SAN MARİNO

DEVLETİN ADI

San Marino Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ

San Marino

NÜFÛSU

22.900

YÜZÖLÇÜMÜ

61 km2

RESMÎ DİLİ

İtalyanca

DÎNİ

Katolik

PARA BİRİMİ

İtalyan lireti

Avrupa’nın en eski devleti diye bilinen, İtalya sınırları içerisinde bulunan Orta Apeninlerde, Rimini bölgesinin güneybatısında ve 43°54’-44° kuzey enlemleriyle 12°24’-12°31’ doğu boylamları arasında yer alan bir bağımsız cumhûriyet. Dünyânın en küçük cumhûriyeti olan San Marino, Vatikan ve Monako’dan sonra Avrupa’nın en küçük bağımsız devletidir.

Târihi

Avrupa’nın en eski devleti olarak iddia edilir. Ülke 4. yüzyılda kurulmuştur. 1000 yıllarında demokratik bir Cumhûriyet olmuştur. Yüzyıllar boyunca istilâlara uğramış ve çeşitli âileler veya devletlerin koruması altında süregelmiştir. 1862’de İtalya ile birleşerek İtalya Krallığının koruması altına girdi. Birinci Dünyâ Harbinde resmî olarak tarafsız kaldı. 1947-1983 yılları arasında komünistlerin öncü olduğu bir koalisyonla yönetildi. 1983 seçimlerinden sonra Hıristiyan Demokratların çoğunlukta olduğu koalisyonlar tarafından idâre edilmektedir (1994). Ülke 15. asırdan beri cumhûriyet yönetimiyle idâre edilmektedir.

Fizikî Yapı

İtalya toprakları içerisindedir. Adriyatik kıyısına yakın ve merkezî Apeninlerde yer alır. Rimini bölgesinin güneybatısındadır. Ülke, adını eski bir Hıristiyan papazı olan İtalyalı Marinus’tan alır.

Yüzölçümü 61 km2 kadardır. Ülke, Titano Dağının yamaçlarında kurulmuştur. Yüksekliği 738 m olan dağın üç büyük ana zirvesinde üç şato inşâ edilmiştir. Bunlar, ülkedeki hânedanlığın arması olmuştur.

İklim ve Tabiî Kaynakları

San Marino, etrâfını çeviren Kuzey İtalya topraklarıyla aynı iklim özelliklerine sâhiptir. Genel olarak iç bölgelerde kara iklimi hüküm sürer. Adriyatik kıyılarında Akdeniz iklimi mevcuttur. Ülke yeşil bir bitki örtüsüne sâhiptir.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Ülke nüfûsu yaklaşık 22.900’dür. Yüzölçümünün küçüklüğü, nüfus yoğunluğunun fazla olmasına sebeptir. Nüfus yoğunluğu 375’tir. Ülke nüfûsunu meydana getiren esas unsur San Marinelilerdir. Halkın çoğu çiftçidir. İtalyanca yaygın olarak konuşulur ve ülkenin resmî dilidir. Nüfûsun çoğu katoliktir. Eğitim düzeyi yüksektir. Ülke nüfûsunun % 93’ü şehirlerde ve % 7’si köylerde ve kır hayâtında yaşar.

Siyâsî Hayat

San Marino, bağımsız bir Cumhûriyettir. 1862’den bu yana İtalya ile dostluk anlaşması içerisindedir. İdarî olarak 11 bölge ve 9 sektöre ayrılmıştır. Yasama gücü Büyük ve Genel Konseye âittir. Devlet Başkanı, aynı zamanda hükümet başkanıdır. Hükümet başkanlığı her 14 ayda bir, iki bölge temsilcisinin konseyden seçilmesiyle sürdürülür.

Ekonomi

Ülke topraklarının % 54’ü ekime müsâittir. Halkın çoğu çiftçidir. Genellikle tahıl ürünleri, üzüm ve meyve yetiştirilir. Hayvancılık önemlidir.  Tütün üretimi oldukça yüksektir.

Ülkedeki başlıca endüstriler; posta pulları, turizm, yün eşyâ ve malzemeler, çimento, seramik eşyâlar, inşaat taşları ve tekstil endüstrileridir.

İtalya ile gümrük birliğine sâhiptir. Turizmden ve çok çeşitli türdeki posta pulları îmâlinden, ülke gelirlerinin büyük bir kısmı elde edilir. İtalya hükümetinden, İtalya Devletine tütün ve diğer ürünler üzerinde verdiği tekelcilik hakkı karşılığında yıllık ödemeler alır.

Turizm gelirleri yaklaşık 3,5 milyon dolar civârında olur. Ticâretinin hemen hemen hepsini İtalya ile yapar. Seramik eşyâlar, tekstil ürünleri ve inşaat taşları satar. Ulaşım sistemi yeterlidir.

SAN REMO KONFERANSI

Birinci Dünyâ Savaşından sonra, 19-26 Nisan 1920’de, Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Türkiye ile yapılacak olan Sevr Antlaşmasının şartlarını hazırlamak için, İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan milletlerarası konferans.

İngiltere başbakanı, Fransa başbakanı, İtalya başbakanı ile Japonya, Yunanistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı konferansta Birinci Dünyâ Savaşından mağlup olarak çıkan Osmanlı Devleti topraklarının ve Ortadoğu petrollerinin paylaşılması görüşüldü ve Sevr (Sévrés) Antlaşmasının son biçimi tespit edildi.

San-Remo Konferansında, Osmanlı Devletinin Asya ve Kuzey Afrika’da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi, bağımsız bir Ermenistan’la Özerk bir Kürdistan’ın kurulması kararlaştırıldı. Ayrıca Osmanlı Devletinin eski Suriye topraklarında iki “A tipi manda” teşkil edilerek Suriye ve Lübnan’ın Fransa, Filistin’in ise İngiltere’nin idâresine bırakılması Irak topraklarının da İngiltere’nin mandasına girmesi kararlaştırıldı. Teşkil edilen A tipi manda idâresi, söz konusu ülkelerin bağımsız sayılmasını, kendini idâre edebilecek siyâsî olgunluğa erişinceye kadar manda otoritesi altında kalmasını öngörüyordu.

Konferansta ayrıca İngiltere ile Fransa arasında bir petrol anlaşması imzâlandı. Bu anlaşmayla Musul’un İngiltere’nin Irak manda bölgesine dâhil edilmesi, Fransa’ya Irak petrollerinden % 25 hisse verilmesi ve petrol taşıma kolaylıkları tanınması sağlandı.

Almanya ile Fransa arasındaki meselelerin de ele alındığı konferansta Almanya ordusunun büyütülmemesi gerektiği kararlaştırıldı.

San-Remo Konferansından sonra 10 Ağustos 1920’de Osmanlı hükümetine zorla imzâlatılan Sevr (Sévrés) Antlaşması pâdişâh, Sultan Beşinci Mehmed Vahideddîn tarafından tasdik edilmediği gibi, Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilmedi. Batılı devletler arasında da Yunanistan’dan başka onaylayan çıkmadı. Böylece antlaşma hukûkî geçerlilik kazanmadı ve yürürlüğe girmedi.

San-Remo Konferansı, bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iç ve dış meselelere kaynaklık etmesi bakımından önem arz etmektedir. Bu konferansta kararlaştırılan, daha sonraki antlaşmalarla kurulması sağlanan bağımsız Ermenistan Devleti Türkiye için dış tehdit unsuru teşkil etmektedir.

Ayrıca Türkiye Cumhûriyeti Devletinin bölünmesine yönelik terör hareketlerinin fikrî tohumları San-Remo Konferansında atılmış, art niyetli Avrupa devletlerinin destek, tahrik ve teşvikleriyle bugün fert, âile, toplum ve devlet hayâtını etkileyici hâle gelmiştir.

Harp Akademileri Komutanlığı yayınlarından Târihî ve Coğrafî Açıdan Kafkasya’nın Etnik Yapısı adlı Mart 1993 târihli ve 13 nolu Bilgi Notunda San Remo Konferansıyla ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Âzerbaycan bugün çok ciddî meselelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu meselelerin başında da Karabağ gelmektedir. Sâhip olduğu konum îtibâriyle, sâdece bölgedeki ülkelerin değil, bölge dışı ülkelerin de ihtiraslarının çarpıştığı, Âzerbaycan’ın sürdürdüğü mücâdele sâdece Ermenilere ve Ermenistan’a karşı verilmemektedir. Onların arkasındaki Rusya Federasyonu, İran ve batılı ülkelere karşı verilmektedir. Söz konusu uluslararası bu politikayı, San Remo Konferansında Lord Curzon’un şu sözleri aydınlatmaktadır: “Yeni bir Panislamizm ve Panturanizm akımı ortaya çıkabilir. Bu ihtimâli düşünen Londra Konferansı, dünyâ barışının devamı bakımından Anadolu Türkleri ile daha doğudakiler arasında Hıristiyan bir toplumdan oluşan bir set çekmenin şâyân-ı arzu olduğunu düşünmüştür. Bu da yeni Ermeni Devleti olacaktır.” Dolayısıyla bu politikada Türk dünyâsına karşı mücâdele eden her devlet yer almaktan bugüne kadar kaçınmamıştır.”

SANAL

Alm. İmaginâre Zahl (f), Fr. Nombre imaginaire (m), İng. İmaginary numbers. Gerçek olmayan (irreel), zihinde tasarlanan, hayâlî sayılar. Sanmak’tan sanal, daha çok matematikte kullanılan yeni bir terimdir. Bu sayıların birimi (i) harfiyle gösterilir. Karesi -1 olan sayıdır. Ancak hayâlimizde canlandırdığımız i= ÷-1 sayısı batı dillerindeki imaginen= Hayal etmek, sanmak kelimesinin baş harfinden alınmıştır.

Matematikte bir denklemin gerçek köklerinin olmadığı zaman ortaya çıkar. Cebirin temel teoremine göre bir denklemin derece sayısı kadar kökü olması gerekir. İkinci derece bir denklem olan x2+1= 0 denkleminin kökleri gerçek sayı olamaz. Çünkü x2= -1 olması gerekir. Karesi -1 olan gerçek sayı olamaz. Karesi -1 olan sayı i ile gösterilmiştir. Böylece x2+1= 0 denkleminin sanal iki kökü (i) ve (-1) olur. Cebirin temel teoremi de sağlanmış olur.

Gerçek ve sanal sayıların toplamından ibâret olan a+bi şeklindeki sayılara da kompleks sayı veya karmaşık sayı adı verilmiştir. Kompleks sayılar matematiğin geniş bir konusunu teşkil eder.

Gerçek sayılar, sayı ekseni denilen yönlü bir doğru üzerindeki noktalarla eşlenmiştir. Yâni, her gerçek sayıya sayı ekseni üzerinde bir nokta karşılık gelir. Sanal sayılara da reel (gerçek) eksene orijinde dik olan eksen üzerindeki noktalar karşılık gelir. Kompleks sayılar ise düzlemin noktaları ile birebir eşlenmiştir. Kompleks sayılar a+bi şeklinde gösterilirler.

a+bi sayısı genellikle z harfi ile gösterilir. z sayısının mutlak değeri veya modülü z= ÷a2+b2 ile gösterilir. r= |z|’dir. z sayısının bir de q argumanı vardır. q açısı tgq= b/a’dan hesaplanır. Burada a= rCosq, b=rSinq olduğundan, z=a+bi kompleks sayısının trigonometrik gösterilişi z= r (Cosq+iSinq) şeklindedir.

SANAT

Alm. Kunst (f), Handwerk (n), Fr. Art (m) (manuel), İng. Art; Craft. Hayâlde ve gerçekte bulunan bir güzelliğin, bir duygunun hünerli bir şekilde anlatımı. Sanat, basit bir ifâdeyle, kâbiliyettir. Bütün kâinatı yoktan var eden Allahü teâlâ gerçek sanat sâhibidir. Yarattıkları bâzı canlı ve cansızlara da kâbiliyet vermiştir. Bir nehir, kayaları girintili çıkıntılı oyabilmekte, geniş uzun mağaralar açabilmektedir. Yeraltı suları mağaralarda damlama ile sarkıt ve dikitler meydana getirebilmektedir. Birçok hayvanın yuvası, ini akıl almaz mîmârî özellikler taşır (Bkz. Kunduz, Karınca). Cansızlara ve hayvanlara sanat kâbiliyeti belli bir program şeklinde verilmiştir, düşünme, hayâl kurma, buluculuk yoktur. İnsanlara verilen kâbiliyet ise, düşünebilme ve bulma ile ziynetlenmiştir. İnsanlardaki kâbiliyete; duyma, işitme, görme gibi hisler âlet olarak yardım eder.

Sanat eserinin ortaya çıkmasında, hayâl gücü kâbiliyeti kadar tabiatta var olan sanatları da tespit etmek gerekir. Bu tespitler de yine his organları ile olup, insanlara mahsus, bilerek yapılan hareketlerdir.

İnsanların kâbiliyetleriyle ortaya çıkardıkları sanatlar: a) Görüntü, b) Plastik, c) Süsleme, d) Edebî, e) Tiyatro, f) Müzik sanatları olarak çeşitli dallara ayrılır. Görüntü sanatları fotoğrafçılık, sinema, televizyon ve video konularını; plastik sanatlar resim, heykel, gravür konularını; süsleme sanatları oymacılık, kakma, hat, çinicilik, mozaik konularını; edebî sanatlar hitâbet, şiir, hikâye, roman konularını; tiyatro sanatı edebî ve yaşanan olayların sahnelenmesini; müzik sanatı ise duyguların seslerle ifâdesini içine alır.

Sanatlar, târih ve dinlere göre de sınıflara ayrılmıştır. Mısır, Yunan, Roma, Bizans, Rönesans, Barok devri ve Romantik, Modern devir sanatları târihî dönem îtibâriyle yapılan bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma içerisinde de sanatlar kubizm, impresyonizm, sürrealizm gibi değişimler geçirmiştir. Sanatların dînî etkilerle sınıflanmasına Japon ve Çin süsleme sanatları, Hind, Endonezya ve İslâm sanatları örnek verilebilir. Bu konularla, sanat târihi ilmi uğraşmaktadır.

Sanat târihi, sanatla ilgili incelemelerini iki metodla yapar. Birincisi sanat eseri üzerinde yapılan incelemedir. Bu incelemede eseri kimin yaptığı, ne zaman ve nerede yapıldığı, orijinalitesi, sonraki devirlere olan tesiri ve sanatkârların hayat hikâyesi tespit edilmeye çalışılır. İkincisi ise sanat geleneklerinin üslup ve şekil olarak gelişiminin, târihin akışı içerisinde değerlendirilmesidir. Çeşitli üslupların, dönemlerin, akımların ve okulların incelenmesi de bu metodun ilgi alanına girer. Ayrıca resim, heykeltraşlık, mîmarlık, süsleme sanatları, fotoğraf, iç mîmârî ve buna benzer alanlara âit sanat eserlerini târihî gelişiminin tespiti, sınıflandırılması târifi ve yorumlanmasıyla uğraşır. Sanatın beşiği Anadolu, Mezopotamya ve dolaylarıdır. Buralarda M.Ö. 4000 senelerine uzanan Sümer, Bâbil, Asur, Hitit, İran sanatları meydana çıkmıştır. Orta Asya’da M.Ö. 6000 senelerine rastlayan Türk sanatı ve M.Ö. 4000 senelerine rastlayan Çin ve Hind sanatları vardır. Akdeniz’de Mısır, Yunan, Roma sanatları M.Ö. 3000 senelerine ulaşır. Roma sanatını, gotik sanatlar tâkip etmiştir. Gotik sanatlardan sonra, Avrupa, İslâm medeniyeti tesiri altında yeniçağ sanatlarını icra etmeye başlamıştır. Yeniçağ sanatları Rönesans, Barok, Klasizm ve Romantizm devirlerini geçirmiştir.

İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak sanatlardır. İslâmiyet; insanın dünyada ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken, ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da harekete geçirir. Bunun için dînimiz güzel sanat dallarını yasaklamış değildir. Yalnız insanların putperest inançlarına son vermek ve toplulukların bu yöne yeniden meyletmesini önlemek için Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, canlı varlıkların resim ve heykellerinin yapılmasına müsâade etmemiştir. Bu sebepledir ki, İslâm sanat şâheserlerinin arasında resim ve heykele tesâdüf edilemez.

İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme tezhip, el sanatları, hüsnü hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Bu sanatlarda çalışana nakkaş; kitap kenarlarına süsleme yapanlara müzehhib; güzel yazı yazanlara hattat; bina, köprü ve yol yapanlara mîmar denilmiştir.

İslâm sanatı içinde mîmârî sanatın özel yeri vardır. Müslümanlar İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımıştır, insanların refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar (oteller), ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgâl altında bulunan Mescid-i Aksâ Câmii, Macaristan, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan’daki yüzlerce sanat eseri bunlar arasında yer alır. İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri, İslâm mîmârî sanatının birer şâheseridir.

İslâm sanatı, Emevîler zamanında başlamış; Abbâsî, Fâtımî, Eyyûbî, Memlûk sanatları şeklinde gelişerek nihâyet, Osmanlıların doğu sanatlarıyla batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatlarına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal bu eserlerin en muhteşemidir.

Sanat, medeniyetin emrettiği şekilde insanların refah, huzur içinde yaşamalarına yardımcı olmak üzere icra edilirse faydalı olur. Şehircilik, mîmârî sanatın bir koludur.

Sanat târihinin ilmî metodlarla ele alınması, 20. yüzyıl başlarına rastlar. Hattâ Türk sanatı ile ilk ilgilenenler batılılar olmuş, daha sonra Türkiye’de de yetişen sanat târihçilerinin çalışmaları netîcesinde 1943’ten îtibâren İstanbul Üniversitesinde sanat târihi öğretimi başlamıştır. Bugün Türkiye’nin birçok fakültesinde Türk-İslâm sanatı, Bizans sanatı ve Avrupa sanatı alanlarında eğitim yapılmaktadır.

SANAT TÂRİHİ

(Bkz. Sanat)

SANÂYİ

Alm. Industrie, Fr. Industrie, İng. İndustry. Mal, hizmet ve gelir kaynağı üreten veya sağlayan teşebbüsler veya teşkilâtlar grubu. Bu mânâsıyla, genelde sanâyinin dışında düşünülen, resmî istatistiklerde de böyle sınıflandırılan tarım ve hizmet sektörlerini de içine alır. Endüstri olarak da bilinir.

Sanâyileşme, bugünkü mânâsıyla olmamakla berâber, ilk insan olan Âdem aleyhisselâmla birlikte var olmuştur. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiği kitapta Âdem aleyhisselâma çeşitli dînî konuların yanında fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik vb. bilgileri de öğretmiştir. Âdem aleyhisselâm ve evlâdı bu bilgiler ışığında, yaşamaları için gerekli olan teknolojik âletleri yapmışlar; bu âletler yardımıyla barınma, yeme, içme ihtiyaçlarını karşılamışlardır.

Âdem aleyhisselâmın nesli çoğalıp toplu yaşamanın getirdiği tabiî sonuçla, insanların ihtiyaçları arttıkça, teknoloji gelişti. Öyle ki Nûh aleyhisselâm, gemi yaparak kendisine inananlarla birlikte tûfandan sağ olarak çıktı. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Hûd sûresinin 37, 38 ve 39. âyetlerinde işâret buyrulan hazret-i Nûh’un gemisinin mâhiyeti, eni, boyu, yüksekliği, nasıl yapıldığı, yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivâyetler vardır: Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiği, yâni buharla çalıştığı bildirilmiştir.

İnsan nüfûsunun artmasıyla birlikte, her işi yapan insanların ve teknik bilgi kapasitesi çok yüksek elemanların sayıları az olduğundan ihtiyaca cevap verilemedi. Üretimin ihtiyaçlara cevap verememesi de zamanla sâdece bir işi yapabilen uzman zanâatçıların ortaya çıkmasını sağladı. Bu ise ürünlerde önemli verimlilik artışlarına sebep oldu. Başlangıçta tüketim araçları kategorisi birkaç maddeden meydana gelirken, zanaatların da kendi içinde sınıflara ayrılmasıyla bir kısım zanaatçılar üretim araçlarını, bir kısmı ise tüketim araçlarını üretmeye başladı. Böylece ağır sanâyi-hafif sanâyi ayırımının çekirdeği ortaya çıktı. Bu uzmanlaşma alanları arasındaki bağlantılar alışveriş, ticâret, para ve metâ dolaşımı aracılığıyla kurulur oldu. 18-19. yüzyılın sanâyi devrimi, el zanâatlarından makinalı üretime geçişle sanâyinin bütün maddî temelini değiştirdiği gibi, piyasa ilişkilerinin sınırlarını da alabildiğine genişletti. Modern sanâyinin ürettiği her çeşit aracın tarıma girmesiyle, tarım da sanâyileşti. Bu gelişme, metâ ve para gibi piyasa kategorilerinden yola çıkan iktisat biliminde, her türlü üretim süreci, emek, sermâye ve toprak gibi temel üretim faktörlerinin bir araya gelmesi olarak düşünüldü. Bu düşünceye bağlı tarım işletmeleriyle sanâyi işletmeleri arasında teorik olarak fark görülmemeye başlandı. Tarım ve karmaşık pazar ekonomisinin gerekli kıldığı bütün hizmetlerin birer sanâyi kolu olarak ele alınması eğilimi ortaya çıktı. Günümüzde sanâyiler; birincil, ikincil, ve üçüncül diye sınıflandırıldı.

Birincil sanâyi: Bugün bir ülke ekonomisinin birincil sanâyi sektörü, tarım, ormancılık ve balıkçılığın yanında ikincil sanâyilere hammadde sağlayan mâdenciliği, petrol ve tabiî gaz çıkarılmasını içine alır. Bunlardan birinciler, üretim esnâsında insan müdâhalesi yoluyla arttırılabilen hammaddelerin üretimini; genel olarak mâdenciliğin sınırları içine giren ikincilerse insan eliyle çoğaltılamayan tükenebilir hammaddelerin üretimini ihtivâ eder.

İkincil sanâyi: Ağır ve hafif sanâyi olarak ikiye ayrılır. Ağır sanâyi, genellikle fabrika ve makinalara yoğun sermâye yatırılmasını gerektirir. Çok miktarda mâmül üretir, diğer îmâlât sanâyilerini de içine alan geniş ve çeşitli bir piyasaya hizmet verir. Karmaşık bir teşkilâtlanmaya ve genellikle uzmanlaşmış kadrolara ihtiyaç duyar. Petrol arıtımı, demir-çelik, motorlu araç ve ağır makina, çimento, demirdışı metal ve hidroelektrik enerji üretimiyle, et paketleme ağır sanâyi örnekleri arasındadır.

Hafif sanâyi, dayanıksız tüketim mallarının üretimine yöneliktir. Daha küçük sermâye yatırımını gerektirir. Dokumacılık, konfeksiyon, gıda işleme, plastik îmâlâtı, fabrikasyon mobilya gibi düşük vasıfta işçiliğe ihtiyaç duyan işlerin yanında, elektronik, bilgisayar, ölçü âletleri îmâlâtı, değerli taşkesme gibi yüksek vasıfta işçilik gerektiren işler de vardır.

Üçüncül sanâyi: Hizmet sanâyisi olarak da bilinen bu sektör hizmetler veya elle tutulmaz yararlar sağlayan, fakat müşahhas (somut) mal üretmeyen sanâyileri ihtivâ eder. Bankacılık, mâliye, sigortacılık yatırım ve emlâk hizmetleri, toptan ve perakende ticâret, ulaşım, haberleşme hizmetleri, meslekî, hukûkî ve şahıslarla ilgili hizmetler, turizm, otel, lokanta ve ağırlama hizmetleri, bakım ve onarım hizmetleri, eğitim ve öğretim, sağlık, sosyal güvenlik, yönetim, polis, güvenlik ve savunma hizmetleri üçüncül sanâyi sınırları içindedir.

SANÂYİ VE TİCÂRET BAKANLIĞI

Ülkenin yurt içi ve yurt dışı sanâyi ve ticâret hizmetlerini, günün şartlarına göre yürütmek için kurulmuş bakanlık. 1920 yılında “İktisat Vekâleti” adı altında kurulan bakanlık, 1983 yılına kadar değişik bakanlıklarla birleştirilerek hizmet verdirildi. 1983 yılında Sanâyi Bakanlığı, Ticâret Bakanlığı ile birleştirilerek; “Sanâyi ve Ticâret Bakanlığı” ismini aldı.

Bakanlık; Türkiye sanâyisinin, genel ekonomi politikası içinde dengeli şekilde gelişmesini, ithâlat ve ihrâcat planlarını yıllık proğramlarda öngörülen hedefler çerçevesinde yürütülmesini sağlar.

Sanâyi ve Ticâret Bakanlığının ana hizmet birimleri şunlardır (1993): Sanâyi Genel Müdürlüğü, Sanâyi Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü, Küçük Sanatlar ve Sanâyi Bölgeleri ve Siteleri Genel Müdürlüğü, İç Ticâret Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü, Fiyat Kalite ve Standartlar Dâiresi Başkanlığı, Sınâî Mülkiyet Dâiresi Başkanlığı.

Bakanlığın ilgili kuruluşları ise şunlardır: Makina ve Kimyâ Endüstrisi Kurumu Genel Müdürlüğü, TürkiyeŞeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü, Türkiye Halk Bankası Genel Müdürlüğü, Ağır Sanâyi ve Otomotiv Kurumu Genel Müdürlüğü, Devlet Sanâyi ve İşçi Yatırım Bankası.

Sanâyi ve Ticâret Bakanlığının Taşra kuruluşları, Sanâyi ve Ticâret İl Müdürlükleridir.

SANCAK

Alm. 1. Fahne, Flägge (f), Banner (n), 2. Steuerbord (n), 3. Sandschak (m), Fr. 1. Etendard, drapeau (m), 2. Tribord (m), Sandjak (m), İng. 1. Flag, banner, 2. Starboard, 3. Sanjak. Her milletin kendine has renk ve işâretlerini taşıyan veya bir askerî birliğin şerefini temsil eden kenarı saçaklı, ölçüleri belirli bayrak. Gemilerin burun doğrultusunda sağ tarafına da sancak adı verilir.

Araplar, sancak ve bayrak tâbirlerine karşılık “Livâ” ve “Rayet” kullanırlar. Genelde sancak tâbiri yerine bayrak da kullanılır (Bkz. Bayrak). Peygamberimiz ilk defâ Bedr Savaşında biri beyaz, ikisi siyah sancak kullanmışlardı. Beyaz sancak sahâbenin ileri gelenlerinden Mus’âb ibni Umeyr’e (radıyallahü anh); siyah sancaklardan biri hazret-i Ali’ye, diğeri Ensâr’dan bir zâta Peygamberimiz tarafından verilmişti. İslâmiyet, Şam, Mısır ve İran’a yayılınca, kullanılan sancakların renk ve şekilleri de değişti. Sancaklar bundan sonra altı-yedi metre uzunluğundaki mızrakların ucuna takılmaya başlandı. Bu kadar büyük yapılmasının sebebi halk ve asker üzerinde mânevî bir tesir yapması içindi. İlk önceleri beyaz ve siyâh olarak kullanılan sancak, Emevîlerde kırmızı, Abbâsîlerde siyahtı.

İslâmiyetin ilk zamanlarında harbe giden ordu kumandanına halîfeler sancak verir ve başarıları için duâ ederlerdi. Hazret-i Ömer sancak teslim ettiği zaman:

“Allahü teâlânın ismiyle ve yardımını niyâz ederek bu sancağı size veriyorum. O’nun dînini kuvvetlendirmek için gidiniz. Muzafferiyet ancak cenâb-ı Hak’tandır. Sancak hakkı ise ona bağlanmak sabır ve tahammül göstermekle olur. Allah’ı tanımayanlar ile Allah uğrunda harp ediniz. Zulüm ve tecâvüzde bulunmayınız. Zîrâ, cenâb-ı Hak, zulüm ve tecâvüzde bulunanları sevmez. Düşmanla karşı karşıya geldiğiniz zaman, korkak olmayınız. Zafer sevinciyle kimseyi işkenceyle öldürmeyiniz. Gâlibiyet gururuyla düşmana lüzumsuz zarar verdirmeyiniz. İhtiyârlardan, kadınlardan, çocuklardan kimseyi öldürmeyiniz.” buyurdu.

Osman Gâzi aşîret beyi olarak Rumlar üzerine yaptığı gazâlarda başarı gösterince, Anadolu Selçuklu Hükümdârı Sultan Alâeddîn tarafından davul, tuğ ve sancak gönderilmek sûretiyle beylik verilmişti. Osmanlılar, devlet kurup, yedi iklim üç kıtada hâkimiyet kazanınca, sancak ve bayraklarını kazandıkları zaferlerde şanla dalgalandırdılar. Sancak beyliği verildiği zaman, eskiden beri merâsim yapılması ve burada sancağın verilmesi âdet hâline gelmişti. Bilhassa târihî bir yâdigâr olan “sancak-ı şerîf” çıkarılırken ve savaşa gidecek serdâr-ı ekreme teslim edilirken parlak bir merâsim yapılırdı. Osmanlı tebeasında, bu sancak-ı şerîf açıldığı zaman yediden yetmişe herkesin bunun altında toplanarak cihâda gitmesi birinci vazîfesi olurdu. Hattâ Topkapı Sarayının arz odası önüne dikilen sancağın dikildiği yere kimsenin ayak basmaması ve bu sûretle hürmetsizlik gösterilmemesi için iki nöbetçi tarafından korunurdu. Fakat İttihâtçılar zamânında nöbetçiler kaldırıldı.

Osmanlılarda değişik tip ve şekillerde sancaklar kullanıldıktan sonra, Türkiye Cumhûriyeti Silâhlı Kuvvetlerinde sancak, alay ve eşidi birliğe verilmektedir. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin timsâli olan bu sancak, şerefle korunur, hiçbir sebep ve bahâneyle terk edilemez. Cumhurbaşkanı veya onun tâyin edeceği büyük komutan tarafından özel bir merâsimle verilen sancaklara o alayın numarası veya isimleri yazılır. Verilen sancak, alay komutanının odasında muhâfaza edilir; geçit törenlerinde, sancağa madalya takılmasında ve askerî merâsim ve protokol tâlimatında belirtilen merâsimlerde açılır. Sancağın alınıp, merâsimden sonra yerine konması özel bir merâsimle olur. Savaşlarda alay komutanının muhârebe idâre yerinde kılıfı içinde bulunur. Ecdat hâtırası mukaddes emânet olan sancak, askerin mânevî kuvvetlerini arttırmak için, lüzûmlu görülen yerlerde alay komutanı tarafından açtırılır. Sancak açılmışken herkes tarafından gurur ve tâzimle selâmlanır.

Sancağın bulunduğu alayın komutanları değiştiğinde devir-teslim töreninde sancak açılır. Vatan sevgisinin tâzelendiği, heyecanlanan göğüslerde sönmeyen inancın kuvvetlendiği, şehit olma arzusunun çoğaldığı böyle günlerde sancak, hürriyetin meşâlesi olarak dalgalanır. Görevi teslim edecek komutan vazîfeyi yapmanın gönül rahatlığı içinde:

“Alayımız sancağının mukaddes nöbet sırası sende.

Rengi, mübârek ecdat kanının rengidir.

Kumaşı, şehit tenidir.

Parıltısı, zaferlerin ışığıdır.

Ayyıldızı, hürriyet ve istiklâldir.

Yazısı, kahramanlık ve fazîlettir.

Gönderi, millî irâdedir.

Hamâili, şeref ve mesûliyettir.

Bütün bunlar, Türk milletinden sana emânettir.

Bu büyük emâneti, sana teslim ediyorum. Demir bileğinle onu sımsıkı kavra, kanının son damlasına kadar dâimâ yükseklerde tut. Onu senden sonra sağ kalana teslim etmedikçe son nefesini vermeyeceksin. Bu sancak nesiller boyunca ve ebediyyen elden ele verilerek, dâimâ göklerde dalgalanacaktır. Sancak nöbetçiliği, nöbet hizmetlerinin en şereflisi, en kutsalıdır. Bu şanlı sancağı teslim aldığım gibi lekesiz, tertemiz; sana teslim ettiğimin işâreti olarak öpüyor ve teslim ediyorum. Nöbetin kutlu ve uğurlu olsun!” diyerek devreder.

Teslim alan komutan da sancağı şan ve şerefle koruyacağına yemin ederek, öperek teslim alır.

Sancak kırmızı atlas kumaştan (1x1.5 m) boyunda gönderi sırma püsküllü olarak yapılır. Kılıfı kırmızı deridendir. Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile Cumhurbaşkanı veya temsilcisi tarafından alaylara (Deniz ve Havada eşidi) verilir. Sancak kesin olarak istiklâl alâmetidir. Bayrak gibi, sancak da kutsaldır. Yere düşürmemek, düşmana bırakmamak için ölüm dâhil bütün tedbirler alınır. Muhârebe meydanında sancağın kutsallığı en yüksek mertebede bulunur. Sancağı düşürmemek için nice vezirlerin, paşaların, kumandanların hiç tereddüt göstermeden ölümü göze alarak şehit oldukları çok görülmüştür. Zîra sancağın düşmesi mağlubiyetin işâretidir.

SANCAK-I ŞERİF

Peygamberimiz zamanında kullanılan mukaddes sancak. Topkapı Müzesinde Mukaddes Emânetler arasında muhâfaza edilmektedir. Siyah softan yapılmıştır. İstanbul’a gelişi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Ukab adı verilen bu sancak Mısır Kölemen Beylerinden Hayır Bey tarafından, Sultan Selim Hana gönderilmiştir. Diğer rivâyete göre ise Sultan Selim Han, Mısır’dan dönüşünde, berâberinde getirmiştir. Başka bir rivâyete göre ise 1593 senesindeki Avusturya Seferine, Şam yeniçerileriyle birlikte gelmiştir. Seferden sonra gönderilen Sancak-ı şerif 1595’te geldikten sonra bir daha geri gönderilmedi.

Zamanla Sancak-ı şerif eskiyince, devlet-i Âliye’de aslına göre üç sancak işletilmiş ve Sancak-ı şerif parçaları bunların üzerine konmuştur. Bunlardan biri Hırka-i şerîfle berâber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Âmirede, üçüncüsü yine hazînede saklanırdı.

Sancak-ı şerif, pâdişâhla veya onlar bizzat sefere katılmadıkları zaman Sadrâzam ve Serdâr-ı ekremle berâber sefere gönderilirdi. İlk defâ Sancak-ı şerif, pâdişâhla berâber 1596 yılında Eğri Seferine götürülmüştü.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) Sancak-ı şerifin yanında seyyid ve şeriflerden meydana gelen üç yüz kişilik bir evlâd-ı Resûlullah’ı beraber götürmüştü. Seferlerde açılan Sancak-ı şerif bütün askerin mânevîyatını yükseltir, Peygamber efendimizin rûhâniyetinin muhârebe meydanında hazır olduğuna inanılarak şevkle savaşılırdı.

Sefere çıkılacağı zaman (veya İstanbul’daki bâzı isyanlarda) Sancak-ı şerifin yerinden alınıp teslimi bizzat pâdişâh tarafından olurdu. Sancak-ı şerifin alınması ve yerine konması esnâsında müezzin ve hâfızlar Fetih ve Yâsin sûrelerini okurlardı. Merâsimlerde şeyhülislâmlar da bulunur, duâ ederlerdi. Seferler hâricinde devleti tehdit eden büyük isyanlarda pâdişâh emriyle Sancak-ı şerif açılırdı. Böylece âsilere karşı halk Sancak-ı şerif altında toplanmağa dâvet edilir bu sûretle âsilerin mânevîyatları kırılırdı. 1651 ve 1687 isyanlarında Sultan Dördüncü Mehmed Han, 1730 Patrona Halil İsyanında Sultan Üçüncü Ahmed Han, 1826 Yeniçeri Ayaklanmasında İkinci Mahmûd Han, Sancak-ı şerifi açarak, halkı onun altında toplanmaya çağırmışlardı.

Sancak-ı şerife, Osmanlılar büyük kıymet vermişler, açıldığında yediden yetmişe herkesin onun altında toplanarak cihâda gitmesinin en büyük vazife olduğuna inanmışlardı.

SANDAL AĞACI (Arbutus andrachne)

Alm. Sandelbaum (m), Fr. Santal (m), İng. Sandal. Familyası: Fundagiller (Ericaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara-Ege ve Akdeniz bölgesi.

Mart-nisan aylarında çiçek açan, 2-4 m boylarında, orman açıklıkları ve çalılıklarda yer alan ağaççıklardır. Dallar kırmızımsı renktedir. Yapraklar 10-15 cm boyunda, kenarları dişsiz, oval şekillidir. Çiçekler beyaz renkli salkım durumunda toplanmışlardır. Meyveleri küre şeklinde toparlak olup, 5-6 mm çapında, turuncu renktedir.

Kullanıldığı yerler: Yalnız meyve rengi ve yapraklarının farklılığı ile Kocayemişten ayrılır. Meyveleri yenmez. Odunu mobilyacılıkta kullanılır. (Bkz. Kocayemiş)

SANSKRİTÇE

Alm. Sanskrit (n), Fr. Sanskrit (m), İng. Sanskrit. Hint-Avrupa dil âilesinin Hint-Ârî koluna bağlı en eski lisan. Sanskrit, kelime olarak “cilâlanmış”, “düzenlenmiş”, “kusursuzlaştırılmış” mânâlarını taşır. Târihçiler Sanskritçeyi ilk konuşanların Hindistan, Hazar Denizi ve Ortadoğu’ya kadar yayılan çok geniş bir topluluk olduğunu öne sürerlerken; bâzıları da bu lisanın hiçbir zaman dînî ve ilmî çevre sınırlarını aşıp, halk tarafından kullanılmadığını iddiâ etmektedirler.

Sanskritçeyi konuşanların ilk vatanları Pencap (Yukarı İndus Vâdisi)tır. Burada Sanskritçenin en eski şekli olan Veda lisanı ortaya çıkmıştır. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısına tekabül eden dönemde, Veda dili gelişmiş, esneklik kazanmıştır. M.Ö. 1. bin yılda, Ganj Vâdisine kadar yayılan Hint-Ârî topluluğu bu lisânı iyice benimsemiş ve daha sonra da Prakit denilen dil ortaya çıkmıştır. Bu arada komşu kültürlerden birçok kelime ve kullanılış şekli de Sanskritçeye karışmıştır.

İlk gramer çalışmalarını ise M.Ö. 5. yüzyılın edip ve bilginleri yapmıştır. Araştırmacılar, Sanskritçeyi hakîki zenginliğine kavuşturanların Panini adlı edebiyat bilgininin başını çektiği bir grup olduğunda ittifak hâlindedirler. Ancak Panini’nin kurduğu gramer kuralları o devirde halkın hemen hemen tamâmının konuştuğu Sanskritçenin Veda ve Prakit kollarından birçok yerde ayrılan bir Sanskritçeydi. Devrin aydınları önlerine çıkan bu intizamlı lisanı memnuniyetle kabullenmişlerdir. Buna rağmen halk hiçbir zaman Panini’nin gramerini benimsememiştir. Sanskritçe’nin asıl olarak ehemmiyet kazanması bu dönemden sonra, Hint kutsal metinlerinin yazılmasıyla başlar. Genellikle devenegari harfleriyle yazılan bu metinlerin Brahmi ve Haroşti harfleriyle yazılmış olanları da vardır. Ancak hepsinde de lisan olarak Sanskritçe kullanılmıştır.

Sanskrit lisânı, yapı bakımından hem çekime hem de eklemelere imkân tanıyan bir dildir. Birçok dilden farklı olarak kelimelerin birbirlerine defâlarca eklenmeleri mümkündür. Bu lisânda kelime kombinasyonları nihâyetsizdir. A kelimesi, B kelimesi ve C kelimesiyle ABC, AABC, BCA vb. şeklinde türetilebilecek yüzbinlerce kelime vardır ve hepsinin mânâları birbirinden farklıdır. Bu yüzden Sanskritçe, kelime bakımından dünyânın en zengin birkaç lisânından biridir.

Veda, Prakit ve Sanskritçe’nin diğer lehçeleri yapı olarak Eski Yunanca ve Lâtinceye çok benzemektedirler. Bu benzerlik kelimelerde görüldüğü gibi sıfat, fiil, zamirlerde de mevcuttur. Yine çoğullandırma, cisimlerin tasnifi (feminine, masculine, nötr); nominatiflik, akkusatiflik, vokatiflikte, yardımcı fiillerde (pasif, aktif, kozatif, desideratif) ve zamanlarda da çok büyük bir paralellik görülmektedir.

Sanskritçenin en son hâlinde 15’i ünlü, 37’si ünsüz olmak üzere toplam 52 harf vardır. Bunlar da kendi aralarında genizden çıkma, bükümlü vs. gibi bölümlere ayrılmaktadırlar.

Günümüzde halk tarafından kullanılmayan Sanskritçeyi öğrenenler, bu lisandan Hint târih ve dînini araştırma alanında faydalanmaktadırlar.

SANSAR (Martes foina)

Alm. Marder (m), Fr. Martre (f), İng. Marten. Familyası: Sansargiller (Mustelidae). Yaşadığı yerler: Ormanlarda ağaç kovuklarında, eski binâlarda, samanlıklarla duvar deliklerinde ve tavan aralarında. Özellikleri: Kedi iriliğinde, ince uzun yapılı, kana susamış yırtıcı memelilerden. Güvercin ve tavuk kümeslerine de dadanırlar. Postları kıymetlidir. Ömrü: 9-10 yıl. Çeşitleri: Birkaç türü vardır. Avrupa sansarı, ağaç sansarı (zerdeva), kaya sansarı, Amerika sansarı meşhurlarıdır.

Sansargiller familyasından, kedi iriliğinde, ince uzun vücutlu, yırtıcı birkaç türe verilen ortak ad. Başları üçgen biçimli, kulakları küçük ve yuvarlak, bacakları kısa, kuyrukları kabarık tüylüdür. Gâyet gaddar ve hunhâr (kan dökücü) hayvanlardır. Ağaç kovuklarında, eski binâlarda, samanlıklar ile duvar deliklerinde ve tavan aralarında yaşar. Asya ve Avrupa’nın batı kısımlarında ve Kuzey Amerika’da bol bulunur. Gündüzleri gizlenir, geceleri yiyeceğini aramaya çıkar. Ayak tabanları kıllı olduğundan karda iz bırakmadan yürür. Güvercin, tavuk kümesi ve yumurtaya düşkündür. Köstebek ve fâre ile beslendiği gibi kuşları da yuvalarında yakalayarak yer. Bal ve meyveye de düşkündür. Ağaçlara hızla tırmanarak daldan dala sıçrar, sincapları da rahatça avlar. Kuyrukaltı bezlerinden kokulu bir sıvı salgılar. İki yılda bir, her defâda 3-5 yavru yavrular. Gebelik süreleri 8-9 ay kadardır. Yavrular ikinci yılın sonunda erginleşirler. Amerika sansarları ise üç ayda erginleşirler.

Ağaç sansarı (zerdeva) kuyruğu ile berâber 60 cm uzunluk ve bir kg ağırlığını bulur. Avrupa ve Asya’nın ormanlarında rastlanır. Genellikle sırtı esmer ve sarımtraktır. Gerdanında sarı bir leke vardır. Ağaç kovuklarında ve yer altında kazdığı çukurlarda yaşar. Gâyet ince olan tırnakları ile avladığı kuşlar, sincap ve buna benzer hayvanlar ile beslenir. Postu gâyet makbûldür. Kürk ve yaka yapımında kullanılır.

Kaya sansarı (M. foina)nın boyun lekesi beyazdır. Bahçe ve evlere kadar sokulur. Kayalıklı yerler ve samanlıklarda gizlenir. Yumurta ve kümes hayvanlarının amansız düşmanıdır. Ev sansarı olarak da anılır. Postu, ağaç sansarından daha kalitesizdir.

Amerika sansarının koyu kahverengi postu, gümüşî çizgilidir. Kuzey Amerika’nın sık ormanlarında yaşar. Ağaçlarda sincap avlar. Kışın karda soreks ve fâreleri kolayca yakalar. Baykuş ve vaşak amansız düşmanlarıdır. Postu için de avlanır.