SAHÂBÎ

(Bkz. Eshâb-ı Kirâm)

SAHAF

Alm. Antiquar (m), Fr. Antiquarie (n), İng. Antiquary. Eskiden kitap satanlara verilen ad. Matbaanın keşfedilip, basın işinde kullanılmasından önce kitaplar elle yazılırdı. Bu işi, meslek edinen pekçok kişi bulunurdu. Bunların yazdıkları kitapları dükkânlarda satma, ilk defâ 14. yüzyılda Bursa’da görüldü. Edirne başşehir olunca sahaflık (sahhâflık) merkezi burada gelişti.

Daha sonra İstanbul’da Kapalıçarşı’da pekçok sahaf (sahhâf) dükkânı açıldı. Bâyezîd Câmii avlusundan Kapalıçarşı’ya giden yol üzerinde iki taraflı sahaflar çoğaldı. Bunlardan bir kısmı günümüzde de eski eserleri satmakta ve burası Sahaflar Çarşısı olarak bilinmektedir. Evliyâ Çelebi’nin Seyâhatnâmesi’nde 17. yüzyılda sahaf dükkanı sayısının 50, ulemâ hizmetinde bulunan sahaf esnafı sayısının ise 300 olduğundan bahsedilir. Kapalıçarşı’daki sahaf dükkânları Birinci Dünyâ Harbinden sonra tamâmen kapandı. Kitapçı dükkânlarının bir kısmı Bâyezîd Câmii avlusunda bulunan Sahaflar Çarşısına; bir kısmı da Bâbıâli Caddesi (Ankara Caddesi)ne taşındı. Osmanlılar zamânında sâbit sahaf dükkânlarının yanında, gezen, bohça ile kitap satışı yapanlar da vardı. Bunlara “bohçacı” denirdi. Bu kimseler konak ve evleri dolaşarak kitap satarlardı.

Sahaflar, diğer esnaf teşekkülleri gibi loncaya mensuptular. Tamâmen loncanın kurallarına tâbiydiler ve kendilerine has tellâl ve kâhyaları vardı. Sahaflar aralarındaki anlaşmazlıkları halletmek ve devlet dâirelerindeki işlerine bakmak üzere bir başkan seçerlerdi. Buna, “sahaflar şeyhi” denirdi.

SAHAROV, Andrey Dmitriyeviç

Rus nükleer fizikçi. Rusya’da kısıtlı olan insan haklarının kazanılması için mücâdele etmiştir. 21 Mayıs 1921’de Moskova’da doğdu. 15 Aralık 1989’da Moskova’da öldü. Fizik öğrenimi gören Saharov, 1947’de doktorasını bitirdi. 1953’te SSCB Bilimler Akademisi tam üyeliğine seçildi. Hidrojen bombasının yapım çalışmalarını gerçekleştirip denetimli çekirdek kaynaşmasının (füzyon teorisinin) temellerini attı.

1961’de Başbakan Kruşçev’in 100 megatonluk bir hidrojen bombasının atmosferde denenmesi yönündeki plânına, bu deney sonrasında meydana gelecek radyoaktif serpintinin yaygın hastalıklara sebep olabileceğini söyleyerek, karşı çıktı.

1968’de Batı ülkelerinde yayınlanan (La Libertè intellectuelle en U.R.S.S. et la Coexistence’ı) Sovyetler Birliğinde Düşünce Özgürlüğü ve Bir Arada Yaşama adlı kitabıyla nükleer silahların azaltılması gerektiğini savundu. Komünist ve kapitalist sistemlerin bozuk taraflarını ortaya koydu. 1971’de İnsan hakları savunucularından Yelena G. Bonner ile evlendi. 1975’te NobelBarış ödülünü kazandı.

Saharov, Sovyet Yönetimince ülke içinde çeşitli baskılar uygulamak, ülke dışında da düşmanca bir politika tâkip etmekle suçlandı ve 1980’de Gorki’ye sürüldü. Sovyet yönetiminin kendisine verdiği bütün nişanlar alınmasına rağmen, Bilimler Akademisi Üyesi olarak kaldı. 1986’da sürgün cezâsı kaldırılıp Moskova’ya dönmesine izin verildi.

SÂHİBATAOĞULLARI

Selçuklu Vezîri Sâhibata Fahreddîn Ali’nin oğulları tarafından Afyon ve çevresinde kurulan beylik.

Vezirliği sırasında Konya, Sivas gibi bâzı şehirlerde büyük hayır müesseseleri yaptırması sebebiyle, Hoca Sâhibata ünvânıyla anılan Fahreddîn Ali, Moğol işgâlinin en zor günlerinde vazife yaptı.

Anadolu’ya hâkim olan Moğollar, kendilerinin rahatı için Türkiye Selçukluları şehzâde ve devlet adamlarının iktidâr ve mevki hırslarını tahrik ederek ikilik çıkarıyorlardı. Sultan Gıyâseddîn İkinci Keyhüsrev’in iki oğlundan her birini, memleketin bir bölümüne sultan yapmışlardı. İkinci İzzeddîn Keykâvus, aleyhteki faâliyetler yüzünden gelen Moğol ordusu önünden İstanbul’a, bilâhare de Kırım’a kaçtı. Bunun üzerine Dördüncü Kılıç Arslan idâreyi tek başına ele geçirdi. Saltanatta hak sâhibi olanları kışkırtmakla da kalmayan Moğollar, küçük rütbedeki devlet adamlarına yüksek makamlar vererek hem onları rahat kullanıyorlar, hem de memleket içinde otorite boşlukları ortaya çıkarıyorlardı. Bu sâyede, Türkiye Selçuklularının devlet adamları ve sultanları, Moğolların oyuncağı ve haraç memurları olmaktan öteye gidemiyorlardı.

Bütün bu olumsuz şartlara rağmen Sâhibata Fahreddîn Ali, memleketin harâb olmaması için elinden gelen gayreti gösterdi. Mümkün olduğunca birliği temin ederek düzeni sağlamaya çalıştı. Selçuklu Devletinin idâresinde söz sâhibi olmak isteyen bâzı hâris devlet adamları, Fahreddîn Ali’nin iki oğluna Kütahya, Sandıklı, Akşehir ve Beyşehir’i iktâ vererek, onları uç beyliğine tâyin etmiş ve Sâhibata’yı kendi taraflarına çekmek istemişlerdi. Fakat çok geçmeden, Vezir Sâhibata’yı, çeşitli plânlar kurarak ve kısa zaman sonra da Kırım’da bulunan Sultan İkinci İzzeddîn Keykâvus’a para yardımı yaptığı gerekçesiyle tutuklatmışlardı. Bu sebeple, daha önce ihsânlarına kavuşmuş olan devlet erkânının çoğu kendisine cephe aldı. Düşmanları güçlü bir râkipten kurtulmuş oldular. Bu sırada Sâhibata’nın cesur bir asker olan oğlu Tâceddîn Hüseyin de hiçbir şeyden haberi yokken tutuklandı. Daha sonra Sâhibata, yargılanmak üzere İlhanlı Sultanı Abaka’nın sarayına gönderildi. Savunmasıyla hayâtını kurtarmasına rağmen, eski mevkiini ele geçiremedi.

Sâhibata, Abaka Hanın yanından ayrılıp Anadolu’ya geri döndükten sonra Konya’daki evine çekilerek, malları ve vakıflarının idâresiyle meşgul oldu. Onu ortadan kaldırmak için can atan düşmanları, özellikle onun büyük servetini ele geçirmeye çalışıyorlardı. Sâhibata’yı rahat bırakmayarak, çeşitli vesîlelerle gayrimenkulüne ve gelir kaynaklarına el atmaya başladılar. Bunun üzerine servetini ve gayrimenkulünü koruyabilmek için eski mevkiine tekrar sâhip olması gerektiğini anlayan Sâhibata, düşmanlarının meşgûliyetinden istifâdeyle Konya’dan ayrılarak muazzam bir servetle, Abaka Hanın yanına gitti. Bir müddet Moğol sarayında kalan Sâhibata, çeşitli hediyelerle İlhanlı beylerini kendi tarafına çekmeye muvaffak oldu.

Üç sene sonra 1275 yılında tekrar Selçuklu Devleti vezîri olarak Anadolu’ya döndü. Bu arada Abaka Han, Sâhibata’nın oğulları Tâceddîn Hüseyin ve Nusreddîn Hasan’ın ellerinden alınan vilâyetlerin kendilerine iâde edilmesini emretti. Muhtemelen Sâhibataoğulları Beyliğinin kuruluşu bundan sonra başlamıştır.

Sâhibata, yeniden vezir olarak vazîfeye başladıktan sonra herkese iyi davrandı, devlet idâresinde çıkması muhtemel karışıklıkları önledi. Bu esnâda İslâm âleminin lideri Türk-Memlûk Sultânı Baybars’ın Anadolu’ya girip Moğolları ağır bir mağlûbiyete uğratmasından faydalanan Karamanoğulları, arâzilerini genişletmeye başladılar. Üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yenerek, Baybars’ın Anadolu’dan çekilmesinden sonra, Cimrî’yi Selçuklu tahtına geçirdiler. Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya halkını zorla Cimrî’ye bîat ettirdi. Durumu öğrenen Sâhibata’nın oğulları Konya’ya yürüdüler. İki ordu, Kozağacı mevkiinde karşılaştı. Muhârebenin en şiddetli ânında Sâhibata’nın büyük oğlu Tâceddîn Hüseyin’in öldürülmesi, Selçuklu kuvvetlerinin bozulmasına sebep oldu. Ayrıca Sâhibata’nın diğer oğlu da öldürüldü.

Tâceddîn Hüseyin ve Nusreddîn Hasan’ın öldürülmeleri üzerine, Sâhibataoğullarının başına Hasan Beyin oğlu Şemseddîn Mehmed Bey geçti. Şemseddîn Mehmed Beyin başa geçmesinden sonra Denizli, Sâhibataoğulları ile Germiyanoğulları arasında nüfûz mücâdelesine sahne oldu. Bu mücâdele yirmi sene kadar sürdü. Nihâyet 1287’de Germiyanoğlu Kumandanı Bozkuş Bahadır, Denizli üzerine yürüdü. Şemseddîn Mehmed Bey bunu önlemek istediyse de giriştiği muhârebede öldürüldü. Bu sırada dedesi Sâhibata, hayattaydı. Şemseddîn’in yerine Karahisar beyi olarak oğlu Nusreddîn Ahmed geçti.

Daha sonra SâhibAta, yeni kuvvetlerle Karamanoğlu Mehmed Bey üzerine yürüdü. Mehmed Bey, Sâhibata’nın geldiğini haber alınca, Konya’ya sığınmak istediyse de, kale kapılarının kapanması üzerine Ermenek taraflarına çekildi. Fakat Sâhibata’nın tâkibinden kurtulamadı. Sonunda bir Moğol ileri karakoluna baskın yapan Mehmed Bey, pusuya düşürülerek, kardeşleri ve amca çocukları ile berâber öldürüldü.

Türk beylerinin mücâdelesinden istifâde eden Moğollar, Müslümanlara çok zulmettiler. Bir taraftan Moğolların Anadolu halkına yaptıkları zulümlere, diğer yandan oğullarının ölümüne çok üzülen Sâhibata, 1288 senesinde vefât etti.

Bu esnâda Karahisar civârını ellerinde bulunduran Sâhibataoğullarının başında Nusreddîn Ahmed Bey vardı. Ahmed Bey, 1314 senesinde beyliklerin İlhanlı Devletine bağlılıklarını kuvvetlendirmek için Anadolu’ya gelen Emîr Çoban’a tâbiyetini arz ederek mevkiini korumaya muvaffak oldu. Germiyanoğlu Beyi Birinci Yâkûb Beyin kızı ile evlendi. İlhanlıların AnadoluVâlisi Emîr Çoban’ın oğlu Tîmûrtaş’ın, Hamidoğlu Dündar Bey ile Eşrefoğlu Süleymân Beyi katledip, Karamanoğlu’nu da zorla itâat altına alması üzerine, SâhibAtaoğulları Beyi Ahmed, kayınpederi Birinci Yâkûb Beye sığındı. Komutanlarından Eretna’yı, Karahisar’ı muhâsara ile vazîfelendiren Tîmûrtaş, bu sırada babası Emîr Çoban’ın İlhanlı Sultanı tarafından öldürülmesi üzerine (1327), kendi âkibetinden korkarak Mısır’a kaçtı. Bu durum üzerine Eretna, Karahisar kuşatmasını kaldırarak Sivas’a döndü. Bu hâdiseden sonra Karahisar’a dönen Nusreddîn Ahmed, Germiyanoğullarının hâkimiyetini tanımak sûretiyle, beyliğinin başında kaldı. Nusreddîn Ahmed’in 1342’den sonra ölümü üzerine ise Sâhibataoğullarına âit topraklar, Germiyanoğullarına katıldı.

Sâhibataoğulları

Tahta Geçiş Târihi

Tâceddîn Hüseyin ve

Nusreddîn Hasan (Müştereken)

1275

Şemseddîn Mehmed 

1277

Nusreddîn Ahmed

1287-1341

Germiyanoğulları hâkimiyeti

 

SAHUR

Ramazan ayında, oruç tutmak niyetiyle, seher vaktinde yenilen yemeğin adı. Seher vakti, gecenin yâni güneşin batışından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biridir. Seher Vaktinde yenilen yemeğe “sahur” denir. Oruç tutan bir kimsenin, güneşin ufukta kaybolmasından sonra, orucunu açmak için yediği yemeğe de “iftar” adı verilir (Bkz. İftar). Sahur, Arapça bir kelime olup, seher kelimesinden türemiştir.

Sahurun son vaktine imsak denir. İmsak, yemenin içmenin kesildiği vakittir. İmsak vakti, İslâm astronomi âlimlerinin fıkıh kitaplarındaki târifleri esas alarak yaptıkları rasatlarla tespit edilmiş ve güneşin ufkun altına -19 derece yaklaştığı vakit hesap edilerek bulunmuştur. Bu da fecrin doğduğu, yâni ufukta beyazlığın göründüğü vakittir. Bundan 15-20 dakika sonra bu beyazlık ufukta yayılır ve sabah namazı da bu vakitte kılınır.

İftarı acele etmek ve sahuru, fecrin (tan yerinin) ağarmasından önce olmak şartı ile geciktirmek sünnettir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmaya çok dikkat ederdi. Sahuru geciktirmek ve iftarı çabuk yapmak, belki insanın aczini gösterdiği için sünnet olmuştur. İbâdet, Allahü teâlâya karşı âciz ve O’na ihtiyâcının olduğunu göstermek demektir.

Asırlardan beri Müslümanlar, iftar için gösterdikleri ihtimamı, çeşitli yemekler hazırlayıp, fakirlere yemek yedirmeyi, birbirini dâvet edip ziyâfet vermeyi ve çeşitli ikramları, sahurda da göstermişlerdir. Yine Müslümanlar, terâvih namazlarını kıldıktan sonra, câmilerde, sohbet odalarında, evlerde biraraya gelerek sahura kadar dînî sohbetler ederler, âlimlere bilmediklerini sorarak öğrenirlerdi. Farz namaz borcu olanlar, namazlarını kazâ ederler, Kur’ân-ı kerîm okuyup, tövbe istiğfâr ederek Allahü teâlâdan bağışlanmalarını isterlerdi. Böylece Ramazan-ı şerîfin gündüzünü oruçla süsledikleri gibi, gecesini de ilim öğrenerek, zikir, tövbe ve istiğfar ederek, sahura kadar olan vakti de değerlendirirlerdi.

Eskiden ve hattâ bugün bile, Ramazanlarda sahur saatleri yaklaşınca, Ramazan davulcuları davulu döğmeye başlarlar, hoş nağmelerle Ramazan ve sahur mânileri söyleyerek köylerde ve mahallelerde uyuyanları kaldırırlar, bunun için kapı tokmaklarını ve zillerini çalarlardı. Ramazanın başından on beşine kadar övücü ve “Hoş Geldin Yâ Ramazan!” diye başlayan mâniler söylenir, on beşinden sonraki mâniler, daha ziyâde Ramazandan ayrılışın üzüntüsünü ifâde ederdi.

Bunların bâzıları, “Elvedâ, Yâ Şehr-i Ramazan!” diye başlayan mânilerdir. Sahurun başladığını ve bittiğini haber vermek için sahur topları da atılırdı. Ramazanın son günlerine doğru davulcular, mahallelerde gezerek ve mâni okuyarak bahşiş toplarlar, Müslümanlar da, bir ay kendilerine hizmet etmiş, onları sahura kaldırmış olan bu davulculara mâli güçleri nispetinde ihsânlarda ve ikrâmlarda bulunurlardı.

SAINT LUCIA

DEVLETİN ADI

Saint Lucia

BAŞŞEHRİ

Castries

NÜFÛSU

135.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

 620 km2

RESMÎ DİLİ

İngilizce

DÎNİ

Hıristiyan

PARA BİRİMİ

Doğu Antiller Doları

Doğu Karayip Denizindeki küçük bir ada üzerinde yeni kurulmuş bir devlet.

Târihi

Adanın ilk keşfedilme târihi bilinmemektedir. 1605’te ilk olarak İngiltere, adaya yerleşme teşebbüsünde bulunmuştur. Saint Lucia, Fransız ve İngilizler arasında defalarca el değiştirdikten sonra, 1814’te Paris Antlaşmasıyla İngiltere’ye bırakıldı. 1967’de muhtariyet elde eden ada, 22 Şubat 1979’da bağımsızlığına kavuştu.

Fizikî Yapı

Ada, 45 km uzunluğunda ve azamî 19 km genişliğinde olup, yaklaşık yüzölçümü 620 km2dir. Ada dağlık ve güzel manzaralı bir görünüme sâhiptir. En yüksek noktası 950 m yüksekliğindeki Morne Gimie’dir. Çok sayıda küçük akarsular birbirleriyle birleşirler. Bunlardan bâzıları geniş verimli vâdiler boyunca akar.

İklim

Saint Lucia, kuzeydoğu alizelerinin yolu üzerinde yer alır ve tropikal bir iklime sâhiptir. Yıllık yağış ortalaması 1295 mm ile 2970 mm arasında değişir. Yağış en fazla haziran ve ağustos aylarında görülür. Sıcaklık ortalamaları ise 26° ile 21°C arasındadır.

Tabiî Kaynakları

Adanın beşte biri ormanlıktır. Adada henüz bilinen bir mâden yoktur.

Nüfus ve Sosyal Hayat

135.000 nüfuslu adanın büyük çoğunluğu Afrika asıllıdır. Adadaki tek büyük şehir, 45.768 nüfuslu başşehri Castries’tir. Nüfus yoğunluğu km2 başına 200 kişidir. Halkın % 90’ı katoliktir. Her ne kadar İngilizce ülkenin resmi lisanı ise de, halkın bir bölümü tarafından Fransızcanın bozulmuş bir şekli konuşulmaktadır. İlk öğretim mecbûrî olup, okuma-yazma oranı % 78’dir.

Siyâsî Hayat

Ada, parlamenter bir demokrasiyle idâre edilmektedir. İdârî bölgeleri, her biri, bir papazın idâresinde bulunan 16 mıntıkadır. Saint Lucia, 1979’da Birleşmiş Milletler Teşkilâtına üye olmuştur. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğunun bir üyesidir.

Ekonomi

Ekonomi esas îtibâriyle tarıma dayanır. Muz, kakao, büyük hindistancevizi ve turunçgil meyveleri belli başlı bitkilerdir. Turizm ve îmâlât sanâyii iyi durumdadır. Rom yapımı, balıkçılık, tuğla imâlâtı gelişmiştir. Karayolları yeterli seviyededir. İki havaalanı ve Castries’te iyi bir liman vardır. Başlıca ithal malları makinalar, et, kâğıt ve kâğıt ürünleri, yiyecek ve giyecek, gübre ve araçlardır. Ticâret yaptığı belli başlı ülkeler: ABD, İngiltere, Trinidad ve Tobago’dur.

SAINT VINCENT

DEVLETİN ADI

Saint Vincent ve Grenadineler

BAŞŞEHRİ

Kingstown

NÜFÛSU

115.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

 390 km2

RESMÎ DİLİ

İngilizce

DÎNİ

Hıristiyan

PARA BİRİMİ

Doğu Antiller Doları

Karayip Denizinin doğusunda Saint Vincent Adası ve bunun yakınındaki irili ufaklı 600 adadan müteşekkil Grenadinelerin bir kısmı üzerinde kurulmuş yeni bir devlet. Ülke, İngiliz Milletler Topluluğuna ve 1980’den beri Birleşmiş Milletler Teşkilâtına üyedir.

Târihi

Saint Vincent, 1498’de Christopher Colombus tarafından keşfedilmiştir. On yedinci yüzyıla kadar Avrupalılar adaya yerleşmemişlerdir. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda adayı ele geçirmek için İngiltere veFransa birbirleriyle mücâdele ettiler. Nihâyet 1783 Versailles Antlaşmasıyla ada İngiltere’ye bırakıldı. 1969’da, ada bağlı bir devlet statüsü elde etti. 27 Ekim 1979’da bağımsızlığını kazandı.

Fizikî Yapı

Saint Vincent, volkanik bir yapıya sâhip olup, üzerinde kuzeyden güneye uzanan engebeli bir dağ silsilesi yer alır. Dağ silsilesinin en yüksek noktası 1220 m’ye yükselen kuzeydeki Soufriere volkanıdır.

İklim

Ortalama sıcaklık 27°C civârındadır. Yıllık yağış miktarı 2540 mm’nin üstündedir. Kurak mevsim şubattan nisana kadar devam eder. Yazın arasıra esen kasırgalar adada büyük zararlara yol açar.

Nüfus ve Sosyal Hayat

115.000 nüfuslu ülkenin büyük çoğunluğu Afrika asıllıdır. Halk İngilizce konuşur. Başlıca din grupları: Metodistler (Protestanlığın bir mezhebi), Anglikanlar ve katoliklerdir. Okuma yazma oranı % 95’tir. Adanın tek büyük şehri 26.000 nüfuslu başşehir Kingstown’dır.

Ekonomi

Saint Vincent’in ekonomik hayâtının tamâmı birkaç bitkiye ve turizme bağlıdır. Muz, ararat ve büyük hindistancevizi, yetiştirilen başlıca bitkilerdir. Muz, ihrâcatın % 62’sini teşkil eder. Ticârî münâsebetlerde bulunduğu ülkeler ABD, İngiltere, Trinidad ve Tobago’dur. Başkent Kingstown adanın tek büyük limanıdır.

SAÎD BİN CÜBEYR

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen müctehid imâmların büyüklerinden. İsmi, Saîd bin Cübeyr bin Hişam el-Esedî’dir. Künyesi, Ebû Muhammed’dir. Ebû Abdullah-ı Kûfî de denilmektedir. Esed bin Huzeymeoğullarından Vâbile bin Hârisoğullarının âzâdlı kölesiydi. Doğum târihi bilinmemektedir. Aslen Kûfeli olup, bir müddet İsfehan’da kaldı. Sonra Irak’ın Sünbülân köyüne çekildi. 713 (H.95) senesinde 49 yaşında iken Vâsıt şehrinde vefât etti. Şehir dışındaki kabri, ziyâret yeridir.

Abdullah ibni Abbâs, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Ebû Saîd-i Hudrî, Ebû Hüreyre ile Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve diğer Eshâb-ı kirâmın bir çoğundan ilim öğrenmiş; onların ders halkalarında yetişmiş, hadis, fıkıh, tefsir ve kırâat ilimlerinde onlardan çok rivâyette bulunmuştur.

Zamânının en büyük âlimlerinden olan İbn-i Cübeyr, fıkıh ilminde yüksek bir mertebeye ulaştı. Devrinin âlimleri, fıkıh ilminin bir kolunda ihtisas sâhibiyken; o, dînî hükümlerin bütün meselelerinde mütehassıs ve müctehid idi.

Hocası İbn-i Abbâs hazretlerinin gözleri âmâ olup, göremez hâle gelince, Saîd bin Cübeyr, fetvâ işlerini üzerine alarak Müslümanların dînî meselelerdeki müşküllerini hâlletmeye başlamıştır. İlminin çokluğunu bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. Hadis ilminde rivâyetleri meşhûr olup, sikadır (güvenilir, sağlamdır). Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte’de vardır.

Önceleri Kûfe kâdılarından Abdullah ibni Utbe bin Mes’ûd’un kâtibiydi. Sonra Ebû Bürde bin Mûsâ el-Eş’arî’nin yanında bir süre kâtiplik yaptı. Bir ara Fırat Nehrinin suladığı arâzinin öşürlerini toplamakla vazîfelendirildi.

Saîd bin Cübeyr, yüksek bir âlim ve büyük bir velîydi. Kendisine“İlimlerin hazînesi” denirdi. Çok ibâdet ederdi. Çok ağladığından görmesi azalmıştı. Ramazân-ı şerîf gecelerinde, akşam namazını kıldıktan sonra, Kur’ân-ı kerîm okur, sonra yatsı namazını ve terâvihi kılardı. Bâzan bir âyet-i kerîmeyi defâlarca okuyarak sabahlardı. Bir gece namazında; “Ey günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın.” meâlindeki Yâsîn sûresi elli dokuzuncu âyet-i kerîmeyi okuyarak sabahlamıştı.

Emevî vâlilerinden Haccac tarafından hapsettirildi. Daha sonra da îdâm edilerek şehit edildi.

Îdâm edileceği sırada şu duâyı yaptı:

“Allah’ım! Benden sonra Haccâc’ı kimseye musallat etme!”

Daha sonra olacak oldu. Haccâc, âkile, yâni yiyici illetine tutuldu. Uyuyamıyor, uyuyacağı sırada sıçrayıp kalkıyordu. Hâline bakıp şaşanlara:

“Saîd bin Cübeyr ile hâlim ne olacak? Uyuyacağım anda, ayağımı çekip sarsıyor ve beni uyandırıyor.” dedi.

Bu hâliyle fazla yaşamadı. Saîd bin Cübeyr şehit edildikten on beş gün sonra Haccâc da öldü.

Saîd bin Cübeyr hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Ağızlarınız Kur’ân-ı kerîmin yollarıdır. Onları misvâk ile temizleyiniz.

Müslüman bir kadın, hâmileliği boyunca, doğum yaptığı esnâda ve çocuğunu emzirdiği sürece, Allah yolunda cihâd edenler gibidir. Bu esnâda vefât ederse şehit sevâbı alır.

“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yırtıcı hayvanlardan köpek dişi olanları ve pençesi ile avlayan kuşları yemeyi haram etti.”

SAÎD BİN MÜSEYYİB

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen yedi büyük fıkıh âliminden biri. İsmi, Saîd bin Müseyyib’dir. Annesi, Ümm-i Saîd binti Hakîm olup, künyesi Ebû Muhammed Medenî’dir. Kureyş kabîlesinin Mahzum kolundan olduğu için, El-Kureşî ve El-Mahzûmî diye de tanınmıştır. Babası Müseyyib ile dedesi Hazn, Eshâb-ı kirâmdandır. 636 (H.15) yılında hazret-i Ömer’in hilâfetinden iki sene sonra doğdu. Hazret-iOsman’ın hilâfeti zamânı gençlik yıllarıydı. 710 (H. 91) yılında, yetmiş yaşını aşkın olarak Medîne’de vefât etti. Vefât târihi için başka rivâyetler de vardır.

Saîd bin Müseyyib rahmetullahi aleyh, her işin Allah rızâsı için yapıldığı, her sözün Allah rızâsı için söylendiği bir cemiyet içinde büyüdü. Çevresindeki herkesin gayret ve gâyesi, Allah rızâsıydı. O da, Allah rızâsı için ilim öğrendi.

Eshâb-ı kirâmdan birçoğunun sohbetinde bulundu. Hazret-i Ömer devrinde çocukluğunu, hazret-i Osman ve hazret-i Ali devrinde gençlik günlerini geçirdi. Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Abdullah ibni Abbâs, Abdullah ibni Ömer, Ebû Katâde, Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe ile babası Müseyyib ve daha birçok Sahâbîden radıyallahü anhüm hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Peygamber efendimizin mübârek hanımlarından pekçok hadîs-i şerîf dinledi. En çok Ebû Hüreyre’den hadis rivâyet etti.

Fıkıh ilminde de yüksek mertebelere kavuşmuştu. Resûlullah’ın bildirdiği ve hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osman’ın (radıyallahü anhüm) naklettiği bütün dînî hükümleri, ondan daha iyi bilen yok gibiydi. Hasan-ı Basrî, dinde bir müşkülü olunca, Basra’dan ona mektup yazardı. Medîne’de herkes ona gelip fetvâ ister, haram ve helâli öğrenirlerdi.

Tâbiînin büyüklerinden olan Saîd bin Müseyyib rahmetullahi aleyh, fukahâ-i seb’a denen Medîne’deki yedi büyük âlimden biriydi. Bunlar; Saîd bin Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdurrahmân binAvf, Ubeydullah bin Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân bin Yesâr rahmetullahi aleyhim idi. Fukahâ-i seb’a, Tâbiîn içinde kendilerine en çok dînî mesele sorulan ve en çok fetvâ veren âlimlerdi.

Saîd bin Müseyyib’in (rahmetullahi aleyh) ilmini birçok âlim övdü. Onun için; “Fakîh-ül-fukahâ, yâni âlimlerin âlimi” dediler.

Bu derecede yüksek ilim sâhibi olan Saîd bin Müseyyib, vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirirdi. Âilesinin mâişetini temin için de zeytinyağı ticâretiyle meşgûl olurdu. Kendisinden; başta oğlu Muhammed olmak üzere, Sâlim bin Abdullah bin Ömer-ez-Zührî, Katâde, Ebü’z-Zenâd, Târık bin Abdurrahmân ve daha pekçok âlim ilim öğrenip hadis rivâyetinde bulunmuşlardır.

Verâ ve takvâda da çok ileri olan Saîd bin Müseyyib rahmetullahi aleyh, ibâdete çok düşkündü. Kırk defâ hac yapmış, bütün namazlarını cemâatle kılmıştır. Geceleri hiç uyumayıp, senelerce yatsı abdesti ile sabah namazı kılmıştır.

Saîd bin Müseyyib rahmetullahi aleyh, hep hikmetli konuşurdu. Sözleri vecîz olup, kalplere tesir ederdi. Dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, önce nefsine nasîhat ederdi. Gece olunca, nefsini muhâtap alır ve:

“Ey bütün şerrin yuvası! Kalk bakalım. Allah’a yemin olsun, seni yorgun bir deve hâline getirip bırakacağım.” derdi. Sabaha kadar ibâdet ettiğinden ayakları şişerdi. Bu defâ da nefsine; “İşte böyle olacaksın; aldığın emir bu yoldadır ve bunun için yaratıldın.” derdi.

Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Ümmetimden ilk kaldırılan şey, emânettir. Onlarda kalanların sonuncusu ise namazdır. Fakat nice namaz kılanlar vardır ki, onlarda hayır yoktur.

Ezânı duyduğunuz zaman kalkıp namazınızı kılınız. Çünkü namaz, Allahü teâlânın mühim bir emridir.

Allahü teâlâdan korkan kimse, kuvvetli olarak yaşar ve memleketinde emin olarak dolaşır.

Güzel ahlâk, Allahü teâlânın beğendiği huydur.

Her şey için öğünülecek bir üstünlük vardır. Ümmetimin kıymeti ve şerefi, Kur’ân-ı kerîmdir.

Buyurdu ki: “Borçlarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır.”

“Gözlerinizi, zâlimlere ve yardımcılarına bakarak yormayınız! Zâhirde kabul gözüyle baksanız bile, kalbinizde inkâr dursun. Böyle yapınız ki, iyi ameliniz boşa gitmesin.”

“Yemîn karışmayan manifatura ticâreti kadar hoşuma giden hiçbir ticâret yoktur.” Nitekim hadîs-i şerîfte de; “Ticâretin en hayırlısı bezzâzlık, yâni kumaş ve elbise ticâreti, sanatın en güzeli de terziliktir.” buyrulmuştur.

SAÎD BİN ZEYD

Aşere-i mübeşşereden, yâni dünyâdayken Cennetle müjdelenen on Sahâbîden biri. Künyesi Ebû Aver veEbû Sevir idi. Nesebi, Saîd bin Zeyd bin Amr’dır. Soyu, Kâ’b bin Lüvey’de Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemle birleşir. Annesi, Fâtıma binti Ba’ce ibni Halef el-Huzariyye’dir. 671 (H.51) senesinde Medîne’de vefât etti.

Saîd bin Zeyd hazretlerinin babası Zeyd bin Amr, İslâmiyetten önce, Peygamberimizle görüşürdü. Allahü teâlânın kendine verdiği ilhâmla, putlara tapan insanların hâline şaşar, putperestliğin şirk olduğunu, onlara kesilen kurbanların etinin yenmeyeceğini düşünürdü. Bu sebeple kendine yeni bir din bulmak için Sûriye taraflarına gidip, İbrâhim aleyhisselâmın dînine girerek Hanîflerden oldu. Mekke’ye döndüğünde câhiliye âdetlerinden olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerle mücâdele etti. Kız çocuklarının çoğunun ölümden kurtulmalarına sebep oldu. Oğlu Saîd’e de sık sık; “Bir Allah’a mı, yoksa bin ilâha (putlara) mı inanayım?” der, onu Allah’a inanmaya teşvik ederdi. Bu sebepledir ki Saîd, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kendisine Müslüman olmasını söyleyince, hanımıFâtıma ile birlikte hemen Müslüman oldu. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm dînini tebliğe başladığında, ilk inananların arasına girdi.

Habbâb bin Eret evlerine gelip, Fâtıma binti Hattâb’a, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Hazret-i Ömer bin Hattâb da, Saîd bin Zeyd’in evinde okunan Kur’ân-ı kerîmden kalbi yumuşayıp, tesiri altında kaldı. Kur’ân-ı kerîmi okuyup, fesâhat, belâgat, mânâ ve üstünlüklerine hayrân kalıp, düşmanlığı silindi. Bunun üzerineÖmer radıyallahü anh, Resûlullah efendimizin yanına gidip îmân etmekle şereflendi.

Saîd bin Zeyd radıyallahü anh, Müslüman olunca, Mekke’de, diğer Eshâb-ı kirâm gibi işkence gördü.Müşriklerin Mekke’de sûikast, işkence, zulüm ve tazyikleri artınca, Peygamber efendimizin müsâdesiyle Habeşistan’a hicret etti. Sonra Medîne’ye geldi.

Hicret-i Nebevî’den sonra Resûlullah efendimizin emriyle Talha bin Ubeydullah ile berâber Sûriye tarafına araştırma ve oradakilerin hâllerini inceleme vazîfesiyle gönderildi. Bu vazîfedeyken, Ebû Süfyân’ın başkanlığındaki kervanın durumunu araştırdı.

Bedr Gazâsında bulunmadıysa da, Peygamber efendimiz onun oklarını attılar. Ganîmetten pay ayrıldı. Peygamber efendimizin bütün gazvelerine katıldı. Cennetle müjdelendiği hâdise ve hadîs-i şerîf:

“On kişi Cennettedir. Ebû Bekr Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir ve Ali, Zübeyr, Talha, Abdurrahmân bin Avf, Ubeyde bin Cerrâh, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir.” (radıyallahü anhüm). Peygamber efendimiz bu dokuz kişiyi zikredip, sustu.

Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Onuncusu kimdir?” diye sorunca, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:

“Saîd bin Zeyd Cennettedir.” cevâbını verdiler.

Hazret-i Ebû Bekr halîfe olunca, ona bîat etti. Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamânında 634 (H.13)te Ecnâdeyn Muhârebesinde süvâri kuvvetlerine, Fihl Muhârebesinde piyâde birliklerine kumanda etti. Şam’ın muhâsarasına katılıp, şehrin fethinde bulundu. 636 (H.15)da Yermük Muhârebesine katıldı. Hazret-i Osman halîfe seçildiğinde ona bîat etti. Hazret-i Osman, ona Kûfe’de iktâ olarak bir miktar arâzi verdi. Hazret-i Osman’ın şehâdetine çok üzüldü.

Saîd bin Zeyd, 671 (H.51) senesinde Medîne’ye yakın, yeşilliği bol ve güzel bir yer olan Akîk’te yetmiş yaşlarındayken vefât etti. Cenâzesini Sa’d bin Ebî Vakkâs radıyallahü anh yıkadı ve kefenledi. Abdullah bin Ömer radıyallahü anh namazını kıldırdı. Medîne’de, Bakî Kabristanlığına Eshâb-ı kirâmın omuzları üstünde getirilip, Sa’d bin Ebî Vakkâs ile Abdullah bin Ömer tarafından kabre indirilerek defnedildi.

Saîd bin Zeyd hazretleri; dünyâ ve dünyâ nîmetlerinden daha çok âhireti düşünür ve zamânını ibâdetle geçirirdi. Makam ve mevkii hiç düşünmez, ancak kendisine verilen vazîfeyi en iyi şekilde yerine getirirdi. Cihâdı çok sever, gösterişi hiç sevmezdi. Duâsı kabul olanlardandı. Bunun için kendisini kırmaktan herkes çekinirdi.

Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Ömer, Amr ibni Hâris, Ebü’t-Tufeyl; Tâbiînin büyüklerinden Ebû Osman Hindî, Saîd ibni Müseyyib, Kays bin Ebû Hâzim ve başkaları, hâl ve sözlerinden rivâyette bulunmuşlardır. Peygamber efendimizden kırk sekiz hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Kim malının yanında, kanını, dînini ve ehlini korumak uğrunda öldürülürse o şehittir.

Kim başkasına âit olan bir karış yeri haksız olarak, kendi mülküne dâhil ederse, kıyâmet gününde arzın yedi katı halka gibi boynuna geçirilir.

Kırmızı beyaz mantar (Kem’e), kudret helvası nevindendir. Suyu gözlere şifâdır.

SAİD FAİK ABASIYANIK

Cumhûriyet devri hikâyecilerinden. 1906’da Adapazarı’nda doğdu. Varlıklı bir âileye mensuptu. Babası Mehmed Faik, ticâretle uğraşıyordu. Annesi Makbule Hanımdır. Ömrü boyunca annesinden maddî ve manevî destek aldı.

İlköğrenimini Adapazarı’nda Rehber-i Terakkî Mektebinde yaptı. Orta öğrenimine İstanbul Lisesinde başladı. Bursa Lisesinde tamamladı(1928). Bir ara, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde iki yıl devamdan sonra, ekonomi tahsili için İsviçre’ye gitti. Öğrenimini bir yana bırakarak gezmek ve eğlenmek için Fransa’nın Grenoble şehrine geçti. Üç yıl orada kaldı. Başıboş bir hayat yaşadı ve hiçbir diploma almadan yurda döndü (1933). Babasının isteği üzerine ticârete başladıysa da bu işten de hoşlanmadı. Kısa bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe grup dersleri öğretmenliği, 1942 yılında bir ay Haber Gazetesi’nde adliye muhabirliği yaptı. 1953’te, ABD’deki Mark Twain Derneğine fahrî üye seçildi.

Ömrü, Burgaz Adasındaki köşklerinde geçti. Bu köşk 1964’ten beri Said Faik Müzesidir. İçkiye çok müptelâ olan Said Faik, siroz hastalığından 11 Mayıs 1954’te öldü. Zincirlikuyu Mezarlığındadır.

Said Faik, şiir, röportaj, roman ve hikâye türlerinde eserler yazmıştır. Fakat ününü hikâye türündeki başarısıyla sağladı.

İstanbul’da lise sıralarında şiirler kaleme alan Said Faik, ilk hikâyelerini İpekli Mendil, Zenberek isimleriyle Bursa’da lise öğrencisiyken yazdı. İnsanları, kırları, deniz ve hayvanlarıyla tabiatı bir bütün olarak işledi. Hikâyelerinde duygularını mübalağalı anlatır, fazlaca tahlil yapar ve toplumun veya kişilerin dış yüzlerini konu eder. Bu bakımdan toplumun anâne ve inançlarına her zaman ters düştü. Yazılarında röportaj, hâtıra, hikâye ve şiiri birbirine karıştırdı. Said Faik, düşündüğünden fazla yaşadığını yazmıştır.Gördüklerini, acıma ve sevmelerini, çocukluk, gençlik, hastalık günlerini hiç ustalığa özenmeksizin şiirli bir dille anlatmıştır.

Said Faik’in konuşur gibi üslûbu vardı. Bol mecazlıdır ve buluşlarının çoğu yenidir. Yapmacıktan ve fazla süsten kaçar. Kelime hazînesi zengindir. Nükteye, zekâ oyunlarına ve mizâha düşkünlüğü yoktur. Bâzan açık şekilde alaycı ve hicivci olduğu görülür. Yazılarında başı sonu birbirine tutmaz, düşük cümleleri çoktur. Noktalama işâretlerini rastgele kullanmıştır.

Said Faik’in en güzel hikâyeleri İstanbul’da geçenlerdir. Bu, İstanbul’u iyi tanımasından ileri gelir.

Said Faik Abasıyanık’ın ölümünden sonra annesi Makbule Hanım, oğlunun kitaplarının gelirinden karşılanmak ve Said Faik’in ölüm yıldönümünde (11 Mayıs) bir önceki yılın en beğenilen hikâye kitabına verilmek üzere adına bir “Said Faik Armağanı” koydu. Her sene bir hikâyeciye bu armağan verilmektedir.

Said Faik’in eserlerinden bâzıları:

Bir Takım İnsanlar (diğer adıyla Medâr-ı Maişet Motoru, roman, 1952), Kayıp Aranıyor (roman, 1953), Semaver (hikâye, 1936), Sarnıç (hikâye, 1939), Şahmerdan (hikâye, 1940), MahalleKahvesi, (hikâye, 1950), Havada Bulut (hikâye, 1951), Havuz Başı (hikâye, 1952), Son Kuşlar (hikâye, 1952), Az Şekerli (1954), Alemdağ’da Var Bir Yılan (hikâye, 1954), Tüneldeki Çocuk (hikâye, 1955). Röportajları ölümünden sonra Mahkeme Kapısı (1956) isimli kitapta toplanmıştır. Said Faik’in 41 hikâyesinin Fransızcası “Un Point Sur la Carte” isimli bir kitapta derlendi. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Hollanda’da yayınlandı (1962). Balıkçının Ölümü (derleme, 1977), Müthiş Bir Tren (çevirileri, 1981).

SAİD HALİM PAŞA (Mehmed)

Osmanlı sadrâzamlarından, 1863 yılında Kahire’de doğdu. Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğullarından vezir Halim Paşanın oğludur. Said Halim Paşa, mükemmel bir eğitim ve öğretim gördü. Doğu ve Batı dillerinden Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcayı öğrendi. İsviçre’de üniversiteye giderek beş yıl süreyle Science Politique öğrenimi yaptı. Üniversite öğrenimini tamamlayınca İstanbul’a geldi.

1888 yılında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine seçildi. Bu sırada rütbesi mîrmîran idi. 1900 yılında ise, Rumeli Beylerbeyliği rütbesini aldı.

Said Halim Paşa, zararlı neşriyât ve silâh bulundurmakla itham edilip, hakkında soruşturma açılınca, ülkeyi terk etti. Önce Avrupa’ya sonra da Mısır’a gitti.

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilince tekrar İstanbul’a döndü. Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet üyesi olmak istediyse de kadrosuzluk sebebiyle bu isteğine kavuşamadı. Bu durum üzerine HalimPaşa, İttihat ve Terakki Partisine girerek politikaya atıldı. Bu partinin adayı olarak belediye seçimlerine katıldı ve Yeniköy Belediye Dairesi Başkanlığına seçildi. Halim Paşa, Cemiyet-i Umûmiye-i Belediye İkinci Başkanlığına daha sonra da Âyân Meclisi üyeliğine getirildi. Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına seçildiyse de, bu vazîfeden kısa bir süre sonra 1912’de ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri oldu. 1913’te Mahmûd Şevket Paşa kabinesinde Şûrâ-yı Devlet Başkanı ve üç gün sonra da Hâriciye Nâzırı oldu. Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşanın, 11 Haziran 1913’teDivanyolunda otomobilinde öldürülmesi üzerine Said Halim Paşa, SadâretKaymakamı oldu. Ancak İttihat ve Terakki Partisinin Sultan Reşad’a baskısı üzerine, 12 Haziran 1913’te sadrâzam, sadâreti süresince de Enver, Talât ve Cemal Paşaların kuklası oldu. Halim Paşa, kurduğu kabinede Hâriciye Nâzırlığını da kendisi aldı.

Birinci Dünyâ Harbi sırasında hükûmet başkanı olan Said Halim Paşa, kendisinin haberi olmadan İttihatçılar tarafından harbe girildiğini sonradan öğrendi. İstifâ etmesine rağmen israrlar üzerine vazgeçti. Fakat kendisinden habersiz kânunlar çıkarıldığını görünce 3 Şubat 1917’de sadâretten ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisinin iktidardan düşmesi üzerine harp suçlusu olarak mahkemeye verildi.

İstanbul’un işgali sırasında İngilizler tarafından 1919’da Malta’ya sürüldü. Bir müddet sonra serbest bırakılınca Roma’ya gitti. 18 Aralık 1921’de evinin önünde bir Ermeni tarafından vuruldu.Mezarı İstanbul’da Sultan Mahmûd Türbesi bahçesindedir.

Said HalimPaşanın, İslâmlaşmak ve Taassub, Mukallidliklerimiz, İnhitât-i İslâm, Buhrân-ı Siyâsimiz, Meşrutiyet, Buhrân-ı İctimâîmiz, Buhran-ı Fikrimiz adlı eserleri vardır.

SAİD NURSİ

Son devrin din âlimlerinden. Mîlâdî 1876 (H.1293)da Bitlis’in Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyâya gelmiştir. Babasının adı Mirzâ, anasının adı Nûriye’dir.

Çocukluk yıllarını, dokuz yaşına kadar, anne ve babasının yanında geçiren Said Nursî, keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan îtibâren dikkatleri üzerinde toplamıştır. Normal şartlarda yıllarca süren klasik medrese eğitimini kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır.

Said Nursî 15-16 yaşına kadar Doğu vilâyetlerindeki muhtelif yerlerde resmî ve ilmî şahsiyetlerle berâber olmuş, onlarla birçok meselede, bilhassa dînî meselelerde mütâlâalarda ve münâzaralarda bulunmuş, birçok kaynak eseri tetkik ederek eğitimini tamamlamıştır. Bu yaşlardayken, geldiği Van’da on beş sene gibi bir müddetle halkın eğitimine ehemmiyet vermiş, bu maksatla halk arasında seyahatlerde bulunmuştur. Bu arada fizik, kimyâ, astronomi, felsefe, matematik, târih ve coğrafya gibi birçok ilmin esaslarını çok kısa bir zamanda elde etmiştir. Böylece dinde ve fen ilimlerinde yaptığı bütün münâzaralarda devrinin o bölgedeki âlimlerini hayrette bırakan genç Said, “çağın eşsiz güzelliği” mânâsına gelen Bediüzzaman lâkabı ile anılmaya başlanmıştır. 1896 yılında ilk ve 1907 yılında ikinci defâ İstanbul’a geldi.

1909 yılının sonlarına kadar İstanbul’da kalan Said Nursî burada yaptığı münâzara ve konuşmalarda da kısa sürede ilim çevrelerine kendisini kabul ettirmiştir. Meşrûtiyetin îlânı esnâsında İstanbul’da bulunan Said Nursi, meşrûtiyete İslâmiyet adına sahip çıkmış; meydanlarda verdiği nutuklar, cemiyet faaliyetleri ve gazetelerde neşrettiği yazılarıyla halkın hürriyet ve meşrûtiyeti doğru olarak anlamasına gayret göstermiştir. Selânik Hürriyet Meydanında nutuk vermesi, şark vilâyetlerine çektiği telgraflar vasıtasıyla hürriyet ve meşrûtiyeti anlatması, İstanbul’daki 20.000’e yakın hamallık ve işçilik yapan şarklı hemşehrilerinin ayaklanmalarını güzel bir konuşma ile yatıştırması, 31 Mart Olayında askerlerin isyanını bastırmak için konuşmalar yapması bunlardan birkaçıdır. Bu çalışmalarıyla birlikte, meşrûtiyet ve hürriyeti “meşrûtiyet-i meşruâ” ve “hürriyet-i şer’iye” mânâsı ile yerleştirmeye gayret gösteren Said Nursî, ittihâd-ı İslâm düşüncesinin yayılması için çalışmıştır.

1909’da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine [o zamanki adıyla Dîvân-ı Harb] çıkarılmış, ancak berâet etmiştir. Bundan sonra, İstanbul’da daha fazla kalmamış ve 1910 yılı başında tekrar Van’a dönmüştür. Oradan da Mart 1911’de Şam’a giderek, İslâm ittihadı fikrini bütün Müslümanlara yerleştirmek için gayret göstermiştir. Şark vilâyetlerinde kurulmasını istediği üniversite için yardım istemek üzere tekrar aynı günlerde İstanbul’a dönmüştür. İsteği kabul edilen Said Nursi, tahsisatı da alarak 1912’nin sonlarına doğru tekrar Van’a döndü. Van Gölü kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren Birinci Dünyâ Harbi sebebiyle bu teşebbüs yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursi, vatan müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a üçüncü gelişinde ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Said Nursi, dört yıl kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mücâdele eder. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesâretle çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara’dan yapılan bu dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyâde burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine getirdiği inancına sâhip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul etmiş, meclisin açılışında bulunmuştur. 1923 yılı ortalarına doğru da Van’a dönmüştür.

Şeyh Said İsyânıyla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Said Nursi isyan sonrasında ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur’a, oradan da 1925-1926 yıllarında Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad” hizmetini başlatmış ve telif ettiği eserleri yazmaya başlamıştır.

Doğru dürüst yolu bile bulunmayan küçücük bir kasaba olan Barla’da başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon, 1952’de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Ayrıca muhtelif sürelerle Kastamonu, Emirdağ ve Isparta’da, sıkı tâkip altında mecburî ikâmete tâbi tutulmuştur.

Cumhûriyetin îlânıyla birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın baharında Urfa’ya dönen Said Nursî, 23 Mart 1960 (H.1379)ta Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Urfa’da defnedildi. Bugün kabri bilinmemektedir.

Eserleri:

Sözler, Lemalar, Şuâlar, Mektubât, İşâret’ül-Îcâz gibi eserleri olup, bunların hepsi Risâle-i Nur Külliyâtı adı altında toplanmıştır.