SANSÜR
Alm. Zensur (f), Fr. Censure (f), İng. Censorship. Her türlü neşriyât, haber ve bir yerden diğer yere gönderilen şeylerin, gönderilene ulaşmadan önce gerektiğinde devlet tarafından kontrolü; bâzı fikirlerin yazılıp yayılmasının engellenmesi. Sansür, her şeyin zararlı ve kötü tarafının bulunabileceği gibi fikrin de kötüsünün toplum ve insanı, olumsuz yönde etkileyip, tahrip edeninin bulunduğu gerçeğinden doğmuştur.
M.Ö. 5. yüzyılda iknâ etmenin zorla yaptırmaktan daha uygun yol olduğunu ve fikir hürriyetini savunan Atinalılar dâhil, Miletus’un tahrip edilişini hatırlatan bir piyesin temsilini devamlı yasaklamışlardı. Kezâ Roma’da da iftira ve fitne söz söyleyenler cezâlandırıldı. Sansüre ilk olarak fikirlerin dîne ters düştüğü, onu karşısına aldığı eski devirlerde rastlanır.
Sansür sözü, eski Roma’daki “Censor” denen devlet görevlisinden gelir. Censor’lar nüfus sayımı ile görevli memurlardı. Târihin çeşitli devirlerinde fikir eserlerine sansürler koyan devlet adamlarına da rastlanmaktadır. 1521 yılında Avrupa’da Kral V. Karl, sansürden geçmeden kitap yayınlamanın suç olduğunu belirten ferman çıkardı.
İkinci DünyâSavaşından önce Faşizm, Nazizm ve Komünizmle idâre edilen memleketlerde sansür çok geniş ölçüde tatbik edildi. Komünizmle idâre edilen ülkelerde hâlâ aynı şiddetle sansüre devam edilmektedir; buralarda konuşma ve basın hürriyeti yoktur. Demokrasiyle idâre edilen ülkelerde, sansüre çok özel durumlarda başvurulur. Müstehcen neşriyatın çok fazla artması ve tehlike göstermesi karşısında devletler, ceza kânûnlarına müstehcenliği men edici müeyyideler koyma gereğini hissetmişlerdir.
Sinema, radyo ve televizyon sansürün ilgi alanına girmiştir. Dünyâ etrâfına oturtulan uyduların sansürde nasıl etkili olacağı merakla beklenmektedir.
Osmanlı Devletinde, örf ve âdetlerin, ahlâk ve dînin korunmasına çok önem verilirdi. Bunlara aykırı hiçbir neşriyâta izin verilmezdi. Cumhûriyet devrinde, 24 Mart 1925 târihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kânununa dayanılarak basına sansür uygulandı. Hattâ bâzı gazeteler kapatıldı. 1930’da çıkan ve Serbest Cumhûriyet Fırkası yanlısı olarak bilinen Yarın Gazetesi de partinin feshedilmesinden sonra kapıtıldı. 1931’de çıkarılan ve Cumhûriyet döneminin ilk basın yasası olan Matbuât Kânunu, hükümete ülkenin genel politikasına aykırı yayınlardan dolayı gazete ve dergi kapatma yetkisi tanıdı. 1933’te Matbuât Umum Müdürlüğünün yeniden teşkilâtlanması, 1934’te yetkilerinin genişletilmesiyle basın üzerinde denetim ve sansür daha da arttı. Matbuât Kânunundaki 1938 değişikliği basına sansür konmasının yanısıra, basında çalışanlara da sınırlamalar getirdi. Gazeteler ve yazarlar yalnız tenkit değil, araştırma soruşturma hürriyetinden bile mahrum edildiler. Gazetelerin hükümet izni olmadıkça memur maaşları konusunda bile yazı yazmaları yasaklandı.
Araştırmacı yazar Ahmed Kabaklı’nın Temellerin Duruşması adlı eserinde bildirilen yasaklardan bâzıları şunlardır:
Türkiye’ye gelmiş olan İngiliz askerî heyetiyle mülâkât yapılmaması, tafsilâtlı yazı yazılmaması, fotoğraflarının basılmaması, Dâhiliye Vekâletinden bildirilmiştir. Sâdece “geldi” “gitti” diye yazılabilir (14 Mayıs 1939).
Tâlimat
Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinlerden bahis bâzı yazı ve mütâlaasına ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra dinler mevzuu üzerinde gerek târihî, gerek temsilî ve gerek mütâlaa kâbilinden olan her türlü makâle, bend, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlamış bu kâbil tefrikaların en çok üç gün zarfında nihâyetlendirilmesi ehemmiyetle ricâ olunur. 24.7.1942 Matbuât Umum Müdürü nâmına İzzettin Tuğrul Nişbay.
Otomobil yedek parçalarıyla lâstiklerin bittiği, un stokunun azaldığı yazılmayacaktır (Matbuât Umum Müdürlüğünden tebliğ edilmiştir). 10 Ağustos 1940
(Reisicumhur İsmet İnönü Ankara civârında küçük bir seyâhat yapmak üzere Ankara’dan hareket etmiştir) gazeteler bunun hâricinde hiçbir şey yazmayacaklardır. 14.12.1940 Matbuât Umum Müdürü.
Ekmekten, odundan ve kömürden, etten şikâyet kılıklı neşriyat yapılmayacaktır. (10 Ocak 1942)
İkinci Dünyâ Savaşından sonra çok partili döneme geçilirken basına da bir ölçüde serbestlik getirildi. Demokrat Parti (DP)nin iktidâra gelmesinin hemen ardından 15 Temmuz 1950 târihli Basın Kânunu daha liberal bir rejim getirdi. Ancak bu dönemde de basın hürriyetini kısıtlayıcı bâzı uygulamalara gidildi. Daha sonraki dönemlerde de sıkıyönetim uygulamaları sebebiyle basın üzerinde kısıtlamalar yapıldı.
Sıkıyönetim Kânununda neşir ve haberleşme araçlarına, hangi hallerde sansür konulacağı belirtilmektedir. Polis Vazîfe Selâhiyeti Kânunu ile sinemaya denetleme getirildi. Türk Cezâ Kânunu’nda müstehcenliğe karşı çeşitli maddeler konulmuştur.
1982 Anayasası’nda basın hürriyeti ve sansür: Madde 28: “Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak, izin alma ve mâlî tazminât yatırma şartına bağlanamaz. Devletin iç ve dış güvenliğini, ülke ve milliyetiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye, yâhut ayaklanmaya veya isyâna teşvik eder nitelikte olan veya devlete âit gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber ve yazıyı yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla, basanlar, başkasına verenler, bu suçlara âit kânun hükümleri uyarınca sorumlu olurlar. Tedbir yolu ile dağıtım, hâkim kararıyla, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kânunun açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle önlenebilir. Dağıtımı önleyen yetkili merci, bu kararını en geç 24 saat içinde yetkili hâkime bildirir. Yetkili hâkim bu kararı en geç 48 saat içinde onaylamazsa, dağıtımı önleme kararı hükümsüz sayılır.”
Gençliğin nefsânî duygularını istismar ederek gençleri dejenere etmeye çalışan teşkilâtlar, “sansür” müessesesine karşı çıkmaktadır. Sansür, ahlâk ve âdâba aykırı neşriyâtın yayımına mâni olmalıdır. Zîrâ bir devleti yıkmak isteyen dış ve iç düşmanlar, ahlâka aykırı neşriyat yaparak evvela gençleri dejenere etmektedirler. Bu güçlerin bu hâince emellerine mâni olmak için devletin tâkip edeceği sansür politikası önem arz etmektedir.
Alm. Zentrale (f), Electrizitätswerk (n), Fr. Centrale (f), İng. Powerhouse, (Powerplant). Her türden enerjinin üretilip, dağıtıldığı merkez. Elektrik santralı, hidroelektrik santralı, nükleer santral, telefon santralı, santralların örnek verilebilecek birkaç tipidir. Santral, umûmiyetle elektrik enerji üretim merkezlerine verilen addır. Elektrik üretimi yapan santrallar arasında en yaygın olan cinsleri, kömür veya sıvı yakıtla çalışan termik santrallar, suyun dinamik ve statik enerjisiyle çalışan hidroelektrik santrallar, nükleer reaktörlerle çalışan atom santrallardır. (Bkz. Hidroelektrik Enerji, Nükleer Enerji)
Her geçen gün enerji ihtiyacının artması ve enerji kaynaklarının azalması, elektrik enerjisinin değişik yollardan elde edilmesini zorlamaktadır. Rüzgâr enerjisinden istifâdeyle hava jeneratör santralları yapılmıştır. Bunlar, Hollanda gibi bol rüzgârlı memleketlerde küçük çapta enerji ihtiyaçlarını karşılar. Güneş enerjisinden, güneş kollektörleri yaparak, ısı enerjisini elektrik enerjisine çevirmek mümkündür. Açık havada bir metrekareye düşen güneş ışığından yaklaşık olarak bir kilowattlık güç temin edilir. Elektrik enerjisi üretilen santrallardan bir türü de denizlerin gel-git hâdisesinden istifâdeyle çalışan gel-git santrallarıdır. Yeraltı kaynaklı termik enerjilerden istifâde edilerek de jeotermik santrallar kurulmaktadır. Yer çekirdeğinin bitmez, tükenmez bir enerji deposu olduğu düşünülürse, jeotermik santralların önemi ortaya çıkmış olur. Genel olarak sönmeye yüztutmuş yanardağ bölgelerinde jeotermik enerji sıcak suda ısı olarak yeryüzüne çıkar.
Enerjinin cinsi ne olursa olsun santrallarda umûmiyetle önce buhar elde edilir ve buhar türbinlerinin çevirdiği jeneratörlerden elektrik enerjisi temin edilmiş olur. Yalnız hava ve su ile dönen türbinler bunun dışındadır.
(Bkz. Merkezkaç Kuvveti)
DEVLETİN ADI |
São Tomé ve Príncipe Demokratik Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
São Tome |
NÜFÛSU |
126.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
1001 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Portekizce |
DÎNİ |
Katolik |
PARA BİRİMİ |
Dobra |
Afrika’nın batı kıyısında, ekvatorun hemen kuzeyinde, Gine Körfezinde ve 1°44’ kuzey ilâ 1°01’ güney enlemleri ve 6°28’-7°28’ doğu boylamları arasında yer alan bağımsız bir ülke.
Târihi
Portekizli denizciler, Pedro Escobar ve Joao de Santarem tarafından 1470 yılında São Tomé ve 1471’de Príncipe Adaları bulunmuştur. Adaların ilk yerleşenleri böylece Portekizliler olmuştur. Sonraları adalara Afrika’dan zenci esirler de getirilmiştir. Böylece, bu ülke bir Portekiz denizaşırı sömürge bölgesi oldu.
On yedinci yüzyılın ortalarında, Danimarka tarafından işgâl edildi. 1974 yılında Portekiz bu kolonisinin bağımsızlığını tanımaya karar verdi. Gobon’dan destekli São Tomé ve Príncipe’nin Bağımsızlığı Hareketi (STPLM) Lideri Manuel Pinto de Costa ülke idâresini eline aldı. 12 Haziran 1975’te bağımsızlık îlân edildi. Doğu Almanya’da eğitim gören Manuel Pinto de Costa ülkenin ilk başkanı oldu. O günden beri başta bulunan Manuel Pinto 1988’den sonra demokratikleşme yolunda bâzı adımlar atarken, Sosyalist ülkelerle kurduğu sıkı bağları gevşetmeye başladı.
Fizikî Yapı
Ülkenin yüzölçümü 1001 km2 kadardır. Kamerun Dağlarından güneybatıda An Noban Adasına kadar uzanan, volkanik kemerin bir parçasını teşkil eder. São Tomé Adası, yaklaşık 50 km uzunlukta ve 30 km genişliktedir. Dağlık bir bölgedir. Yükseklik aşağı yukarı, 1000 m civârına kadar ulaşır. En yüksek yeri 2024 m’lik Prco de São Tomé (São Tomé Tepesi)dir. Príncipe Adası ise yaklaşık 16 km uzunluğunda ve 5 km genişliğindedir. Arâzisi dalgalıdır. Bu küçük ada São Tomé’den 144 km kadar kuzeydedir ve yaklaşık 109 km2lik bir yüzölçüme sâhiptir. Ülke batı Afrika kıyılarından yaklaşık 2000 km uzaktadır. Bu kıyılarda ülkenin iki komşusu olan Gabon ve Ekvator Ginesi yer alır.
İklim
Ekvatora çok yakın bir mevkide olmasından dolayı, tipik bir tropikal iklime sâhiptir. İklim oldukça yüksek sıcaklık ve şiddetli yağışlar şeklinde kendini gösterir. Eylülden mayıs ayına kadar yağışlar devâm eder.
Tabiî Kaynaklar
Her iki ada da, çok sık ormanlarla kaplıdır. Bu ormanlar genellikle bol yağış alan tropikal ağaçlardan meydana gelmiştir. Fakat, bugün bu ormanlar gittikçe tüketilmekte ve sâdece dağlık bölgelerde kalabilmektedir. Ülke toprakları oldukça verimli olup, tarım ürünleri elde etmeye müsâittir. En önemli yeraltı zenginliği bakırdır. Ayrıca orman ürünleri bakımından da zengindir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Ülke nüfûsu yaklaşık 126.000’dir. Bu nüfûsun büyük bir bölümü São ToméAdasında yaşar. Kilometrekareye düşen insan sayısı 100’dür. Yıllık nüfus artışı % 3,5’tir.
Ülkenin hâlihazır yerlileri, eski ataları olan Portekizliler ve Afrika zencilerinin karışımı insanlardır. Resmî dili, halkın tamâmına yakın bir bölümünün konuştuğu Portekizcedir. Halkın çoğunluğu Katoliktir. Adaya ismini veren São Tomé en gelişmiş şehirdir. Príncipe Adasındaki Santo Antonio ikinci büyük şehirdir.
Siyâsî Hayat
Bağımsız bir cumhûriyettir. Devlet başkanı aynı zamanda hükûmet başkanıdır. Bağımsızlık Hareketi Lideri Manuel Pinto de Costo, 1975 yılından beri bu görevdedir. Ülke, idârî bakımdan 2 İl’e ve 12 kontluğa (Mahallî İdârî bölgesine) ayrılmıştır. Ülkede tek siyâsî parti vardır. Yasama organı, 51 üyeli Millî Halk Meclisidir. Meclis üyeleri dört yılda bir seçilir. Üyeleri Halk Meclisine tâyin edilen yüksek mahkeme, en yüksek yargı organıdır.
Ekonomi
Ülke toprakları çok verimlidir. Ekonomi daha çok tarıma dayanır. Başlıca yetiştirilen tarım ürünleri; kakao, kokanat, kahve, hurma yağı, hindistancevizi, kınakına ve muzdur. Balıkçılık önemli bir gelir kaynağıdır.
Ülkenin para birimi Dobra’dır. İthâlâtın % 61’ini Portekiz, %15’ini Angola ile yapmaktadır. İhrâcâtının % 52’sini Hollanda’ya, % 33’ünü Portekiz’e ve % 8’ini de Almanya’ya yapar. En fazla kakao ihraç eder. Ayrıca kokanat, muz, hurma yağı, kahve ve bakır da ihraç etmektedir.
Yol şebekesi São Tomé’de iyi sayılır. Ada yaklaşık 200 km’lik karayoluna sâhiptir. En önemli limanları São Tomé ve Santo Antonio’dur.
Alm. Fuchshai, Fr. Renard de mer, İng. Fox shark. Familyası: Devköpekbalığıgiller (Lamnidae). Yaşadığı yerler: Tropik ve ılıman denizlerde. Akdeniz, Atlantik ve Pasifik okyanuslarında boldur. Özellikleri: 6 metre boyunda, 500 kg ağırlıktadır. Kuyruğu ile vurarak sersemlettiği kuş ve balıklarla beslenir. Çeşitleri: Bilinen tek türdür.
Tropik ve ılıman denizlerde yaşayan bir köpekbalığı. Kuyrukları ile berâber 6 m uzunlukta, yarım tona yakın ağırlıktadırlar. Yan ve sırtı lâcivert, karın kısmı beyaz noktalıdır. Kuyruğunun üst lopu çok uzadığından bir çiftçi sapanını andırır. Vücudunun yarısını uzun kuyruğu meydana getirir. Kuyruğuyla suları kırbaçlayarak öldürdüğü veya sersemlettiği kuş ve balıklarla beslenir. Su yüzeylerinde yaşar. Bâzan iki üç tânesi bir balık sürüsünü çevirerek berâber avlanırlar. Suları kırbaçlıyarak sürüyü bir araya toplar sonra da ağızlarını açarak içlerine dalarlar. Zekice hareketlerinden dolayı, “tilki balığı” da denir. 2-4 yavru doğurur. Yeni doğan yavrular 1-1,5 metre uzunluktadır. Ekiden karaciğerinden yağ çıkarmak için avlanırdı. Akdeniz, Atlantik ve Pasifik okyanuslarında bol rastlanır.
İzmit Körfezinin doğusunda yer alan göl. Güneyinde en yüksek yeri 1606 metreye varan, dağlık bölge ile kuzeyinde yüksekliği 300 m civarında olan plato arasında bir oluk gibi uzanan göl, tektonik menşelidir. Uzunluğu 16 km, en geniş yeri ise Sapanca ile karşı kıyı arası olup, 5,5 km’dir. Yüzölçümü 42 km2, en derin yeri ise Sapanca açıklarında 61 m’dir. Sapanca Gölünün tabanı deniz seviyesinin altında bir çukurdur.
İlk bakışta İzmit körfezinin devamı gibi görünen, Sapanca Gölü çukurunun, körfezden alçak bir eşikle ayrılması mümkündür. Bununla beraber yapılan tetkiklerde, İzmit Körfeziyle göl arasında eskiden bir bağlantının bulunduğu, denizin sığ bir şekilde göle sokulduğu anlaşılmaktadır. Gölde yapılan sondajlarda küçük kabuklu hayvanların denizde yaşıyan cinslerinin bulunması bu fikri kuvvetlendirmektedir.
Yağış alanı, 252 km2yi bulan Sapanca Gölü, genel olarak güneyindeki dağlardan gelen derelerle beslenir. Gölde yılda ortalama 75 cm kadar bir seviye değişikliği görülür. Göl seviyesi sonbaharda en alçak, ilkbaharda en yüksektir.
Alm. Stechwinde, Sarsaparille (f), Fr. Salsepareille (f), İng. Sarsaparilla. Familyası: Zambakgiller (Liliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Batı ve Güney Anadolu.
Ağustos-eylül ayları arasında, beyazımsı-sarı renkli çiçekler açan, tırmanıcı, dikenli ve iki evcikli bir bitki. Yapraklar saplı ve kışın dökülmez. Kalb şeklinde ve tam kenarlıdır. Çiçekler yaprakların koltuğunda küçük şemsiye durumunda, 5-10 çiçeklidir. Meyveleri kırmızımsı, yuvarlak, 1 cm kadar çapta ve 1-3 tohumludur. Öz dikeni adıyla bilinir.
Kullanıldığı yerler: Kökleri tanen, nişasta, şekerler ve saponin taşır. Terletici ve kan temizleyici özelliktedir. Tohumların üzerlerindeki zar, “gıcır” adıyla sakızlara katılır. Körpe sürgünler sebze olarak haşlandıktan sonra yenir. Batı Anadolu’da “sircan” adıyla tanınır.
Alm. Epilepsie, Fallsucht (f), Fr. Epilepsie (f), İng. Epilepsy. Genellikle şuur kaybı ile birlikte olan ve nöbetlerle giden bir sinir sistemi hastalığı. Bir sara nöbeti beyin foksiyonunda kısa süreli bir bozukluk olarak târiflenebilir. Bir grup beyin hücresi âni olarak elektrik deşarjı göstermekte ve nöbet ortaya çıkmaktadır. Nöbeti başlatan asıl sebebin sinir hücreleri arası akım geçişiyle vazîfeli maddelerarası (nörotransmitterler) dengesizlik olduğu sanılmaktadır.
Sara, yaygın (büyük nöbet ve küçük nöbet) veya parsiyel (kısmî nöbetler) olabilir. Yaygın nöbetlerde şuur kaybı vardır. Fokal nöbetlerde şuur, sinir sisteminin bâzı mesâfelerinde kalabilir. Anormal elektrik deşarjı beynin belli bir bölgesindedir. Ancak komşu bölgelere yayılıp, yaygın nöbete dönüşebilir.
Saranın bir kısmının sebebi bilinmez. Bunlar bilhassa çocuklukta başlar. İbn-i Sinâ, Kânun ismindeki tıp kitabında; sara hastalığını anlatırken cinden bahsetmektedir. Burada diyor ki; hastalıklara birçok maddeler sebep olduğu gibi, cinnin hâsıl ettiği hastalıklar da vardır ve meşhurdur. Bir kısmı kafa içi hastalıklardan dolayıdır (kafa yaralanmaları, beyin tümörleri ve beyin damarları hastalıkları). Diğer bir kısım vak’alar beyin dışı hastalıklara bağlıdır (kan şekeri azlığı, kanda üre artışı, kalb sektesi, bâzı ilâçlar ve alkol alımı). Sara vak’alarının % 5 kadarında da sebep titrek ışıktır. Televizyon seyretmek, bunların çoğuna nöbeti getirir.
Büyük nöbet (Grand mal): Tonik-klonik nöbet de denen bu nöbet halk arasında sara denince akla gelen nöbettir. Herhangi bir yaşta başlayabilir. Büyük nöbet birçok safhadan meydana gelir. Aura denen ilk safhada hasta kaşıntı, koku, tat, mîde ağrısı gibi bir his duyar. Her zaman olmayabilir. Bundan sonra tonik safha başlar, hasta şuurunu kaybeder ve ayakta ise düşer. Hastanın bütün kasları aynı anda kasılır. Bu sebeple önce bir çığlık duyulur. Hasta nefes alıp, veremez ve morarır. Ayrıca idrar ve dışkısını kaçırabilir, dilini ısırabilir. 30 sâniye sonra derin bir nefes alır ve klonik safha başlar. Bu safhada kaslar bir kasılıp bir gevşediğinden vücutta silkinti hareketleri ortaya çıkar. Çene ve dil hareketleri sonucu tükrük köpük hâline gelir. Bu safha da 30 sâniye sürer ve sonra gevşeme safhası başlar, hasta derin uykuya dalar. Görünüş komaya benzer, ama hasta her an uyandırılabilir.
Küçük nöbet (Petit mal): Daha çok çocukluk çağında başlar. Ancak erişkinlikte de sürebilir, büyük nöbetlere yerini bırakabilir. Nöbete kısa süreli şuur kaybı eşlik eder. Bunların bir kısmında hasta tutulduğunda dik dik anlamsızca karşıya bakar. 10-15 sâniye sürer ve gözden kaçabilir. 6-12 yaşında başlar. Bir kısmı daha nâdirdir ve kollarda, âniden hareketle belirli kısa süreli şuur kaybıyla gider. Daha çok delikanlılık döneminde görülür. En az görülen tipinde hasta âniden şuursuz olarak yere düşer; fakat, hemen şuur yerine gelir geri kalkar. Bu da 2-6 yaşlarında başlar. Bâzan yemek yerken elinden kaşık düşecek veya yazı yazarken kalem kayacak kadar kısa sürebilir.
Kısmî (Parsiyel) nöbetler: Genellikle hâdise yeri, beynin temporal lobudur. Koku, tat, işitme, görme hallusinasyonları, hâfıza bozukluğu gibi belirtiler olur. Genellikle rûhi değişiklikler eşlik eder. Nöbet sırasında şuur genellikle bozulur ama kaybolmaz. İrâde dışı ağız hareketleri, yalanlama, yutkunma sık görülür. Psikiyatrik hastalıkları taklit eder görünümde olabilir.
Kısmî nöbetlerin bir kısmı da adım adım ilerler tarzdadır (Jacksonian Epilepsy). Bunda deşarj bir yerde başlamakta ve komşu yerlere yayılmaktadır. Meselâ bu nöbet bir el parmağından başlar ve omuzda sona erer; hasta son vaziyette asker selâmı verir gibidir. Bu nöbetlerde şuur kaybı olabilir de olmayabilir de. Bu hastaların bir kısmında nöbetin olduğu kısım felçli kalır (Tedd felci).
Teşhis: Kesin teşhis, nöbetin görülmesiyle konur. Ancak bu pek mümkün olmaz. Nöbetin târifi yardımcı olabilir. Beyin elektrosu (elektro ensefalografi) teşhis koydurursa da bâzan nöbetler arasında normal olabilir.
Teşhisten sonra sebebin ne olduğu önemlidir. Genç erişkinlerde âniden başlayanları genellikle beyin tümörüne bağlıdır. Yaşlılarda ise beyin damarları hastalığıyla alâkalıdır. Ayırım için kafa filmleri ve bilgisayarlı tomografi gibi tetkikler yapılır.
Tedâvi: Sosyal, psikolojik tedâvi ve ilâçlarla yapılır. Çocuksa okula devam etmelidir. Erişkinler ağır işlerde çalışmaktan kaçınmalıdır. Adlî açıdan hastalar araç kullanamaz. Nöbeti teşvik eden faktörlere (meselâ bir kısmında televizyon seyretmek, bir kısmında rûhî sıkıntılar tetik çektirtebilir) dikkat etmelidir. Nöbet sırasında hasta yaralanmaktan korunmalı ve genel olarak ateşli, keskin, sivri ve sert cisimlerden uzak tutulmalıdır.
Başlıca sara ilâçları; fenitoin, fenobarbital, karbamazepin, süksinitin ve diazepam gibi ilâçlardır. Hiltit veya şeytan tersi adındaki zamkı, sara hastası koklarsa iyi olur. Asa foetide denilen bir zamk, esmer, pis kokulu, reçine olup, antispasmodique olarak (yâni iç organ spazmlarını çözücü olarak) Avrupa’da (toz, hap ve şırınga şeklinde) adale ve sinir gerginliğini gidermek için kullanılmaktadır.
Status epileptikus (Bitmeyen nöbet): Hiçbir iyileşme zamanı olmayan devamlı bir nöbettir. Çabuk kontrol edilmezse hasta ölebilir. Tedâvi âcil olup, öncelikle solunum yolları açık tutulur. En iyi ilâç diazepam olup, doktor tavsiyesine göre kullanılmalıdır.
Alm. Sattlerhandwerk (n), Fr. Sellerie (f), İng. Saddlery, trade of a saddler. Araba koşumları, binek veya çeki at takımları, eyer, semer gibi bütün takımların deri ve meşinden olan kısımlarını yapma ve tâmir etme işi, sanatı. Meşin ve deriden çeşitli eşyâlar yapanlara saraç bu sanata ve işe saraçlık; bu şekildeki sanat sâhiplerinin (erbâbının) toplu hâlde bulundukları yerlere saraçhâne ismi verilmektedir.
Saraçlığın târihi, M.Ö. yüzlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Çok eski çağlarda, Lidyalılar tarafından ortaya çıkarılan saraçlık, Orta Asya Türklerinde zirveye ulaşmıştır. Türkler hayatlarını at üstünde geçirdikleri için, saraçlık sanatına çok önem vermişlerdir. Türklerin işlemeli olarak yaptıkları at takımları, ayaklarına giydikleri yanları postlu ve süslü yumuşak çizmeleri târihlere geçmiştir. Türkler derinin işlemesini çok iyi bilirlerdi. Gittikleri ve kendi idârelerine geçirdikleri memleketlere de saraçlık sanatını götürürler ve oralarda yayarlardı. Bugünün Avrupası bu sâyede Türklerden saraçlık sanatını almış ve öğrenmiştir.
Balkan ülkelerinin bâzılarında hâlâ eski Osmanlı-Türk saraçhâneleri kalıntılarına rastlanması bunlara delildir.
Saraçlık sanatı, ortaçağda teşkilâtlanan diğer sanat dalları gibi bunlar da kendilerine âit bir yerde toplanmaya başladılar. Devrin bey ve sultanlarından çalışma ruhsatları aldılar.
Daha sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra, saraçlara özel çalışma ruhsatı verdi. Bugün İstanbul-Fâtih semtinde, Saraçhâne ismiyle anılan yere dükkânlar yaptırdı ve bütün saraçları buraya topladı. Bu Saraçhâne Çarşısı Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde de geçmektedir. Aynı çarşı 1908’de meydana gelen büyük Fâtih yangınında, tamâmen yandı ve bir semt ismi olarak kaldı.
Saraçlık sanatı çok dikkat istiyen bir meslektir. Koşum takımlarını hayvanın boynunu rahatsız etmeyecek şekilde yapmak çok önemlidir. Bu takımlar hayvanın tabiî hareketini hiç engellememelidir. Sıkma, ezme, çarpma gibi durumların olmamasına çok dikkat edilir. Eyer ve dizgin yapılırken de aynı konular göz önünde bulundurulur.
Saraçlıkta kullanılan derinin önemi çok büyüktür. Her deriyi kullanmak uygun değildir. Deriler kromlu ve iyi dabağlanmış olmalı ve yumuşak olmasına dikkat edilmelidir.
Saraçlıkta; kösele, deri, ağaç, demir, saç, bez , kaya, kıl ve kıtık vb. gibi çeşitli maddeler kullanılmaktadır. Günümüzde saraçlar ayrıca, av malzemeleri, spor malzemesi, oto döşemesi vs. gibi işleri de yaparak sanat alanlarını genişletmişlerdir.
Alm. Pâlaste, Schlöşser (f.pl.), Fr. Serails, Palais (pl.), İng. Palaces. Pâdişâh, kral, bey, gibi devlet adamları ve zenginlerin oturduğu büyük binâlar. Kasır, köşk, konak için de kullanılır. Amme hizmetlerinin görüldüğü büyük binâlara da saray denir. Çok çeşitli bölümleri, hizmetçileri vardır. Haremlik, selâmlık ve mabeyn bütün sarayların esas bölümleridir. Osmanlı saraylarında muazzam bir teşkilât ve teşrifât (protokol) vardı. Osmanlı sarayı; Birûn, Enderun veHarem olmak üzere üç bölümden meydana geliyordu. Her bölümde bir veya daha fazla binâ olabilirdi.
Bîrûn: Sarayın dışı olup, avlu veya surun içindedir. Birûnun teşkilâtı çok çeşitli olup, her bölümün memurları da ayrı ayrı gruplara girerdi. Başlıcaları, İlmiye, Birûn Ağaları ve Hâcegân (mülkiye) olmak üzere üç gruptur.
İlmiyeye Pâdişâh Hocaları, Hekimbaşı, Cerrahbaşı, Kehhalbaşı (göz doktoru), Müneccimbaşı, Hünkâr İmamları dâhildi. Burada, Bîrûn Ağaları, Yeniçeri Ağası, Mîr-i alem, Kapucubaşılar, Mîr-i âhûr, Çavuşbaşı, Çakırcıbaşı, Çaşnigirbaşı, Kapıkulu Süvârileri,Bölük Ağaları, Özengi ve Rikap Ağaları vazîfeliydi.Her bölümün ayrı ayrı vazîfeleri olup, yine kendi aralarında bölümlere ayrılarak teşkilâtlanmışlardı.
Hâcegân, mülkiye kısmı olup, Şehremini, Matbah-ı Âmire, Darphane Emini, Arpa Emini vazîfe yapardı. Sarayın hizmetinde ayrıca Mîr-i alem, Kapıcılar Kethüdâsı, Çavuşbaşı, Çaşnigirbaşı, Müteferrika ve Bostancılar vazîfe yapıp, bunlar dahi kendi aralarında bölümlere ayrılırdı.
Enderun: Sarayın içi demek olup, pâdişâhın oturduğu bölümdü. Burada zekâ ve kabiliyetçe seçilmiş memurlar vazife görürdü. Osmanlı Sarayında, Enderun özel üniversite mâhiyetindeydi. Enderun’a özel testlerle seçilmiş ülkenin en zeki ve kâbiliyetli gençleri “içoğlanları” adıyla alınırdı. İçoğlanları seçimden sonra saray hizmetine alınıp, devletin çeşitli makamlarında vazîfe verilmek üzere, aday olarak yetiştirilirdi. İçoğlanları devşirme veya pençik esâsına göre toplanıp, her bölümde özel eğitim görmek sûretiyle şu sırayı tâkip ederlerdi: 1) Büyük ve küçük ortalar, 2) Doğancı Koğuşu, 3) Seferli odası, 4) Kiler odası, 5) Hazine odası, 6) Has Oda. Bundan sonra Enderun kısmında büyük rütbelere terfi ederlerdi. Bunlar: 1) Silâhtar Ağa, 2) Çuhadar, 3) Rikapdar Ağa, 4) KapıAğası, 5) Ak Ağalar. Buradan da terfi edip veya mükâfatlandırılarak Enderun dışındaki bir vazîfeye tâyin edilirlerdi.
Harem: Âile mensuplarına, pâdişâhın eşine, çocuklarına ve onların hizmetçilerine âit bölümdür. Osmanlı Sarayının harem kısmına şehzâdeler, hadımağalar hâriç hiçbir erkek bulunamaz ve giremezdi. Harem-i hümâyunu, resmiyetteki adı Darü’s-Saâdeti’ş-Şerîfe Ağası olan Kızlarağası ve Başhazinedar usta idâre ederdi.
Kızlarağası güzel ahlâklı, dindâr kimselerden seçilirdi. Fakat, Harem-i hümâyunun başı Vâlide Sultan, yoksa Başkadın Efendiydi. Haremde rütbesi vezire eşit Kadın Başhazinedar ve diğer hazinedarlar vazîfe yapardı.
Hazinedarlar, saray an’anesini çok iyi bilip, tatbik ederlerdi.Harem’de Osmanlı an’anesini aksaksız tatbik ettirirlerdi. Pâdişâh adına konuştukları kabul edildiğinden, her söz ve ikâzına itirazsız uyulurdu. Haremde Câmeşûrîler, yâni Çamaşırcılar, İbrikdarlar, Çeşniyarlar, Kahveciler, Kutucular, Kilârcılar, Şerbetçiler ve bunların yardımcıları vazife yapardı. Harem’de muazzam bir teşrifât (protokol) ve nâdide mefruşât (mobilya) vardı.
Osmanlılarda saray, çoğu birer sanat âbidesi olan birçok binâlardan meydana gelen kompleks eserlerdir. Osmanlı Sultanları Topkapı Sarayı, EdirneSarayı, Dolmabahçe, Çırağan Sarayı, Yıldız Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Aynalıkavak Sarayı, Beykoz-Kasrı,Küçüksu Kasrında oturduklarından bu saraylar muhteşem sanat eserlerinin kompleksidir. Bunlardan başka meşhur Osmanlı Sarayları şunlardır:
Bursa Sarayı, Manisa Sarayı, Davutpaşa Sarayı, İskender Çelebi Bağçe-i Hümâyûnu, Fındıklı’da Ümn-âbâd, Defterburnu’nda Neşât-âbâd, Çırağan’da Gülşen-âbâd, Kanlıca’da Mihr-âbâd, Çengelköyü ile Beylerbeyi arasında Ferahâbâd, Istovoz’da Şevk-âbâd, Semsipaşa sâhilinde Şeref-âbâd, Kâğıthâne’de Sâdâbâd, İmrahor Kasrı, Şehenşâh Kasrı, Üsküdar Sarayı, Tarabya’da Kalender Kasrı, Boğaziçi’nde İncirliköy Kasrı, Beykoz’daTokat Kasrı, Bâyezîd’de Saray-ı Atik-i Âmire, yâni EskiSaray, Çengelköy Kasrı, Zincirliköy Kasrı, Maslak Kasrı, Beykoz Kasrı, Feriye Sarayı, Fındıklı Sarayı, Ortaköy’de Mediha Sultan Sarayı, Beşiktaş’ta Ihlamur Kasrı, Sirkeci’de Yenicâmi Kasrı, Anadoluhisarı’nda Göksu Kasrı.
Türk ve İslâm âleminde meşhur saraylar:
Suriye’de Emevîlerden kalan Maşatta Sarayı, Endülüs/İspanya Kurtuba’da Medinetü’z-Zehrâ, Gırnata’da Elhamra, Abbâsîler’in Okhaider Sarayı, Samerra’da Cevsakul Hâkânî, Balkuva Sarayı, Selçukluların Merv, Rey, İsfahan, Hemedan, Bağdat, Nişapur, Konya, Kayseri, Sivas, Antalya, Kubâd-âbâd ve Alâiye’de yaptırdıkları muhteşem saraylarıdır.
Avrupa’da en meşhur saray, Fransa’da Versailles (Versay) Sarayıdır.
Alm. Sardine (f), Fr. Sardine (f), İng. Sardine. Familyası: Hamsigiller (Clupeidae). Yaşadığı yerler: Atlas Okyanusu ve Akdeniz’de. Özellikleri: Yandan basık vücutlu, 20-25 cm boyunda, yeşil veya mavi sırtlı bir balık. Yanları ve karın altı gümüşî parlaklıktadır. Konservecilikte önemli yer tutar. Ömrü: Büyük balıklara yem olduğundan kısa ömürlüdür. Çeşitleri: Yaşadığı bölgelere göre değişir.
Atlas Okyanusu, Akdeniz ve Marmara’da yaşayan, hamsigillerden bir balık. En çok 25 cm boyundadır. Yandan basık vücudu füzeye benzer. Sırt derisi yeşil ve mavimtrak olup, siyah beneklidir. Vücudunun yanları ve karın kısmı gümüşî beyaz parlaklıktadır. Sürüler hâlinde açık denizlerde yaşar. Kışın derinlere iner. Atlas Okyanusu, Kuzey Denizi, Manş, Baltık Denizi ve Akdeniz’de bol rastlanır. Akdeniz’de yumurtlayıp, mayıs başından îtibâren ÇanakkaleBoğazından Marmara’ya da geçer. Dişsiz olduğunda planktonlarla beslenir. Pulları çabuk dökülür. Ağlarla yakalanarak tâze veya konserve olarak tüketilir. Yurdumuzda da konservecilikte önemli bir gelir kaynağıdır.
Alm. Gürtel-Pelargonie (f), Fr. Géranium (m), İng. Geranium. Familyası: Turnagagasıgiller (Geraniaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kültür bitkisi olarak yetiştirilir.
Bahçe ve saksılarda yetiştirilen bir süs bitkisi. Vatanı Güney Afrika’dır. Kırmızımsı-pembe renkli küresel ve güzel kokulu çiçekler açar. Yaprakları uçucu yağ taşıyan salgı tüylerine sâhip olduğundan hoş kokar.
Kullanıldığı yerler: Yetiştirilen çeşitleri daha çok süs bitkisi olarak kullanılmaktadır.
Alm. Adlerfisch (m), Schattenfisch (m), Fr. Maigre (m), İng. Meagre. Familyası: Gölgebalığıgiller (Sciaenidae). Yaşadığı yerler: Atlantik Okyanusu, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz’de. Özellikleri: 2 metre uzunlukta. 70 kg ağırlıkta, gri renkli bir balık. Ağız içi sarıdır. Çeşitleri: Bilinen tek türdür.
Kemiklibalıklar (Teleostei) takımdan, denizlerde yaşayan iri bir balık. Boyu 2 metre, ağırlığı 70 kg’a ulaşır. Vücûdu iri pullarla örtülüdür. Sırtı gri, karnı gümüşîdir. Kumluk kısımları sever. Mart sonunda yumurtlar. Ağız içi sarıdır. Sardalya ve uskumru balıklarını avlayarak beslenir. Bâzan tatlı su ağızlarına da sokulur. Eti lezzetlidir. Balıkçılar tarafından aranır. Güçlü bir balıktır. Bir kuyruk darbesiyle insanı devirebilir. Avlananlar kayığa alınmadan öldürülür. Başı lezzetli ve makbuldür.
Alm. Pirol (m), Fr. Loriot d’Europe, merle doré (m), İng. Golden oriole. Familyası: Sarıasmagiller (Oriolidae). Yaşadığı yerler: Yüksek ağaç tepelerinde yuva kurar. Orman ve parklarda yaşar. Çeşitleri: 20’den fazla türü vardır. Amerikan asmaları ayrı bir familyadır.
Ötücükuşlar takımının, sarıasmagiller familyasından, Palearktik bölgenin yüksek ağaç tepelerinde yaşayan parlak renkli bir kuş. Erkeği parlak sarı tüylüdür. Kanat ve kuyruğu siyahtır. Dişisi daha soluktur. Sırtı zeytin yeşili, karın bölgesi gri tüylüdür. Sığırcık iriliğinde göçmen kuşlardır. Gagaları kırmızı, ayakları gridir. İlkbaharda memleketimize gelip, Sonbaharda Afrika’ya döner. Ormanlarda, bahçe ve parklarda yapraklarını döken yaşlı ağaç tepelerinde yaygın olarak bulunur. Bitki liflerinden sanatkârâne ördüğü yuvasını ağaçların çatallı dallarının arasına kurar. 3-4 yumurta yumurtlar. Kuluçka süresi 14-15 gün kadardır. Bu devrede erkek dişisini yuvada besler. Yavruları berâber büyütürler. Tırtıl ve meyve ile beslenir. Kiraza çok düşkündür. “Kiraz kuşu” olarak da bilinir.
(Bkz. Binbirdelik Otu)
Birinci Dünyâ Harbinde felâketle neticelenen askerî harekât. Osmanlı Devleti harbe; 1878’den beri Rus işgâlinde bulunan Kars, Sarıkamış, Ardahan gibi doğu illerimizi geri almak, Doğu Avrupa’da Ruslarla harp hâlinde olan Almanlara yardım etmek, kazanılacak bir zaferle Kafkaslar’ın ve Orta-Asya’daki Türk illerinin kapısını açmak maksatlarıyla başta Enver Paşa olmak üzere iktidarda bulunan İttihatçılar tarafından sokuldu.
Türk bayrağı çekilip, Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman zırhlısı, Karadeniz’deki Rus limanlarını bombardıman etti. Rusya da buna karşılık olarak 30 Ekim 1914 târihinde Türkiye’ye taarruz etti. Rus-Kafkas ordusu, Karadeniz’den Ağrı Dağındaki hudut üzerinden yedi kol hâlindeki saldırısıyla Pasinler’e kadar ilerledi. Rus ordusunun taarruzu Köprüköy’de durduruldu.Üçüncü ordu, 3-9 Kasım 1914 günlerinde meydana gelen Köprüköy Meydan Muhârebesinde Rus ordusunu yendi. Üçüncü Ordu Komutanı, mevsim şartlarını dikkate alıp, ayrıca askerin kaput başta olmak üzere, giyim ve iâşesinin yetersizliğini, top ve süvâri atlarının azlığını hesaba katarak, sıcağı sıcağına düşmanı tâkip etmedi. Köprüköy Meydan Muhârebesinin raporlarını alan, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilen Harbiye Nâzırı (Millî Savunma Bakanı) Enver Paşa, Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi. Enver Paşa, Erzurum ve Köprüköy’de birer taburu teftiş etmişti; ancak ordu birliklerinin tamâmı hakkında yeterli bilgiye sâhip değildi. Üstelik, ordu kumandanı Hasan İzzet Paşanın, bu mevsimde harekât yapılamayacağı, taarruzun bahara bırakılması tavsiyesine karşılık onu vazifesinden azletti ve taarruza karar verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı vazifesini de üzerine alan Enver Paşa, 18 Aralık 1914 târihinde kıt’alara taarruz emrini verdi.
Taarruza iştirâk eden birliklerin büyük bir kısmı, özellikle Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilenler, sıcak iklime alışık olup, techizâtları yönünden kış şartlarına hazırlıksızdı. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular) 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhâta) Harekâtına başladı. Ayrıca gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri deArdahan’a hareket etti. Üçüncü Ordudan bâzı kıt’alar 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zâyiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmî Türk çeteleri de 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine; 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye günde birkaç defâ yalvarırcasına başvurarak:
“Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini göderiyordu.
Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 150.000 kişilik ordunun 90.000’i (veya 60.000’i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahv oldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felâket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul’a döndü. Bu harekâtta Ruslar 32.000 kayıp verdiler.
Sarıkamış Harekâtı; kuşatma harekâtıyla düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan başarılı bir plândı. Ancak, stratejinin faktörlerinden zaman iyi değerlendirilmediği, kuvvetler de böyle bir harekâtı yapacak şekilde techizâtlandırılmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı.
Ordunun kış şartlarına hazır olmaması ve olumsuz iklim şartları sebebiyle ikmâl ve iâşe hizmetlerinin yapılmayışı kıt’alarda açlığa, hayvanların telef olmasına, dolayısıyla birliklerin dağılmasına sebep oldu. Enver Paşanın şuursuzca verdiği gece taarruzu emirleri, kayıpları daha da arttırdı.
Sarıkamış Harekatı sonunda, Doğu Anadolu kapıları Sovyetlere açıldı. 13 Mayıs 1915’te Ermenilerin işbirliği yaptığı Rus kuvvetleri önce Van’a, bilâhare Muş ve Bitlis’e girdi. Ermenilerin harp esnâsında Ruslara yaptıkları büyük hizmetin karşılığı olarak, bu illerin vâlilikleri Ermenilere verildi. Harpten sonra Ermeni-Rus işbirliği sonunda bölge halkına karşı müthiş bir katliama girişildi. Van Gölünün ortalarına kayıklarla taşınıp öldürülen, suya dökülen çocuk, kadın, genç ve ihtiyar Türklerin sayısı kesin olarak tespit edilmemesine rağmen çok fazladır. Esâsen bu harp sırasında Ermeni Komitacıları hemen her tarafta isyâna hazırlanarak birçok yerde depolar dolusu silâh ve cephâne biriktirdiler. Bu silâh, techizât ve destekle katliam yapıp, Doğu Anadolu’yu harâbeye çevirdiler.