SALGURLULAR
İran’ın Fars bölgesinde Oğuzların Üçoklar boyuna mensup Salgur veya Salur Kabîlesi tarafından kurulan bir devlet. Devletin kuruluşu sırasında başta bulunanlar atabeg ünvânını kullandılar. Bu ünvân daha ziyâde hânedânların tesisi için bir basamak oldu, daha sonra sultan ve hükümdâr karşılığında kullanıldı.
Fars bölgesinin fethine hazret-i Ömer zamânında teşebbüs edilmiş, 649 (H.29) yılında Basra Vâlisi Abdullah bin Amr tarafından bölgenin tamâmı İslâm topraklarına katılmıştı. Abbâsîler zayıflayınca, bölge Saffârîlerin eline geçti. Daha sonra Büveyhîler hâkim oldu. Tuğrul Bey zamânında Selçuklu Türklerinin eline geçti. Fakat dağlık bölgeler, bölgenin yerli hâkimleri olan Şebânkârelerin elinde kaldı. Selçuklu Emîri Atabeg Çavlı, onlarla uzun yıllar mücâdele etti. Bölge, Irak Selçuklularına bağlı atabeglerin hâkimiyetine geçti.
Bu sırada Fars bölgesi, Salgurluların büyük bir göç hareketine sahne oldu. Cemâatın başında bulunan Emir Mevdûd, Atabeg Bozaba tarafından yerine nâib olarak tâyin olundu. Bozaba’nın ölümü ile Irak Selçuklularından Melikşâh, Fars bölgesine hâkim oldu. Aynı yıllarda ölen Mevdûd’un yerine oğlu Sungur geçti. Sungur, bölgeye hâkim olan Melikşâh’a atabeg ünvânı ile yardımcı oldu. Keyfî hareket eden Melikşâh, devlet işlerinden uzak duruyor, halka karşı kötü davranıyordu. Bir bahâne ile Atabeg Sungur’un kardeşini öldürttü. Sungur, kabîlesi Salgurluları da yanına alarak, Şîrâz’dan çıkıp gitti. Melikşâh’ın tekliflerini reddedip baş kaldırarak, onu yendi. 1148’de Şîrâz’ı ele geçirip merkez yaptı ve devletin temelini attı.
Fars hâkimiyetini kaybeden Melikşâh, amcası ve Irak Selçuklu Sultânı Mes’ûd’dan yardım istedi. Aldığı yardımcı kuvvetlerle Fars üzerine yürümesine rağmen tekrar yenildi. Bu husustaki seferlerinin hepsi netîcesiz kaldı ve her defâsında Sungur’a mağlûp oldu. Böylece Fars bölgesi, tamâmen Atabeg Sungur’un hâkimiyetine girdi. Atabeg Sungur, Kirman Selçuklu Sultânı Birinci Muhammed ile dostluk kurdu.
Sungur, on üç sene saltanat sürdükten sonra Margzâr-ı Beyzâ’da 51 yaşında öldü (1161). Şîrâz’da kendi adıyla anılan Sunguriyye Medresesine defnedildi. Adâletli, dindar, hayırsever ve mütevâzî bir sultandı. Oğlu Tuğrul, küçük yaşta olduğu için yerine kardeşi Zengî geçti.
Atabeg Zengî, bir müddet sonra Abbâsî halîfesinin vezîri Yahyâ bin Hubeyre’nin teşvikiyle Irak Selçuklu Sultânı Arslanşâh’ın yerine şehzâde Mahmûd bin Melikşâh adına hutbe okuttu. Lâkin müttefiki Rey Vâlisi Emir İnanç; Sultan Arslanşâh’a itâatini bildirince, Zengî yalnız kaldı. Sultan ve Atabeg İldeniz, onu sulh yoluyla kazanmak istediklerinden, Zengî’ye haber göndererek huzûra çağırdılar. Önce gitmek istemeyen Zengî, sonra İsfehan’da bulunan Sultan Arslanşâh’ın huzûruna varıp itâatini bildirdi. Böylece Salgurlu Devleti, 1165 yılında Irak Selçuklularına resmen tâbi oldu.
Atabeg Zengî’nin, bir müddet sonra Fars halkına kötü davranmaya başlaması halkın Huzistan Hâkimi Şumla’yı bölgeye dâvet etmesine sebep oldu. Fars bölgesine sefer düzenleyen Şumla, Zengî’yi yenerek Şebânkârelilere sığınmaya mecbur bıraktı ve Fars bölgesine hâkim oldu. Fakat o da halka iyi davranmadı. Salgurlu askerleri yaptıklarına pişmân olup Zengî’nin yanında toplandılar. Askerleriyle Fars’a giren Zengî, bölgeye yeniden hâkim olunca, Şumla bölgeyi terk etmek mecbûriyetinde kaldı. Zengî, Kirman Selçuklu Sultânı Melik Tuğrulşâh’ın ölümünden sonra meydana gelen taht mücâdelelerine karıştı ve yardımıyla İkinci Turanşâh tahtı ele geçirdi. Bu târihten îtibâren Salgurlular, Kirman Melikleri tarafından yardım husûsunda başvurulan ilk merci durumuna gelmişlerdi. Kirman siyâseti üzerinde ve meliklerin tahta geçişlerinde Salgurlu tesiri büyüktü. Bu, onların bir müddet sonra Kirman eyâleti üzerinde kuracakları hâkimiyetin ilk belirtileriydi.
Atabeg Zengî’nin 1178 senesinde ölümü üzerine yerine beş oğlundan, daha önce veliaht tâyin ettiği Tekle geçti. Tekle’nin ilk senelerinde, Âzerbaycan Atabegi Cihan Pehlivan, Fars’a akın düzenliyerek Şîrâz’ı yağmaladı ve halktan birçok kişiyi öldürdü (1180). Bir süre sonra Tekle’ye karşı amcasının oğlu Tuğrul, saltanat iddiâsında bulundu ise de, başarılı olamayarak Şebânkâre emîrlerine sığınmak mecbûriyetinde kaldı. Tekle, akrabâlıktan dolayı Tuğrul’u affetti. Tuğrul, bu sefer Irak’a gitti ve Âzerbaycan Atabegi Cihan Pehlivan’dan yardım sağlayıp Fars üzerine yürüdü ve bunu iki üç sefer tekrarladı. Fakat başarılı olamadı ve 1181 senesinde esir alınarak öldürüldü.
Harezmşâhların, Merv ve Serahs şehirlerini ele geçirmeleri üzerine buralarda yaşıyan Oğuzlar, Fars ve Kirman’a göç ettiler. Salgurluların kuvveti karşısında, bunlardan Fars’a gelenler, seslerini çıkaramadılar. Kirman’a giden Oğuzlar ise, Kirman Selçuklularının zayıflığından faydalanarak bölgeye hâkim oldular. Devlet ileri gelenleri Tekle’den yardım istedilerse de, gönderilen yardımcı kuvvetten faydalanamadıklarından Kirman Selçukluları târihe karışmış oldu (1187). Âdil, kanâatkâr ve sabırlı bir sultan olan Tekle, yirmi sene saltanat sürdükten sonra 1197 senesinde Bidek-i Fesâ’da öldü.
Tekle’nin yerine kardeşi Sa’d geçti. Sa’d’ın zamânı Salgurlular için parlak bir dönem oldu. Sa’d, başa geçtikten bir süre sonra, Fars’ta büyük bir kıtlık olduğu gibi peşinden de vebâ salgını çıktı. Arka arkaya gelen bu âfetlerin Fars üzerinde meydana getirdiği çöküntünün tesirlerini ortadan kaldırmaya çalışan Sa’d, topraklarını genişletmek için sefere çıktı.
Bu sırada Kirman’a Oğuzlardan sonra Harezmşâhlar hâkim olmuştu. Fakat, bölgede Oğuzlar, karışıklıklara sebep oluyorlardı. Şebânkâre emîrleri de zaman zaman hâdiselere karışıyorlardı. Netîcede Şebânkâre Emîri Nizâmeddîn Mahmûd, Berdesîr’i ele geçirdi. Bunun üzerine Kirman emîrleri ve Türkler ayaklandı. Şehre Oğuzlar hâkim oldularsa da, Atabeg Sa’d’ın kuvvetinden çekinerek Berdesîr’i Salgurlu ordusuna teslim ettiler. Böylece Salgurlular için Kirman hâkimiyetinin ilk adımı atılmış oluyordu (1204).
Sa’d, İsfehan ve Hemedân’ı ele geçirip topraklarını genişletmek istiyordu. Hazırlıklarını tamamlayıp İsfehan üzerine yürüdü ve hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre girdi. Sa’d’ın bu sefer sırasında Şîrâz’ı boş bırakması, Salgurluların rakibi İldenizliler ve Şebânkâre emîrleri için bulunmaz fırsattı. Bundan faydalanmak isteyen İldenizlilerden Atabeg Özbek, Şîrâz; Şebânkâre Emîri Mübâriz de, Kirman üzerine başarısız seferler yaptılar.
Sa’d, Kirmanlı bir devlet adamının teşvikiyle, bölgedeki hâkimiyetini kuvvetlendirmek için sefere çıktı ve 9 Ocak 1209’da Kirman’ın başşehri Berdesîr’e girdi. Oğuzları itâat altına almak için Bem’i kuşattı. Bu sırada Nişâbur Vâlisi Kezlik Han, Muhammed Harezmşâh’a isyân etmiş, karşısında duramayacağını anlayınca, hâkimiyet sâhası bulmak için Kirman üzerine yürümüştü. Sa’d, bir hîle ile Kezlik Hanı Kirman’dan kaçırdı. Daha sonra Oğuzlarla anlaşarak Şîrâz’a döndü. Sa’d, Kirman’da kaldığı beş ay zarfında burayı düzene sokmuş ve büyük kısmını da itâati altına almıştı. Fakat daha sonra bölgeyi ihmâl edince, 1213 senesinde Harezmşâhlar, Kirman’ı ele geçirdiler. Sonra Fars bölgesinden Şîrâz’a kadar uzanan seferler düzenlediler.
Harezmşâhların Irak-ı Acem vâlisini Bâtınîler öldürünce, bölgeyi ele geçirmek isteyenler arasında yâni mücâdeleler başladı. Bir yandan Atabeg Sa’d, diğer yandan da Atabeg Özbek, Irak-ı Acem’e hâkim olabilmek için harekete geçtiler. Sultan Muhammed Harezmşâh da bu bölgeyi onlara bırakmak niyetinde olmadığından büyük bir ordu ile, her iki atabege mâni olmak için, batıya yürüdü. Sa’d, sultânın ordusu ile Rey civârında karşılaştı. Yapılan savaşta mağlûp oldu ve esir düştü (1217). Daha sonra Sultan, Sa’d’ı affetti ve iki hükümdâr arasında anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Sa’d, Fars’ın iki müstahkem kalesi İstahr ve Eşkenvan’ı ve ülke gelirinin üçte birini harac olarak verecekti. Ayrıca bütün topraklarında hutbe Harezmşâh adına okunacaktı. Sa’d, yanında Harezmli kuvvetlerle Şîrâz’a dönünce, kendisini şehre sokmak istemeyen oğlu Ebû Bekr’i mağlûp ederek içeri girdi. Sa’d yirmi dokuz senelik bir saltanat devresinden sonra 1226’da Bihâtzad’da öldü. Halka adâletle muâmele eder ve âlimleri korurdu.
Yerine hapisten çıkarılan oğlu Ebû Bekr geçti. Ebû Bekr, saltanatının ilk senelerinde Şebânkârelerle mücâdele ettiyse de başarılı olamadı. Sultan Celâleddîn Harezmşâh, İsfehan önünde Moğollarla karşılaştığı zaman, yardımcıları arasında Ebû Bekr de bulunuyordu. Ebû Bekr, yaklaşan Moğol tehlikesini bertaraf etmek için, Moğol hükümdârı Ögedey’e kardeşini elçi gönderdi ve itâatini bildirdi. Ögedey memnun olarak, Fars idâresini ona bıraktı. Buna karşılık Ebû Bekr senelik otuz bin dînâr verecekti. Ebû Bekr, Hürmüz Adası hâkimiyle anlaşarak düzenlediği sefer sonunda Basra Körfezindeki Kays Adasına hâkim oldu(1229). Basra Körfezindeki hâkimiyetini Arabistan sâhillerine kadar genişletti. Bâzı Hind ülkelerinde adına hutbe okundu. Moğollara karşı olan sözünü yerine getirerek, dostâne münâsebetlerini devâm ettirdi. Ancak verilen haraçlar yeni vergilerin konulmasını gerektirmişti. Ebû Bekr, Şîrâz’da hastalanarak, 1260’ta yetmiş yaşında öldü. Yerine oğlu İkinci Sa’d geçtiyse de, on iki günlük bir hükümdârlıktan sonra öldü. Yerine, henüz çocuk yaşta olan oğlu Muhammed geçti. Yaşının küçüklüğü sebebiyle nâibliği annesi Bibi Terken Hâtun’a verildi. Terken Hâtun, devlet idâresini doğrudan doğruya ele aldı ve halkın refâhını sağlamaya ve ülkeyi karışıklıklardan korumaya çalıştı. Muhammed, iki sene yedi aylık bir saltanattan sonra, 1262 yılında sarayın damından düşüp öldü.
Muhammed’in yerine devlet erkânı ve ordunun karârı ile Muhammedşâh geçti. Muhammedşâh, tahta geçer geçmez duruma hâkim oldu. Terken Hâtun’un sözlerine iltifât etmeyip, otoritesini engelledi. Muhammedşâh, İlhânlı Hükümdârı Hülâgu’nun çağrısına uymayıp, yanına gitmemesi üzerine, bu fırsatı kaçırmayan Terken Hâtun, emîrlerle birleşerek Muhammedşâh’ı tahttan uzaklaştırdı ve Hülâgu’nun yanına gönderdi.
Sekiz aylık bir saltanattan sonra tahttan indirilen Muhammedşâh’ın yerine Selçukşâh geçti. Selçukşâh, tahta geçince devlet için zararlı gördüğü bir kısım devlet adamını ortadan kaldırdı. Devlet idâresinde kuvvetli duruma gelen Terken Hâtunla evlenen Selçukşâh, onu öldürtünce, Salgurlu Devletinin yıkılışına sebep olacak hâdiseler birbirini kovaladı. Selçukşâh, daha sonra Şirâz’daki Moğol komutanlarını öldürtünce, Hülâgu, üzerine bir ordu gönderdi. 1263 yılında Kâzerûn’da yakalanarak öldürüldü.
Selçukşâh’ın ölümünden sonra tahta İkinci Sa’d’ın kızı Abiş Hâtun geçti. Abiş Hâtunun ilk aylarında, Kâdı Şerefeddîn İbrâhim ayaklandı ise de, isyân kısa sürede bastırıldı ve taraftarları da dağıtıldı. Abiş Hâtun, daha sonra Hülâgu’nun yedi yaşındaki oğlu Mengû Timûr ile formalite îcâbı olarak evlendirildi. Daha küçük yaşta olan Abiş Hâtun, idârî işlere karışmıyordu. Bu sırada Fars’ta tam bir Moğol hâkimiyeti sürmekte; devleti, İlhanlı hükümdârlarının gönderdiği komutanlar idâre etmekteydi. Sultan Ahmet Teküdâr, Fars’ın devamlı karışıklık içinde bulunması ve bölgedeki Moğol devlet adamlarından memnûn olmaması üzerine sarayında bulunan Abiş Hâtun’un Şîrâz’a dönmesine izin verdi (1284). Bir süre sonra, Moğollar tarafından bölgeyi idâre etmek için gönderilen Seyyid İmâdeddîn’in öldürülmesi üzerine Abiş Hâtun, hükümdâr Argun tarafından huzûruna çağırıldı. Tebriz’de muhâkeme edilen Abiş Hâtunun yeniden Şîrâz’a dönmesine izin verilmedi. Nihâyet 1286 senesinde ölünce, Fars’ta Salgurlu hâkimiyeti son buldu ve bölge, resmen Moğol idâresi altına girdi.
Salgurlu devlet teşkilâtı, büyük Selçuklu Devletinin bir kopyasıdır. Devletin başında sultan veya hükümdâr yerine atabeg ünvânı taşıyan bir hânedân üyesi bulunmaktaydı. Lakapları genellikle muzafferüddîn idi. Salgurlu saray mensupları arasında, “hâcibler, silâhdâr, taşdâr, hansâlâr, hazînedâr, nedîmler, sâkîler, ferrâşlar, çomakdâr ve hadimler” bulunurdu. Dîvân-ı Âlâ veya Dîvân-ı Atabegi adıyla anılan büyük dîvân, vezirin başkanlığında vazîfe yapmaktaydı. Ayrıca Dîvân-ı Tuğra, Dîvân-ı İşraf ve Dîvân-ı Ârız isminde dîvânlar vardı. Ordu teşkilâtı da Selçuklu ordu teşkilâtı gibiydi. Salgurlu ordusu, üç ana kısımdan meydana geliyordu. Bunlar; gulâm (köle), Türkmenler ve vassal devlet kuvvetleriydi.
Salgurlu atabegleri, kültür ve îmâr faâliyetlerine büyük önem vermiştir. Özellikle Şîrâz’da mescitler, ribâtlar ve hastâneler yapılmış, şehir, bağ ve bahçelerle süslenmişti. Atabeg Sungur’un Şîrâz’da yaptığı eserlerin başında kendi adına inşâ ettirdiği Sunguriye Medresesi gelmektedir. Ayrıca Şîrâz yakınında su kanalları ve yolları açtırdı. Atabeg Sa’d’ın yaptırdığı en önemli eserlerden biri, bugün bile Şîrâz’da mevcut olan Mescid-i Nev veya Mescid-i Atabegi adıyla meşhur Câmi-i Cedîd-i Şîrâz’dır. Bundan başka birçok mîmârî eser inşâ ettirmiştir. Vezir Amideddîn Ebû Nasr da kendi adına izâfeten Âmîdiye adıyla meşhur bir medrese yaptırmıştır.
Moğolların, Harezmşâhları târih sahnesinden silmesi, Salgurluların Moğol itâatine girmesine sebep olmuştu. Bu siyâsetleri uzun müddet bölgeyi Moğol taarruzundan uzak tutmuş ve Salgurlu başşehri Şîrâz onların önünden kaçan birçok ilim adamı ve edîbin sığınağı olmuştur. Salgurluların ilim ve sanat hâmîliği Şîrâz’ı bir kültür merkezi hâline getirmiştir. Ebü’l-Mübârek Abdülazîz bin Muhammed, Zeyneddîn Muzaffer bin Rûzbihan, Ebü’l-Feth en-Nîzîrî, Ebü’l-Abdurrahîm bin Muhammed es-Servistanî, Kâdı Sırâceddîn Ebü’l-Izz Mükerrem, Kâdı Şerefeddîn Muhammed, Şihâbüddîn Feyzullah Tûdepuştî, Sadreddîn Ebü’l-Meâlî, Emir Asıleddîn Abdullah, Fakîh Müşerrefeddîn, İzzeddîn Mevdûd, Kâdı Cemâleddîn Ebû Bekr, Kâdı Mecdüddîn İsmâil, Fakih Saineddîn Hüseyin, Şeyh Necibeddîn Ali, Kâdı Beydâvî, Kutbeddîn Şîrâzî, Sâdî-i Şîrâzî gibi pekçok âlim ve edîb, Salgurlu hâkimiyeti altında yetişmiş ve hizmetlerini sürdürmüşlerdir.
Âdil idâreleri sebebiyle halk tarafından sevilen Salgurlu sultanları, Selçuklulardan sonra, Türk hâkimiyetinin yüz otuz sekiz sene Fars’ta devâm etmesini sağlamış olmaları sebebiyle, Türk târihi açısından önemlidir.
Salgurlu Atabegleri |
Tahta Geçiş Târihleri |
Muzafferuddîn Sungur |
1148-1161 |
Muzafferuddîn Zengî |
1161-1178 |
Tekle |
1178-1198 |
İzzeddîn Birinci sa’d |
1198-1226 |
Ebû Bekr Kutluğ Han |
1226-1260 |
İkinci Sa’d |
1260 |
Muhammed |
1260-1262 |
Muhammedşah |
1262-1263 |
Selçukşâh |
? |
Abîş Hâtun |
1263-1286 |
Moğol Hâkimiyeti |
1286 |
Alm. 1. [fiz.] Oszillation, Schwingung (f), 2. [ast.] Libration (f), Fr. 1. [fiz.] Oscillation (f), 2. [ast.] Libration (f), İng. 1. [fiz.] Oscillation 2. [ast.] Libration. Değişken veya periyodik titreşimli bir hareketin, kendisini tekrara başlamadan önceki bütün değişik durumların tamamlandığı, bir tam periyoduna salınım denir. Bir sarkaç ağırlığının bir salınımı, tekrar harekete başladığı bir noktadan bu ilk durumuna aynı hızla gidip gelmesidir. Bir salınım için geçen zamana periyod ve sâniyedeki salınım sayısına da frekans denir. Bu târifler, periyodik, yâni tekrarlı olmayan hareketlere tam mânâsıyla uygulanamaz.
Elektrikte zamanla değişen akım ve gerilimler söz konusu olduğunda yukarıdaki târifler burada da geçerlidir. Elektronikte çeşitli uygulamaları olan akım ve gerilim salınımlarının, değişimlerinin tekrarlanma süresine yine periyod denir ve (T) ile gösterilir. Periyod (sâniye, milisâniye (ms), mikrosaniye (ms) veya nanosâniye (ns) ile ölçülür. Sâniyede periyod sayısına frekans (f) denir ve T periyodu s (saniye) cinsinden olmak şartıyla f= 1/T (Hertz) şeklinde hesaplanır.
Periyodik salınımlar içinde sinüzoidal değişimi olanlar ayrı bir önem taşır. Böyle bir değişim, meselâ akım için söz konusu ise I= I max. Sin (wt+j) şeklinde formüle edilebilir. Buradaki üç büyüklük (I max, w, j) alternatif akımı belirler. I max çarpanı bu değişimin alacağı en büyük değeri, yâni genliği gösterir. w= 2pf olup, açısal frekanstır. j’ye de faz açısı denir.
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Hazret-i Âdem’in on dokuzuncu batından torunudur.
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, isyânları sebebiyle büyük bir azaba düşüp, helâk olmuştu. Îmân ettikleri için bu azaptan kurtulan insanlar ise kendilerine yeni yurtlar kurmak üzere çeşitli bölgelere dağıldılar (Bkz. Hûd Aleyhisselâm). Bu dağılan insanlardan bir kısmı Semûd denilen kimsenin evlatlarıdır. Semûd kavmi, Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen bölgede yerleşmişti. Bu sebeple “Eshâb-ül-Hicr” de denilen bu kavim, gün geçtikçe çoğalıp büyüdü. Dokuz kabîleden meydana geldi. Çok çalışıp, bağlar, bahçeler yetiştirdi. Çöllerin kuru sıcağından kurtulup, dağları oyarak tepelere saraylar, ovalara köşkler kurdular. Sanatta ve servette iyice ilerlediler. Ancak, zevk ve safâya düşüp daha önce kendilerine Hûd aleyhisselâm tarafından bildirilen, hak dinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Kabîle reislerinin de zulme ve haksızlığa başlamaları üzerine, gittikçe çözülen, Semûd kavmi, nihâyet ağaçtan ve taştan putlar yapıp tapmaya başladılar. Saptıkları kötü yolda sürüklenerek, tevhid esâsından, Allahü teâlâya îmân etmekten tamâmen uzaklaştılar. Câhil ve azgın bir kavim oldular.
Sâlih aleyhisselâm, bu kavim arasında herkesle iyi geçinen, fakirlere yardım eden, zayıfları koruyan ve üstün ahlâkıyla sevilen bir zâttı. Kırk yaşlarına geldiği sırada, Allahü teâlâ onu Semûd kavmine, doğru yolu göstermek üzere peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm kavmini îmâna dâvet edip, putlara tapmaktan, zulümden ve diğer bütün kötülüklerden uzak durmalarını ısrarla söyledi. Kavmine; “Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun, bana itâat edin.” diyerek dâvetini açıkladı.
Sâlih aleyhisselâmın bu dâveti karşısında pek az kimse îmân etti. Kavmin çoğunluğu îmân etmemekte direndi. Servetlerine güvenen, zevk ve safâ içinde kendinden geçip, zulme başvuran inkârcılar, Sâlih aleyhisselâma; “Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin!” diyorlar, onu, “büyülenmiş, yalancı” sayıyorlardı. Sâlih aleyhisselâm ise kavmini îmâna dâvet etmeye devam ediyor ve şöyle diyordu:
“Ey Semûd kavmi! Siz içinde bulunduğunuz bu güzel bağ ve bahçelerle, bu yemyeşil ekinler, altın başaklarla, güzel hurmalarla ve çağlayan sularla berâber ebedî olarak burada kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu evleri kim yaptı. Şimdi kim oturuyor, hiç düşünüyor musunuz? Bu bağların ve bahçelerin ilk sâhipleri kimlerdi, şimdi kim oturuyor? Belki onlar da sizin gibi kendilerini burada ebedî kalacak zannediyorlardı. Fakat hepsi ölüp gittiler. Siz de gelip geçenler gibi öleceksiniz. Bunlar size kalmayacak. Âhirette, yaptıklarınızdan birer birer hesâba çekileceksiniz. Henüz fırsat eldeyken bana tâbi olun. Şunu iyi bilin ki, bugün sizi aldatıp, Allah’a isyân ettirenler, ilâhî azaptan kendilerini de sizi de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlar da sizin gibi âciz insanlardır.”
Allahü teâlâ, Semûd kavmine isyân ve taşkınlıktan vaz geçmeleri için, kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Semûdluların bir kuyu hâricindeki bütün suları kurudu. Sâlih aleyhisselâma kin ve öfkeyle gelen Semûdlular: “Ey Sâlih! Aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bize zarar verdin. Buradan çekil git. Yoksa seni öldürürüz.” dediler. Sâlih aleyhisselâm bir müddet onlardan ayrılıp tenhâ yerlere gitti. Bir müddet sonra tekrar dönüp Semûdluları îmâna dâvet etti. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmdan mûcize göstermesini istedi. Ancak mûcizeleri gördükleri hâlde yine îmân etmediler.
Yine bir gün Sâlih aleyhisselâma gelip: “Eğer doğru söylüyorsan, şu dağdaki sarp kayalardan kızıl tüylü ve doğurmak üzere olan bir dişi deve çıksın. O zaman sana îmân ederiz.” dediler. Bunu istemekten maksatları akıllara durgunluk verecek, insanları şaşırtacak bir iş isteyip, yapamamasını ve mahcup olmasını düşündüler.
Sâlih aleyhisselâm; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, böyle bir mûcize görürseniz, dağdan akan pınar suyunun bir gün deveye, bir gün size âit olmasına râzı mısınız?” dedi. Semûd kavmi böyle bir şey olamayacağını düşünerek; “Bu şartı da kabul ediyoruz.” dediler.
Sâlih aleyhisselâmın bu şarttan maksâdı; dağdan gelen pınar suyunun az olması ve azgın insanların sâhiplenmesi sebebiyle zor durumda kalan kimselere yardımcı olup, devenin hissesi olan suyu fakir ve zayıflara vermekti.
Sâlih aleyhisselâm onlara; “Benimle sözleştiğinizi unutmayın, şâyet deve çıkınca ona bir zarar verirseniz ve verdiğiniz sözlerde durmazsanız acı bir azâba uğrarsınız.” dedi. Semûd kavmi; “Sen deveyi çıkar, her istediğini kabul edeceğiz. Aksine bir iş yaparsak azâbı da kabul ediyoruz.” dediler. Nihâyet devenin çıkmasını istedikleri dağın kayalıkları önünde toplanıp, beklemeye başladılar.
Sâlih aleyhisselâm böyle bir mûcize vermesi için Allahü teâlâya duâ etti ve duâsı kabul oldu. Kaya yarılıp, arasından istedikleri gibi bir deve çıktı. Deve, iki yana dizilip hayret ve şaşkınlıktan donakalan Semûd kavmi arasından salına salına yürümeye başladı. Sonra da bir yavru doğurdu. Bu mûcizeyi görenlerden bir kısmı îmân etti. Diğer bir kısmı ise menfaatlerinin ve zulümlerinin ortadan kalkacağını görerek bir türlü îmân etmediler. Sâlih aleyhisselâm onlara sözlerinde durmalarını, aksi takdirde ağır bir azâba düşeceklerini söyledi. Fakat inad ve inkârdan vazgeçmediler. Suyun taksimi işi de kendilerine ağır gelip kendilerine göre çâreler aramaya başladılar.
Mûcize olarak kayadan çıkan deve, yavrusuyla birlikte her tarafı dolaşıyor, su içme nöbeti olduğu gün de suyun başına gelip suyu tamâmen içiyordu. Su içmesi de ayrı bir mûcize olup tonlarca su içiyor, su vücûdunda kayboluyordu. Suyu içip bitirince, su çıkan yerde oturuyordu. Îmân edenler, ondan bir kabîleye yetecek kadar bol süt sağıyorlar, sütten içiyor ve yiyecekler yapıyorlardı. Böylece inananların îmânı kuvvetlenir, inkârcıların kinleri artardı. Bu mûcize karşısında âciz kalan Semûd kavmi, deveyi ödürmeyi plânlıyordu. Nitekim, Sâlih aleyhisselâmın nasîhat edip, îmân etmeye çağırdığı bir sırada, onlar, su içmekte olan deveyi göstererek; “Güyâ şu deveyi öldürsek biz helâk olacakmışız! Onu öldürelim de gör!” dediler.
Nihâyet çeşitli plânlar kurarak deveyi öldürdüler. Sonra da Sâlih aleyhisselâma; “İşte deveyi öldürdük. Eğer söylediğin gibi bir peygambersen söylediğin azâbı getir.” dediler.
Sâlih aleyhisselâm bu azgın kavme şefkat ve merhâmetle nasîhat edip; “Ey kavmim! Nedir bu yaptığınız? Sizin için bir imtihan vesîlesi olan deveyi de öldürdünüz. İnkârda ve günahkârlıkta ısrar ettiniz. Buna rağmen tövbe kapısı açıktır. Neden azâbın gelmesini istiyorsunuz, tövbe ediniz!” dedi. Bu son dâvete de sert cevaplar veren Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı, âilesini ve îmân edenleri de öldürmeyi plânlamaya başladılar.
Sâlih aleyhisselâm bu azgın kavme şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha kalın, birinci gün yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün siyahlaşacak, dördüncü gün ise üzerinize azâb gelerek sizi helâk edecektir!”
Sâlih aleyhisselâmın söylediği bu günler gelip çattı. Bu sırada Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâmı ve inananları öldürme teşebbüsüne giriştiler. Onlar harekete geçmeden, Cebrâil aleyhisselâm gelip, durumu Sâlih aleyhisselâma bildirdi. Sâlih aleyhisselâm da îmân edenlerle birlikte oradan uzaklaşıp gitti.
Birinci günde bâzı acâib hâller zuhûr etti. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığı, ağaçların yapraklarının kızardığı, kuyu suyunun kan renginde ve insanların yüzlerinin sapsarı olduğu görüldü. İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Bu belirtileri gören Semûdlular azâbın geleceğine kanâat getirip feryât ettiler. Yüzlerinin siyahlaştığı üçüncü gün, evini sarıp hücum ettikleri Sâlih aleyhisselâmın, şehirden çıkıp gittiğini anladılar. O gün, gece yarısından sonra, sabaha karşı şiddetli bir sarsıntı ve dağlardan fışkıran ateş ile Semûd kavminin yurdu altüst oldu. Sayhanın (sarsıntının) şiddetinden hepsinin ödleri patladı. Hepsi helâk olup gittiler. Bundan sonra da yurtları hiç mâmur edilmedi. Sanki hiç insan yaşamamış bir yer hâlini aldı. Semûd kavmi helâk edildikten sonra Sâlih aleyhisselâm, îmân edenlerle birlikte gelip, yerle bir edilen şehre ibretle bakarak; “Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeden, sizi sâdece Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ettim ve bunu size tebliğ ettim. Bu duruma düşmeyesiniz diye, size nice nasîhatlar yaptım. Fakat siz dinlemediniz. Sonra bu azâba uğradınız!” dedi.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâkinden sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke’ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. Hadramût tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır.
Kur’ân-ı kerîmin değişik âyet-i kerîmelerinde, Sâlih aleyhisselâmdan ve kavminden bahsedilmekte olup, Semûd kavminin helâk edilişi meâlen şöyle bildirilmektedir:
Semûd kavmine gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar, körlüğü (câhillik ve sapıklığı) hidâyete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları (işledikleri) günâh yüzünden şiddetli azap yıldırımı yakalayıverdi. Îmân edip de azâbımızdan korkanları ise kurtardık. (Fussilet sûresi: 17-18)
Sâlih aleyhisselâmın mûcizeleri:
1. Kayadan deve çıkartması.
2. Sâlih aleyhisselâmın kavminin bulundukları yerde hamt denilen meyvesiz ağaçlardan başka ağaç yoktu. “Hak peygambersen, bu ağaçlar meyve versin!” diye kendisine mûcize teklifinde bulundular. Sâlih aleyhisselâm duâ edince, bu ağaçların hepsi çeşit çeşit meyveler verdi.
3. Sâlih aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük taştan su çıkmıştır.
4. Sâlih aleyhisselâmın çadırına ateş tesir etmemiştir. Şöyle ki, kavmi koyuncu idi. Senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. Îmân etmeyenlerden biri, gizlice Sâlih aleyhisselâmın çadırını ateşe verince, çadır yanmağa başladı. Bunun üzerine kavminden kâfir olanlar; “Hak peygamber isen, çadırındaki yangını söndür!” diye alay etmeye, eğlenmeye başladılar. Hazret-i Sâlih, yangının sönmesi için duâ edince, kendi çadırı kurtulup, ateş kâfirlerin çadırlarına geçti ve hiçbir çadır kalmayıp, içindeki eşyâlarla berâber, yanıp kül oldu.
Büyük Osmanlı amirallerinden. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekle beraber Çanakkale veya Edremit yakınlarındaki Kazdağı’nda 1488’de dünyâya geldiği tahmin edilmektedir. Çocuk denecek yaşta Oruç Reis’in maiyetinde levend olarak yetişti. Barbaros kardeşlerin Akdeniz’e nam ve korku salan seferlerinde bulundu. Oruç Reis’in şehit edildiği 1518’de otuz yaşlarında olup, tecrübeli, korkusuz düşmana aman vermeyen tam bir deniz akıncısıydı. Oruç Reis’in şehâdetinden sonra Barbaros kardeşlerle berâber çalıştı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın, Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a dâvetinde, onunla beraber gelen reislerin arasında Sâlih Reis de vardı. Sultanın huzûruna Hayreddin Paşa ile berâber kabul edildi ve deniz albayı rütbesi verildi. Sonra bahriye sancakbeyliğine (tümamiral) terfi etti. Akdeniz’de korsan gemilerine diğer reislerle berâber göz açtırmayan Sâlih Reis, 1540’ta Korsika’nın bir limanında âni baskın neticesinde Turgut Reisle berâber esir düşüp forsaya vuruldu. Akdeniz’in kendilerine dar geldiği bu korkusuz denizciler üç yıla yakın eziyet ve sıkıntılar içinde kürek çektiler. Barbaros Hayreddin Paşa bunların bulunduğu geminin Cenova Limanında olduğunu câsusları vâsıtasıyla öğrenince yüz parçalık muhteşem donanmasıyla derhal oraya gitti. Şehrin doçunu amiral gemisine çağırarak Sâlih ve Turgut Reislerin akşama kadar teslimlerini istedi. Yoksa Cenova limanında taş taş üstünde bırakmayacağını bildirdi. Bir müddet sonra reisler getirilip teslim edildi.
Sâlih Reis, Preveze Zaferinde (1538) Donanma-yı Hümâyûnun sağ kanadına kumanda etti. 1551’de bahriye beylerbeyi (oramiral) rütbesine yükseltilerek Cezayir eyâletinin beylerbeyliğine getirildi. Fas’ın İspanyollarla anlaşmasına meydan vermeden gerekli tedbirleri alması emredilince 1553’te Fas topraklarına girdi. Böylece Osmanlı sınırları Atlas Okyanusuna kadar genişledi.
Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetlerinde büyük gayretleri görülen Sâlih Reis, çalışkan, zeki, teşebbüs sâhibi, idâreci, kâbiliyetli bir deniz amiraliydi. Barbaros kardeşler gibi dîne, devlete hizmet etmeyi şeref sayardı. Bu meziyet ve kâbiliyetleriyle denizlerde uzun yıllar, şerefli hizmetlerinden sonra 1556 yılında Cezayir’de vefât etti.
Matematikçi. 1864’te İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini bitirdikten sonra Dârüşşafaka Lisesine devam etti ve oradan mezun oldu. İki yıl, PTT Fen Şubesinde staj yaptı. Sonra üç yıl Paris’te okuduktan sonra elektrik mühendisliğinden diploma aldı. İstanbul’a döndüğü zaman yine eski görevi olan PTT’de, elektrik mühendisi oldu. 1895’te Rasathâne Müdürü, 1908’de Meclisi Maârif üyesi, 1910’da Galatasaray Sultânîsi Müdürü, 1912’de Maârif Nezâreti Müsteşarı, 1913’te İstanbul Üniversitesi (Dârülfünûn) Rektörü oldu. Yıllarca, çeşitli fakültelerde matematik profesörlüğü yaptı. Yazar Halide Edib Adıvar ile evlenip ayrıldı. Ondan bir oğlu oldu. 1921’de İstanbul’da öldü.
Asrımızda yetişen seçkin, müsbet ilim adamlarından biridir. İlimler târihi üzerindeki eserleri önemlidir. Kâmûs-ı Riyâziyyât (Matematik Ansiklopedisi) ve Âsâr-ı Bâkiye en mühim eserlerindendir. Diğer eserleriyse: Hendese, Fizik, Fonetik, Elektro-manyetizma, Termodinamik, İhtimaller Hesabı, Dalgalar Teorisi, Analitik Geometri, Hey’et-i Riyaziyye.
27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra Demokrat Parti idârecilerini yargılayan ve Yüksek Adâlet Dîvânı olarak bilinen Olağanüstü Mahkemenin başkanlığını yapan hukukçu ve hâkim.
1905 senesinde Yozgat (Bozok)ta doğan Sâlim Başol, ilk ve orta tahsilden sonra Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. 1928’de Niksar hâkimliğine tâyin edildi. Çeşitli yerlerde hâkimlik, ağır cezâ mahkemesi üyeliği ve başkanlığı vazifelerinde bulundu. 1945’teki Tan olayından sonra Zekeriya Sertel ve Sâbiha Sertel’in “hükûmetin mânevî şahsiyetini tahkir” suçundan birer yıl hapis cezâsına çarptırılmaları kararını verdi. 1949’da Yargıtay üyeliğine, 1954’te yargıtay başkanlığına seçildi. Yargıtay 1. Cezâ Dâiresi başkanlığındayken 27 Mayıs 1960’ta Demokrat Parti iktidârına karşı yapılan ihtilâlden sonra Millî Birlik Komitesi (MBK) tarafından Yüksek Adâlet Dîvânı başkanlığına getirildi.
6 Ekim 1960’ta başladığı Yüksek Adâlet Dîvânı başkanlığı vazifesini Yassıada’da sürdürdü. Burada yapılan duruşma ve yargılamalarda başkanlığını yaptığı mahkeme Demokrat Parti idârecilerini çeşitli cezâlara çarptırdı. Sâlim Başol yargılama sırasında peşin hükümlülüğü ve taraf tutmasıyla hukûkun ve adâletin bildirdiği çizgiden ayrıldı. 1950-54 arasında çıkan kânunların hesâbı sorulurken Samet Ağaoğlu’nun; “Peki ama Reis Bey! O kânun lâyihasını bizimle berâber imzâlayan Fethi Çelikbaş arkadaşım neden burada bizimle berâber değil?” diye sorunca; “Ne yapalım sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.” diyerek peşin hükümlülüğünü açıkladı.
Demokrat Parti idârecileri hakkında nasıl bir karara varacağını, onları eninde sonunda îdâm edeceğini bilen Sâlim Başol sanıklara sert davranmak ve savunmalarını istedikleri gibi yaptırmamak sûretiyle hukûkun “son söz savunmanındır” kâidesini ihlâl etti. Hasan Polatkan meşhur müdâfaasını yapmak için söz istediği zaman; “On beş dakikadan fazla dinleyemeyiz.” dedi. Konuştuklarına da; “Buraya kadar tamâmen boştur.” demek sûretiyle hukukla değil, buyrukla hareket ettiğini ortaya koydu.
Yassıada Komutanı Albay Târık Güryay, Sâlim Başol’un başkanı olduğu Yüksek Adâlet Dîvânının nasıl bir hukuk düzeyinde vazife yaptığını hâtırât olarak şöyle nakl etti; “Bir gün, Millî Birlik Komitesinin iki üyesi Mûcip Ataklı ile Suphi Gürsoytrak öğlen yemeğine geldiler; “Yemeği senin odanda yiyeceğiz” dediler. Mahkeme başkanı Sâlim Başol’u da çağırdık. Dördümüz yemek yedik. Bunlar konuyu açtılar. Sâlim Başol’a dediler ki; “Reis Bey! Kararlarda 60’tan aşağı îdâm karârı verirseniz biz, yâni Millî Birlik Komitesi gayr-ı meşrû oluruz... Yâni 59 kişi olsa bizi meşru kılmaz. Başol da bunun üzerine dedi ki; “Bu kararları ben tek başıma verecek değilim. Dosyaları heyet hâlinde inceleyeceğiz. Belki yüz kişiyi asarız, belki üç asılır. Bu benim tek başıma vereceğim karar değil ki... Onlar da; “İşte” dediler. Mümkün olduğu kadar fazla olsun.”(MilliyetGazetesi 6 Ocak 1985-E.Çölaşan)
Hiçbir hukuk devletinde görülmemiş, bu olağandışı siyâsî mahkemenin başkanı olan Sâlim Başol ve arkadaşlarının peşin hükümle verdikleri karar neticesinde Adnan Menderes, FatinRüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, MBK’nin tasdikiyle idâm edildiler. Böylece Türk siyâset ve hukuk târihine kara bir leke konulmuş oldu.
Yassıada yargılamalarından sonra Yargıtay’daki vazifesine dönen Sâlim Başol 1962’de Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine seçildi.
Îdâmlardan iki yıl sonra, Yassıada’da 4,5 ay tutuklu kalan gazeteci-yazar Turhan Dilligil Adâlet Gazetesi’nde yazdığı bir hikâyede aslen çingene olan Yozgat’lı bir eşkıyâdan bahsetti. Bu yazı üzerine, Salim Başol Turhan Dilligil hakkında “kendisine hakâretten” dâvâ açtı. Mahkeme neticesinde Turhan Dilligil, Türk adâlet mensubunu vazifesinden dolayı küçük düşürdüğü gerekçesiyle otuz bin lira para cezâsına mahkûm edildi.
Aradan seneler geçtikten sonra Turhan Dilligil’e bir gazeteci tarafından Asâletmeap kitabında yazdıklarınız doğru mu? İddianıza göre üstü kapalı olarak anlatıldığı gibi Başol’un babası çingene mi?” diye sordu. Turhan Dilligil; “Aradan 26-27 sene geçti. Ancak yazdıklarımın hepsi bir gerçeğe dayanır. Hepsini araştırmışımdır. Hiçbiri tekzib edilmemiştir. Tekzib edilmemesi çok önemlidir. Yâni, ben Sâlim Başol’la mahkemelik oldum, ama yalan yazdığım için değil, hakâret ettiğim iddiasıyla oldum. Bugüne kadar kimse, “Yalan yazdı, yazdıkları asılsızdır.” diye iddiada bulunmamıştır. Makamından dolayı kendisine hakâret ettiğim gerekçesiyle mahkûm oldum. Yoksa sen bunun babasına niçin çingene demişsin? diye değil. Yaptığım araştırma neticesinde Yozgatlı Şevket adlı bir çingene bir tren soygunu yapıyor. Hakkında verilen hepis cezâsını çektikten sonra da birine yanaşma giriyor. Başol da bir çiftlik ağası tarafından okutulmuş. Şimdi hikâyenin hepsi doğru da ancak Asâletmeap’ta yazılanların bâzı isimleri değiştirilmiştir” diye cevap verdi (Türkiye Gazetesi 21 Eylül 1989-Enver Durmuş)
1970 senesinde Anayasa Mahkemesi üyeliğinden emekli olan Sâlim Başol, ölümüne kadar Ankara’daki evinde hayâtını sürdürdü. Tutulduğu şiddetli hastalıktan kurtulamayarak 28 Şubat 1990’da Ankara’da öldü.
Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından. Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan ve tamâmını hıfz edenlerdendir. İsmi, Sâlim bin Ma’kıl Mevlâ Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebîa bin Abdişems, künyesi, Ebû Abdullah’tır.
Aslen İran asıllı olup, köleydi. Sübeyte, kölesi Sâlim’i kocası Ebû Huzeyfe’ye bıraktı. Ebû Huzeyfe radıyallahü anh îmân edince Sâlim de îmân etti ve ilk Müslümanlardan olma şerefine kavuştu. Bunun üzerine Ebû Huzeyfe radıyallahü anh, onu âzâd etti. İstediği yere gitmek husûsunda serbest bıraktı. Fakat Sâlim radıyallahü anh ondan ayrılmayınca, evlad edindi. Bunun üzerine, kendisine “Ebû Huzeyfe’nin oğlu” denilmeye başlandı ve öyle tanındı. Evlâdlıkların, kendi öz babalarının isimleriyle zikredilmesini ve bu kimsenin kendi çocuğu gibi mîrasçı olamayacaklarını bildiren âyet-i kerîme nâzil olunca; “Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe”, yâni “Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim” diye çağrıldı.
Ebû Huzeyfe’nin (radıyallahü anh), hazret-i Sâlim’e olan muhabbetinin çokluğundan, kızkardeşinin kerîmesi Fâtıma binti Velid ile evlendirmiştir. Hazret-i Sâlim; Bedr, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazâlara katıldı. Hazret-i Ebû Bekr zamânında, Müseylemet-ül-Kezzâb’a karşı yapılan Yemâme Gazâsında şehit düştü. Aldığı yaralar netîcesinde yere düşünce, Ebû Huzeyfe’yi (radıyallahü anh) sordu. Şehit olduğunu öğrenince; “Beni de onun gibilerin yanına götürün.” buyurdu. Vasiyetini yaptı ve şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile berâber, birinin başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde defnettiler.
Peygamber efendimiz; “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden öğreniniz: Abdullah ibni Mes’ûd, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Ubey bin Ka’b ve Mu’âz bin Cebel.” buyurmuşlardır. Hazret-i Peygamber, sesi güzel olduğundan Sâlim’in (radıyallahü anh) kırâatını derin bir zevk içinde dinlerdi.
(Bkz. Salisilik Asit)
Alm. Salizylsäure (f), Fr. Acide Salicylique, İng. Salicylic acid. Formülü C7H6O3 olan ortohidroksibenzoik asidin yaygın ismi. Salisilik asit 155°C’de eriyen, soğuk suda az, sıcak suda çok çözünen beyaz bir katıdır. Tabiatta birçok bitkide serbest olarak veya metil esteri şeklinde bulunur. Sentetik olarak ilk defâ 1838’de Piria tarafından salisil aldehitin yükseltgenmesiyle elde edildi.
Salisilik asit, bilhassa ilaç sanâyiinde, parfümeri ve boyarmadde sanâyiinde ara madde olarak kullanılır. Salisilik asidin metalik tuzları veya alkil esterleri salisilat olarak bilinir ve önemli kimyasal ürünlerdir. Meselâ çok yaygın olarak kullanılan aspirin (asetil salisilik), salisilik asidin aset esteridir (Bkz. Aspirin). Sodyum salisilat tıpta, romatizma tedâvisinde, ağrı kesici ve antiseptik olarak; sanâyide boya üretiminde ve koruyucu (çürümeyi önleyici) olarak kullanılır. Metil salisilat keklik üzümü yağında çok bulunan bir bileşik olup ilâç ve tatlandırıcı olarak kullanılır. Fenil salisilat (salol) yine bir salisik asit türevi olup güneş yağı kremlerinde ve barsakta çözünen hapların üretiminde kullanılır.
Çocuk felci aşısını bulan Amerikalı bakteriyolog. 1914 senesinde New York’ta dünyâya geldi. Tıp tahsilini yaptıktan sonra kendisini virüs araştırma çalışmalarına verdi. Pittsburgh Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak da çalıştı. 1947 senesinde bakteriyoloji profesörü oldu. Aynı sene Virüs Araştırma Merkezinin Başkanlığı görevi de verildi. Dr. J. Salk buradaki çalışmaları sırasında maymun böbreği dokularında polyo (çocuk felci) virüslerini üretmeyi başardı. 1954 ve 1955 senelerinde yapılan geniş çapta tecrübeler, aşının çocuk felcine etkili olduğunu kesin olarak gösterdi.
(Bkz. Basın)
(Bkz. Hokey)