SALTUKLULAR
Malazgirt Meydan Muhârebesinden sonra Erzurum ve civârında kurulan beylik. Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’da ilk kurulan Türk beyliği budur. Başşehri Erzurum olan beyliğin kurucusu, Malazgirt Zaferinin kazanılmasında önemli rol oynayan Emir Saltuk’tur. Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferinden sonra, Bizans İmparatoru Dördüncü Romanos Diogenes’in ölümü ile anlaşma şartlarının yerine getirilmemesi üzerine, emrindeki kumandanlara Anadolu’da fetihlere devâm edilmesini emretmişti. Buna dayanarak Emir Saltuk, Erzurum ve civârını fethederek, Saltuklular Beyliğini kurdu. Önceleri Büyük Selçuklu Devletine tâbi olan beyliğin, Emir Saltuk zamânındaki siyâsî târihi hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Ebü’l-Kâsım Saltuk’un ölümünden sonra yerine oğlu Ali geçti. Büyük Selçuklu Sultânı Berkyaruk ile kardeşi Muhammed Tapar arasındaki saltanat mücâdelesi sonunda varılan anlaşma netîcesinde, Saltuklu toprakları, Melik Muhammed’in hâkimiyet bölgesi içinde kaldı. 1121 Senesinde Artuklu Emîri İlgâzi’nin Gürcülere karşı çıktığı sefere Saltukoğlu Ali Bey de katıldı. Fakat bu seferde Gürcüler gâlip geldi.
Emîr Ali’nin ölümünden sonra Saltukluların başına, hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmayan kardeşi Ziyâüddîn Gâzî geçti. Binâ kitâbelerinden anlaşıldığına göre, Erzurum’daki Kale Câmii ve Tepsi Minâreyi yaptıran bu beydir. Ziyâüddîn Gâzi, 1126 senesinde Gürcülere karşı tertiplenen sefere katıldı. 1131 senesinde İspir ve Pasinleri geçerek Oltu’ya kadar gelen Gürcüleri büyük bir bozguna uğrattı. Artuklu Timurtaş Bey, Ziyâüddîn Gâzinin kızıyla evlenince, iki hânedân arasında akrabâlık bağı kuruldu.
Emîr Gâzî’nin 1132 senesinde ölümünden sonra beyliğin başına yeğeni İkinci İzzeddîn Saltuk geçti. Kaynaklarda, İzzeddîn Saltuk’a âit bilgiler bir evlilik sebebiyledir. Ani Emîri Fahreddîn Seddâd, İzzeddîn Saltuk Beyin kızlarından birine tâlib oldu. Fakat bu isteği reddedildi. Buna içerleyen Ani Emîri, 1154 senesinde, Gürcülere karşı koruyamayacağını söyleyerek şehri satın alması için, İzzeddîn Saltuk’a haber gönderdi. Bu dikkatlice hazırlanmış bir intikam plânıydı. İzzeddîn, şehri teslim almak için Ani’ye geldiğinde, Fahreddîn Şeddâd bir günlük mesâfede bulunan Gürcü Kralı Dimitri’yi şehre dâvet etti. Gürcü Kralı, âni bir baskınla Saltuk’u mağlup ederek, onu ve mâiyetinden birçok kimseyi esir aldı. Daha sonra dâmâdı Ahlatşâh İkinci Sökmen ve Artuklu beylerinin teşebbüsleriyle yüz bin dînâr karşılığında İzzeddîn Saltuk serbest bırakıldı. İzzeddîn Saltuk Bey, 1168 senesi Nisan ayında vefât etti. Hıristiyan tebeasına da iyi muâmele ederdi. Bu yüzden onların da sevgi ve saygısını kazanmıştı. Devrinde Saltuklu Beyliği toprakları, Tercan’dan başlayıp, Tâhir Gediğine kadar uzanırdı. Erzurum, Bayburt, Avnik, Micingerd, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları içine alırdı.
İzzeddîn Saltuk’un ölümünden sonra yerine oğlu Nâsırüddîn Muhammed Bey geçti. 1189 senesinde basılan bir sikkeden onun, Irak Selçuklu Sultânı Üçüncü Tuğrul ve asıl iktidârı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan’a tâbi olduğu anlaşılıyor. Nâsırüddîn Muhammed zamânında Gürcüler, Erzurum önüne kadar geldiler. KraliçeTamara’nın kocası David’in kumandası altındaki Gürcü kuvvetleriyle Saltuklular arasında iki gün devâm eden şiddetli çarpışmalar oldu. Saltuklu kuvvetleri şehre kapandılar. Gürcü kuvvetleri, muhâsaraya girmeden aldıkları ganîmetlerle yetinerek, geri döndüler. Nâsırüddîn Muhammed’in ölümünden sonra beyliğin başına kız kardeşi Mama Hâtun geçti.
Kaynaklar, 1191 senesinde Erzurum’a Mama Hâtun’un hâkim olduğunu yazmaktadır. Selâhaddîn Eyyûbî’nin yeğeni Meyyâfârikîn Hâkimi Takiyyeddîn Ömer, Ahlat ülkesini ele geçirdiği ve Malazgirt Kalesini muhâsara ettiği sırada Mama Hâtun askerleriyle ona yardım etti.
Ancak çok geçmeden kendisine karşı olan emirler tarafından tahttan indirilen Mama Hâtun’un yerine Muhammed’in oğlu Melikşâh geçti. Bunun zamânında, Anadolu’daki diğer beylikler gibi Saltuklular da Türkiye Selçuklu Devletinin tehdidine mâruz kaldı. Türkiye Selçukluları Sultânı Rükneddîn İkinci Süleymân Şâh, 1202 senesinde Gürcistan Seferine çıktı ve bağlı hükümdâr ve beylere haber gönderip, kendisine katılmalarını istedi. Süleymân Şâh, 25 Mayıs 1202’de Erzurum önlerine geldi. Kendisini karşılamaya gelen Saltuklu beyi Melikşâh’ı yakalatıp hapsettirdi. BöyleceSaltuklu Devleti sona ermiş oldu. Süleymân Şâh bölgenin idâresini kardeşi Mugiseddîn Tuğrul Şâha verdi. Melikşâh’ın topraklarının elinden alınışına, Süleymân Şâhı karşılamada ağır davranması sebep gösterilmektedir.
Saltuklular zamânında Erzurum, diğer Anadolu şehirleri gibi iktisâdî ve ticârî açıdan oldukça önemli bir şehirdi. Akdeniz limanlarından ve Suriye’den yola çıkıp, Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan yoluyla Âzerbaycan’a, İran’a giden ve Türkistan’dan Erzurum’a gelip aynı yoldan Akdeniz ve Trabzon limanlarına ulaşan büyük bir ticâret yolunun üzerinde bulunuyordu. Bu bakımdan Erzurum’da ekonomik hayat oldukça canlıydı. Bunun yanında geniş otlaklara sâhip olması yüzünden bölgede hayvancılık çok gelişmişti.
Saltuklu beyleri, kültür ve sanata çok önem vermişler ve sâhip oldukları yerlerde çeşitli mîmârî eserler yaptırmışlardır. Melik Gâzi; Kale Câmii ve Tepsi Minâreyi inşâ ettirmiştir. Erzurum’da 1179’da inşâ edilen Ulu Câmiyi Nâsıreddîn Muhammed yaptırmıştır. Üç kümbetler ismiyle bilinen türbelerden biri İzzeddîn Saltuk’a âittir. Bu türbenin yanında bir de zâviye vardır. Tercan’da Mama Hâtun tarafından bir kervansaray ve türbe yaptırılmıştır. 1232 senesinde Ebû Mensûr tarafından inşâ ettirilen Micingerd Kalesi, Saltuklulara âit önemli eserlerdendir. Bunlar zamânımıza kadar ulaşmıştır.
Saltuklu Beyleri |
Tahta Geçişleri |
Saltuk Bey |
1072 |
Ali bin Ebü’l-Kâsım |
1102 |
Ziyâüddîn Gâzi (takriben) |
1124 |
İzzeddîn İkinci Saltuk |
1132 |
Nâsırüddîn Muhammed |
1168 |
Mama Hâtun |
1191 |
Melikşâh bin Muhammed |
1200 |
Türkiye Selçukluları Hâkimiyeti |
1202 |
On üçüncü yüzyıl alperenlerinden Sarı Saltuk’un İslâmiyeti yaymak için giriştiği savaşları anlatan destânî eser. Fâtih Sultan Mehmed, Uzun Hasan üzerine sefere çıkarken şehzâdesi Cem Sultanı Edirne’ye gönderdi. Edirne’den Baba Dağına geçen Cem Sultan, burada Sarı Saltuk’un müridlerinden menkıbelerini dinledi ve çok beğendi. Bu menkıbeleri derleyerek bir kitap hâline getirmesi için de maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’yi vazîfelendirdi. Cem Sultanın emri üzerine Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşarak menkıbeleri derleyen Ebü’l-Hayr-ı Rûmî yaklaşık olarak yedi yılda Saltuknâme’yi meydana getirdi.
Bu yazmaya göre, asıl adı Şerîf Hızır olan Sarı Saltuk, gördüğü bir rüyâ üzerine Battal Gâzinin atını ve hazret-i Hamza’nın silâhlarını alarak Allahü teâlânın dînini yaymak üzere savaşlara başlar. Yendiği ve İslâm dînini benimsettiği birHıristiyan beyi ona “çok kuvvetli” anlamına “Saltuk” adını verir. Anadolu’da, Rumeli’de, Orta Avrupa’da Hıristiyanlar üzerine sefere çıkar. Asya’da Müslüman olmayan Uygur, Hıtay, Hint beylerine, Afrika’da Habeşlere karşı savaşarak İslâm dînini yayar. Sarı Saltuk sonunda bir fedâinin hançerlemesiyle şehit düşer. Vefâtından önce Anadolu’da bütün beylerin Osman Beye tâbi olmalarını vasiyet eder.
Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un ölümünden sonraki olaylara da yer verilmiştir. Oğulları İbrâhim ve Muhammed, babalarının yolunda Allah rızâsı için savaşlara devâm etmişler ve Osmanlı pâdişâhlarının emrine girmişlerdir.
Üç ciltten ibâret olan Saltuknâme’nin birinci ve ikinci cildinin iki yazma nüshası bulunmaktadır. Üçüncü cildin ise dört yazma nüshası vardır. Eserin Topkapı Sarayında bulunan yazması tıpkıbasım olarak Amerika’da yayımlanmıştır. Şükrü Haluk Akalın ise eseri günümüz Türkçesine çevirmiştir (1988). Eser dil, folklor, halk edebiyâtı, târih, ilâhiyât, toponomi ve antropoloji araştırmaları için çok önemli bir kaynaktır.
Oğuzların Üçok koluna mensup bir Türk boyu. On üçüncü yüzyılda İran’ın Fars bölgesinde Fars/Salgurlular Atabegliğini kurdular. Horasan ve Kirman’dan gelen diğer Türk boylarıyla nüfûzlarını arttırdılar. Atabegliğin 1286 yılında Moğollar tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, Salurlar, Salur Türkmenleri adıyla anılmaya başladılar. Bölgede kalanlar, Merv ve Serahs civârında hayatlarını devâm ettirdiler. Batıya göç edenlerse, Anadolu’da kurulan Mengücükler, Eratnalılar ve Türkiye Selçuklularının hizmetine girdiler. Salurlulardan Kâdı Burhâneddîn, Eratnalıların zayıflamasından istifâdeyle Sivas ve Kayseri bölgesinde kendi adıyla anılan bir devlet kurdu (1381). Osmanlılar zamânında Salurlular, Sivas, Erzincan, Tokat, Amasya, Adana ve Trablusşam bölgesinde hayâtiyetlerini devâm ettirdilerse de, sonraları diğer Türkmen boyları arasına karıştılar. Bugün Anadolu’da Salur adını taşıyan birçok yerleşim birimi bulunmaktadır.
Alm. Schnecke, Fr. Escargot, colimaçon, limaçon, İng. Snail. Familyası: Helicidae, Bullidae, Muricidae, vs. Yaşadığı yerler: Tatlı su, deniz ve karada yaşayan çeşitleri vardır. Rutubetli yerlerde bol rastlanır. Özellikleri: Vücutları kabuklu veya çıplaktır. Karın altlarındaki kaslı ayakla sürünürler. Ağızlarında “radula” denen dişl bir dil mevcuttur. Karada yaşayanlar bahçelere büyük ziyanlar yapar. Ömrü: Kara salyangozu (Helix spiriplana) 15 yıl kadar yaşar. Çeşitleri: Yüzlerce türü mevcuttur.
Yumuşakçalar şûbesinin karındanayaklılar (Gastropoda) sınıfına giren birçok türe verilen ad. Alt kısımda hareketi sağlayan kaslı bir ayak, sırt tarafta vücudu örten helezon kıvrımlı bir kabuk ve başta iki çift anten bulunur. Çekilebilen antenlerin öndekileri kısa olup, dokunum ve koku görevi yapar. Gözler, arkadaki uzun çiftin ucundadır. Kabuksuz olanlarına “sümüklü böcek” (Limox) veya “sülük salyangozu” denir. Deri altlarında çok küçük bir kabukları mevcuttur. Rutûbetli yerlerde taşlar altında bulunur, ormanlık ve ağaçlık yerlerde bol rastlanır. Bitkilerin yeşil kısımlarını yediklerinden bahçe ve bostanlara büyük zarar yaparlar.
Salyangozların tatlı su, deniz ve karada yaşayan çeşitli boy ve renkte birçok çeşidi vardır. Eski devirlerde güzel renk ve şekilli birçok deniz salyangoz kabuğu para yerine kullanılırdı. Çoğu yosun, yaprak gibi bitkisel gıdâlarla beslenir. Ağızlarında “Radula” denen dişli dilleri vardır. Marul, çilek ve bostanların yeşil kısımlarını törpüleyerek büyük ziyanlar verirler. Aşınan kitinsel dişler tekrar yenilenir. İç organları 180 derecelik bir dönme yapmıştır. Koruyucu kabukları, manto adı verilen derilerinin salgısı sonucu meydana gelir. Eklembacaklılar gibi kabuk değiştirmezler. Hayvan geliştikçe buna bağlı olarak kabuk da büyür.
Yürekleri iki gözlü olup, perikartla (yürek zarı) çevrilidir. Açık kan dolaşımına sâhiptirler. Kan, manto boşluğunda bulunan solunum organlarında temizlendikten sonra yüreğe gelir. Yüreklerinde dâimâ temiz kan bulunur. Deniz salyangozları, solungaç solunumu yaparlar. Bâzı kabuksuz türlerde deri uzantıları da solungaçlara yardımcı olur. Dağ ve bahçe salyangozu gibi karada yaşayanlar akciğer solunumu yaparlar. Daha doğrusu önde bulunan manto boşluğunun bol damarlı tavan bölgesi, solunum organı görevini üstlenmiştir. Tatlı suda yaşayan akciğerli salyangozlar solungaç boşluklarını hava ile doldurmak için zaman zaman su yüzeyine çıkmak zorundadırlar. Salyangozlar yönlerini yerin manyetik alanına göre bulurlar. Sürünürken sümüksü bir iz bırakırlar. Kabuk vücûda bir kasla bağlıdır.
Kara salyangozlarında gözler, daha uzun olan arka anten çiftlerinin ucunda yer alır. Kısa olan ön duyargalar, dokunum ve koku sinirlerince zengindir. Su salyangozlarının çoğunda ise gözler, antenlerin dibinde kısa sapçıkların üzerinde bulunur. Kara salyangozları bitkisel besin ve çürümüş hayvansal artıklarla beslenir ve nemli yerleri tercih ederler. Çoğunlukla yağmurdan sonra ve gece faaliyet gösterirler.
Soğuk bölgelerde yaşayan kara salyangozları kış uykusuna yatar. Kabuklarının içine çekilerek, kabuk ağzını boynuzsu bir kapak veya sertleşen mukus salgı ile kapatarak toprağa gömülür veya kendilerini ağaç gövdelerine yapıştırırlar. İlkbaharda uyanarak büyük bir iştahla bahçelere saldırırlar. Ömürleri 3-5 yıl kadardır. Kirpiler ve birçok kuş bunları yiyerek üremelerini kontrol altında tutarlar. Tatlı su ve denizlerde de balıklara önemli bir besin kaynağı olurlar. Tropik bölgelerin kara salyangozları bütün yıl aktiftir. Soğuk bölgelerde yaşayan kabuksuz sülük salyangozları eylül ve ekim aylarında üredikten sonra erginlerin çoğu kışın ölürler.
Salyangozların çoğu erdişi (hermafrodit) olduğundan aynı birey hem dişi hem de erkek üreme organlarına sâhiptir. Üreme dönemlerinde karşılıklı aşk okları atarak birbirlerini tahrik ederler. Erdişi salyangozlar, karşılıklı olarak birbirini döllediği gibi bâzan de eşlerden biri erkek, diğeri dişi olarak görev yapar. Kara salyangozları, kabuklu yumurtalarını toplu olarak yaprak altlarında veya toprak kovuklar içine bırakırlar. Su türleriyse yumurtalarını jelatinsi bir kitle içinde zemine yapıştırır veya akıntıya bırakırlar. Açık denizlerde rastlanan böyle yumurta köpükleri, eskiden denizciler tarafından sabun olarak kullanılırdı. Kara salyangozlarının yumurtalarından erginlere benzer yavrular çıkar. Deniz türlerinin birçoğunda metamorfoz (değişim) olduğundan üremeleri karmaşıktır. Salyangozların çoğu otçuldur. Parazit birkaç türün dışında denizlerde yaşayan etçil olanları da vardır.
Bunların içinde; zehir salgılayanlara, sülfürik asit püskürtenlere, midye ve istiridye kabuklarını açabilen usta avcılara rastlanır. Hatta güçlü hortumlarıyla, balık avlayanları bile vardır. Deniz yosunları yiyerek geçinen bir çeşidi klorofili sindiremediğinden, yapraklara benzeyen deri saçaklarda depolar. Buradaki klorofil güneş ışığında fotosentez sonucu salyangoza şekerli madde üretir.
Bâzı Uzakdoğu ve Batı ülkelerinde, salyangoz aranan bir yiyecektir. Romalılar, etrâfı çevrili özel bahçelerde yemek için salyangoz beslerlerdi. Salyangozların bâzıları zehirli madde ürettiğinden ve birçok parazite de ara konaklık yaptıklarından birçok tıbbî rahatsızlıklara sebep olurlar. Zâten İslâm dîninde salyangoz yenilmesine müsâade edilmemektedir.
Alm. Heuschnupfen (m), Fr. Rhume (m) des foins, İng. Hay fever. Çocukluk döneminde başlayan, tekrar eden (mükerrer) ataklarla giden allerjik bir hastalık. Mevsimlik veya her zaman olmak üzere iki tipi vardır. Çiçek tozları, otlar, çimen ve küfler, mevsimlik; ev tozları ve yün ise parennial saman nezlesine sebep olur. Genellikle hastalar allerjik bünyelidir ve âilelerinde başka allerjik hastalık bulunur.
Hastalarda bol sulu burun akıntısı, hapşırma, burunda kaşıntı, her iki gözde sulanma, kaşıntı ve yanma vardır. Gözler şiş ve kızarık, burun mukozası soluk mâvimsi renktedir. Hastaların burun salgısı ve kanlarında akyuvarların eozinofil grubu artmıştır. Saman nezlesi yapan âmilin (allerjinin) ne olduğu ise deri testleriyle tespit edilir.
Hastalığın etkili tedâvisi yoktur. Hiposensitizasyon (duyarlılık azaltma) bâzan faydalıdır. Allerjen, ilgili mevsimden 2-3 ay önce başlayarak gitgide artan dozda hastaya şırınga edilir. Böylece allerjene karşı bağışıklık kazanmış olur.
Antihistaminler, efedrin ve fenil propanolamin faydalıdır. Sinirli ve gergin hastalara sâkinleştirici (müsekkin) verilir. Bunlarla kontrol edilemeyen vak’alarda belirtiler devâm ettiği sürece kortikosteroitler ağızdan veya teneffüs spreyleri hâlinde kullanılır.
Şüphesiz en iyisi allerjenden uzak durmaktır. O mevsimde allerjeni geçirmeyen maskeler kullanılabilir. Allerjen, ev tozu veya yün ise, tozsuz, yünsüz oda hazırlanmalıdır. Bütün örtü ve eşyâlar, antijenik olmayan maddelerden olmalıdır. Oda süpürülmemeli, sık sık ıslak bezle silinmelidir. Battaniye ve yataklar pamuk veya mümkünse tamâmen toz geçirmiyecek şekilde kılıflı olmalıdır. Sun’î boyalı gıdalar, meşrubatlar, boyalı sakız, dondurma, kuruyemiş fazla yenmemelidir.
Hastalıkta bütün tedbirlere rağmen hiçbir zaman tam bir iyileşme olmaz. Allerjenle karşılaştırıldığı zaman yeniden atak olur.
Alm. Samaniden (pl.), Fr. Samanides (pl.), İng. Samanids. İran’da devlet kuran bir hânedan. Sâmânî sülâlesinin kurucusu, Kuzey Afganistan’ın Belh bölgesi Sâmân köyünde mahallî toprak sâhibi olan Sâmân Hudâ idi. Sâmân Hudâ, düşmanlarının baskısıyla köyden çıkarak Horasan’daki Emevî Vâlisi Esed bin Abdullah’ın yanına sığındı. Esed bin Abdullah’tan himâye gören Sâmân Hudâ, Zerdüşt dînini bırakarak İslâmiyeti kabul etti.
Sâmân Hudâ ve torunları, Emevîlerden sonra Abbâsîlerin hizmetine girdi. Halife Hârûn Reşîd (786-809) ve oğlu El-Me’mûn (813-817) zamânında devlet hizmetinde vazîfe aldılar. Sâdık hizmetlerinden dolayı, Sâmânîlerden Nûh Semerkand’a; Ahmed Fergana’ya, Yahya Şaş’a ve İlyas Herat’a vâli olarak tâyin edildiler. Fergana Vâlisi Ahmed Semerkand’a hâkim olunca oğlu Nasr da, Halife El-Mu’temid’den 875’te Mâverâünnehr eyâlet vâliliğini aldı. Nasr bin Ahmed, kardeşi İsmâil’i Buhârâ Vâliliğine getirdi. Mâverâünnehr, Sâmânî Sülâlesi mensuplarının hâkimiyetine geçti. Horasan’daki Tâhirîler zayıflayınca Sistan’daki Saffârîlerle hâkimiyet mücâdelesinde bulundular. Bozkırda yaşayan gayri müslim Türklerin akınlarına karşı Mâverâünnehr ve Fergana’nın kuzey hudutlarını emniyet altına aldılar. Türklerin Müslümanlarla irtibat kurmasında köprü vazifesi gördüler. İran’da sapık îtikâd ve akımlara karşı Ehl-i sünneti müdâfaa ettiler. Abbâsîlerin düşmanı Büveyhîlerle Kuzey İran’da mücâdele etmeleri, sünnî Horasan ve Mâverâünnehr bölgelerindeki hâkimiyetlerini kuvvetlendirdi.
Sâmânîlerin hâkim olduğu bölge, 10. yüzyılda kuvvetli Türk hânedanlarının yayılma sahasına girdi. Karahanlılar, Gazneliler ve daha devlet kurmamalarına rağmen Selçuklularla mücâdele etmek zorunda kaldılar. Bütün bu dış tehlikelere ilâveten saray isyanları, merkezî idâreye karşı askerî liderler ve büyük toprak sâhiplerinin isyânı Sâmânîleri zayıf düşürdü. Bu iç ve dış tehlikeler sonunda, Mâverâünnehr bölgesi Karahanlıların; Horasan da Gaznelilerin hâkimiyetine geçti. Son Sâmânî emîri İsmâil el-Muntasır 1005’te öldürüldü.
Sâmânî hükümdârları, sünnî İslâm âleminin lideri Abbâsî halîfelerine karşı devamlı hürmette bulunup, onların takdirlerini kazandılar. Mâverâünnehr’in ticârî menfaatlerini tehlikelere karşı korudular. Bölgeyi, Orta Asya’ya giden kervan yollarına açık tutarak, ülkenin iktisâdî dengesini sağladılar. Dokuzuncu asırdan îtibâren, Abbâsîler dâhil, diğer bütün Müslüman emîrlerin ordularında vazîfe yapan Türk gulâmların çoğu Sâmânîler aracılığı ile toplanıyordu. Sâmânîler, İslâmiyeti Türkler arasında yayıp, Karahanlıların İslâm devleti hâline gelmesini sağladılar. Ülkelerinde birçok su kanalı açarak zirâati geliştirdiler. Sâmânîler devrinde, bölge iktisâdî ve sosyal bakımdan refâh içindeydi.
Sâmânî hükümdârlarının Buhârâ’daki saraylarında Arapça öğretim yapıldığı gibi Farsçaya da ehemmiyet verildi. Bilhassa Farsça çok gelişip; İran’ın millî, İslâm âleminde de tasavvuf ehlinin dili hâline geldi. Firdevsî, İranlıların millî destânı Şehnâme’yi yazmaya Sâmânîler devrinde başladı. İranlıların lirik şâiri Rûdekî, Kelile ve Dimne’yi manzum olarak Farsçaya çevirdi. Târihçi Belâmi, coğrafyacı Zeydü’l-Belhî ile filozof ve tabip İbn-i Sînâ, Sâmânîler zamânında yetiştiler. İlim ve sanat sâhipleri, başta hükümdârlar olmak üzere, emirlerce himâye ve îtibâr gördüler.
Sâmânî Hükümdârları |
Tahta Geçişi |
Ahmed Esed bin Sâmân-I |
819-864 |
Nasr bin Ahmed-I |
864-892 |
İsmâil bin Ahmed |
892-907 |
Ahmed bin İsmâil |
907-914 |
Emir Said Nasr-II |
914-943 |
Emir Hamid Nûh-I |
943-954 |
Emir Müeyyed Abdülmelik-I |
954-961 |
Emir Sedid Mansur-I |
961-976 |
Emir Rızâ Nûh |
976-997 |
Manusr-II |
997-999 |
İsmâil el-Muntasır-II |
1000-1005 |
Alm. Milchstrasse (f), Fr. Voie (f) lactée, İng. The Milky Way. Güneş ve güneş sistemini içine alan ve milyarlarca yıldız, gaz ve toz bulutları (Nebüloz) ihtivâ eden, dünyâmızın da içinde bulunduğu galaksiye verilen isim; kehkeşân. Güneş ve gezegenleri, Samanyolu galaksisinde çok küçük bir miktardır. Samanyolu galaksisi de kâinatta yer alan küçük bir noktadan ibârettir.
Görünüşü: Yaz günleri, gece bir ufuktan diğerine uzanan, soluk ışıklı ve sayısı belirsiz yıldızdan meydana gelen bir kuşak, çıplak gözle görülür. Bu kuşak Samanyolu galaksisinin gözüken bir kenarıdır. Kâinattaki yerleşimine göre Samanyolu, güneyde geniş ve parlak; kuzeyde ise dar ve sönüktür. Samanyolunu kış geceleri de görmek mümkündür. Ancak parlaklık ve genişlik biraz daha azdır. Samanyolunun güney kısmı Sagittarius, kuzey kısmı Cygnüs adını alır.
Şekli: Gökyüzünde çıplak gözle görünebilen yıldızların hepsi Samanyoluna âittir. Uzayda, uzaktan görünüşü büyük bir disk şeklindedir. Diskin ortası biraz şişkindir. Orta şişkin kısmı çok miktarda yıldız, toz ve gazdan meydana gelmiştir. Galaksinin merkezden çevreye kalınlığı 10.000 ışık senesidir. Bir ışık senesi yaklaşık 6 trilyon mildir. Disk uçlara doğru yassılaşır. Güneş sisteminin bulunduğu kısımda galaksinin kalınlığı 3000 ışık senesidir. Samanyolu galaksisinin toplam kütlesi, güneş kütlesinin 600 milyar katıdır. Galaksinin çapı 100.000 ışık senesidir. Güneşin galaksi merkezine uzaklığı ise 30.000 ışık senesi olduğu tahmin edilmektedir (Bkz. Işık Yılı). Galaksimizin tam merkezinde beş milyon Güneş kitleli dev bir kara delik bulunduğu sanılmaktadır. Samanyolunun merkezi gökyüzünde yay burcu yıldızları bölgesindedir. O bölgede samanyolunun görünüşü son derece muhteşemdir.
Yapısı: Galaksinin güneşe yakın kısımlarında parlak O ve B tipi yıldızlar vardır. O ve B tipi yıldızlar genç olup, gaz ve toz bulutu şeklindedirler. Güneş sisteminin bulunduğu Orion Spiral Kol merkeze O ve B tipi yıldızlardan daha uzaktır. Galaksinin uç tarafları yaşlı yıldızlarla doludur. Bu yıldızların civârında gaz ve toz olmayıp, ışıkları da çok sönüktür.
Genç ve yaşlı yıldızların hepsi galaksi merkezi etrafında süratle döner. Merkeze yakın olan yıldızların dönüş hızı daha büyüktür. Güneşin galaksi merkezi etrafında dönüş hızı sâniyede 250 kilometredir. Güneş, merkezden 30.000 ışık senesi uzaklıkta olduğu için, güneşin galaksi içinde bir tam devri 200 milyon senede tamamlanır. Bu süreye Galaktik yıl Güneş sisteminin, hesaplarla, yaşı 4600 milyon sene olarak bulunduğundan güneşin şimdiye kadar 23 devir yaptığı kabul edilebilir. Galaksinin 10 trilyon yaşında olduğu zannedilmektedir. 200 milyar yıldız ihtivâ ettiği tahmin edilmektedir. Yıldızlar yaşlandıkça ekvatorlarında şişme olduğu gibi, Samanyolu galaksisinin de ekvatorunda şişme vardır. Samanyolu galaksisi, 20 galaksiden meydana gelen, küçük bir galaksiler grubuna âittir. Bu galaksiler grubunda spiral biçiminde iki galaksi daha vardır. Diğer galaksiler elips (oval) biçimindedir.
Samanyolu, bu galaksi grubuyla birlikte en yakındaki galaksi kümesini meydana getiren Virgo kümesiyle aynı yönde, sâniyede 600 km hızla, tahminen Güneş kütlesinin 30 milyon kere milyar kat bir kütlesi bulunan ve çapı 250 milyon ışık yılı olan dev bir çekim merkezine doğru ilerlemektedir. Şimdiye kadar kâinatta tespit edilmiş en büyük yapı olan bu merkez, sayısız galaksiden meydana gelmiştir.
Abbâsî Devleti zamânında Irak’ta Bağdat’ın yetmiş mil uzağında ve Dicle kenârında kurulan târihî bir şehir. Bu şehri, Halîfe Mu’tasım’a ve ücretli Türk ordusuna yeni bir yerleşim merkezi sağlamak gâyesiyle meşhur Abbâsî kumandanı Türk asıllı Eşnas 836 (H.222) senesinde, kurdu. Samarrâ Kuruluşundan 892 (H.279) senesine kadar 57 sene müddetle, Abbâsî Devletine başşehir oldu. Halîfe Mu’tasım’dan halîfe Mu’tedid’e kadar sekiz Abbâsî halîfesi Samarrâ’yı payitaht olarak kullandı. 892 (H.279) senesinde Halîfe Mu’tedid Bağdat’ı tekrar başşehir yaptı.
Müslümanların kurduğu en büyük şehirlerden biri olan Samarrâ, başşehir olduğu müddet içinde bir kısmı bugün de ayakta olan muazzam eserlerle îmâr edildi. Samarrâ’ya ilk yerleşen halîfe Mu’tasım, burada Cevzak kasrını yaptırdı. Daha sonra halîfe Vâsık, kendi adıyla Hârun Kasrını yaptırdı. Halife Mütevekkil ise, Samarrâ’da yirmi dört ayrı kasır yaptırmış veya daha önceden inşâ edilmiş olanları genişletmiştir. Bu kasırların en meşhurları Balkuvara, Arûs, Muhtar ve Vâhîd kasırlarıdır. Samarrâ’da en son oturan Halîfe Mu’temid, 869 (H.255) senesinde doğu sâhilinde el-Ma’şûk Kasrını yaptırdı. Bu şehirde evler, umûmiyetle aynı plân üzerine yapılmıştır. Tek katlı olan evlerin ortasında havuzu ile bir avlusu bulunurdu. Avluların etrâfında eyvânlar ve odalar vardı. Sarayların ve evlerin iç kısımları kabartma süslemeler ve levhalarla tezyin edilmişti.
Muhteşem Samarrâ şehri, bugün Dicle Nehrinin sol sâhilinde büyük bir harâbe hâlindedir. Bugün harâbelerin yakınında yeniden kurulmuş aynı adı taşıyan küçük bir şehir vardır. Harâbeler arasında sağlam kalan binâlar, halîfe Mütevekkil’in yaptırdığı Büyük Câmi; Balkuvara sarayı; Vâsık Kasrı ve Kubbetü’s-Sulaybiya’dır. Harâbe hâline gelen bu şehirde yapılan kazılarda, Abbâsîler zamânında dünyâya ışık saçan sanat ve kültürün zengin nümûneleri elde edilmiştir. Bugün harâbe ve küçük bir belde hâlini alan Samarrâ şehri vaktiyle yüz binlerce nüfûsa sâhipti.
Samarrâ’da bu gün sâdece kuşatma duvarları ile minâresi ayakta kalan Büyük Câmi (Câmi-ül-Kebir), Halîfe Mütevekkil tarafından 848 (H.234) ile 852 (H.238) seneleri arasında yaptırılmıştır. Dünyânın en geniş câmisi olup, 240 metre boyunda, 156 metre enindedir. Câmi, müştemilâtıyla birlikte otuz sekiz bin metre karelik bir sâha kaplamaktadır. Kuşatma duvarları, ortalama on beş metre yükseklikte, iki buçuk metre kalınlıkta olup, pişmiş tuğladan yapılmıştır ve aralıklı takviye kuleleri vardır. İç bölmeleri ve mermer sütunlar üzerine oturan tavanlar tamâmen yok olmuştur. Bozulmadan kalan, melviye denilen minâresi câminin kuzey tarafında ve 27 metre dışındadır. Koni şeklinde olan minâre, kare bir taban üzerinde helezonî olarak yükselir ve tepesine dışarıdan dolanan bir merdivenle çıkılır.
Samarrâ’nın el Asker mahallesinde ikâmet ettiği için el-Askerî lakabını alan 11. İmâm Ebû Muhammed Hasan el-Askerî’nin ve onun babası 10. İmâm AliNakî hazretlerinin medfun olduğu türbe de Samarrâ Büyük Câmii yanındadır.
Son devirde yetişen büyük hattatlardan. 13 Mart 1838 târihinde İstanbul’un Fâtih semtinde doğdu. Asıl adı İsmâil Hakkı’dır. Yorgancılar kethüdâsı Hacı Mahmûd Efendinin oğludur.
Sâmi Efendi Sıbyan Mektebine devam ederken Boşnak Osman Efendiden sülüs ve nesih hattını öğrenmeye başladı. Bu iki hattı sâdece bu hocadan görmüş; fakat kuvvetli istidâdı sâyesinde eski üstadların yazılarını inceleyerek bu vâdide çok ileriye gitmiştir. Sâmi Efendi, ilk yazılarına “Yorganizâde” diye imzâ atardı. Bu arada Arapça ve Farsça öğrenen Sâmi Efendi, 14 Temmuz 1853’te Mâliye Kalemine girdi. Usulden olduğu için burada Sâmi mahlasını kullanmaya başladı. Bu görevi yanında, Bâbıâli tarzı rik’a hattının ilk üstâdı Mümtaz Efendiden rik’a, dîvân-ı hümâyûnun hat muallimi Nâsıh Efendiden dîvânî, celî dîvânî yazmasını ve tuğra çekmesini öğrendi. Mustafa Râkım Efendinin talebesi Recâi Efendiden celî sülüsü ilerletti. Kıbrısîzâde İsmâil Hakkı Efendiden ta’lik hattını meşketti ve 1857’de icâzet aldı.
İsmâil Hakkı Efendinin vefâtından sonra devrin ta’lik üstadı Ali Haydar Efendiden celî ta’lik meşketmeye başladı. Seneler sonra bu olayı hatırlayıp, talebesine; “Hocayla talebeyi ancak ölüm ayırır. Ben hocalarımı terk etseydim yazıda feyz bulamazdım.” demiştir. Zamanla vazifesinde yükselerek Nâmenüvis ünvânıyla Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Kalemine tâyin edildi. 18 Nisan 1878 Dîvân-ı hümâyûn Dâiresi Hutut-ı Mütenevvia Muallimliğine getirildi. Daha sonra Nişan Kalemi Hulefalığından aynı kalemin mümeyyizliğine getirildi. Uzun müddet Enderûn-ı Hümâyûnda ve Çarşıkapı’da şimdi yıkılan Kemankeş Mustafa Paşa Medresesinde 300 kadar talebeye hüsnü hat dersi verdi. Meşrûtiyetin îlânından sonra emekliye sevk edildi. Son birkaç yılını felçli olarak geçirip, 1 Temmuz 1912’de vefât etti. Cenâze namazı Fâtih Câmiinde kılınıp, bu câminin haziresine defnedildi.
Sâmi Efendi nesih ve sülüsle fazla uğraşmamış; sanatta, şahsiyetini hattın en geç ve güç kemâle gelen şekli olan celîde ortaya koymuştur. Kışın Fâtih’in Horhor semtinde, yazın Çengelköy’de oturur ve talebelerine de salı günleri ders verirdi. O gün zamânın yazı üstadları da ziyâretine gelirlerdi. Uzun müddet celî çalışan merhum, müsveddeleri biriktikçe bunları bir torbaya doldurup içine de ağır bir taş koyarak Çengelköy’e geçerken denize atardı. Bâzan talebelerine çıkışır; “Siz dört adım yaya gelmeye üşeniyorsunuz. Ben Fâtih’ten Yıldız’a gider, saatlerce bekledikten sonra, -Hoca bugün yazı göstermeyecek- derler, arkama baka baka dönerdim.” derdi.
Sultan Abdülazîz Han, Sultan İkinci Abdülhamîd Han ve SultanReşâd Hanın tuğralarını en güzel şekilde çekenSâmi Efendi, bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın şahsi teveccühüne mazhar olmuştur. Talebeleri arasında Hacı Kâmil Efendi, Hulusi Efendi, Tuğrakeş Hakkı Bey, Hasan Rızâ Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi, ve Necmeddin Okyay sayılabilir. Sâmi Efendinin vefâtından iki sene sonra 1924’te eskiden Derleme Müdürlüğü olan binâda tesis edilen “Medreset-ül-Hattatîn”e her yazı çeşidini öğretmek için tâyin edilen yazı hocaları hep merhumun yetiştirdiği hattatlardı. Celî sülüs ve celî ta’lik şeklindeki levhalarına en çok Cihangir ve Altunizâde ile Aksaray Vâlide, Râmi, Edirnekapı’da Mihrimah, Erenköy’de Zihni Paşa ve Gâlib Paşa câmilerinde rastlanır. Kapalıçarşı’nın Çadırcılar Kapısı üstündeki hadîs-i şerîf, büyük kapı üstünde tuğra ve Nûruosmâniye kapısındaki tâmir kitâbesi, Etfal Hastânesinin kitâbeleri ve birçok mezar kitâbesi ise mermere nakşedilen yazılarındandır.
Osmanlı Devletinin kıymetli vezirlerinden, âlim ve edib bir zât. Sâmi, şiirdeki mahlasıdır. Asıl ismi Abdurrahmân’dır. 1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğdu. 1878’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Sultan İkinci Mahmûd Han türbesindedir.
Mora eşrâfından, Şeyh Necîb Efendinin oğludur. Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kâhire’deki meşhur Bulak Matbaasına müdür tâyin edildi. Daha sonraMehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti. Rumların elinde esir kalan kardeşleriMahmûd veHayrullah efendileri kurtarıp, Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde Mehmed Ali Paşanın Divân Muâvinliğine tâyin edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır kabînesinde Reîs-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl) rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti. 1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.
Sâmi Paşa, 1849’da İtanbul’a gelip, Bâb-ı âlî’de vazîfe aldı.Tırhala mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu. Bosna, Trabzon, Vidin ve Edirne Vâliliği yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de ise, Girit Vâliliğine tâyin edildi. Aynı sene, sekiz ay da Edirne Vâliliği yaptı. Daha sonra değişik meclislerde âzâ oldu.
Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. İskenderiye’de büyük merâsimle toplar atılarak karşılandı ve Re’süddîn Sarayında misâfir edildi. Sultan Abdülazîz Hanın Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. 1868’deMeclis-i âlîde vazîfelendirildi. Sultan Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.
Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptı. Seksen dokuz yaşında hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sutan İkinci Abdülhamîd Han karşılayıp, Sultan İkinci Mahmûd Han türbesine defnettirdi. Sâmi Paşanın evlâdı çoktu. Suphi Paşa, Necip Paşa, Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler onun oğullarındandır. Oğlu Ahmed Necip Paşa, Sultan İkinciAbdülhamîd Hanın eniştesi olup, Medihâ Sultanla evliydi.
Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir zâttı. Kişver-i Derûn adlı İslâm ahlâkını anlatan bir eseri vardır. Bu eseri, Arap ediplerinden Trablusşamlı Abdüllatîf Efendi tarafından Arapçaya çevrilmiş ve Arapça olarak basılmıştır. Bu eserinden başka dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.
Abdurrahmân Sâmi Paşanın yazdığı aşağıdaki şiiri, Fuâd Paşanın kabrine kazınmıştır:
Ey zâir-i sâhib-nefes,
Hubb-ı sivâdan meyli kes
Dünyâda kalmaz hiç kes,
Allah bes, bâkî heves
Her ten biter bir derd ile,
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmağa bir ferd ile,
Değmez bu dünyâ-yı ehas
Ben de ferîd-i asr idim,
Fass-ı nigîn-i sadr idim
Nakş-ı hümhayûn-ı satr idim,
Gösterdi çarh rûy-ı abes
Dil-haste oldum bir zemân,
Tedrîc ile bitdi tüvân
Uçdu nihâyet murg-ı cân,
Çünki harâb oldu kafes
Söndü çerâg-ı âfiyet,
Zulmetde kaldı şeş cihet
Açıldı subh-ı âhiret,
Envâr-ı Hak’dan muktebes
Buldum o dem Sübhân’ımı,
Arz eyledim isyânımı
Matlûb idüp gufrânımı,
Rahmetle oldu dâd-res
Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh,
Etdimse de yüz bin günâh
Dergâhını kıldım penâh,
Afvındır ancak mültemes
Târîhdir ism-i Gafûr,
Lâbüdd ider sırrı zuhûr
Afv olunur her bir kusûr,
Allah bes bâkî heves
Cumhûriyet devri yazar ve romancılarından. 1906 senesinde İstanbul’da doğdu. Çocukluğu İstanbul’un Şehzâdebaşı semtinde geçti. Süleymaniye Kız Nümûne Mektebini bitirdi. Daha sonra öğrenimini özel olarak sürdürdü. Yetiştiği kültürlü âile çevresinde kendini edebî sahada yetiştirdi. Kenan Rıfâî (Büyükaksoy) nin fikirlerinden etkilenip ona bağlandı. Hatıralar, Romanlar ve İncelemeler şeklinde eserlerini kaleme aldı. Zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları neşredildi. 1972 senesinden îtibâren Kubbealtı akademi mecmuasının dâimî yazarları arasında yer aldı.
İnceleme ve hâtıra türündeki eserlerinin çoğunda Osmanlı dönemindeki yaşayışı temiz bir dille ve duru bir lirizmle anlattı. Romanlarında ise sosyal ve kültürel değişimi ve bu değişimin toplumda ve âile içinde ortaya çıkardığı rûhî bunalımları kaleme aldı. Mesihpaşa İmamı ve Yolcu Nereye Gidiyorsun adlı eserlerinde âile yapısındaki çöküş ve çözülmeleri dile getirdi.
Milliyetçi ve muhâfazakar fikirleri benimsemekle birlikte dînî konularda şahsî yorumlarda bulunan Samiha Ayverdi, 22 Mart 1993’de İstanbul’da öldü.
Eserleri:
Romanlar; Aşk Bu İmiş, Batmayan Gün, Mabette Bir Gece, Ateş Ağacı, Yaşayan Ölü, İnsan ve Şeytan, Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Mesihpaşa İmamı, İbrâhim Efendi Konağı.
İnceleme ve diğer eserleri; Yusufçuk, İstanbul Geceleri, Edebî ve Manevî Dünyâsı İçinde Fâtih, Boğaziçinde Târih, Misyonerlik Karşısında Türkiye, Maârif Dâvâmız, Türk-Rus Münâsebetleri ve Muhârebeleri, Türk Târihinde Osmanlı Asırları, Kölelikten Efendiliğe.
Alm. Semite (m), Semitin (f), Fr. Sémite (m), İng. Semites (pl.). Sâm’ın soyundan, Sâm dilini konuşan kavimler. Hazret-i Nûh’un, Tufandan sonra Ham, Sâm ve Yâfes adında üç oğlu vardı. Tufandan sonra bütün insanlar bu üç oğlundan türeyip, her tarafa dağıldılar. Sâm’dan Araplar, Âsûrîler, Finikeliler, İbrâniler, Rumlar ve Süryâniler türeyip, bütün Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkelerine yayıldılar. Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’e hâkim olup, devlet kurdular. Sâm’dan türeyen kavimlere Sâmi ırkları, dillerine de Sâmi dilleri denir. Sâmi dilleri, Akkatça, Âramice, Arapça, Habeşçe ve İbrânicedir.
Türk romancı ve hikâyecisi. 1859 yılında İstanbul’da doğdu. Tanzimat devrinin tanınmış devlet adamlarından Abdurrahman Sâmi Paşanın oğludur. Annesi Dilârâyiş Hanımdır.
Çocukluk ve ilk gençlik çağları İstanbul’da, babasının Taşkasap’taki konağında ve Çamlıca’daki köşkünde geçti. Hiçbir okula gitmedi. Bütün öğrenimini husûsi hocalarla yaptı. Farsçayı Muallim Feyzi Efendiyle babası Sâmi Paşa’dan; Arapçayı Meclis-i maârif âzâsı Mehmed Galib Efendiden; Fransızcayı da Fabert isimli bir Fransızdan öğrendi. Alman şarkiyâtçısı Mortmann’dan Almancayı; elçilik kâtibi olarak bulunduğu Londra’da da İngilizceyi öğrenmiştir.
Edebiyata olan merakı fazlaydı. İlk yazısı “Maârif” başlıklı bir makâledir. Bu ilk yazıs 1874’te Kamer isimli gazetede yayınlandı.
Ağabeyi Suphi Paşanın evkaf nâzırlığı sırasında bu nezâretinTapu Senedât Kalemine memur olarak girdi. Babasının ölümünden sonra Londra Büyükelçiliğine ikinci kâtip olarak tâyin edildi. Londra’ya gitmeden bir yıl evvel Şîr isimli ilk eserini yayınladı (1879). Bu, üç perdelik basit bir trajediydi.
1885’te elçilik mensuplarının şapka giymelerinin sarayca yasaklanması ve bu yasağa uyulmaması yüzünden, başta büyükelçi olmak üzere bütün elçilik kadrosu azledilince, Sezâi Bey de İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Dönüşünde Hâriciye Nezâreti İstişâre Odasında çalışmağa başladı.
Nâmık Kemâl’in etkisi altında yetişen Sezâi Bey, edebiyat alanında, Hâmit ve Ekrem’in yakın dostudur. Sezâi Bey, Yeni Türk Edebiyatının Nâmık Kemâl gibi, Hâmid gibi birinci plânda vazife görmüş yazarlarından değildir. Fakat onun kendi çağındaki Avrupa edebiyatıyla yakından ve anlayarak ilgilenmesi, eserlerine Avrupaî bir karakter vermiş ve yazar, bu yönden edebiyatımızın Avrupalılaşması târihinde önemli bir yer almıştır. Duygulu bir sanatkâr olan Sezâi’nin arada bir romantik özellikler taşıyan şiirler yazdığı da olmuştur.
Sezâi Bey, diğer Tanzimat yazarları gibi, çok eser vermemiş olup, bir romanı, iki küçük hikâye kitabı, bâzı nesirleri, seyâhat hâtıraları ve hâtırât yazıları vardır. Alphonse Daudet’den Jak romanını Türkçeye çevirmiştir. 1897’de Ahmed Cevdet Paşanın çıkardığı İkdâm Gazetesinde makaleler ve hikâyeler yazdı. Siyâsî faaliyetlerinden dolayı 1901’de Paris’e kaçtı. İttihat ve Terakki Cemiyetine katıldı. İkinci Meşrûtiyetin îlânı üzerine İstanbul’a döndü. 31 Mart Vak’asından sonra Madrid elçiliğine tâyin edildi. Birinci Dünyâ Savaşı yıllarını İsviçre’de geçiren yazar, savaşın sona ermesi üzerine İstanbul’a döndü.
1921’de, Tevfik Paşa hükümetince, yaş haddini doldurmadan emekliye sevk edildi. Ömrünün son yıllarını, Kadıköy’ün Mühürdar semtindeki evinde yarı münzevî olarak geçirdi. Maddî sıkıntıya düşmesi üzerine hükümetçe maaş bağlandı. Konak adlı romanını tamamlayamadan 1936 yılında zatürreden vefât etti. Vasiyeti üzerine, Göksu’daki âile mezarlığına yeğeni İclâl’in yanına gömüldü.
Sezâi Beyin tanınmış romanı Sergüzeşt’tir. Bir esir kızın serüvenlerini ele alır ve “ferdî hürriyeti” savunur. Bu romanda, zamanının hayat sahnelerini basit bir vak’a etrafında romanlaştıran Sezâi Bey, hikâyesini yer yer hissî ve romantik bir üslupla anlatmıştır.
Sezâi Beyin küçük hikâye yazarlığı, romancılığından daha üstündür. Onun küçük hikâyelerinde realist Fransız edebiyatının tesiri vardır. Yazar, önce Küçük Şeyler adı altında topladığı bu hikâyelerle birtakım küçük hayat hâdiselerini başarıyla hikâyeleştirmiştir. Küçük Şeyler’de: “Bu Büyük Adam Kimdir?”, “Hiç”, “Kediler”, “Düğün”, “Pandomima” adlı hikâyeler ve iki nesir vardır. Aynı kitaptaki “Arlezyalı” adlı bir hikâye, Alphonse Daudet’ten tercüme edilmiştir.
Sezâi Bey, Küçük Şeyler’den sonra, bâzı makâle, hikâye ve muhasebelerini Rumûzü’l-Edeb adlı bir kitapta toplamıştır. Bu eserin yayınlanmasından yirmi altı yıl sonra da, çok sevdiği yeğeni İclâl’in ölümü üzerine yazdığı mensur bir mersiye ile daha bâzı nesir ve hâtıralarını İclâl isimli bir kitapta yayınlamıştır.
Eserleri:
Sergüzeşt (1887), Küçük Şeyler (1891), Rümûzü’l-Edeb (1898), İclâl 1924’te yayımlanmıştır.