SEHL BİN ABDULLAH TÜSTERÎ
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 815 (H.200)te doğdu. 896 (H.283)da Basra’da vefât etti.
Daha küçük yaşlarda iken Kur’ân-ı kerîm öğrenimiyle çeşitli ilimleri öğrenmeye başladı. Basra ve Abadan’a gitti. Sonra Tüster’e geldi. Dayısı Muhammed bin Süvâr’ın sohbetlerinde yetişti. Hacda iken Zünnûn-i Mısrî ile görüşüp, talebesi oldu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden ve müctehidlerindendi. Zamânın sultânı, hakîkatın delîliydi. Az yemek, az uyumak, çok ibâdet yapmak, riyâzet ve kerâmette eşi yoktu.
Ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Birgün zikirden bahsederken; “Allahü teâlâyı hakkıyla zikr eden, ölüyü diriltmeği kasd ederse, dirilir.” dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa kalktı.
Ölüm döşeğindeyken Sehl bin Abdullah’a bir zât:
“Efendim, sizden sonra minbere kim çıksın?” diye sorunca, Sehl-i Tüsterî rahmetullahi aleyh, gözlerini açıp, Şâdıdil adındaki bir kâfirin adını verdi. Etrâfındakiler:
“Şeyhin aklı gitmiş, bu kadar Müslüman âlim varken yerine bir kâfiri geçirdi!” diye söyleştiler. Sehl-i Tüsterî:
“Başımda kavga gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır. Gidin bana Şâdıdil’i çağırın, gelsin!” dedi. Şâdıdil gelince; “Yâ Şâdıdil! İyi dinle, üç gün sonra minbere çık ve Müslümanlara vâz et! Bu sana vasiyetimdir.” dedi. Sehl-i Tüsterî’nin vefâtından üç gün geçince, ikindi namazından sonra, başında kâfir nişânesi, belinde zünnâr olmak üzere, Şâdıdil minbere çıktı:
“Ey Müslümanlar!Ey Sehl-i Tüsterî’nin talebeleri! Bana bir vakit şeyhiniz; «Ey Şâdıdil! Zünnârı çıkarıp atma zamânı gelmedi mi?» demişti. İşte bugün emrini yerine getiriyorum.” dedi. Sonra sorgucu ve zünnârı çıkarıp attı. Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri duyunca ağladılar.
Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince, insanlar cenâze namazı için toplandı. O şehirde bir yahûdî vardı. Yaşı yetmişi aşmıştı. Sesleri duyunca, ne oluyor, diye dışarı çıktı. Cenâzeye doğru bakınca yanındakilere; “Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?” dedi. Ne görüyorsun dediklerinde; “Gökten inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
Bir yolculuğunda abdest almak ihtiyâcını duydu. Suyu yoktu. Üzüldü. O anda bir ayı, içi su dolu yeşil bir ibrik getirdi. Önüne koydu ve gitti.
Cumâ namazından önce evine bir kimse geldi. İçeride büyük bir yılan gördü. Durakladı. Sehl hazretleri; “İçeri gir, kişi, yeryüzündeki bir şeyden korktuğu müddetçe îmânın hakîkatine kavuşamaz.” buyurdu. Sonra; “Cumâ namazı kılar mısın?” buyurdu. Gelen zât; “Câmi ile aramız bir günlük mesâfedir.” dedi. Sehl hazretleri onun elini tutup, hemen câmiye getirdi. O kimseyle berâber Cumâ namazını kıldılar.
Buyurdu ki:
“Bütün âfetlerin başı, doyuncaya kadar yemektir.”
“Haram yiyenin yedi uzvu günâha girer. Helâl yiyenin uzuvları da ibâdette olur.”
“Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır. Bütün farzları edeple yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devâm etmeğe sabretmek.”
“İşin esâsı üç şeydir. Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak, her işi yalnız Allah için yapmak.”
“İnsanların müptelâ olduğu belâ ve musîbetlerin en büyüğü, âhiret ve dünyâ işleriyle meşgul olmayıp, boş oturmaktır.”
“Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O’nun kuluna verdiği nîmetlerle, O’na isyân etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları Allahü teâlânın ona olan lütuf ve nîmetleridir.”
“İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet arzûsu, fakîrlik korkusu.”
“Makamların en üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir.”
“Ticârette ihsân altı türlüdür: 1) Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para vermeye râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. 2) Fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. 3) Müşteriden para almakta iki türlü ihsân olur; fiyatta ikrâm edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4) Borç ödemekte ihsân, istemeye vakit bırakmadan vermektir. 5) Alış-veriş ettiği kimse pişmân olursa, yapılan satışı geri çevirmektir. 6) Fakirlere veresiye vermek. Ödeyemeyeceği hâle gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu ölünce, helâl etmektir.”
“Son peygamber Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi sınıf insan vardı: Krallar, zirâatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar, ticâretle meşgul olanlar, sanatla meşgul olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü teâlânın elçisi sevgili Peygamberimiz bu sınıflardan hiçbirini başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itâata, takvâya, ilme çağırdı. İnsanlara şöyle buyurdu:
Allah, bütün bu varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ nîmetlerini Allahü teâlâya itâat için kullanan, hem dünyâyı, hem de âhireti kazanır. Bunun tersini yapan kimse de hem âhireti, hem de dünyâyı kaybedecektir.
Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad. Sekban teşkilâtı, Sultan Birinci Murâd zamânında pâdişâhın av maiyeti olarak mevcuttu.
Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar bağımsız bir teşkilât olan sekban ocağı, 1451’de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itâatsizlik eğilimini kırmak için Fâtih’in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı. O zaman sayıları, altı-yedi bin civârındaydı. Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu.
Yavuz Sultan Selim Han devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını teşkil ettiler. Piyâde ve süvârî sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri tedârik ederler, sekban fırınında çalışırlardı. Harp zamânında, diğer yeniçerilerle birlikte muhârebeye giderlerdi.
Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu. Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul’da bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, şehrin inzibâtına nezâret ederdi. 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilerine sekbanlardan bir miktar muhâfız verildi. Bunlar, eyâletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler. Sekbanlık da, 1826’da yeniçeri ocağının ilgâsıyla kaldırıldı.
SEKRETER KUŞU (Serpentarius secretarius)
Alm. Sekretär (m), Fr. Serpentaire (m), İng. Secretary-bird. Familyası: Yılanakbabasıgiller (Serpentariidae). Yaşadığı yerler: Afrika’nın alçak otlarla kaplı alanlarında. Özellikleri: Uzun bacaklı, usta yılan avcısı bir kuş. Çoğunlukla yerde gezer. Yılanları ayak darbeleriyle öldürerek yer. Çeşitleri: Tek türdür.
Yılanakbabasıgiller familyasından, Afrika’da Büyük Sahra’nın güneyindeki topraklarda yaşayan, gündüz yırtıcılarından, uzun bacaklı bir kuş. Yüksekliği 120 cm’ye ulaşır. Uzunluğu 125 cm kadardır. Gövdesinin çoğu külrengindedir. Kanat uçları ve bacakların tüylü kısmı siyah renklidir. Kuyruğunun uzun orta tüyleri beyaz olup, uçları siyahla biter. Başının arkasından siyah uçlu tüyler çıkar. Tepesindeki bu tüyler, kâtiplerin kulak arkalarına sıkıştırdıkları tüy kalemleri hatırlattığından “sekreter kuşu” adını almıştır. “Yılan akbabası” da denir.
Alçak otlarla örtülü alanlarda tek veya çift dolaşır. Çok iyi uçabildiği hâlde zamânının çoğunu yerde gezinerek geçirir. Çoğunlukla ormansız bölgeleri tercih eder. Yüksek ağaçlarda yuva kurar. Sabah erkenden yere atlayarak besin aramaya başlar. Kemirici, kertenkele, böcek ve yılan avlayarak beslenir. Güçlü ayakları sert pullarla örtülüdür. Yılanların arkasından koşarak ayak darbeleriyle saldırır. Çok zehirli yılanları kanatlarıyla kendisinden uzak tutar. Saldıran yılana karşı kanadının birini kalkan gibi kullanırken, telek tüylerini ısırtarak zehirini boşaltmasını sağlar. Bu arada diğer kanadıyla hasmına sert darbeler vurarak sersemletir ve bâzan belini kırar. Yılanı sersemlettikten veya öldürdükten sonra kemirerek yer.
Afrika çiftçileri bunu evcilleştirerek kemirici ve böceklerin zararından korunmada kullanırlar. Dişi, ağustosta yeşilimsi beyaz renkli 2-3 yumurta yumurtlar. Erkek, kuluçka süresince dişisine yiyecek taşır. Yavrular 45 günde yumurtadan çıkar. Eşler yavrularını yarı sindirilmiş besinlerle besler. Yavrular, 60-70 gün sonra yuvayı terkeder.
Alm. Sextant (m), Fr. Sextant (m), İng. Sextant. Denizlerde gemicilerin, bulundukları yerin mevkiini anlayabilmeleri için, güneşle ufuk düzlemi arasındaki açısal mesâfeyi ölçen optik seyir cihazı.
Dâirenin altıda biri büyüklüğünde bir açıya sâhip olduğu için, sekstant ismini almıştır. 1731 senesinde John Handley tarafından yapılan ilk 45 derecelik oktantla modern sekstant arasında hemen hiç fark yoktur. Sekstant aynı zamanda gemiden veya uçaktan herhangi bir gök cisminin yüksekliğini ölçmeye de yarar. Bunlardan en basiti kuzey yarım kürede kutup yıldızının açısal yüksekliğini bulmaktır. Sekstantla en hassas mevki tâyini, güneşin en yüksek noktasına ulaştığı öğlen vakti yapılır. Bu en yüksek noktaya güneşin üst yücelim noktası denir.
Sekstantla açı ölçmek için, sekstant dürbününden gemici, ufuk hattına bakar. Gemici, gemi güvertesinde dik olarak durduğu ve gemiyle beraber sallandığı için ölçülecek açı hiç değişmez. Güneşin aynalardan yansıyan görüntüsü de tam ufuk hattına çakıştığı an sekstant açısı okunur. Açının okunduğu yerel saat da tablolarda kullanılmak üzere hassas olarak tespit edilir.
Modern sekstantlarda ufuk aynasının yarısı gümüşlenmiştir. Bu durumda sekstant teleskopundan bakıldığında teleskopta hem güneş, hem de ufuk düzlemi yanyana görülür. Ölçüm kolaylığı için güneşin parlaklığını azaltan filitreleme, açıyı hassas bir şekilde okumak ve açı değiştirmede süratli olabilmek için verniyer sistemi de bulunur.
Sekstantın hava trafiğinde de önemi vardır. Uçak sekstantında çoğu kere ufuk düzlemi yerine su tesviye âleti ölçümde yatay hattı verir. Sekstant uçakta astrdom denilen şeffaf çıkıntıya yerleştirilir.
Eyyûbîler Devletinin kurucusu. Künyesi, Melik Nâsır Ebû Muzaffer Yûsuf bin Eyyûb bin Şâdî’dir. 1137’de Tekrit’te doğdu. Babası Necmeddîn Eyyûb; Âzerbaycan’da Erivan’ın Devin kasabasındaki Hazbânî kabîlesine mensup olup, Büyük Selçuklu Sultânı Mes’ûd Şâhın Tekrit muhâfızıydı.
Selâhaddîn Eyyûbî’nin çocukluğu, babasının muhâfızlığını yaptığı Tekrit ve Baalbek’te geçti. Tekrit, Baalbek ve Şam’da yetişip, iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Baalbek ve Şam’dayken, babasıyle berâber, Selçuklu atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin yanında Haçlılara karşı yapılan muhârebelere katıldı. Muhârebelerde cesâret ve yiğitliğiyle dikkat çekti. On yedi yaşındayken, Atabek Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin sarayına alındı. Böylece devlet teşkilâtı ve idâresini de mükemmel bir şekilde öğrendi. Bu sırada babası Necmeddîn Şam, amcası Şirkûh da Humus vâliliğine getirilmişti.
Nûreddîn Zengî, 1162’de Mısır’la ilgilenmeye başladı. Komutanı Şirkûh’u Haçlılara karşı savaşması için Fâtımî halifesi El-Adid’in hizmetine verdi. Selâhaddîn’i de yardımcısı olarak onun yanına kattı. Sirkûh emrindeki askerler ve yeğeni Selâhaddîn’in yardımıyle Mısır’da kısa sürede sükûneti sağladı, isyan eden birlikleri bastırdı ve idâreyi eline geçirdi. 18 Ocak 1169 târihinde îdâm edilen vezir Şaver’in yerine Şirkûh Mısır-Fâtimî vezîri oldu. Ancak Şirkûh’un da çok geçmeden vefât etmesi üzerine Selâhaddîn Eyyûbî 26 Mart 1169’da Halîfe El-Adid tarafından amcasının yerine vezîr tâyin edildi. Böylece Selâhaddîn Eyyûbî bir taraftan Nûreddîn Zengî’nin ordu kumandanı, diğer taraftan Fâtımî vezîri oluyordu. Onun gerçekte emir aldığı makam ise Nûreddîn’di ve Fâtımî halifesine sâdece şeklen bağlıydı.
Selâhaddîn Eyyûbî bundan sonra icrâatlarında gâyet siyâsî hareket edip, devlet kadrolarına iş bilir ve kâbiliyetli memurlar tâyin etti. Saray, halk, kumandanlar, komşu ve İslâm devletleriyle münâsebetlerini gâyet iyi tutmaya çalıştı. Selâhaddîn Eyyûbî’nin icrâatları Mısırlı ve Sûdanlı Şiî askerlerin isyânına sebep olduysa da bastırıldı. Böylece Fâtımî sarayında idâreye tam mânâsıyla hâkim oldu.
Selâhaddîn Eyyûbî’nin Mısır’daki icrâatları, başta Papalık olmak üzere, Haçlıları telaşlandırdı. Selâhaddîn Eyyûbî’nin Fâtımî veziri olmasıyla, Müslümanlara karşı ittifâk sistemi bozulan Kudüs’teki Frank Haçlıları, Ortadoğu hâkimiyetlerini tehlikede gördüler. Selâhaddîn Eyyûbî’yi ortadan kaldırmak üzere Kudüs’teki Haçlılara Avrupa’dan ve Bizans’tan takviye kuvvetler geldi. Selâhaddîn Eyyûbî ise, Frank ve Haçlılarla âsî Mısırlılara karşı Selçuklu Atabeği Nûreddîn Mahmûd Zengî’den yardım istedi. 1170 yılında Mısır’a saldıran Haçlılara şiddetle karşı koyup, geri çekilmeye mecbur bıraktı. 1171’de, Kızıldeniz sâhilindeki liman şehri Eyle’yi fethetti.
Atabeg Nûreddîn Zengî’nin isteğiyle 1171’de, Cumâ Hutbesini, hasta Şiî Fâtımî Halîfesi Âbid adına değil de Bağdat’taki Abbâsî Halîfesi adına okuttu. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Mısır’da Abbâsî Halîfesi adına hutbe okutması, Müslümanları çok sevindirdi. 1171’de Fâtımî Halîfesi Âbid öldü. Bundan sonra Selâhaddîn Eyyûbî Mısır’da idâreyi bütünüyle ele aldı.
Abbâsî halîfesi, Atabeg Nûreddîn Zengî’ye kumandanlarından Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin muzafferiyetleri üzerine kıymetli hil’atler gönderdi.Nûreddîn Zengî de hil’atleri halîfenin elçilik heyetiyle berâber Selâhaddîn Eyyûbî’ye gönderdi.
Mısır’daki iktidâr değişikliği Haçlıların tekrar harekete geçmesine sebep oldu. 1173’te Sicilyalı Normanlar, kuvvetli bir donanmayla İskenderiyye’ye çıkarma yaptılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Norman çıkarmasına karşı üç gün devâm eden şiddetli kara muhârebesi yaptı. Sâhile çıkan bütün Normanlar öldürülüp, pekçok ganîmet alındı.
1174 yılında Sultan Nûreddîn vefât etti ve Suriye’de iç karışıklıklar başladı. Bu durumdan istifâde etmek isteyen Kudüs Kralı, Humus’u kuşattı. Selâhaddîn, derhâl Humus önlerine geldiyse de Haçlılar şehri zaptetmişlerdi. Selâhaddîn Eyyûbî’nin başarılarını gören Abbâsî Halîfesi 1175’te saltanatını tasdik etti. Böylece 1169’da Fâtımî vezîri, 1171’de Mısır Hâkimi, 1175’te de istiklâlini îlân ederek Sultan ünvânını alan Selâhaddîn Eyyûbî, 1176’da şiî Fâtımîlerin bölgedeki son izlerini de ortadan kaldırdı.
Fâtımîlerin hâkim oldukları topraklarda kuvvetli bir idâre kurdu. Devlet teşkilâtı, memleket îmârı, mektep ve medrese tahsilinin üzerinde durarak, teşvik ve tatbikâtını yaptırdı. Sapık fikirleri kaldırıp, hak ve orta yol olan sünnîliği yaymaya başladı. İcraatlarında muvaffak oldu. Fâtımîlerin bölgeye yaydığı fikirlerin önüne geçip, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasına hizmet etti. Kâhire Kalesinin inşâsını başlattı.
1177 Kasımında Haçlılara karşı Filistin Seferine çıktı. Gazze ve Askalan’ın askerî mevkilerini tahrip etti. Eyyûbî askerleri ganîmet için dağılınca, Haçlılar fırsatı değerlendirdiler. Kerek Kontu Renaud kumandasında toplanıp, Eyyûbî ordusuna büyük bir darbe vurup, Selâhaddîn Eyyûbî’yi öldürmek istediler. Selâhaddîn Eyyûbî, Haçlıların niyetini anlayıp, ordusunu topladı. 25 Ekim 1177 târihinde Remle’de Haçlılara kesin darbeyi indirdi. Ancak çok istediği hâlde Kudüs’ü alamadı. 1178 ve 1179’da Haçlılar üzerine harekâtını şiddetlendirdi. Eyyûbî kumandanları pekçok Haçlı reisini esir aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, 1179 yazında Şeria Nehri kıyısında Yâkûb Köprüsü yanındaki Haçlıların Yâkûb Geçidi Kalesini fethetti. 1180’de Haçlılar iki yıllığına mütâreke istedi. Kabul etti. Haçlılar mütârekeye uymadılar. Mısır’a giden kervanlara saldırdılar. Mısır’ın İslâm ülkeleriyle olan ticâretini engelleyip, Eyyûbîleri iktisâdî yönden çökertmek istediler.
Selâhaddîn Eyyûbî, Suriye’de de hâkimiyet kurmak için, 1183 yazında Haleb’i zaptetti. Elcezire’yi aldı. Eyyûbîlerin Suriye harekâtı Haçlıları telâşlandırdı. Eyyûbî hâkimiyeti sâhasında sıkışıp kalmak tehlikesinin önüne geçmek istediler. Trablus Kontu III. Raymond’un dört yıllık antlaşma isteğiyle mütâreke yapıldı. Haçlılar antlaşmaya yine uymadılar. Kerek Kalesi yakınından geçen büyük bir ticâret kervanına saldırdılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Haçlılardan bu tecâvüzün ziyânını karşılamalarını ve tazminat vermelerini istedi. Kabûl etmemeleri üzerine, sefere çıkıp, 1180 Şubatında Kerek bölgesini zaptetti. Ticârî kervan tecâvüzünü Haçlılara fazlasıyla ödettirdi.
Selâhaddîn Eyyûbî, Ortadoğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, 1180’de büyük bir faaliyet içine girdi. Mısır’dan kuvvet topladı. Suriye’den de asker toplanmasını istedi.Haçlılar meselenin ciddiyetini anlayıp, büyük ordu topladılar. Kudüs Kralı Guy, yirmi bin kişilik, diğer Haçlı kral, prens, kont ve kumandanları toplayabildikleri kuvvetleriyle Sefûriye’de mevzi aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, 1187 yazında Taberiye Gölü sâhiline geldi. 1187 Temmuz başında Taberiye şehrini fethetti. Kale’deki Haçlı kuvvetleri karşı koyup Eyyûbîleri susuz bırakarak güç duruma düşürmek istediler. Trablus Kralı Raymond’un, kalede müdâfaa isteği diğer Haçlılar tarafından Eyyûbîlerle ittifak etmekle suçlanmasına sebep oldu. Haçlılar, Selâhaddîn Eyyûbî’ye hücum etme kararı aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Hattin’e gelen Haçlıları büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı kral ve ileri gelen reislerinin çoğunu esir aldı. Yıllardan beri Müslümanlara çok zulüm eden Haçlı kumandanlarını cezâlandırdı. Hattin Zaferi sonunda Akka, Nâsıra, Nablus, Hayfa, Cinin ve Arsuf şehirleri ele geçirildi. Bunları Tıbnîn, Sayda Cübeyl ve Beyrut’un fetihleri tâkip etti.
Selâhaddîn Eyyûbî, 1187 Temmuzunda kazandığı Hattin zaferi sonunda, Filistin’deki fetihlere rağmen durmadı. İleri harekâta devam etti. Birinci Haçlı Seferi (1096-1099)nden beri Haçlıların işgâlindeki Kudüs şehrini hedef tâyin ederek, yola çıktı. 1187 Eylülünde Beytullah, Asariya ve Zeytindağı’nı zaptetti. Kudüs’e gelip, şehrin batısında karargâh kurdu. Haçlılar müdâfaayı bu istikâmette kuvvetlendirince, Kudüs’ün kuzeyinden de muhâsarayı başlattı. Mancınık kullandı. Eyyûbîlerin muhâsarasına dayanamayan Haçlılar, 1187 Eylül ayı sonunda teslim oldu. Selâhaddîn Eyyûbî, mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı. Zengin Haçlıları ve Hıristiyanları kurtuluş akçesiyle serbest bırakıp, fakirlerini affetti. Kudüs’te kalmak isteyenlere de, cizye ödemek şartıyla müsâade etti. Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Selâhaddîn Eyyûbî’nin, zaferine İslâm memleketlerinde şükran ifâdesi olarak dînî merâsimler yapıldı. Bütün Müslümanların gönlünde taht kurdu. Haçlıların tahrip ettiği şehri, yeniden îmâr etmeye başladı. Kudüs’ün mübârek makamları, evler ve Mescid-i Aksâ ile Kubbetü’s-Sahra’yı tâmir ettirdi. Şehirde hastâne, mektep ve medreseyle sosyal tesisler yaptırdı. Eyyûbî emirleri de Kudüs’te pekçok sosyal tesisler ve nâdide binâlar inşâ ettirip, şehri îmâr ettiler. Haçlı katliam ve tahribatının izlerini silmeye çalıştılar. 1188 yazında Lâzkiye, Cebele ve Busra’yı zaptetti. Antakya’yı kuşattıysa da, kralı mütâreke istedi. Mütârekeyi kabul ederek, 1189 yılının Ocak ayı ortasına kadar Safed, Kevkeb, Kerek ve Şevbek’i fethetti.
Selâhaddîn Eyyûbî’nin Haçlılara karşı mücâdelesi sonunda, Kudüs elden çıkınca, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa III. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere kralları ile Almanya imparatoru kumandasında Eyyûbîler üzerine Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Fransa Kralı Filip Ogüst ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar deniz yoluyla Filistin’e sâhilden gelip, Sur’da karaya çıktılar. Selâhaddîn Eyyûbî’nin Kudüs fethinden sonra, serbest bıraktığı Haçlı kumandanları ihânet etti. Fransa ve İngiliz kralının kumandasındaki Haçlı kuvvetlerine kılavuzluk ederek, devrin en meşhur askerî harekâtlarından olan Akka Muhâsarasını başlattılar. Akka Muhâsarası karadan ve denizden devam etti. Eyyûbîler karadan Haçlıları çok zor durumlara düşürüyorlarsa da, deniz yoluyla Avrupa’dan devamlı yardım almaları onların dayanmalarını uzatıyordu. Akka Muhâsarası, 1191 yazına kadar devam etti. Antlaşma müzakereleri devam ederken Haçlılar üç bin kişi katlettiler. Kudüs’ün teslimini istediler. Selâhaddîn Eyyûbî’nin cesurâne ve kahramanca mücâdelesi Haçlıları akıl almaz icraatların içine düşürdü. İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar, kızını Kudüs Hâkimi Âdil’e, onun oğlu Melik Kâmil’e de şövalyelik pâyesi verdi. Selâhaddîn Eyyûbî, bütün Avrupa’nın ve Hıristiyan âlemin seferber edilerek toplandığı orduya, 1192 Kasımına kadar devam eden uzun muhârebelerle karşı koydu. İngiliz Kralı Arslan Yürekli Rişar, Eyyûbîlere esir düştü. Selâhaddîn Eyyûbî, Hıristiyanlara karşı büyük bir âlicenaplık gösterdi. Arslan Yürekli Rişar’ı serbest bıraktı. Hıristiyanların mübârek makamları ziyâretine müsâade etti. Hıristiyan âlemin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı Üçüncü Haçlı Seferi, dördüncü yılın sonunda, hezimetle neticelenip, geri döndüler. Selâhaddîn Eyyûbî, Üçüncü Haçlı Seferi sonunda, Filistin’deki hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye gitti.
Selâhaddîn Eyyûbî, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün hasta yattı. 4 Mart 1193 târihinde-56 yaşında- Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir.
Yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayâtı, hep İslâmiyete hizmetle geçmiştir. Târihte pek nâdir yetişen şahsiyetlerden biriydi.
Sultan Selâhaddîn, ilme çok değer verir, âlimleri himâye ederdi. Yüksek insânî meziyetlere sâhip, iyi huylu, cömerd, âdil, kültürlü ve müsâmahakâr bir hükümdârdı. Ülkesine her taraftan, ilim sâhipleri gelir, verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamânında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstâdı) vardı. Tabipler, edebiyâtçılar, şâirler, matematikçiler, kimyâgerler, mîmârlar ve diğer ilim sâhipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı.
Selâhaddîn Eyyûbî, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samîmî olarak konuşur, yumuşaklıkla muâmele ederdi. Bundan dolayı herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamânında yetişen âlimlerden İmâdüddîn el-Kâtib onun hakkında şöyle demektedir:
“Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dînine bağlı, temiz, hatâları affeder, kusûrları görmemezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, dâimâ tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nâzik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman yerine getirirdi.”
Abdüllatîf el-Bağdâdî’nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: “Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Sultan’ın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Müslüman olsun, kafir olsun herkes Sultan’ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakîkî bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.”
Selâhaddîn-i Eyyûbî, düşmana karşı da, İslâmiyetin adâlet ve ihsân kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslâmiyetin emrettiği şekilde güzel muâmelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı.
Ilık su istediği hizmetçisinin önce kaynar, sonra da buz gibi soğuk su getirmesi karşısında bile onu azarlamayıp; “Sübhânallah! İstediğimiz gibi bir su dahi içemeyeceğiz.” demekle yetindi.
Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazînelere sâhip olduğu hâlde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zarûrî ihtiyaçlara ve askerî malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. Çok cömertti. Akka Muhâsarası için geldiğinde, on binden ziyâde atını askerlerine dağıttı ve binecek bir ata muhtâç kaldı.
Çok cesûrdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, îmânlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hattâ bir defâsında da; “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor.” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan dâimâ azdı. Bütün muhârebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhâfaza etmek için yaptı.
İlme ve ilim sâhiplerine çok ehemmiyet veren Selâhaddîn Eyyûbî, Mısır Sultânı olunca, Şâfiî, Mâlikî, Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre tedrisat yapan medreseler yaptırdı. Kâhire, Şam, İskenderiyye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu. Kendisinden önce yapılan pekçok câmiyi tâmir ettirdi. Haçlılar tarafından saray hâline getirilen Mescid-i Aksâ’yı yeniden câmi hâline getirdi. Mihrâbını ve birçok kısımlarını mermer ve mozaiklerle kaplattı. Sultan Nûreddîn’in Halep’te inşâ ettirdiği meşhur Âgah Minberini de getirtip, câmiye yerleştirdi.
Anadolu’da yetişen büyük evliyâdan. İsmi Selâhaddîn Abdullah bin Muhammed Abdülazîz’dir. 1705’te Rumeli’de bulunan Kesriye kasabasında doğdu. Yirmi yaşına kadar bu kasabada kalıp, ilim tahsil etti. Daha sonra İstanbul’a gelerek, tahsil hayâtına devam etti. Babası kâtip olduğundan Selâhaddîn Uşâkî yirmi yedi yaşındayken Bâbıâlî’de kâtipliğe başladı.
Daha sonra Vezir Hekimoğlu Ali Paşanın dâiresinde Masraf Kâtipliğine tâyin edildi. Zekâ ve çalışkanlığıyla çevresinde sevgi ve alâka uyandıran Selâhaddîn Uşâkî, Hekimoğlu Ali Paşanın da teveccühünü kazanarak onun mektup işleriyle vazîfelendirildi. 1739’da Paşa ile birlikte Mısır’a gitti. Mısır’dayken, Arapçasını ilerletti ve Şabâniyye yolunun büyüklerinden Şemseddîn Muhammed Hafnî’nin sohbetlerinde bulundu. Hüseyin Demenhûrî’den bâzı ilimleri öğrendi. Ali Paşayla birlikte tekrar İstanbul’a dönen Selâhaddîn Uşâkî, Paşanın Rumeli gezisi sırasında Edirne’de bulunan Cemâleddîn Uşâkî’nin sohbetlerine katıldı ve daha sonra ona talebe oldu. Hocasıyla birlikte İstanbul’a gelen Selâhaddîn Uşâkî, Eyüp’te oturdu. Bir süre sonra da hocasının kızıyla evlendi.
Tahirağa Dergâhına şeyh olarak tâyin edilen Selâhaddîn Uşâkî, on dokuz seneye yakın, insanlara ilim öğretti. 1782 Ramazanında dergâhın bulunduğu bölgede çıkan yangında dergâhı yandı. Âilesiyle birlikte hocasının dergâhına gitti. Dört buçuk ay kadar burada ikâmet ettikten sonra bir hastalığa yakalanarak 1783 senesinde vefât etti. Tahirağa Dergâhının bahçesine defnedildi.
Selâhaddîn Uşâkî, iki yüze yakın eser yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Risâle-i Esrâr-ı Nihân-ez-Hatm-ı Hâceğan, 2) Şerh-i Kaside-i Hazret-i Mevlânâ, 3) Terceme-i Risâle-i Kudsiye, 4) Risâle-i Menâzil-iKamer, 5) Risâle-i Vahdet-i Vücud, 6) Şerh-i Ebyât-ı Niyâzi-i Mısrî, 7) Tuhfet-ül-Uşşâk, 8) Şerh-i Nutk-ı Nasreddîn Hoca, 9) Şerh-i Ebyât-ı İsmâil Hakkı, 10) Mevlid-i Şerîf, 11) Arapça, Türkçe, Farsça Dîvân, 12) Kavâid-i Fârisî Şerhi, 13) Şerh-i Ebyât-ı Eşrefzâde, 14) Muğnî Şerhi, 15) Medar-ı Mebde’ ve Me’ad.
Alm. Sich (be-) grüssen, Fr. Se saluer, İng. To greet or salute each other. Cemiyet hayâtında insanların birbirlerine, karşılıklı hürmet şekli. Selâm, bir insanın, karşılaştığı kimseye iyilik, sıhhat ve afiyet dilemesi, temenni etmesidir. İnsanlardaki güzel huylardan biri de, birbirlerine selâm vermeleri ve almalarıdır. Selâmlaşmak, insanlar arasında düşmanlığa sebep olan kızgınlık ve dargınlık, nefret ve kin gütmek vs. gibi kötü huyları yok eder. Karşılıklı hürmet, saygı ve sevginin doğmasını temin eder.
Her dinde ve her toplumda selâmlaşmaya âit sözler ve hareketler ayrı ayrıdır. Her toplumun dînî inancı ve ahlâkî yapısına göre selâm vermek ve almak için kullandıkları sözler ve yaptıkları el, baş ve diğer vücut hareketleri ayrı ayrı olmaktadır. Yahûdîlikte, Hıristiyanlıkta ve İslâmiyette selâmlaşma şekli ayrıdır. Yahûdîler parmak işâretiyle, Hıristiyanlar el işâretiyle ve Müslümanlar da belli kelimeleri söyleyerek ve müsâfeha ederek selâmlaşırlar.
Allahü teâlâ ve Peygamber efendimiz, Müslümanların birbirine selâm vermesini ve verilen selâmı almalarını emretmektedir. İki Müslüman karşılaştığı zaman, birbirine “Selâmün aleyküm” demesi ve sonra el ile müsâfeha etmesi sünnettir. Selâma cevap verilmesi farzdır. Müsâfeha ederken günahları dökülür. Müsâfeha; iki kişinin, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine değdirmesidir. “Ve aleyküm selâm” diyerek, selâm alınır. Birbirinden ayrılırken de böyle selâmlaşırlar.
Bir Müslümana “Selâmün aleyküm” demek; “Ben Müslümanım. Benden sana zarar gelmez. Selâmettesin Allahü teâlâ sizi, her türlü kazâ ve belâlardan korusun!” demektir. Hadîs-i şerîfte; “Tanıdığınız ve tanımadığınız Müslümanlara selâm veriniz.” buyruldu. Selâmlaşma, Müslümanın Müslümana duâ etmesidir.
Müslümanların selâmlaşmasında, önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, vâsıtaya binmiş olan yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına selâm verir. Rütbe ve nîmeti çok olan önce verir. Nitekim Mîrac gecesi, önce Allahü teâlâ selâm verdi. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hattâ bir çocuk cevap verince, ötekiler vermese de olur.
Âdem aleyhisselâmdan, İbrâhim aleyhisselâma kadar selâmlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında, el ile müsâfeha sünnet oldu. Bir hadîs-i şerîfte; “Karşılaştığınız zaman, birbirinize eğilmeyiniz, kucaklaşmayınız.” buyruldu. Allahü teâlâdan başkası için rükû ve secde yapılması haram kılınmıştır.
Selâmlaşma, Müslümanların sevişmelerini, birbirinden ayrılmamalarını sağlar. Allahü teâlâ, bir Müslümanın selamına en güzel bir kelimeyle cevap verilmesini ve ayrıca sâhibinden izin almadıkça ve ona selâm vermedikçe bir kimsenin evine girilmemesini emretmektedir. Nûr sûresi 27’nci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Ev sâhibinden izin istemedikçe ve onlara selâm verip ünsiyet (yakınlık) etmedikçe kendinizin olmayan evlere girmeyin!” ve Nisâ sûresi 86’ncı âyet-i kerimesinde de, “Size selâm verildiği vakit, ona, onun selâmından daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık veriniz!” buyruldu. Bu son âyet-i kerîme yalnız selâmı değil, her iyilik edene iyilikle karşılık verilmesini de emrediyor. İyilik yapana, iyilikle karşılık vermek mürüvvetin, insanlığın îcâbıdır.
O halde: “Esselâmü aleyküm” diyene “Ve aleyküm selâm ve rahmetullah”; “Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi” diyene “Aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berakâtüh”; “Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühü” diyene “Ve aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berekâtühü” diye aynı ile karşılık verilir.
Selâmlaşmakla alâkalı hükümler, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında geniş olarak bildirilmektedir.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikram ediniz. Akrabâlarınızın haklarını gözetiniz! Gece, herkes uyurken namaz kılınız! Bunları yaparak selâmetle Cennete giriniz!
Müslümanın Müslüman üzerine beş hakkı vardır:Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp “Elhamdülillah.” diyene, “Yerhamükallah.” diyerek cevap vermek.
Îmân etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir îmâna sâhip olamazsınız. Size, yaptığınızda birbirinize seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.
Muhakkak ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verenidir.
6 Mayıs 1876 târihinde Selanik’te Fransa ve Almanya konsoloslarının linç edilmesiyle neticelenen olay.
Avrethisarlı bir Bulgar kızı İslâmiyeti inceleyerek Müslüman olmaya karar vermişti. Bu maksatla Müslümanlığı tescil ettirmek için Selanik’e gitmek üzere yola çıktı. Ancak kızın niyetini öğrenen bâzı Hıristiyanlar telgrafla Amerikan konsolosunu durumdan haberdar ettiler. Telgrafı alan ve koyu bir İslâm düşmanı olan konsolos, kıza mâni olmak için 150 kişilik bir Rum ve Bulgar çapulcusunu istasyona yığdı. Kız, istasyona geldiğinde, konsolosun emriyle harekete geçen kalabalık, kızı, hükümet konağına götürmekle görevli üç zaptiyenin elinden zorla aldılar. Hakâretlerde bulunarak yaşmağını ve ferâcesini parçaladılar. Gözü dönmüş saldırganlar sürüsünün elinden kurtulmak isteyen kız, Müslüman olduğunu haykırmaya ve imdat istemeye başladı. Kızın yardımına koşan birkaç Müslüman fecî şekilde dövüldü. Kız da konsolosluk arabasıyla Amerikan konsolosluğuna götürüldü. Bir Osmanlı şehrinde Bulgar da olsa Müslüman olmuş bir kıza yapılan saygısızca muâmele ve mâni olmak isteyenlerin ağır şekilde hırpalanması havanın elektriklenmesine sebep oldu.
Ertesi gün İslâmiyeti kabul eden bir kızın zorla kaçırılıp tutulamayacağını ve bu işe hükümetin karar vermesi gerektiğini belirten Müslümanlar Saatli Câmide toplandılar. Kendilerini yatıştırmak isteyen Selanik Vâlisi Baytar Mehmed Refet Paşanın açıklamalarını yeterli bulmadılar. Refet Paşa ve vilâyet görevlilerinin mâni olmaları ihtimâli üzerine medrese odalarını zapteden Müslümanlar kızı almak gâyesiyle Amerika Konsolosluğuna yürüdüler. Bu sırada Fransa ve Almanya konsolosları kalabalığın önüne geçerek onları engellemek istediler. Ancak kızın müftülüğe teslim edilmesi teklifine karşı Amerika Konsolosunun evinde olduğunu, dolayısıyla kızın teslim edilemeyeceğini söylemeleri üzerine zâten galeyana gelmiş olan halk tarafından öldürüldüler. Ancak İngiliz Konsolosu devreye girip Müslüman olan Bulgar kızını hükümete teslim edince olaylar yatıştı.
Selanik olayları üzerine Osmanlı Devletiyle Fransa, Almanya ve İtalya devletlerinin ilişkileri gerginleşmiştir. Bu devletler gemilerini Selanik Limanına göndererek, hâdisenin müsebbiblerinin şiddetle cezâlandırılmasını talep ettiler. Aksi takdirde Selanik’e asker çıkarılacağı bildiriliyordu. Fakat Sultan Abdülazîz Han bu istekleri kabul etmediği gibi, Balkanlara yeniden birkaç tabur sevk edilmesini ve Selanik’e harp gemileriyle asker gönderilmesini, olayda suçlu olan kimselerin de yabancılara teslim edilmeyip, Osmanlı mahkemelerinde yargılanmasını emretti. Pâdişâhın emri doğrultusunda hareket edildi. Olayda ihmâli görülen Selanik Vâlisi değiştirildi, konsolosları öldüren altı kişi yargılanarak îdâma mahkum edildiler. Fakat olaylara sebebiyet verenlere yâni kızı kaçıranlara hiçbir şey yapılamadı.
Dünyânın her tarafına binlerce misyoner göndererek, insanların Hıristiyanlaştırılması için milyarları sarf eden, inanç ve vicdan hürriyetini, insan haklarını savunuyor görünen Avrupa devletleri, İslâm dînini kendi isteğiyle kabul eden bir Bulgar kızının Müslüman olmasını kabul edememişlerdir. Ayrıca konsolosları devletin resmî emniyet görevlisinin elinden güpegündüz kız kaçıracak kadar aşağılık işlere tevessül etmişlerdir. Olaylarla ilgili olarak alınmasını istedikleri tedbirler husûsunda da Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktan geri durmamışlardır.