SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İshak bin Cibril bin Ebî Bekr’dir. 1252 (H.650)de Erdebîl’de doğdu. Babasının Hoca Kemâleddîn Arabşah’ın oğlu olduğu söylenir. Soyu hazret-i Ali’ye kadar çıktığı iddiâ edilirse de, hiçbir mesnedi olmayıp rivâyete bağlıdır. Safiyyüddîn lakabı ile tanınır ve Erdebîlî diye de bilinir. 1335 (H.735) senesinde vefât etti. Erdebîl’deki türbesine defnedildi.

Safiyyüddîn-i Erdebîlî, küçük yaşta babasını kaybetti. Çocuk yaşta din bilgilerini öğrenmişti. Sâlih amel işlemekte devâmlı, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyette çok gayretliydi. Gördüğü güzel bir rüyâ üzerine Şîrâz taraflarına gitti. Necîbüddîn Sühreverdî hazretlerinin talebesi Necîbüddîn Bergaş’tan ilim ve feyz almayı arzu etti. Ancak onun 1279 (H.678) senesinde vefâtı üzerine Rükneddîn Beydâvî ve Emîr Abdullah gibi büyüklerin hizmetine girdi. Zâhid Rükneddîn, İbrâhim Dündar, Kürdî Sencârî, Muhammed Geylânî’den yirmi beş sene ilim tahsil etti ve terbiye gördü. Hocasının kızı Bibi Fâtıma Hâtun ile evlendi.

Zâhid İbrâhim Geylânî, seksen beş yaşlarında vefât edince, onun halîfesi oldu. Erdebîl’e yerleşti. Çevresinde pekçok kimse toplandı ve sayısız talebe yetiştirdi. Âzerbaycan, Kafkasya ve Anadolu’da meşhur oldu. İlhanlı Hükümdârlarından Olcaytu Hüdâbende ve Ebû Saîd Bahadır Han, İlhanlı beylerinden Emîr Çoban, vezir ve târihçi Reşîdüddîn gibi kimseler, Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin talebeleri arasındaydı. İlhan Olcaytu Hüdâbende tarafından yeni kurulan Sultâniye şehrine dâvet edildi. Fakat yaşlı olduğunu söyleyip özür diledi. Oğlu Sadrüddîn’i yerine bırakıp hacca gitti. Hac dönüşü Erdebîl’de vefât etti ve buradaki türbesine defnedildi.

Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet etmek, Selef-i sâlihînin doğru yolunu insanlara öğretmek için çalıştı. Talebeleri doğuya ve batıya dağılarak, onun feyzli yolunu yaydılar. Talebelerinden oğlu Sadreddîn ve torunu Alâeddîn Ali meşhûrdur. Hâmid-i Aksarâyî, yâni Somuncu Baba, Alâeddîn Ali’den aldığı feyz ve bereketi, Anadolu’da yaydı. Somuncu Baba’nın talebelerinden Nu’mân, yâni Hacı Bayrâm-ı Velî, Safiyyüddîn-i Erdebîlî yolunun Anadolu’daki en önemli temsilcisidir.

Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin torunları ve onun yolunda gidenler, Müslüman-Türk sultanları tarafından büyük hürmet gördüler. Osmanlı sultanları, “çerağ akçesi” adıyla Erdebîl’deki dergâha yıllık hediyeler gönderirlerdi. Bunlar, Tîmûr Han ve Akkoyunlu sultanlarının da büyük ilgi ve yakınlıklarına mazhar oldular.

Zamanla talebeleri arasına hurûfîler karışıp, Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin torunlarından Cüneyd’e sapık fikirlerini telkin ettiler. Cüneyd, gizli gizli Eshâb-ı kirâm düşmanlığına başlayıp, doğru yoldan ayrıldı. Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanların nefretini kazandı. Müslümanların, baba ve dedelerinden dolayı kendisine gösterdiği hürmet ve sevgiyi istismâr edip, siyâsete karıştı. Hâlini gizleyip, Akkoyunlu Sultânı Uzun Hasan’ın kızkardeşi Hadîce Begüm’le evlendi. bu evlilikten Haydar dünyâya geldi.

Cüneyd’in oğlu Haydar, açıkça Eshâb-ı kirâm düşmanlığına başlayıp, sapıklıklarını ortaya dökmeye başladı ve dayısı Uzun Hasan’ın kızı Halîme Begüm Âlemşah’la evlendi. Bu izdivaçtan meşhur Şâh İsmâil dünyâya geldi.

Haydar’ın oğlu Şâh İsmâil de aynı şekilde Eshâb-ı kirâm düşmanlığı yaparak sapık fikirlerini yaymaya devâm etti. Çevresindeki beylik ve devletlerle savaşıp, velînîmetleri olan Akkoyunlu tahtında hak iddiâ etti. Uzun mücâdelelerden sonra, 1502 (H.908) senesinde şeyhliği şahlığa tahvil edip, Tebriz’de Akkoyunlulardan boşalan imparatorluk tahtına oturdu. Safevî Devletini kurdu. Türkler arasındaki inanç birliğini bozdu. Sapıklıklarını Anadolu içlerinde ve Osmanlı topraklarında yaymaya yeltenmesi üzerine; Çaldıran’da Sultan Yavuz Selim Han tarafından mağlup ve perişan edildi. Çaldıran hezîmetinden on sene sonra öldü.

Safevî Devleti 1737 (H.1150)’de, Afgan Hükümdârı Nâdir Şâh tarafından yıkılıncaya kadar devâm etti. Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevî Devleti hükümdârları, Müslümanlara pekçok zulümler edip, Allahü teâlânın dînini yaymak için cihâd eden Osmanlı Devletini arkadan vurdular. Osmanlıların düşmanı olan Hıristiyan-Avrupa devletleriyle işbirliği yaparak, Osmanlı Devletinin Avrupa’daki ileri harekâtını engellediler. (Bkz. Safevîler)

SAFRA

Alm. Galle (f), Fr. Bile (f), İng. Bile, gall. Karaciğer hücreleri tarafından yapılan ve salgılanan, akıcı, acı, sarı renkte, hafifçe alkalen (bazik) bir sıvı. Safra, onikiparmak barsağına dökülen sindirim sıvılarından biridir.

Safra sıvısı, her kilogram vücut ağırlığına on altı mililitre (cm3) düşer. Safra sıvısının % 97 kadarı sudur. Geriye kalanını ise, direkt bilirübin, biliverdin, safra tuzları, safra asitleri, lipitler (fosfolipit, kolosteral, trigliserit), elektrolitler, bâzı enzimler ve karaciğerin zehirini giderdiği bâzı maddeler teşkil eder.

Safra sıvısı; A safrası, B safrası ve C safrası olmak üzere üçe ayrılır. A safrası, Tubaj sırasında sonda, onikiparmak barsağına varınca gelen ilk safradır. Altın sarısı renkli, berrak ve aşikâr olkalen reaksiyonlu olan bu safra, ana safra kanalı (koledok) içinde birikmiş olan safradır. 4-5 cm3 kadardır. B safrası, safra kesesi içinde biriken daha lüzüci (suyu az) koyu renkte olup 30-40 cm3 kadardır. C safrası, Tubaj sırasında en son gelen ve A safrasından daha açık renkli olan safra olup, karaciğer içi küçük safra yollarından gelen en son, tâze îmâl edilmiş safradır. Dakikada 2 cm3 olarak akmaya devam eder.

Safranın, sindirimdeki rolü büyüktür. Besinlerle alınan yağlar, ince barsağa geldiklerinde küçük yağ damlacıkları hâlindedirler. Yağ sindiriminde rol oynayan lipaz enzimi, bu durumdaki yağları etkileyemez. Safra sıvısı içinde bulunan safra tuzları, yağ damlacıkları üzerine yapışmakta, bunları ince parçacıklar hâline (emülsiyon) getirmekte ve böylece yağların sindirilip, emilmesini sağlamaktadır. Bu emilim esnâsında yağda eriyen A, D, E ve K vitaminleri de emilmektedir. Safra tuzlarının % 90 kadarı, barsaklardan geçerken, incebarsağın alt yarısında emilmekte ve karaciğere getirilerek, tekrar sindirmde kullanılmaktadır.

Safra yolları: Karaciğer hücrelerinde imâl edilen safra, küçük kanalcıklara dökülür. Bu kanalcıklar birleşerek daha büyük toplayıcı kanalları meydana getirirler. Toplayıcı kanallar birleşerek, karaciğerin sağ ve solunda yer alan safra yollarını; bu iki kanal da birleşerek ana safra yolunu meydana getirir. Bu ana safra yolu ile, safra kesesinin kanalı birleşerek, koledok kanalını meydana getirirler. Karaciğerden gelen safranın büyük kısmı safra kesesine gelerek bâzı değişikliklere uğrar, kesâfeti (yoğunluğu) artar. Daha sonra sindirim ânında safra kesesi kasılarak, içindeki safrayı koledok kanalı vâsıtasıyla incebarsağa akıtır. Koledok kanalı 7-8 cm uzunluğunda, 2-3 mm genişliğinde olup, bâzan pankreas kanalıyla birleşerek, bâzan da doğrudan onikiparmak barsağına açılır. Bu kanalda ve safra kesesi kanalında husûle gelen tıkanıklıklar ve safra yapımındaki bâzı aksaklıklar, çeşitli sindirim şikâyetlerine (ağrı, gaz, hazımsızlık, şişkinlik, bulantı, kusma, ateş, sarılık vb.) yol açar.

SAFRA KESESİ

Alm. Gallenblase (f), Fr. Vèsicule (f) biliaire, İng. Gall bladder. Karaciğerden barsağa giden boşaltıcı yolun dışında yer almış ve bir kanalla temel safra yoluna bağlı olan; safra için depo görevini yapan ve safrayı daha konsantre (koyu) hâle getiren bir organ.

Şekil bakımından safra kesesi bir armuda benzer. Karaciğerin alt yüzündeki safra kesesi çukurunda yer almıştır. Kalın ucu önde ve aşağıdadır. Safra kesesinin uzunluğu 8-12 cm, genişliği 4-5 cm kadardır. Fakat duvarları, sağlam ve genişleme kâbiliyeti fazla olduğundan, îcap ettiğinde patlamadan 200-250 cm3 kadar sıvı alabilir.

Safra kesesinin üç parçası vardır. Altta ve önde bulunan kalın ve geniş ucuna kesetepesi, üst kısmına kesegövdesi, yukarıda ve arkada bulunan dar kısmına keseboynu denir.

Kesenin arka yüzü karın zarıyla örtülü ve serbesttir. Gövde kısmının arka yüzünün komşuluğu, kesenin durumuna ve içinde bulunan maddenin miktarına göre değişir. Bu yüz bâzan mide kapısı, onikiparmak barsağının birinci parçası ve ikinci parçasının üst kısmı ile, bâzan da kalın barsağın yatay bölümü ve hatta sağ böbreğin ön yüzü ile temas eder. Kadavralarda kesede bulunan safra, duvarı geçer ve kesenin temas ettiği organları yeşil renge boyar. Bu olay kadavra üzerinde safra kesesinin komşuluklarının tespiti bakımından çok önemlidir. Canlılarda safranın dışarıya geçmesine, mukozanın canlılığına bağlı özelliği mâni olur.

Safra kesesinin iç yüzünde çeşitli yönlerde uzanan ve birbirleriyle birleşen birçok mukoza kıvrımları vardır. Bunlar sâyesinde safra kesesinin iç yüzeyi önemli miktarda büyümüş olur. Burada mukoza bir kat üzerine dizilmiş silindir şeklindeki epitel hücreleriyle örtülmüştür. Hücrelerin serbest yüzleri, barsaklarda olduğu gibi bir zarla örtülüdür. Bu hücreler, kalın barsaklardaki hücreler gibi, safranın suyunu çekerler. Bu sebeple safra kesesindeki safra, karaciğerden gelen safraya nazaran 2-3 misli daha kıvamlıdır. Bundan başka mukozada sümüksü salgı yapan hücreler de vardır.

İnsanlarda safra kesesi duvarının kas tabakası zayıftır. Bu kaslar yaptıkları hareketlerle kesede bulunan safrayı tamâmiyle boşaltamazlar. Bundan dolayı kesenin boşaltılmasında rol oynayan başka âmillerin de var olması lâzımdır. Bunlardan biri, safra kesesinin, ductus choledochus denen ve safranın barsağa atılmasında rol oynayan kanalın onikiparmak barsağına açıldığı yerden daha yüksekte bulunması; ikincisi de bu açılma yerindeki  oddi büzücü kasının ritmik kasılmalarıyla yaptığı emme hareketlerinin, safra üzerindeki çekici tesiridir.

Karaciğerin devamlı olarak salgıladığı safra, safra kesesinde depolanıp, koyulaştırıldıktan sonra îcap ettiğinde safra kesesi kanalına, buradan da safra kanalı ile onikiparmak barsağına atılır. Bu kanalın onikiparmak barsağına açıldığı yerde, kanal ağzının açılıp kapanmasını sağlayan bir halkası olan oddi sfinkter’i (büzücü kası) bulunur. Oddi sfinkteri umûmiyetle kapalı olup, safra onikiparmak barsağına akmaz. Ancak yemeklerden 30-90 dakika sonra açılır, kese kasılır ve hazım için lâzım olan safra barsağa akmaya başlar.

Safra Kesesinin Görevleri:

a) Safrayı depo eder. Bu maksatla su ve inorganik iyonlar kese duvarından emilirler ve safra hacmi 10-15 defâ azalır. Safra tuzları, bilirübin, kolesterin gibi organik maddeler normalde kese duvarından emilmezler. Bu sebeple kesedeki safranın koyuluğu (konsantrasyonu) artar. Ancak bozuk kese duvarından, meselâ safra kesesi iltihaplarında, safra tuzlarına karşı kese duvarının geçirgenliği artar.

b) Yemek esnâsında yağ, hidroklorik asit, peptonlar, yumurta sarısı gibi maddelerin etkisiyle onikiparmak barsağı mukozasından kolesistokinin çıkarak kesenin kasılmasını sağlar ve safra kesesinde depolanmış safra barsağa boşalır. Böylece sindirim için lâzım olan kâfi miktarda safra temin edilmiş olur.

c) Safra kesesi, safra yollarının basıncını da düzenler. Karaciğerden safra salgılanması artıp kanalda basınç yükselince, safra keseye dolar. Îcab ettiğinde 24 saatlik salgılanan safrayı kese depo edebilir. Böylece safra yollarında basıncın yükselmesini önler.

Safra kesesi iltihapları: Kolesistit adı da verilen safra kesesinin çok görülen hastalıkları.

Safra kesesinin, kimyevî değişikliklerle veya mikroorganizmalar sebebiyle husûle gelen iltihaplarına kolelsistit adı verilir. Safra kesesi iltihapları had veya müzmin olabilirler.

Had safra kesesi iltihabı: En çok görülen sebebi, safra kesesi ağzının tıkanmasıdır. Vak’aların çoğunluğunda bu tıkanma safra taşından ileri gelir. Safra yolları anormallikleri, delinme göstererek safra kesesine açılan mîde ülserleri, lenf bezi büyümeleri, tümörler de tıkanma sebebidir. Kesenin ağzı tıkanınca, kese içindeki basınç artar. Basınç arttıkça kesenin duvarı üzerindeki baskı artar ve böylece kese duvarına az kan gelir. Kanlanma azalınca, kese duvarında iltihap-doku ölümü ve gangrene zemin hazırlanmış olur.

Kimyevî teoriye göre, kese içinde safra tuzlarının oranının artması had kolesistite yol açar. Kansız kalmış, hasara uğramış ve hayâtiyeti kaybolmuş bir safra kesesi, mikroorganizmaların yerleşmesi için müsâit bir ortam teşkil eder.

Safra kesesi iltihabının en mühim belirtisi; karnın sağ üst kesiminde yer alan şiddetli, batıcı karakterde ve devamlı olan ağrıdır. Bu ağrı, morfin yapılıp, tesiri geçtikten sonra yine devam eder. İki kürek kemiği arasına varır. Nefes almakla şiddetlenir.

Vak’aların çoğunluğunda bulantı ve kusma vardır. Ateş, ortalama 38°C civarındadır. Muayenede safra kesesinin bulunduğu karnın sağ üst kesimi ağrılıdır. Vak’aların dörtte bir kadarında sarılık da eşlik eder. Karında şişkinlik yapar.

Teşhiste kan, idrar tetkikleri ve direkt karın filmi de yol göstericidir.

Had safra kesesi iltihabının komplikasyonları arasında; hepatit, safra kesesi gangreni, safra kesesi ampiyemi, pankreas iltihabı ve safra kesesi delinmesi sayılabilir.

Akut (had) safra kesesi iltihaplarına en çok, kırkını aşmış, şişman, sarışın veya beyaz tenli ve çok doğum yapmış kadınlarda rastlanmaktadır.

Tedâvide, mümkün olan vak’alarda kese, cerrahlar tarafından çıkartılmalıdır. Ameliyat yapılmayan durumlarda, ağrı kesici ve antibiyotiklerin verilmesi yoluna gidilir, şahıs bir iki gün damar yoluyla beslenir. Gürültülü tablo geçtikten birkaç hafta sonra ameliyat yapılabilir. Sulu ve yağsız gıdâlar uygundur.

Müzmin safra kesesi iltihabı: Had iltihaplar iyileştikten sonra, kesede ve kese etrafında bıraktıkları bozuklukların husûle getirdiği klinik bir tablodur. Tekrarlayan ataklardan sonra kese, kasılma kâbiliyetini kaybederek büzülmüş, küçülmüş ve yapışık bir halde bulunur. Hastalık atak ve iyileşme dönemleriyle karakterizedir. Genellikle safra taşı mevcuttur. Bâzı vak’alar çeşitli mîde-barsak bozukluklarıyla kendini gösterir. Safra kesesi filminde de, kesenin dolmadığı ve görevini yapamadığı görülebilir.

Taş bulunan vak’alarda en uygun tedâvi, safra kesesinin çıkartılmasıdır. Taş olmayan, fakat sık sık atak geçiren hastalarda da sükûnet döneminde, kesenin çıkartılması iyi olur. Atak görülmeyen ve sâdece hazımsızlıkla kendini gösteren vak’alarda dâhili tedâvi tercih edilir, uygun diyet verilir. Az yağlı yemekler; süt, peynir, ekmek, pirinç, makarna, reçel, bal, pekmez, meyve püre ve kompostoları; sebze püreleri, yağsız et, tavuk, balık, karaciğer, işkembe, ızgara veya haşlama usûlü hazırlanmış yağsız yemekler tavsiye edilir. Yağlı börek, hamur tatlılar, çikolata, kaymak, krema, yağlı et, kabuklu ve iyi pişmemiş baklagiller, baharatlı yiyecekler, kakao ve alkollü içkiler yasaklanır.

SAFRA TAŞLARI (Cholelithiasis)

Alm. Gallenstein (m), Fr. Calcul (m), (biliaire), İng. Calculus, stone. Safra kesesinin sık görülen bir hastalığı. ABD’de nüfûsun % 10’unda; 40 yaş üzeri nüfûsun % 20’sinde safra taşı tespit edilmiştir. Problem kadınlarda, doğulularda, Lâtin Amerika ve Hintlilerde daha yaygındır. Ayrıca şeker hastalığı, karaciğer sirozu ve bâzı ince barsak hastalıklarında daha sıktır.

Kolesterole doymuş safra, kolesterol cinsi safra taşları meydana gelmesinde esastır. Bu hastalarda kolesterol yapımının artmış, safra asidi yapımının azalmış olduğu görülmüştür. Ayrıca; safra kesesinde safra durgundur, safra sümüksü sıvının nitelik ve niceliği değişiktir, safrada artmış bilirübin yoğunluğu bulunmalıdır, ekseriya safra taşlarıyla, iltihâbî olay birlikte bulunur. Bunların taş meydana gelmesine nasıl sebep olduğu henüz tam olarak anlaşılamamıştır.

Bâzan üst karında rahatsızlık hissi, şişkinlik, geğirme ve sindirim zorluğu gibi genel belirtiler bulunur. Bulgu ve belirtiler taşın büyüklüğüne, sayısına ve bulunduğu yere bağlıdır. Büyük taşlar safra kesesi çıkışında zaman zaman tıkanma yapmak sûretiyle, küçük çok sayıdaki taşlar ise ana safra yoluna geçtikçe ağrıya yol açarlar.

Safra taşları; safra kesesi ve yollarının herhangi bir iç organla ağızlaşmasına, pankreas iltihabına, safra kesesi kanserine sebep olabilir. Bâzı safra taşları, ağızdan aylarca safra asidi verilmesiyle insan vücûdunda eritilebilmektedir. İkincil (sekonder) safra asidi olan “chenodeoxy-cholicacid” ve “ursideoxycholic asit” safranın kolesterolden doymuşluğunu azaltırlar. Tecrübelerle anlaşılmıştır ki, bu tedâvi emniyetli ve müessirdir. Yaşlılar ve az riskli kişilere de uygulanabilir. Şu şartlar varsa, bu tip ilâçlar kullanılabilir:

1. Taşlar kalsiyum ihtivâ etmiyorsa,

2. Safra kesesi fonksiyonlarını yapıyorsa,

3. Çok pahalı olan bu ilâçları uzun müddet kullanmak maddî külfet getirmiyorsa,

4. Hasta ameliyatı kesin olarak reddediyorsa,

5. Ameliyata kesin tıbbî engel varsa(Ağır koroner hastalığı gibi).

Taşların parçalanıp erimesi ortaya çıkmadan tedâvi durdurulursa kese, tekrar taş yapar.

Günümüzde safra kesesi taşı tespit edilen vak’aların tedâvisinde en çok kullanılan usûl, kesenin çıkartılmasıdır. Kesesinde taş tespit edilen hastalara hiçbir şikâyeti olmasa dahi ameliyat tavsiye edilmektedir. Çünkü taş vak’alarının % 2’sinde safra kesesi kanseri de eşlik etmektedir. Son yıllarda gerek safra, gerek böbrek taşları, Laser Işınları ve Ultrason dalgalarıyla parçalanabilmekte ve atılması sağlanabilmekte olup, ameliyat için bir alternatif teşkil etmektedir.

SAFRAN (Crocus sativus)

Alm. Safran-Krokus (m), Fr. Safran (m), İng. Saffron. Familyası: Süsengiller (Iridaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kastamonu-Safranbolu’da yer yer yetiştirilir.

Eylül-ekim ayları arasında, mor renkli ve hoş kokulu çiçekler açan 15-30 cm boylarında, soğanlı, otsu bir bitki. Etli ve yuvarlak 2-3 cm çapında bir soğanı vardır. Üretimi de bu soğanlarla yapılır. Yapraklar uzun, dar ve ortası beyaz çiçeklidir. Yapraklar çiçeklerden sonra meydana gelir. Çiçekler 6 parçalı, erkek organları 3 tâne, dişi organın kapsül kısmı olan stigmaları turuncu renklidir.

Safran, Hititler döneminden beri Anadolu’da bilinmekte ve ilâç olarak kullanılmaktadır. Grekler döneminde de Batı Anadolu’da oldukça ticâreti yapılmıştır. Osmanlılar döneminde de önemini koruyan bir ihraç ürünü olmuştur. Daha önceleri Urfa, Mardin, Kastamonu, Ankara, İstanbul’da kültürü yapılmaktaydı. Fakat bugün sadece Kastamonu’nun birkaç köyünde üretimi yapılabilmektedir.

Safran bitki soğanlarıyla üretilir. Soğanların ekimi, Ağustos-eylül aylarında yapılır. Ekimde çiçek açar. Çiçeklerin stigma adı verilen dişi organ kısımları koparılır ve kurutularak safran adı verilen maddeyi verir. Bir tarladan ancak üç yıl verim alınabilir. Bir hektarlık alandan 15-30 kg; 100.000-150.000 çiçekten ancak 1 kg kuru safran elde edilebilir.

Kullanıldığı yerler: Kırmızı renkli boya maddeleri, şekerler, uçucu ve sâbit yağlar ihtivâ eder. Sinir sistemini uyarıcı, iştah açıcı, âdet söktürücü, koku ve renk verici olarak kullanılır. Zehirliliği azdır. Toz hâlinde iştah açıcı ve mîdevî olarak kullanılabilir.

Türkiye’nin yaklaşık 1000 kg civârında bir ihtiyâcı olup, bu İran veya İspanya’dan ithal edilmektedir.

SAGAN, Françoise

Fransız kadın yazar. Lot eyâletinin Cajarl kasabasında 1935 yılında doğan Sagan, Sorbonne Üniversitesinin felsefe bölümünün birinci sınıfını bitiremeyerek ayrıldı. Edebiyat dünyâsına 1954 senesinde Merhaba Hüzün isimli romanıyla katıldı. Bu romanında acı, şefkat, mâsumluk, ahlâk bozukluğu ve bir genç kızın hayâtı dile getiriliyordu. Yetişkin bir yaşa gelmiş bu genç kızın acıklı hikâyesi Acı Tebessüm (1957) ile devam etti.

Yazarın, bu ilk romanları onun acemilik devresinin ürünleri olup, Bir Ay, Bir Yıl (1957) ve Brahms’ı Sever misiniz? (1959) adlı eserleriyle ustalığa dönüştü. Maurice Nedea’ya göre bu eserlerde Sagan’ın özel uslübunda yüksek bir fikrin hayal kırıcılığı, dağınıklığı ve sıkıcılığı vardır.

Sagan, İsveçlerde bir Şato ve Bâzan da Kemanlar gibi tiyatro eserleri de yazmıştır.

SAĞAN (Micropus)

Alm. Segler (m), Fr. Martinet (m), İng. Swift. Familyası: Sağangiller (Cypselidae). Yaşadığı yerler: Palearktik bölgede. Özellikleri: 20 cm boyunda, kırlangıca benzer bir kuş. Çeşitleri: 80 kadar türü vardır. Kara sağan (Ebâbil kuşu), ak karınlı sağan meşhurlarıdır.

Sağangiller familyasından, kırlangıca benzer, uzun, dar kanatlı göçmen bir kuş. Az çok beyazla karışık siyahımtrak renklidir. Hemen hemen dünyânın her tarafında bulunur. Orak biçimli sivri uzun kanatları ile oldukça hızlı uçar. Ayakları çok kısa olduğundan diğer kuşlar gibi tüneyemez. Sivri ve kuvvetli tırnakları ile ancak dik zeminlere tutunur. Ayakları tutunucu tipte olduğundan çoğunda dört parmak da öndedir. Ömrünün büyük kısmını uçarak geçirir. Uçarken beslenir, su içer, çiftleşir, hatta uçarken uyur. Sağanlar halk arasında bâzan kırlangıçla karıştırılır. Görünüşü kırlangıca benzerse de kuyruğu daha az çatallıdır. Gagası, küçük ve zayıftır. Ağzı çok açılır. Uçarken yakaladığı böceklerle beslenir. Bir avla karşılaştığı zaman birkaç sâniye müddetle hızını 200 km’ye çıkarabilir. Ortalama hızı saatte 90 km’dir.

Sağanlar, büyük şehirlerde yaşayabilen nâdir kuşlardandır. Yuvalarını duvar ve kaya oyuklarına, evlerin damlarına ve pencere üstlerine tükürükle yapıştırdığı kırıntılarla yaparlar. Yakaladıkları böceklerden hazırladıkları besin tomağını gagaları ile yavrularının ağzına verirler. Kötü havalarda yavrular birkaç gün açlığa dayanabilir.

Sağanların 80 kadar çeşidi vardır. Hepsi yuvalarını tükürükle yapıştırırlar. Uçarken topladıkları yaprak, tüy, tohum, dal gibi maddelerden yuva yaparlar. Bâzıları oyuklarda yuva yapar. Mağara sağanları, karanlık mağara duvarlarında yuva kurarlar. Yarasalardaki gibi ses yansımalarıyla karanlıkta birbirlerine çarpmadan binlerce bireylik koloni hareket edebilir. Palmiye sağanı, yuvasını palmiye ağacının yaprağına yapar. Yapraklar rüzgârda hızla sallandıklarından yumurtasını yuvasına yapıştırır. Düşey doğrultuda ve ağaca yapışarak kuluçkaya yatar. Kuluçka döneminde yumurtasını döndürmeyen tek kuştur. Sağanların çoğunda 20 gün içinde yumurtalar açılır. Ergine benzer yavrular çıkar. Hava ve beslenme şartlarına bağlı olarak gelişimleri değişir. Kara sağanın yavruları 8 haftada yuvayı terk eder ve hemen göç ederler. Anne babaları olmadan yollarını bulabilirler.

Türkiye’de kara sağan ve beyaz karınlı sağan türleri mevcuttur. Kara sağanın görünüşü kahverengimsi siyahtır. Yüz kısmı beyazdır. Boyu 17 cm kadardır. Büyük gruplar hâlinde kaya oyuklarına ve ev damlarına yuva yapar. Bütün gün sürüler hâlinde evlerin çevrelerinde uçuşurlar. Nisan-eylül arasında yurdumuzda kuluçkaya yatar. Kış aylarında tropikal Afrika’ya göç ederler. Beyaz sağanlar 20 cm kadardır. Mart ayında gelip, Ekim ayı sonlarında ayrılırlar. Boyun ve karın kısımları beyazdır. Köy ve kasaba evlerinin damlarına yuvalar yaparlar. Kara sağandan daha uzun müddet iklimimizde kalır. Halk arasında kara sağana “Ebâbil kuşu” da denir.

SAĞIRLIK

Alm. Taubheit (f), Fr. Surdité (f), İng. Deafness. İnsanın çevresindeki sesleri kısmen veya tamâmen duymaması hâli. Bir insanın çevresine sosyal ve ekonomik yönden uyum sağlayabilmesi için işitme fonksiyonunun normal olması gerekir. İşitmeme tek taraflı olabildiği gibi iki taraflı da olabilir. Doğuştan olabildiği gibi sonradan da meydana gelebilir.

İşitme olayı oldukça karmaşık bir mekanizma vâsıtasıyla olur. Bu mekanizmada, ses enerjisinin salyangoz kabuğu şeklindeki kaklea isimli iç kulak organında sinirlerle taşınabilen elektrik enerjisine dönüşmesi ve bunun beynin işitme merkezine taşınması söz konusudur.

İşitme kaybı ya iç kulağa kadar olan iletimdeki bir bozukluğa bağlı olabilir, yâhut işitmeyle ilgili sinir liflerinde veya beyin işitme merkezindeki bir bozukluğa bağlı olabilir. Birincisine İletim tipi sağırlık, ikincisine ise alıcı tipte sağırlık denir.

İşitme kayıplarının genel sebepleri şunlardır: Doğuştan anomaliler ve gebelik sırasındaki hastalıklar, enfeksiyonlar, travma (darbe), gürültüye mâruz kalma, metabolik hastalıklar, spontan (kendiliğinden olan) işitme kayıpları ve fonksiyonel sağırlıklar.

A) Konjenital (doğuştan olan) anomaliler ve gebelik sırasındaki hastalıklar: 1) Dış kulak yolu yokluğu veya gelişme geriliği: Bunlarda iletim tipinde sağırlık vardır. Cerrâhi olarak veya işitme cihazları yardımıyla düzeltilebilir. 2) Kemikçiklerin gelişim anomalileri: İletim tipinde sağırlık yapar. Cerrâhî olarak veya işitme cihazları ile tedâvisi mümkündür. 3) İç kulağın yokluğu: İşitme kaybı alıcı tiptedir. Dudaktan okuma veya işiterek eğitimli rehabilitasyonun dışında başkaca tedâvisi yoktur. 4) Genetik faktörlere bağlı iç kulağın gelişim anomalileri: Alıcı tipte işitme kaybı olur. Tedâvisi; işitme cihazları, dudaktan okuma veya işitme eğitimiyle sağlanır.

B) Enfeksiyonlar: Bakteriyel enfeksiyonlar, viral enfeksiyonlar, sifiliz olmak üzere üç kısımda incelenir. Enfeksiyondan dolayı iletim organlarındaki harâbiyeti önlemek için erken teşhis ve tedâvi önemlidir.

C) Travma (Darbe): Kafa travmalarında sıklıkla, iletim veya alıcı tipte veya her ikisinin birlikte olduğu işitme kayıpları görülür. İletim tipinde tedâvi genellikle cerrâhidir. Alıcı tipte tedâvi ise hemen hemen imkânsızdır. Dış kulak yoluna yabancı cisim girmesiyle, kulak zarında veya kemikçiklerde hasar meydana gelebilir ve travmatik işitme kaybı olabilir. Tedâvisi cerrâhidir.

D) Gürültülü ortamda yaşayanlarda iç kulakta meydana gelen hasar neticesi sağırlık: Günümüzde oldukça sık rastlanmaktadır. Zamânında farkına varılır ve gürültü kaynağı yok edilirse işitme kaybı düzelebilir. Teşhiste geç kalınmışşa tek tedâvi işitme cihazı kullanmaktır.

E) Metabolik hastalıklar: Otoskleroz, Diabetes Mellitus, Timpanoskleroz, Paget hastalığı ve Ototoksik (kulak sinirini bozan) ilâçlar sebep olabilir. Otoskleroz hâriç bu sebeplerle olan sağırlık alıcı tipte sağırlıktır. Otoskleroz ise, yetişkinlerde iletim tipinde işitme kaybının en önemli sebebidir. Bâzı vak’alarda Otoskleroz iç kulağı da tutmuş ve alıcı tipte işitme kaybı da meydana getirmiştir.

Ototoksik ilâçlar; Neomisin, Kinin, Kanamisin, Gentamisin, Streptomisin vb. antibiyotikler, ağrı kesiciler kanser ilâçları en sık sağırlık yapan ilâçlardır.

F) Spontan (Kendiliğinden olan işitme kayıpları): Bilinen beş sebebi vardır. Bunlar; meniere hastalığı, viral hastalıklar, iç kulağın damar hastalıkları, reissner membranı yırtılması ve iç kulağın spontan fistülüdür. Bu hastalıkların hepsinde alıcı tipte işitme kaybı vardır ve çoğunlukla tek kulaktadır.

G) Fonksiyonel sağırlık: Hastanın işitme kaybını îzâh edecek organik bir sebep bulunamaz ise fonksiyonel işitme kaybı tâbirini kullanmak âdet olmuştur. İşitme olayı tamâmen psişik veya rûhî faktörlerle bozulmuş olup, işitme mekanizması normaldir. Emosyonel (rûhî, heyecana bağlı) huzursuzlukla meydana gelen sağırlıkla birlikte başka belirtiler de vardır. En önemlisi uykusuzluk ve kulak çınlamasıdır. İşitme derecesi hastanın o günkü rûhî durumuna göre devamlı değişir. Fonksiyonel işitme kaybı sâdece organik lezyonların olmamasına değinen testlerle kararlaştırılamaz. Rutin (sürekli uygulanan) kulak muâyenelerinin mutlaka yapılması lâzımdır. Fakat burada testlerin dâimâ birbirinin netîcesini doğrulaması şarttır.

Bu tip işitme kayıplarında birtakım özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

Hastalığın hikâyesinde başlangıç oldukca tipiktir: Meselâ, kulağa ilâç damlatmadan sonra veya kulak muâyenesinden sonra gibi.

Ufak tefek müdâhalelerle şikâyetin âni kaybolması: Meselâ, kulağa hava vermekle veya işitme cihazının en düşük derecesinde dahi iyi duyduğunu söylemesi gibi.

İşitme muâyenelerinde bulguların dâimâ değişik olması gibi.

İşitme kaybının teşhisi: İşitme kaybını ve cinsini tâyin için birçok metod vardır. Bunlardan en sık kullanılanları şunlardır:

Diapazon testleri: Diapazon testlerinin ikisi önemlidir ve birbirlerini tamamlayınca bilgi verirler. Birincisi; sâniyede 512 defâ titreşerek ses veren diapozun isimli âletin, alın ortasına veya ön dişlerin ortasına konulması ve hastaya sesin hangi kulaktan duyulduğunun sorulmasıdır. İkincisi; kulak kepçesi arkasındaki kemiğe diapozonu yerleştirmek ve sonra dış kulak yolu önüne getirerek hangisinden daha iyi ses duyduğunu sormaktır. Birinci denemede sesin geldiği kulakta iletim tipi sağırlık veya karşı kulakta alıcı tip işitme kaybı olduğu anlaşılır. İkinci denemede kemikten duyan bir kişinin hava yolu ile duymaması, orta kulakta iltihap gibi hastalıkların olduğunu düşündürür.

Odiyometrik incelemeler: Bir kimsenin işitme fonksiyonunun ölçümlü muâyenesidir. Bu muâyene ses geçirmez bir odada ve bir seri ses tonları verilerek işitme kâbiliyetini ve konuşmaları anlama kâbiliyetini ölçmek sûretiyle yapılır. Sonuçlar Odiogram denen grafik üzerine kaydedilir. Odiyometrik muâyenede hastanın işitme mekanizmalarıyla ilgili üç türlü bilgi elde edilir:

1. Hastanın sesi işitme kâbiliyeti,

2. Hastanın işittiklerini anlama kâbiliyeti,

3. İtişme mekanizmalarındaki herhangi bir bozukluğun lokalizasyonu.

SAĞLIK

Alm. Gesundheit (f), Wohlbefinden (n), Fr. Santé (f), İng. Health. Sâdece hastalıklı ve malül olmama hâli değil, aynı zamanda, bedenen, rûhen ve sosyal yönden tam bir huzur ve iyilik hâli. Sağlıklı denilince genetik olarak iyi vasıflarla doğmuş, fizik, fizyolojik ve aklî olarak iyi gelişmiş, vücut fonksiyonları ahenk içinde bulunan morelmen iyi karakterli bir varlığın durumu anlaşılır.

Sağlık, insanoğlunun önem verdiği en eski konulardan birisidir. Hayâtın başlangıcından beri, hastalık ve ölüm olduğundan hastalıkları yenmek, acıları dindirmek bütün toplumlarda başlıca gâyelerden birisi olmuştur. Tıp ilmi, büyük bir hızla ilerlemekte, dün çâresiz gibi görünen dertlere çâre bulunmaktadır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

“Allahü teâlâ her hastalığın ilâcını yaratmıştır, yalnız ölümün çâresi yoktur.” buyurmuşlardır. (Bkz. Hastalıklar)

Sağlık, dünyâ nîmetlerinin başında gelir. Sıhhati yerinde olmayan kişi ne dünyâsı ne de âhireti için gerekli olan çalışmaları yapamaz. İslâm dîninin emretmiş olduğu bütün hususlar sağlığa uygun ve onu koruyucu olan hususlardır. Bunların ehemmiyeti teknik ve fennin ilerlemesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Namaz, oruç gibi ibâdetler, hergün abdest almak ve gerektiğinde gusl abdesti almak insan sağlığı açısından son derece faydalı işlerdir. İslâm dîni mîdenin tıkabasa doldurulmasını da men eder. Peygamber efendimiz; “Ümmetim sofraya acıkmadan oturmaz, doymadan kalkar.” buyurmuştur. Domuz etinin yenmesinin yasaklanmasıyla da, bu pis hayvandan insana geçen birçok hastalığın önü alınmıştır. Her türlü alkollü içkinin yasaklanması da sağlık ve ictimaî hayâtın sağlamlığı açısından bulunmaz bir hâdisedir.

Toplumun sağlığı, kişinin sağlığı kadar önemlidir. Sağlığı korumak ve seviyesini yükseltmek devletin baş görevi olmalıdır. BCG aşısını bulanlardan Calmette; “Toplumun sağlığını korumak için harcanan para, toplumun kalkınması için yapılan en değerli yatırımdır.” der. Yıllık harcamaların içinde en önemli yeri sağlık hizmetlerinin alması bu bakımdan önemlidir.

Batıda ise halk sağlığı hizmetinin koruyucu ve tedâvi edici alanlarında en büyük gelişmeler ancak 19. yüzyıl ortalarından sonra Pasteur’un mikrobiyoloji alanındaki buluşları ile başlamıştır. Bu asrın sonlarında ve 20. yüzyıl boyunca insan sağlığına ve özellikle iş sağlığına önem verilmiş, sosyal hizmetler, sağlık hizmetlerinin muhtevâsına alınmıştır.

Fertle toplumun sağlığı ve sağlığın korunması konularında insanların eğitilmesi son yıllarda üzerinde çok durulan sağlık hizmetlerinden birisi olmuştur. Hasta olup da iyi olmaya çalışmaktansa, hasta olmamaya çalışmak çok daha iyidir. Dünyâ Sağlık Teşkilatı (WHO)nun da çalışmaları bu yöndedir. Sevgili Peygamberimiz bu konuda birçok emir ve tavsiyeler getirmiştir. Bu tavsiyeler bulaşıcı hastalıkların korkunç tahribâtını engelleyen tesirli yolları anlatır. Peygamberimizin müminlerin beden ve rûh sağlıklarına dikkatleri çeken tenbih ve emirleri, daha sonra İslâm âlimleri tarafından Tıbb-ı Nebevî adı altındaki eserlerde toplanmıştır. Müslüman tabipler tıbbı, bir kâhin ve büyücü mesleği olmaktan kurtarmışlar ve ilmî usûllerin uygulayıcıları olmuşlardır. Açılan her imâret, darüşşifâ, bîmârhâne halk sağlığıyla yakından ilgilenen müesseseler olmuşlardır.

Milletlerarası seviyede 1948’de kurulmuş olan Dünyâ Sağlık Teşkilâtı, ülkelere sağlık problemlerini çözme konusunda yardım etmektedir. Sağlıkla ilgili diğer milletlerarası teşkilâtlar arasında UNİCEF ve FAO sayılabilir. UNESCO ise diğer faaliyetlerinin yanısıra sağlık eğitimiyle de ilgilenmektedir.

Dînimiz, sağlığa çok önem verdiğinden târihte kurulan bütün İslâm devletleri, bunun üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Abbâsiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular ve Osmanlılar pekçok sağlık teşkilâtları kurmuşlardır. (Bkz. Hastâne)

Türkiye’de sağlık hizmetleri: Millî mücâdelenin başladığı dönemde, toplumu sağlıklı bir millet hâline getirme şartı, üzerinde önemle durulan konulardan birisiydi. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 2 Mayıs 1920 günü 3 sayılı kânunla kurduğu ilk millî hükümetindeki 11 üyeden birisi de Sıhhiye ve Muavenet-i İctimâiye Vekili adını taşıyordu. Böylece o târihlerde birçok Avrupa ülkesinde, sağlık konusuyla ilgili böyle bakanlık çapında bir kuruluş yokken, Türkiye’de önemli bir adım atılmış olmaktaydı. Kurtuluş Savaşı sırasında, zor ve imkânsızlık içinde pek az sayıda personelle başlatılan sağlık çalışmalarının yanısıra sosyal yardım konusu da bu bakanlığın görev alanına konmuştu.

Bakanlık görevini, ilk olarak Dr. Adnan Adıvar, ondan sonra da Dr. Refik Saydam yürüttüler. Saydam, aynı zamanda, Cumhûriyetin îlânından sonra kurulan ilk hükümette de (30 Ekim 1923) Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanıydı. Bakanlığın çıkardığı ilk kânunlardan birisi 1593 sayılı Umûmî Hıfzısıhha Kânunudur. Kânun, özellikle koruyucu sağlık hizmetlerini ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının görevlerini belirlemektedir.

Sağlık alanında atılan adımlardan biri de 1961 yılında çıkarılan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine dâir kânun olmuştur. Bu kânunla en uç yerleşim ünitelerine kadar temel sağlık hizmetlerinin götürülmesi sistemleşmiştir.

Ülkemizde sağlık hizmetlerinin sürekli, eşit ve dengeli yapılabilmesi için 1981 yılında bâzı sağlık personeline, Devlet Hizmeti Yükümlülüğü Kânunu çıkarıldı. Böylece; koruyucu, tedâvi edici ve rehabilitasyon biçiminde ağırlık kazanan sağlık hizmetlerinin istenen seviyede olması için önemli bir adım daha atılmış oldu. 1982 Anayasası Türkiye’de herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı olduğunu, çevrenin geliştirilmesi, çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesinin önlenmesini devletin görevleri arasında saymış ve bu görevleri birinci derecede yerine getirme yükümlülüğünü Sağlık Bakanlığına vermiştir.

1. Koruyucu sağlık hizmetleri: Bulaşıcı ve salgın hastalıkların denetim altına alınabilmesi, çevre sağlığı, âile plânlaması ve ana çocuk sağlığı, sağlıklı beslenme ve halkın sağlık konularında eğitilmesi bu hizmetin temel bölümlerini meydana getirmektedir.

Sağlık Bakanlığının kuruluşundan bu yana, öncelikle ele alınan konuların başında bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücâdele gelmektedir. Salgınlarla birçok ölümlere ve sakatlıklara yol açan kolera, vebâ hastalıkları, sürdürülen etkili çalışmalarla ortadan kaldırılmış ve en önemli sağlık meselesi olan sıtma hastalığının ülke sathında yaygınlığı engellenerek belli bir bölgede denetim altına alınmıştır. Veremden ölümler büyük oranda düşürülmüş, frengi, cüzzam ve trahom da tehlikesiz duruma getirilmiştir.

Altyapı yetersizlikleri yüzünden, zaman zaman görülen su ve besin kaynaklı hastalıklar, çocukluk döneminde görülen ve aşı ile koruma sağlanabilen hastalıklar sürekli tâkip edilip, denetim altında tutulabilmektedir. Bu sebeple devlet çocuklara yapılması gereken bütün aşıları ücretsiz olarak yapmaktadır.

a. Verem savaşı: Yapılan çalışmalarla il ve ilçe merkezlerinde verem hastalığı sonucu meydana gelen ölüm oranı yüz binde 262’den, yüz binde 7,67’ye düşürülmüştür.

b. Sıtma savaşı: Uzun yıllardan beri, millî bir dâvâ olarak ele alınan meselelerden biri de sıtma konusu olmuş, plânlı ve kararlı çalışmalarla bu alanda başarılı sonuçlar elde edilmiştir. 1922 yılında ülke nüfûsunun % 50’si sıtmalıydı. Yapılan yoğun çalışma ve aşılama sebebiyle sıtmalı hasta sayısı yüzbinde 3 oranına düşürülmüş fakat son yıllarda tekrar sıtma vakaları görülmeye başlamış, 40-50 bin civarında sıtmalı hasta vakası tespit edilmiştir (1994).

Sıtmanın yanısıra, 1920’lerde trahom da önemli bir hastalık olarak kendini göstermekteydi ve yurtta 3 milyon trahomlu vardı (nüfûsun % 25’i). Trahomlu sayısı da son yıllarda alınan önleyici tedbirler sâyesinde azalmıştır.

Türkiye’de yaygın oluşu yüzünden gelecek kuşakları tehdit etmekte olan frengi ve cüzzamlı sayısı da sıkı tedbirlerin alınması, aşıların düzenli bir şekilde yapılması sâyesinde hasta kişilerin sayısı yok denecek kadar azalmıştır.

c. Çevre sağlığı ve besin kontrolü çalışmaları: İl Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüklerince yapılan çevre sağlığı çalışmalarında; besinlerin muâyeneleri, besin îmâl ve satış yerlerinin denetimi, suların analizi ve klorlanması, iş yerlerinin sağlık denetimleri ele alınmaktadır.

d. Âile plânlaması ve ana-çocuk sağlığı çalışmaları: Âilelerin bakabilecekleri sayıda, çocuğa sâhip olmaları ve bu yolla aşırı nüfus artışının denetimini hedef alan âile plânlaması hizmetlerine 1965 yılında başlanmıştır. Doğumdan önceki, doğum ve doğumu tâkip eden dönemlerdeki annelerle 0-6 yaş dönemindeki çocukların bakım, tıbbî muâyene ve eğitimleriyle ilgili çalışmaları içine alan ana ve çocuk sağlığı hizmetleri, Bakanlığın önem verdiği konulardandır.

2. Tedâvi edici sağlık hizmetleri: Hastâne tedâvi edici hizmetleri: Ülkemizde 1992 isitatistiklerine göre askerî hastâneler hâriç 956 hastâne, 3829 sağlık ocağı, 11.427 sağlık evi, 247 verem savaş, 255 kamu sağlığı dispanseri bulunmaktadır. Hastâne ve sağlık merkezlerinde 144.280 yatak sayısı mevcuttur. Duruma göre yaklaşık olarak 415 kişiye bir hasta yatağı düşmektedir. Hasta yataklarının ülke sathındaki dağılımı dengesiz bir manzara vermektedir. Toplam yatak kapasitesinin yaklaşık % 45’i İstanbul, Ankara ve İzmir’de bulunmaktadır. Öte yandan kaynak yetersizliği ve mütehassıs hekim açığı yüzünden mevcut yatak kapasitesinden de tam olarak faydalanılamamaktadır.

3. Sosyal yardım hizmetleri: Sosyal yardım ve sosyal güvenlik hizmetlerini düzenlemek, korunmaya muhtaç çocuklarla, sakat ve yaşlıların bakımı, yetiştirilmesi ve rehabilitasyonu, çalışma gücünden mahrum kişilerin güvenliklerinin sağlanması da Bakanlığın görevleri arasında bulunmaktadır. Bakanlık bu hizmetleri Çocuk Bakım Yurtları, Kreş ve Gündüz Bakımevi, Yaşlı ve Huzur evleriyle yerine getirmektedir. Bu bakımevleri de ülke genelinde devamlı çoğaltılmaktadır.

SAĞLIK BAKANLIĞI

Alm. Ministerium für Gesundheitswesen, Fr. Ministére (m) de la Santé İng. Ministry of Health. Memleketimizdeki sağlık işleriyle uğraşan bakanlık. Bakanlığın 1983 yılına kadarki adı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı idi. Târih boyunca Türk toplulukları, sağlıkları ve yardımlaşmaları ile diğer kavimlere örnek olmuşlardır. İslâmiyeti kabul ettikten sonra; sıhhate, temizliğe çok önem vermişler, dînin bu husustaki emirlerini yerine getirmek için gösterdikleri gayretle tanınmışlardır. Peygamberimizin; “Temizlik îmânın yarısıdır.”, “Her hastalığın çaresi vardır, yalnız ölümün çâresi yoktur.” “Ey Allah’ın kulları! İlâç kullanın!” emirleri, temiz ve sağlıklı olmaya, ilâç kullanmaya dâirdir.

Osmanlı Devleti, sağlık ve sosyal yardım işlerine büyük önem vermiş, dünyâ devletlerine örnek olmuştur. Kurulan vakfiyeler, hastâneler, kervansaraylar, sebiller, aşevleri sosyal yardımın bütün insanlara ulaşabilmesi için fazla miktarda açılmıştır.

Osmanlı Devletinde, sağlık hizmetlerinin teşkilâtlanması 1839 yılında “Beynelmilel sıhhiye Meclisi”nin kurulmasıyla başlamıştır. Daha sonra 1878’de kurulan “Cemiyet-i Tıbbiye-yi Mülkiye”, 1906’da “Meclis-i Maarif-i Tıp” adını almıştır. 1908’de Meşrutiyetin îlânından sonra bu kuruluşun adı “Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-yi Mülkiye ve Sıhhiye-yi Umûmiye” olarak değiştirilmiş görev ve yetkileri genişletilmiştir. Aynı yıl içinde kaldırılan bu meclisin yerine, İçişleri Bakanlığına bağlı “Sağlık Genel Müdürlüğü” kurulmuştur. 1914 yılında da İçişleri Bakanlığının adı “İçişleri ve Sağlık Bakanlığı” olmuştur.

Sağlık hizmetlerinin batılı ve çağdaş anlamda ele alınması; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti döneminde çıkarılan 2 mayıs 1920 târih ve 3 sayılı kânunla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının kurulmasıyla gerçekleştirilmiş ve Bakanlığın hizmeti, Cumhûriyet döneminde daha da gelişmiş ve yaygınlaştırılmıştır.

Bakanlığın görevleri, 1930 yılında yürürlüğe giren 1593 sayılı “Umûmi Hıfzısıhha Kânunu” ile belirlenmiş, 1936 yılında çıkarılan 3017 sayılı “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı teşkilât ve Memurin Kânunu” ve daha sonra bu kânuna ek olarak çıkarılan diğer kânunlarla teşkilât yapısı kurulmuştur. Daha sonra bakanlık 13 Aralık 1983 târih ve 181 sayılı kânun hükmünde kararnâmeyle bugünkü şeklini aldı.

Görevleri: 1593 sayılı kânunla belirlenen görevler şöyle özetlenebilir:

Ana, çocuk ve gençlik sağlığını korumak; bulaşıcı ve salgın hastalıklarla ve çok sayıda ölümlere sebep olan diğer zararlı tesirlerle savaşmak, bunların yurt dışından ülke içine girmesini önlemek; hekimlik ve sağlıkla ilgili diğer mesleklerin uygulamalarını düzenlemek ve denetlemek; besinleri, ilâçları, zehirli ve etkili uyuşturucu maddeleri, hayvanlar için kullanılan serum ve aşılar dışında olmak üzere, serum ve aşıları denetlemek; okul sağlığı, çalışma ve mesken sağlığı ile ilgili hizmetleri yürütmek; mâden suları ile diğer şifâlı suların sağlık yönünden denetimini sağlamak; hıfzısıhha müesseseleri ve bakteriyoloji laboratuvarları ile biyokimyâsal muâyene ve incelemeler yapan kuruluşlar açmak ve işletmek; meslekî öğretim kuruluşları açmak, yönetmek ve dengi kuruluşların açılmasına izin vermek ve bunları denetlemek; akıl hastalıklarını tedâvi edecek, sakatlığı olanları kabul edecek yurt ve kurumlar kurmak ve yönetmek; göçmenlerin, cezâevlerinin ve ulaştırma hizmetlerinin sağlıkla ilgili işlerini yürütmek; sağlıkla ilgili halk eğitimi ve istatistik hizmetlerini yürütmek ve bu gâyeyle bütün ulaştırma araçlarıyla işbirliği yapmak.

Sağlık Bakanlığı, görevlerini kendisine bağlı olan şu teşkilâtlarla yerine getirir:

Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü, Sağlık Propagandası ve Tıbbî İstatistik Genel Müdürlüğü, Tedâvi Kurumları Genel Müdürlüğü, İlâç ve Eczâcılık Genel Müdürlüğü, Hudut ve Sâhiller Sağlık Genel Müdürlüğü, Sıtma Eradikasyon Dâire Başkanlığı, Verem Savaş Dâire başkanlığı, Âile Plânlaması Ana ve Çoğuk Sağlığı Genel Müdürlüğü, Sıtma Savaş Dâiresi Başkanlığı, Kanserle Savaş Dâiresi Başkanlığı, Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü, Destek Hizmetleri Dâiresi Başkanlığı, Personel Genel Müdürlüğü, Protokol ve Dışilişkiler Grup Başkanlığı, Avrupa Topluluğu Koordinasyon Dâire başkanlığı, Sosyalleştirme Dâiresi Başkanlığı.