâtta Mâtürîdî, amelde Hanefî mezhebindendir. Ülkede kısmen de îtikâdda Eş’arî ve amelde Şâfiî ve diğer hak mezhep mensupları da vardı. Bâtınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla âlimler ve devlet mücâdele hâlindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dînî tahsil ve terbiyenin yapıldığı medrese, tekke ve zâviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.
Selçuklu medreselerinde dînî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamânında kıymetli âlimler yetişip, hâlâ değerini muhâfaza eden orijinal eserler yazıldı. Sofiyye-i aliyyeden, Şâfiî fıkıh âlimi olup, Risâle-i Kuşeyriyye sâhibi Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm Kuşeyrî (986-1074); Et-Teysir Tefsîri müellifi Ebû Nasr Abdürrahîm; Şâfiî fıkıh âlimlerinden ve Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi müderrislerinden Ebû İshâk Şîrâzî (?- 1083); pekçok eser sâhibiEbû Meâli Cüveynî (?- 1085); İslâm âlimlerinin en büyüklerinden, pekçok sâhada eser sâhibi Nizâmiye Medresesi Müderrisi İmâm-ı Gazâlî (1059-1111); Nizâmiyye müderrisi ve Şâfiî âlimlerinden Fahr-ül-İslâm Abdülvâhid (?- 1108); Hanefî âlimlerinden Kâdılkudât el-Hatîbî (?- 1079); Te’arrûf kitabı şârihi ve Menâzil-üs-Sâyirîn sâhibi Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî (1005-1088); meşhur Besit, Vesît ve Vecîz tefsirlerinin sâhibi Vâhidî (?- 1075); Hanefî fıkıh ve tefsir âlimi Fahru’lislâm Pezdevî (1009-1089); Hanefî âlimlerinden Câmi-u Kebîr, Câmi-u Sagîr, Siyer-i Kebîr, Muhtasar-ı Tahâvî şerhleri ve Mebsut, Kafî Şerhi, Muhit kitaplarının sâhibiSerahsî (?- 1090); Hanefî âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Zînet-ül-Hayât, Menâzilü’s-Sâyirîn ve Menâzilü’s-Sâlikîn sâhibi Yûsuf-i Hemedânî (1048-1141); büyük fıkıh ve kelâm âlimlerinden ve meşhur Milel Nihâl kitabı sâhibi Şehristânî (1076-1153); Şâfiî fıkıh, hadis ve tefsir âlimlerinden ve Me’âlimü’t-Tenzîl Tefsiri ile Mesâbih hadis kitaplarının yazarı Begavî (?- 1122); Şâfiî âlimlerinden ve tefsîr ilminin üstâdlarından Envârü’t-Tenzîl, Tavâliü’l-Envâr kitablarının sâhibiKâdı Beydâvî; Kâdirî yolunun önderi, fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid Abdülkâdir-i Geylânî (1077-1166); Nizâmülmülk (1018-1092) dâhil daha pekçok âlim Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himâye görüp, kıymetli eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir.
Bunları Türkiye Selçukluları devrinde; evliyânın büyüklerinden ve gönül sultânı Mevlânâ Celâleddîn-i Muhammed Rûmî (1207-1273) ve oğluSultan Veled (1227-1307); evliyâdan Şems-i Tebrîzî (?- 1247) tâkip etmiştir.
Selçuklular, İslâmî ilimlerin öğretim ve eğitiminin yapıldığı ve zamânın fennî ilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sâhip, üniversite mâhiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi olup, İsfehan, Nişabur, Belh, Herat, Basra ve Amul’da nümûneleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün İslâmî ilimler okutulurdu. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan İslâmî ilimlerin yardımcısı riyâziye (matematik), hey’et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimyâ sâhalarında derin âlimler yetişti. Rasadhâneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri tâkip edildi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sâhalarda, edebî cephesiyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyhekî, Ebü’l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Acâ’ibü’l-Mahlûkat sâhibi Ahmed Tûsî ve daha pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler verdiyse de, on üçüncü asırda İslâm ülkelerindeki Moğol tahribâtı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı kaybolmuştur. Yazılan pek kıymetli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında hebâ olmuştur.
Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himâyesiyle kıymetli edip ve şâirler yetişerek çok güzel eserler meydana getirildi. Selçuklu sarayında, devlet teşkilâtıyla edebiyât çevresinde umûmiyetle Farsça, medrese çevresi Arabça, Selçuklu Hânedânı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sâhasında kıymetli kitaplarıyla tanınan meşhûr Bostan ve Gülistân sâhibi Sa’dî-i Şîrâzî, Ömer Hayyam, Enverî, Lâmi-i Cürcânî, Ebü’l-Me’âli Nahhâs, Ebû Tâhir Hâtûnî, Ebyurdî, Habbâriyye, Ezrakî gibi edip ve şâirler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve fetih rûhunu canlı tutan destânî eserler yazdılar. İbn-i Hassûl’un Risâle-i Melikşâhiyye, Ebû Tâhir-i Hâtûnî’nin Târih-i Âl-i Selçuk, Muizzî’nin Siyer-i Fütûh-i Sultan Sencer, Hemedâni’ninUnvalü’s-Siyer, İbn-i Funduk Beyhekî’nin Meşârib-üt-Tecârib, Zînetü’l-Küttâb li Ka’ini’nin Kitâb-ı Metâhirü’l-Etrâk, İmâdeddîn-i İsfehânî’nin Zübdetü’n-Nüsra, İbn-i Cevzî’nin Muntazam, Sıbt İbn-i Cevzî’nin Mir’atü’z-Zamân, İbn-i Bibî’nin El-Evâmirü’l-Alâiyye, İbn-i Esîr’in Kâmil ve Üsüdü’l-Gâbe târih alanında yazılmış eserlerdir. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî ve târihî eserlerin bâzıları, Moğol tahribâtı sebebiyle ele geçmemiştir.
Mîmarlık ve sanat: Selçuklu mîmârî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Bâtınîler, Moğollar ve asırların tahribâtına rağmen mevcutları dahi mütehassıslarınca hâlâ hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, câmi, mescit, türbe, künbet, kervansaray, ribat, han, çarşı, tıp fakültesi mâhiyetinde her biri şifâ yurdu olan hastahâne, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersâneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu mîmârî eserlerini meydana getirir. Kitâbe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccâdeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mîmârî eserlerinin bir başka zerâfet ve ihtişâm örneğidir. Çadır şeklindeki kubbe, türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliyâ, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık şahıslar adına yapılan muhteşem türbeler ülkenin her tarafında mevcuttu.
İlk Büyük Selçuklu Hükümdârı Tuğrul beyin Rey’de Künbed-i Tuğrul, İsfehan, Hemedan ve Merv’de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok süslü, kıymetli eşyâ ve mefruşâtla doluydu. Bağdat’ta İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye ve Necef’te hazret-i Ali’nin makâmına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşâh tarafından yapılması, Selçukluların Sahâbe-i kirâm, Ehl-i beyt, âlim ve muhterem zâtlara hürmetlerindendir. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan, Hemedan, Bağdat ve Nişâbûr’da muhteşem saraylar ve câmiler inşâ ettiler.
İsfehan ve Bağdat’ta rasathâneler kurularak, mîlâdî Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celâlî Takvimi, Sultan Melikşâh’ın Celâleddîn lakâbına nisbetle hazırlandı. İsfehan ve Bağdât’ta, büyük şehirler de dâhil ülkenin her tarafında şâheser vasıfta büyük ve muhteşem câmiler yapıldı. Selçuklular zamânında iki bin kişinin namaz kılabileceği yirmi bin kişinin vâz dinleyebileceği kadar büyük câmiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler Bâtınîler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşâh’ın İsfehan’da yaptırdığı Ulu Câmi (Mescid-iCumâ) Bâtınîler tarafından kundaklandı.Yanan beş yüz yazma paha biçilmez Kur’ân-ı kerîm dışında câmi bir milyon altın sarfla tâmir edildiyse de eski hâlini alamamıştır.
Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hânkâh, hamam, câmi ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükûmetin îmâr ve inşâat işlerini Emîr-i mîmâr idâresinde bir heyet kontrol ve nezâret ederdi. Ayrıca büyük âbidevî eserlerin ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, dâimî bir mîmârları bulunurdu.
İslâmın ilk asrında yaşayan Müslümanlar: Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn. Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra insanların en üstünleri Eshâb-ı kirâm’dır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek sohbetinde yetişmişler, pek yüksek derecelere, sahâbîlik şerefine kavuşmuşlardır. Eshâb-ı kirâmı gören ve sohbetlerinde yetişen Müslümanlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir. Tâbiînin sohbetinde yetişenlere ise Tebe-i tâbiîn denir. Bunlardan sonra gelen asırlarda, kıyâmete kadar gelen insanların iyileri bu büyüklerin bildirdiklerini öğrenip, onların yolunda bulunanlardır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda olan Müslümanlardır. Onlardan sonra en iyileri onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra en iyileri onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde yalan yayılır.” buyurdu.
Selef-i sâlihîn, dinde sonra gelenlerin hocası durumundadırlar. Dînî gayretleri çoktu. Din kitaplarında onlardan ve örnek yaşayışlarından hürmetle bahsedilir. Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen din bilgilerini kendilerinden hiçbir şey katmadan, olduğu gibi naklettiler. Îtikâtta Ehl-i sünnet ve’l cemâat idiler. Zamanlarının sâfiyet ve berraklığı sebebiyle îtikât bilgilerini kısaca bildirdiler. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) lafızları fazla açıklamaya lüzum görmemişler, tefvîz (ilm-i ilâhiye havâle) yolunu tutmuşlardır. Onların bu tavrına mezheb-üs-selef denmiştir. Bu tâbir, kelâm ilmi açısından ıstılahî mânâdaki mezheb değildir. Yalnız onların müteşâbih (mânâsı kapalı) nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler) daki tavrını ifâde eder. Bu, o zamânın îcâb ettirdiği bir şeydi. Ehl-i sünnetin dışında bir yol değildir.
Hicrî 4. asırda Hanbelî mezhebinden, dolayısiyle Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih nasslara sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ hakkında buyrulan “yed”, “vech” kelimelerine, konuşma dilindeki mânâları olan “el” ve “yüz” mânâlarını verdiler. Böylece teşbîh ve tecsîm (Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetme, cisimleştirme) gibi bozuk bir inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için selef-i salihînin yolunda olduklarını söyleyerek kendilerine “Selefiyyûn, Selefiyye, Selefiyyeciler” adını verdiler. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ile bunların tuttuğu yol birbirine tamâmen zıddır.
İşte, halef denilen sonraki Ehl-i sünnet âlimleri, Müslümanlar arasında selefîlik iddiâ eden mücessime ve müşebbihe gibi bid’at fırkalarının yayılma istidâdı belirince, bunlar karşısında kayıtsız kalmayı doğru bulmamışlar, müteşâbih nassları, İslâm esaslarına, İslâmın rûhuna muvafık olarak tevil etmişler, yorumlamışlardır. Meselâ, Allahü teâlâ hakkındaki “yed” lafzını“kudret”, “vech” lafzını “zat” diye îzâh etmişlerdir. (Bkz. Selefiyye)
Görülüyor ki, Selef-i sâlihîn Ehl-i sünnet îtikâdını kısaca; halef denilen Ehl-i sünnet âlimleri ise, zamanlarında, Müslümanların anlayabilmeleri için daha açık ve geniş olarak bildirmişlerdir. Îtikâd ve îmân bilgilerini İmâm-ı Mâturîdî ile İmâm-ı Eş’arî sistemleştirmiştir. Müslümanlar günümüze kadar, bu bilgileri, bu iki imâmdan birine bağlı olarak öğrenegelmişlerdir.
Selef-i sâlihîn denilen ilk devir Müslümanlarının (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ etdikleri hâlde, onların yolundan ayrılmış olan bozuk kimseler.
Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idiler. Zamanlarının sâfiyet ve berraklığı sebebiyle îtikâd ve diğer din bilgilerini kısaca bildirdiler. Müteşâbih (mânâsı kapalı) nassları (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri) fazla açıklamaya lüzum görmemişler, tefvîz (ilm-i ilâhîye havâle etme) yolunu tutmuşlardır. Onların bu tavrına mezheb-üs-selef denmiştir. Bu tâbir, kelâm ilmi açısından ıstılâhî mânâdaki mezhep değildir. Yalnız onların müteşâbih lafızlardaki tavrını, tutumunu ifâde eder. Bu o zamânın îcâb ettirdiği bir şey olup, Ehl-i sünnet dışında bir yol değildir.
Hicrî 4. asırda Hanbelî mezhebinden, dolayısiyle Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih nasslara sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ hakkında buyrulan “yed” ve “vech” kelimelerine lügat ve konuşma dilindeki mânâları olan “el” ve “yüz” mânâlarını verdiler. Böylece teşbîh ve tecsîm (Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetme, cisimleştirme) gibi bozuk bir inanışın içine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek kendilerine “Selefiyyûn, Selefiyye, Selefiyyeciler” adını verdiler. Halbuki Selef-i sâlihîn ile, bunların tuttuğu yol birbirine tamâmen zıttır.
İşte halef-i sâdıkîn denilen sonraki Ehl-i sünnet âlimleri, Müslümanlar arasında selefîlik iddiâ eden mücessime ve müşebbihe gibi bid’at fırkalarının (sapık kimselerin) yayılma istidadı belirince, bunlar karşısında kayıtsız kalmayı doğru bulmamışlar, müteşâbih nasslarıİslâm esaslarına, İslâmın rûhuna uygun olarak tevil etmişler, yorumlamışlardır. Meselâ, Allahü teâlâ hakkındaki “yed” lafzını “kudret”, “vech” lafzını “zat” diye îzâh etmişlerdir. (Bkz. Selef-i Sâlihîn)
Hanbelî mezhebinde olan Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî rahmetullahi aleyh ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli (sapık) mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i Teymiyye (v.1328/H.728), bu fitneyi tekrar alevlendirdi. İbn-i Teymiyye’nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cevziyye (v.1350/H.751), hocasının bozuk yolunu devâm ettirdi. Hicrî 12. asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye’nin yolundakiler tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki, İslâmiyette selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek îtikât ve Selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu vardır.
Ehl-i sünnet fırkasının iki büyük imâmından biri İmâm-ı Eş’ârî, diğeri de İmâm-ı Mâtürîdî’dir. Bunlar ayrı bir mezhep kurmamışlardır. İmâm-ı Eş’ârî, İmâm-ı Şafiî’nin, İmâm-ı Mâtüridî de İmâm-ı A’zâm hazretlerinin yolundan dışarı çıkmamışlardır. Selef-i sâlihînden gelen îmân, îtikâd bilgilerini açıklamışlar, kısımlara ayırmışlar; kısacası bu bilgileri sistemleştirmişlerdir.
Selef mezhebi başka, selefiyye sapıklığı başkadır. Bu sapıklara eskiden mücessime, müşebbihe denirdi. İmâm-ı Gazâlî hazretleri İlcâm-ül Avâm isimli eserinde, selef mezhebini, yâni Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunu anlatmış, bugün kendilerine selefî denilen sapıkların bozuk görüşlerini, bu sapıklığın yayılmasını önlemiştir. Selefiyye adıyla bir mezhepten bahsedilmesi doğru değildir. Kendilerine selefî diyenlerin mühim husûsiyetlerinden birisi, dört hak mezhepten birine uyulmasını istememeleridir.