SADREDDÎN-İ KONEVÎ

Evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimlerinden. İsmi, Ebü’l-Me’âlî Muhammed bin İshak’tır. Konyalıdır. Üvey babası olan Muhyiddîn-i Arabî’den ilim öğrenerek çok istifâde etti. Celâleddîn-i Rûmî’nin ve Sa’îdeddîn-i Fergânî’nin hocasıydı. 1272 (H.671) senesinde vefât etti. Kabri, Konya’da kendi adıyla anılan câminin bahçesindedir. 60 yıldan fazla yaşamıştır.

Babası İshâk Efendi, Türkiye Selçukluları katında îtibârlı, yüksek mevki sâhibi biriydi. Küçük yaşta babasını kaybetti. Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî’nin terbiyesi ve yetişmesiyle meşgul oldu. Çok iyi bir tahsil gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok kıymetli eser okudu.

Muhyiddîn-i Arabî ile Halep ve Şam’a gitti. Devamlı onun derslerinde bulundu. Kendisi de Şam’da ders vermeye başladı. Muhyiddîn-i Arabî’nin vefâtından sonra, Evhadüddîn-i Kirmânî’den feyz aldı. Daha sonraMısır’a gitti; oradan hacca, hac dönüşünde de Konya’ya gelip yerleşti.

Konya’da binlerce talebeye ders verdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa’îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseyi yetiştirdi. Pekçok kitap yazdı.

Zamânının en büyük âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî’nin kelâm ilmindeki yeri eşsizdir. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur. Muhyiddîn-i Arabî’nin vahdet-i vücûd hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etmiştir.

Nâsıruddîn-i Tûsî ile hikmete âit bâzı meselelerde mektuplaşmışlar, aralarındaki uzun münâzaralardan sonra, Nâsıruddîn-i Tûsî aczini îtirâf ederek, üstünlüğünü kabûl etmiştir.

Sadreddîn-i Konevî’nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kırmaz ve dünyâ malına meyletmezdi. Türbesinin dahi üzerinin açık olmasını vasiyet etti. Pekçok kerâmetleri görüldü.

Şems-i Tebrizî hazretleri Konya’ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya’nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli’ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı Alâeddîn Keykubâd çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir cumâ günü Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup, kendisine dedi ki:

“Ben âlimler arasında olan şeylere karışamam. Bu, pâdişahların karışacağı iş değildir. Ancak cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen onları bulup getirin!”

Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli’de buldu. Orada âlimleri bulup onlara:

“Cumâ namazı vakti geçmeden Konya’ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız. Pâdişâhlar, Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allahü teâlânın gazâbına uğrarsınız.” dedi. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular ve:

“Biz teklifinizi kabul edip gelecek bile olsak, cumâ vakti Konya’da bulunmamız imkânsızdır.” dediler. Sadreddîn-i Konevî de; “Siz kabûl edin, Allahü teâlâ Müslümanları sevindirenleri mahcup etmez.” buyurdu.

Âlimler teklifi kabul edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, cumâ vaktinden evvel Koya’ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.

Birgün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya’nın büyükleri toplanmışlardı. Sadeddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ:

“Terbiyesizlik edip, sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?” buyurdu. Sadreddîn-i Konevî buna karşılık:

“Senin oturulmasında fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz.” diyerek seccâdeyi kaldırdı.

Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî’den önce vefât etti. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî kıldırdı.

Sadreddîn-i Konevî vasiyetinde buyurdu ki:

“Yakında öyle bir fitne kopacak ki, çok kimseler bu zulümden kurtulamayacaktır. Onun için, evlenmeyenler bundan sonra Şam’a gidebilirler.” Bu sözleriyle, Moğolların, Selçuklu Devletini yıkacaklarını ve çok zulüm edeceklerini işâret ettiler.

Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kabrini ziyâret edenler, onun feyzlerinden istifâde ederler. Allahü teâlânın izniyle, onu vesîle ederek yapılan duâlar kabul olur; Allahü teâlânın izniyle sıkıntıda kalanlar ondan yardım isteseler, rûhâniyetleri imdâda yetişir.

1899 (H. 1317) senesinde Sultan İkinci Abdülhamîd Han, şahsî parasıyla Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin câmi ve türbesini îmâr ettirmiştir.

Nüsûs, Hukûk, Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtihâ Tefsîri, Şerhu Ehâdîs-i Erba’în başlıca eserleridir.

SADRİ ERTEM

1900’de İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Üsküdar Askerî Rüştiyesinde ve Üsküdar Sultânîsinde tamamladı (1914). 1920 yılında Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. Anadolu’ya geçerek Millî Mücâdeleye katıldı ve Hakimiyet-i Milliye ile Yeni Gün gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Cumhûriyetten sonra 1924-1925 yıllarında Son Telgraf’ın başyazarlığını yaparken “Takrir-i Sükûn Kânunu”na aykırı hareketten İstiklâl Mahkemesinde muhâkeme edildi ve beraat etti. İstanbul’da çeşitli okullarda felsefe hocalığı yaptı. 1927 yılından ölünceye kadar pekçok dergi ve gazetede hikâyeleri, incelemeleri yayınlandı. Matbuat Umum Müdürlüğünde Memleket İşleri Müşâviri olarak çalışırken 1939 yılında Kütahya milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. 12 Kasım 1943’te Ankara’da öldü.

Eserleri:

Çıkrıklar Durunca (roman tefrikası ve kitabı, 1931), Silindir Şapka Giyen Köylü (hikâye, 1933), Bacayı İndir, Bacayı Kaldır (hikâye, 1933), Bir Varmış Bir Yokmuş (roman, 1933), Korku (hikâye, 1934), Düşkünler (roman, 1935), Bay Virgül (hikâye, 1935), Bir Şehrin Rûhu (hikâye, 1938), Yol Arkadaşları (gezi türü romanı, 1945).

Ayrıca ikisi gezi notları, biri fıkra-deneme ve altısı inceleme olan başka eserleri de vardır.

SADULLAH PAŞA

Tanzimat devri devlet adamı ve şâir. 1838’de Erzurum’da doğdu. Babası çeşitli illerde vâlilik yapmış Esad Muhlis Paşadır. İyi bir tahsil gören Sadullah Paşa, babasının kontrolünde özel hocalardan Arapça, Farsça, Fıkıh, Akaid, Tabiiyye, Kimyâ ve Fransızca dersleri aldı.

1853’te ilk memuriyetine başlayarak mâliye Vâridat Kaleminde vazifelendirildi. Üç sene kadar burada çalıştıktan sonra Bâbıâli Tercüme Odasına geçti. Kısa zamanda memuriyette derecesi yükseldi ve sırasıyla Mesahib Kalemine (1866), Şûrâ-yı Devlet Maârif Dâiresi Başmuavinliğine (1868) ve ardından da Başkitâbetine (1870) geldi. Dîvân-ı Hümâyun Tercümanlığına (1871), Dîvân-ı Hümâyun Amedliğine ve Defter-i Hâkânî Nezâretine (1874), Temyiz Mahkemesi Reisliğine (1876), Ticâret Nezâretine ve Sultan Murâd’ın tahta geçmesiyle de Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) tâyin edildi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Bulgaristan Meselesini yerinde incelemek üzere Filibe’ye gönderilen komisyona başkanlık yaptı. Bu vazîfesini tamamladıktan sonra Berlin’e elçi olarak gönderildi. Buradayken Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Kongresine ikinci murahhas olarak katıldı. Berlin’deki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesi verildi (1881). 1883’te Viyana Büyükelçiliğine tayin edildi. Ölümüne kadar burada kaldı. 1891’de Viyana’da intihar etti. Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmûd Hanın türbesinin bahçesine gömüldü.

Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraşmıştır. Fakat yazdıklarının pek çoğu ele geçmemiştir. Yazdıklarının içinde en önemlisi On dokuzuncu Asır manzumesidir. Bu manzumede batının ilerlediği müsbet ilimlere, Türklerin de ayak uydurması gerektiğini savunmaktadır. Sadullah Paşanın batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru Göl adlı eseridir. Berlin Mektupları, Charlottenbourg Sarayı, Paris Ekspozisyonu, Cevdet Paşaya Mektub bilinen eserleridir. Berlin Mektupları, Tanzimat devri seyahat edebiyatının ilk örnekleridir.

SAFEVÎLER

On altı ile on sekizinci yüzyıllar arasında İran’da hüküm süren hânedân. Evliyânın büyüklerinden olan Şeyh Safiyyüddîn Erdebîlî’nin soyundan geldikleri için, Safevî ismiyle anıldılar.

Safevîlerin dedesi olan Safiyyüddîn Erdebîlî, 1252-1334 yılları rasında Erdebil ve civârında yaşamış bir veliydi. Kendisi ve halîfeleri zamânında yolu, İran, Irak ve Andolu’da yayıldı. Osmanlı pâdişâhlarının, Tîmûr Han ve Akkoyunluların ilgi ve yakınlıklarını gördüler. Tîmûr Han, Safiyyüddîn Erdebîlî’nin torunlarından Hoca Ali’ye Erdebil şehrini vermiş ve burada bağımsız hareket etme yetkisi tanımıştı. Anadolu’ya daha önceki devirlerde yerleşmiş olan Bâtınîler ve Tîmûr Han tarafından Anadolu’dan götürülen Türkmenler, Safeviyye yolunun mensupları arasına girdiler. Bâtıniyye sapık fırkasının, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını esas alan fikirlerini Safevîler arasında yaymaya başladılar. Hoca Ali’nin torunu olan Cüneyd’e de, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını bulaştırdılar.

Cüneyd, Bâtınîlerin fikirlerinin etkisinde kalarak doğru yoldan ayrıldı. Ehl-i sünnet îtikâdında olan Müslümanların nefretini kazanan Cüneyd, baba ve dedelerinden dolayı kendisine gösterilen hürmet ve sevgiyi istismâr edip, siyâsete karıştı. Bölgeye hâkim olan Karakoyunlulara karşı zaman zaman ayaklanmalar düzenledi. Bu yüzden memleketini terk etmeye mecbur kalarak, bir ara Osmanlılara ve Karamanoğullarına sığındı. Ancak, sapık fikirlerinden dolayı buralarda da tutunamadı. Güney ve Güneybatı Anadolu ile Sûriye’nin kuzeyindeki Türkmenler arasında sapık fikirlerini yayarak, bu bölgede bir beylik kurmaya çalıştı. Fakat Mısır Memlûk hükümdârlarının müdâhalesiyle başarısızlığa uğradı. Sonra Trabzon ve Canik bölgesine giderek burada faaliyetlerde bulundu. Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan, Şeyh Cüneyd’in nüfûzundan faydalanmak üzere onu kızkardeşi Hadîce Begim’le evlendirdi. Bu evlilikten Haydar adında bir oğlu dünyâya geldi. Gürcistan ve Çerkez ülkelerine seferler düzenledi. Şirvan hükümdârı Halil ile yaptığı muhârebede öldü (1460).

Fikrî temelleri, Eshâb-ı kirâm düşmanlığına dayanan bir devlet kurmayı gâye edinen Cüneyd’in yerine oğlu Haydar geçti. O da açıkça Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalıştı. Dayısı Uzun Hasan’ın kızı Halîme Begim Âlemşâh’la evlendi. Bu evlilikten, meşhur Şâh İsmâil dünyâya geldi. Akkoyunlularla akrabalık bağlarını daha da pekiştiren Haydar, gücünü arttırdı. Kendine tâbi olanlara, kızıl başlıklar giydirdi. Bu sebeple ona tâbi olanlara “Kızılbaş” adı verildi. Babasının öcünü almak üzere Şirvan hükümdârıFerruh Yesâr üzerine yürüdüyse de 1488’de yapılan savaşta öldü.

Haydar’ın ölümünden sonra, İsmâil’in de aralarında bulunduğu çocukları anneleriyle birlikte dayıları ve Akkoyunlu sultânı olan Yâkûb tarafından hapsedildiler. Sultan Yâkûb’un 1490’da ölümünden sonra, İsmâil ve kadeşleri, anneleriyle birlikte serbest bırakıldılar. Büyük kardeşleri olan Sultan Ali, Safevîlerin başına geçti. Daha sonra Akkoyunlularla araları iyice açıldı. 1493’te Akkoyunlularla yaptığı bir muhârebede Sultan Ali’nin ölümünden sonra Safevîler dağıldı. Sultan Ali, ölmeden önce yerine henüz altı yaşında olan kardeşi İsmâil’i veliaht tâyin etmişti. İsmâil ve kardeşi İbrâhim’in başına bir iş geleceğinden korkan Safevîler, onları gizlediler. Bir müddet Gilan’a götürülen İsmâil, orada altı yıldan fazla kaldı.

Akkoyunlu Hükümdârı Sultan Rüstem’in ölmesi üzerine meydana gelen kargaşalıktan istifâde etmesini bilen Safevîler, çocuk yaşta olan İsmâil’in etrâfında toplanıp, Akkoyunlu tahtında hak iddiâ ettiler. Çoğu Anadolu’da bulunan birçok Türkmen kabîlesini de yanlarına alarak Arran (Karabağ) ve Şirvan’ın bir kısmını ele geçirdiler. Âzerbaycan üzerine yürüdüler. Akkoyunlu hükümdârı Elvend Beyi yenilgiye uğrattılar. Tebriz’e dönen İsmâil bin Haydar’ı 1501’de şâh îlân ederek Safevî Devletini kurdular.

Şâh İsmâil Safevî, öncelikle çevresindeki beylik ve devletlerle savaşıp bâzılarını hâkimiyeti altına aldı. Şiîliği yayarak Tebriz’de on iki imâm adına hutbe okutup, kendi adına para bastırdı.

Akkoyunlular, elden çıkan topraklarını ele geçirmek için teşebbüse geçtilerse de başarılı olamadılar. Doğuda bulunan Tîmûrlu Müslüman-Türk Devleti de zayıflamıştı. Kendini güçlü hisseden Şâh İsmâil, 1502-1503’te Irak üzerine yürüyüp Akkoyunlu Hükümdârı Murâd Beyi mağlup ederek Şîrâz’ı ele geçirdi. Kâzerûn’u alıp, pekçok Ehl-i sünnet âlimini ve sünnî Müslümanı kılıçtan geçirtti. Yezd ve İsfehan’ı da istilâ ederek sapık fikirlerini kabûl etmeyen Ehl-i sünnet Müslümanlara zulüm yaptı ve kabul etmeyip karşı çıkanları öldürttü. Anadolu içlerinde ve Osmanlı topraklarına da sapıklıklarını yaymaya teşebbüs etti. İsfehan’da bulunduğu sırada Osmanlı Pâdişâhı İkinci Bâyezîd Han, elçiler göndererek fikirlerinden vazgeçmesini ve sünnî Müslümanlara karşı uyguladığı zulmü durdurmasını istedi.

Bir taraftan Osmanlı hükümdârlarına bağlılığını bildiren Şâh İsmâil, diğer taraftan Ehl-i sünnet Müslümanlara karşı zulüm hareketini devâm ettiriyordu. 1505’te Kazvin’e gelerek, Hâlid bin Velîd’in soyundan olan Hâlidîleri topluca katlettirdi. 1507’de Dulkadiroğlu Alâüddevle Beyi mağlup edip, Erciş, Ahlat ve Bitlis’i ele geçirdi ve Elbistan’a kadar ilerledi. İşgâl ettiği yerlerde on binlerce sünnî Müslümanı şehit ettirdi. Hâkimiyet sâhasını genişleten Şâh İsmâil, Irak-ı Arab’a sefer düzenledi. 1509’da Bağdât’ı istilâ etti. Burada bulunan Ehl-i sünnet âlimlerinden pekçoğunun türbelerini tahrip ettirip, sünnî Müslümanları topluca katlettirdi. Bir müddet sonra Huzistan üzerine yürüyerek burayı zaptetti.

Horasan’ı fetheden Özbek Hükümdârı Muhammed Şeybek üzerine yürüyerek 1509’da Merv civârında Özbek kuvvetleriyle karşılaştı. Bu muhârebede Muhammed Şeybek Han yenildi. Muhammed Şeybek Hanın kafatasını kendisine şarap kadehi yapan Şâh İsmâil, derisine saman doldurup, zaferine alâmet olmak üzere Osmanlı Sultânı İkinci Bâyezîd Hana gönderdi. Bu gâlibiyetten sonra kendini güçlü hisseden Şâh İsmâil, Mâverâünnehr üzerine yürüdü. Özbeklerin sulh talebi üzerine Belh ve birkaç vilâyeti zapt ettikten sonra Irak’a döndü.

Şâh İsmâil, bir taraftan seferler düzenleyerek ülkesini genişletmeye çalışırken, diğer taraftan derviş kılığında ve tarîkat mensûbu adı altında pekçok taraftarını, komşu ülkelere, bilhassa Osmanlı topraklarına göndererek isyân ve karışıklıklar çıkarttı. Bunlardan Şah-kulu veya Şeytan-kulu diye bilinen Karabıyıkoğlu, üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerini üstüste bozguna uğrattı. Kütahya’yı tahrip etti. Vezîriâzam Ali Paşa ile giriştiği muhârebede öldürüldü ise de Ali Paşa da şehit düştü. Anadolu’daki isyânlar üzerine, İkinci Bâyezîd Han, Safevîlere meyledenlerin İran’a gitmelerini yasaklayarak, bunların bir kısmını Rumeli’ye sürgüne gönderdi. Şâh İsmâil, taraftarlarının kendisini ziyârete gelmelerinin yasaklandığını haber alınca, İkinci Bâyezîd Hana mektup yazarak onların gönderilmelerini istedi. İkinci Bâyezîd Han ise yazdığı mektupta, İran’a gidenlerin Şâhı ziyâret için değil, askerlikten kaçmak için gittiklerini bildirdi ve Şâh İsmâil’in isteğini yerine getirmedi.

Bu sırada Şâh İsmâil’in, Osmanlı Devleti için içten ve dıştan büyük bir tehlike arz etmeye başladığını, Osmanlılara karşı Mısır Memlûk Sultânı Kansu Gûrî ile anlaştığını tespit eden İkinci Bâyezîd Han, gerekli tedbirleri aldı. Fakat herhangi bir harekete geçmedi. Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı pâdişâhı olunca, Anadolu’da bulunan Safevî taraftarlarına karşı tâkibâta girişti. Özbek Hanına haber göndererek Şâh İsmâil’e karşı harekete geçmesini istedi. Şâh İsmâil’e de ağır hakâretlerle dolu mektuplar yazarak, onu savaşa girmeye tahrik etti. Nihâyet 23 Ağustos 1514’te Çaldıran’da yapılan savaşta ağır mağlûbiyete uğrayan Şâh İsmâil, muhârebe meydanından kaçtı (Bkz. Çaldıran Savaşı). Bu sırada Özbekler Horasan’ı tekrar ele geçirdiler. İçkiye ve işrete düşkün olan Şâh İsmâil, devlet erkânının isteği üzerine henüz bir yaşında olan oğlu Tahmasb’ı velîaht tâyin etti. 1524’te erdebil’in Serab kasabasında öldü.

Şâh İsmâil’in ölümünden sonra yerine henüz on yaşında bulunan büyük oğlu Ebü’l-Muzaffer Tahmasb geçti. Yeni Şâhın çocuk olması bâzı karışıklıklara sebep oldu. Hattâ bâzı kabîleler kendi bölgelerinde bağımsız hareket etmeye başladılar. Bu durumdan istifâde eden Özbekler, birçok kere Horasan’ı zaptettiler. Şâh Tahmasb’ın daha sonra Horasan’a tâyin ettiği vâli, bu bölgeyi hâkimiyeti altına aldı.

Bitlis Hâkimi Şeref Beyin, Safevîlere itâat etmesi Osmanlı ordusunun Safevîlere karşı sefer açmasına sebep oldu (Bkz. Irakeyn Seferi). Bu sırada Özbekler Horasan’ı tekrar zaptettiler. Osmanlı ordusunun Irakeyn Seferinden dönmesini fırsat bilen Şâh Tahmasb, Özbek HanıUbeydullah Han üzerine yürüyerek Herat ve Kandehar’ı tekrar aldı. Elkas Mirzâ kumandasındaki yirmi bin kişilik bir orduyu da Şirvanşâhların idâresindeki Şirvan üzerine gönderdi. Bu ordu, 1538’de Şirvan’ın önemli kalelerini ele geçirdi.

Gürcülerle de mücâdeleye girişen Safevîler, uzun çarpışmalardan sonra onları hâkimiyetleri altına aldılar.

Bu sırada Avrupa seferleri sebebiyle Osmanlı-Safevî münâsebetleri bir müddet sessiz kaldı. Ancak Safevî kumandanlarından Elkas Mirzâ’nın Osmanlılara ilticâ etmesinden sonra Kânûnî Sultan Süleymân, 1548’de Tebriz üzerine bir sefer daha düzenledi. Meren civârında, Safevî ordusuOsmanlılara yenildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra, Osmanlı-Safevî münâsebetlerinde sessizlik hâkim oldu. Şâh Tahmasb, İkinci Selim ve Üçüncü Murâd’ın cülûslarında İstanbul’a elçi göndererek, cülûs tebriknâmesi ve hediyeler takdim etti. 53 yıl gibi uzun bir müddet saltanat süren Şâh Tahmasb, hükûmet merkezini Tebriz’den Kazvin’e nakletti. Tezkire-i Şâh Tahmasb adıyla bilinen kendi hâl tercümesine âit bir eser yazan Şâh Tahmasb, velîahd tâyini husûsunda kızılbaş reîsleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle 15 Mayıs 1576’da zehirlenerek öldürüldü.

Şâh Tahmasb’ın ölümünden sonra oğlu İsmâil Mirzâ, Şâh İkinci İsmâil ünvânıyla tahta geçti. Bâzı kızılbaş ileri gelenlerini ve diğer şehzâdeleri ortadan kaldırdı. Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden Şâfiî mezhebini tercih edip, âlim geçinen ve Eshâb-ı kirâm düşmanı olan kimseleri sarayından uzaklaştırdı. Ehl-i sünnet âlimlerine karşı ilgi duyup, onları sarayına aldı. Osmanlılarla antlaşma yaptı. Devlet kademelerinde bulunan kızılbaşları azledip, yerlerine, kendine tâbi, fakat tecrübesiz kimseleri getirmesi, Eshâb-ı kirâm düşmanlarının karşı çıkmasına sebep oldu. Bir sene kadar saltanatta kaldıktan sonra, 1577’de düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü.

Şâh İkinci İsmâil’in vefâtından sonra, yerine kardeşi Muhammed Hudâbende geçti. Âmâ olan bu hükümdâr, idâreden âciz olduğu için, memleketi hanımı idâre etmeye başladı. Yerine de Hamza Mirzâ’yı velîaht tâyin etti. Şâh İkinci İsmâil zamânında Osmanlılarla yapılan anlaşma bozulduğundan, Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Han tarafından Safevîlere harp îlân edildi. Vezir Lala Kara Mustafa Paşa kumandasındaki ordu, Safevîleri, Çıldır Ovasında yendi. Tiflis ve Şirvan bölgeleri Osmanlıların eline geçti. Safevîler, kaybettikleri toprakları geri almak üzere teşebbüse geçtilerse de, başarılı olamadılar. Bu durum karşısında Şâh Hamza Mirzâ, sulh isteğinde bulundu. Fakat 1586’da Şâh Hamzâ Mirzâ da öldürüldü.

Şâh Hamzâ Mirzâ’nın öldürülmesinden sonra, yerine tâyin edilecek velîaht husûsunda kızılbaş reîsleri arasında anlaşmazlıklar çıktı. Nihâyet 1588’de Abbâs Mirzâ, Safevî tahtına geçti. Şâh Abbâs tahta geçtikten sonra, Osmanlılarla sulha taraftar olan emîrleri katlettirdi. Özbek Hanı Abdullah Hanın, Herat’ı zapt ederek, Meşhed üzerine yürüdüğünü duyup, onu durdurmak için Horasan’a hareket etti. Bu sırada Ferhat Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Gence’yi; Sinân Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu da Nihâvend’i ele geçirdi. Doğuda Özbek, batıda Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî devletinde iç isyânlar başgösterdi. Şâh Abbâs, iç isyânları bastırmak için Osmanlılarla anlaşmak istedi. Sulh için İstanbul’a bir elçi gönderdi. 1590’da yapılan antlaşmayla İran’da; Peygamber efendimizin Eshâbına ve halîfelerine hakâretten vazgeçilmesi, sünnî olan Müslümanlara karşı kötü hareketlerde bulunulmaması kararlaştırıldı. Âzerbaycan, Şirvan, Gürcistan, Karabağ ve Lûristan’ın bir kısmı Osmanlılarda kaldı.

Şâh Abbâs, Osmanlılarla bu antlaşmayı imzâladıktan sonra, içerdeki karışıklıkları bastırdı. Özbekleri de Horasan’dan uzaklaştırdı. Devlet merkezini de Kazvin’den İsfehan’a nakl etti. “Şâhsevenler” adı verilen yeni bir ordu da kuran Şâh Abbâs, Avrupa devletleriyle sıkı münâsebetler kurmaya başladı. İçeride istikrârı sağladıktan sonra, Osmanlıların fethettiği yerleri geri almaya teşebbüs etti. Çok zâlim, kan dökücü ve koyu Eshâb-ı kirâm düşmanı olan Şâh Abbâs, Basra Körfezindeki adaları da Portekizlilerden aldı. 42 yıllık bir saltanat sürdükten sonra 1628’de öldü.

Şâh Abbâs’ın ölümünden sonra torunu Sam Mirzâ, Şâh Birinci Safî ünvânıyla tahta geçti. Zâlim bir şahsiyete sâhip olan Sam Mirzâ da, Özbekler ve Osmanlılarla uğraşmaya devâm etti. Van bölgesini Osmanlılardan almaya teşebbüs etti. Bunun üzerine Osmanlı pâdişâhı Dördüncü Murâd Han, Revân Seferine çıktı. Daha sonra da Bağdât üzerine yürüyüp bu bölgeyi kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine aldı. Şâh Birinci Safî, 1642’de ölünce, yerine on yaşındaki oğlu İkinci Abbâs geçti. Onun da 1667’de ölümünden sonra oğlu Safî Mirzâ, Şâh Birinci Süleymân ünvânıyla tahta geçti. Şâh Birinci Süleymân zamânında İran halkı istikrâr içinde yaşadı. 1694’te ölünce, yerine Sultan Hüseyin geçti.

Yirmi beş yıldan fazla tahtta kalan Sultan Hüseyin, devletin bütün işlerini Eshâb-ı kirâm düşmanı olan ve âlim geçinen kimselere verdi. Sünnî Müslümanlara çok zulmetti. Halk tarafından da pek sevilmeyen Sultan Hüseyin’in Afganlılarla arası açıldı. Kandehar Vâlisi Mir Üveys, 1709’da bağımsızlığını îlân etti. Mîr Üveys’in oğlu Mahmûd, 1722’de İsfehan’ı ele geçirerek, Şâh Hüseyin’i Safevî tahtından uzaklaştırdı. Bu sırada, Safevî Hânedânının, Mahmûd’un eline esir düşmesini istemeyen İran devlet adamları, Şâh Hüseyin’in oğlu İkinci Tahmasb’ı, Kazvin taraflarına kaçırdılar.

Aslen Avşar olan Safevî kumandanlarından Nâdir’in gayretleriyle Afganlılar İran’dan uzaklaştırıldıktan sonra, 1722’de İkinci Tahmasb, Safevî tahtına çıkarıldı. Fakat memlekette iç karışıklıklar baş gösterdi. Eshâb-ı kirâm düşmanı kimseler, sünnî Müslümanlara zulüm ve kıyım hareketlerini arttırdılar.

Ehl-i sünnet Müslümanların müdâfii ve koruyucusu olan Osmanlılar, sünnî Müslümanların bulunduğu bâzı şehirleri Safevîlerin elinden kurtarmaya karar verdiler. Erzurum Vâlisi Silâhdâr İbrâhim Paşa kumandasındaki ordu, 1723’te Tiflis bölgesini ele geçirdi. Rus Çarı Büyük Petro, bâzı toprakların Rusya’ya verilmesi karşılığı Afganlıları İran’dan çıkarmayı vâd etti. Antlaşma imzâlandı. Şâh İkinci Tahmasb, Osmanlılarla da anlaşmak üzere elçiler gönderdi. Fakat Osmanlılar, bu teklifi kabûl etmediler. Nihâyet Osmanlı orduları üç koldan İran üzerine yürüdü. 1723’te Kirmanşâh ve Erdelen eyâletinin merkezi olan Sine şehrini aldılar. Köprülüzâde Abdullah Paşa kumandasındaki ordu da, 1724 Mayısında Tebriz önüne geldi. Şâh İkinci Tahmasb’ın kumandasındaki Safevî odusu, Osmanlılara karşı şiddetle savaştı. Fakat bütün gayretlerine rağmen, iki aylık bir kuşatmadan sonra Tebriz Osmanlıların eline geçti. Ordu, Revân üzerine yürüdü. İran topraklarını ele geçirmeleri, Osmanlıları Rusya ile karşı karşıya getirdi. Nihâyet 24 Haziran 1724’te İstanbul’da yapılan bir toplantıda, İran topraklarının Rusya ile Osmanlı Devleti arasında taksim edilmesi kararlaştırıldı. Memleketi; Afganlılar, Osmanlılar ve Ruslar tarafından taksim edilen Şâh İkinci Tahmasb, Fransa aracılığıyla bu anlaşma ve taksimâta îtirâzda bulundu ve anlaşmayı kabul etmeyeceğini açıkladı. İran’a karşı tekrar harp îlân eden Osmanlılar, önce Lûristan eyâletinin belli başlı şehirlerini aldılar. 1724’te Hemedan ve Nihâvend’i de ellerine geçirdiler.

İkinci Tahmasb’ın şâhlığı 1731’e kadar devâm etti. Ancak bu devirde idâre, Avşarlı Nâdir Şâhın elinde idi. Nâdir Şâh, 1730’da Afganlıları İran’dan çıkardı. Başşehir İsfehân’ı geri aldı. Ahmed Paşa zamânında Bağdât’ı kuşattı. Sekiz ay sonra İstanbul’dan Topal Osman Paşanın ordusu gelince, kuşatmayı kaldırıp kaçtı. Nâdir Şâh, 1731’de Şâh İkinci Tahmasb’ı saltanattan uzaklaştırarak, onun yerine küçük yaştaki oğlu Üçüncü Abbâs’ı, Safevî tahtına çıkardı. O zamâna kadar zâten bağımsız hareket eden Nâdir Şâh, Üçüncü Abbâs’ın 1736’da ölmesinden sonra, İran’da idâreye hâkim oldu. Böylece iki yüz yıldan fazla hüküm süren Safevî Hânedânı son buldu.

Safevîlerde kültür ve medeniyet: İlk zamanlar Akkoyunlu Devletinin idârî teşkilât ve müesseselerini kabul eden Safevîler, daha sonra Osmanlılardaki idâre usûlü ve müesseseleriyle idâre edildiler. Mutlak hâkimiyet sâhibi olan Şâhın bir müşâvere meclisi vardı. Şâhlık babadan oğula kalırdı. Şâhtan sonra en büyük devlet adamı Vezîriâzamdı. Îtimâdüddevle ünvânıyla da anılan Vezîriâzam, şâhın vekîliydi. Safevî devlet teşkilâtında, Îtimâdüddevleden sonra ikinci önemli vazîfe, bütün adlî işlere bakan Dîvân beyliği ve Kâdılkudât adı verilen makâmdı. Diğer mühim bir rütbe de, Meclis-nüvis veya Vekâyi-nüvisti. Safevî devlet ricâli arasında Vezîriâzamdan sonra, Kurcıbaşı, Kullarağası, Eşikağasıbaşı ve Tüfekçibaşı gelirdi. Vezîriâzam, Dîvân beyi, Vekâyi-nüvîsle berâber devlet ileri gelenleri, toplam yedi kişi olurlar ve mühim devlet işlerine istişâre ile karar verirlerdi.

Taşra teşkilâtı ise Vâli veya Beylerbeyi tarafından idâre edilen Eyâletlere ayrılmıştı. Ordu teşkîlâtı da Akkoyunlu ordu teşkilâtına çok benzerdi. Şâh Abbâs devrinden îtibâren ordu, iki kısımdan meydana geliyordu. Birinci kısım, İran’ın her tarafına dağılmış olan ve savaş zamanlarında eyâlet vâlileri tarafından toplanarak merkeze gönderilen dâimî süvârilerdi. İkincisi ise, Şâh Abbâs tarafından meydana getirilen ve Şâhsevenler adı verilen yeni orduydu. Bu yeni ordu, Tüfekçiler, Kullar ve Topçulardan meydana geliyordu.

Safevîler devrinde İran’da canlı bir ilim hayâtı yoktu. Yalnız şiî fıkhıyla ilgilenen ve müftî denilen kimseler vardı. Bunun hâricinde bir ilmî çalışmaya pek rastlanmazdı. Safevîler devrinde yetişen Bahâî, Mîr Dâmâd ve Molla Sadra gibileri, o devrin ilmî şahsiyetleri arasında sayılabilirdi. Bahâî; matematik, astronomi ve tıpta üstün bir seviyeye ulaşmış ve bu konularda birçok eser vücûda getirmişti. Mîr Muhammed Bâkır-ı Esterâbâdî de felsefe ve matematikte devrinin meşhur bilginleri arasında yer almıştı. İsfehan’da yetişen Molla Sadra (Sadreddîn Muhammed bin İbrâhim-i Şîrâzî) tefsir, hadis, fıkıh ve felsefe öğrenmiş ve bu konularda birçok eser yazmıştı. Molla Muhsin Feyzî Kâşânî, şâir olarak şöhret kazanmış ve pekçok kitap ve risâle yazmıştır. Safevîlerde önce zirveye ulaşmış olan Fars edebiyâtı, bu dönemde pek ilerleme kaydedememiştir. Abdurrahmân-ı Câmî ve Celâleddîn Devvânî gibi sünnî şâir ve münşîler, Safevîlerin ilk zamanlarında yetişmişti. Türkçenin resmî dil olarak kabul edilmesi sebebiyle Azerî edebiyâtı da önem kazanmıştı. Fuzûlî bu dönemde yetişen şâirlerdendir. Ancak pek îtibâr görmemiştir. Yine Avşar Türklerinden olan Sâdıkî, Mecmâü’n-Navâs adlı tezkiresini, Ali Şir Nevâî’ye zeyl mâhiyetinde bu devirde yazdı ve bunu diğer eserler tâkip etti. Aynı devirde bâzı târihçiler de yetişti: Tevekkül bin İsmâil bin Bezzâr el-Erdebîlî, Kâdı Ahmed Gaffîrî-i Kazvînî, Hasan Bey Rumlu, Celâl Müneccim, İskender Münşî, Vahhid-i Kazvînî ve Şeyh bin Şeyh Abdüzzâhidî bunlardandır.

Safevîler döneminde güzel sanatlara önem verildiği göze çarpar. Bilhassa, câmiler, türbeler ve saraylar gibi mîmârî eserler meydana getirilmiştir. isfehan’da bulunan Nakş-i Cihân Meydanı, Ali Kapı, Şeyh Lütfullah Câmii, Şâh Câmii, Hıyâbân-ı Çehâr-bağ, Allahverdihan Köprüsü, Çihl Sütûn ve Heşt-Behişt sarayları bu devirlerde yapılan belli başlı mîmârî eserlerdendir.

Ayrıca Şâh İsmâil devrinde oldukça ilgi gören hat sanatında ta’lik, nesta’lik, dîvânî, siyâkat ve müsennâ stilinde eserler meydana getirilmiştir. Tezhib, yâni süsleme sanatı da bu devirde yüksek seviyeye ulaşmış, kitaplara altın suyu ile süslemeler yapılmıştır. Safevîler devrinde minyatür sanatı ileri gitmiş olup, silâh, halı ve diğer süsleme sanatlarında mâdenlerden yapılan süs ve şekillere rastlanır. Halı dokumacılığı da gelişmiş olup, acem halıları adıyla meşhur halılar bu devrin eserleridir. İpekten dokunan bu halılar, hayvan ve kuş resimleriyle süslenmişti. Safevîler devrinde, İran’da kumaş îmâlâtı, çinicilik, ciltçilik, oymacılık ve tahta işlemeciliği gibi sanatların da oldukça geliştiği görülür.

Safevî Hükümdârları

 Tahta Geçişi

Şâh İsmâil-I

 1501

I. Tahmasb

 1524

II. İsmâil

 1576

Muhammed Hudâbende

 1578

I. Abbâs

 1588

I. Safî 1629

 

II. Abbâs

 1642

I. Süleymân (II. Safî)

 1666

I. Hüseyin

 1694

II. Tahmasb

 1722

III. Abbâs

 1732

II. Süleymân

 1749

III. İsmâil

 1750

II. Hüseyin

 1753

Muhammed

 1786

(III. Abbâs’tan Muhammed’e kadar olan son beş hükümdâr, İran’ın bâzı kısımlarında ismen hükümdârdır.)

SAFFÂRÎLER

İran’ın Sistan bölgesinde hüküm sürmüş bir hânedân. Kurucusu Yâkûb bin Leys-es-Saffâr’dır. Yâkûb daha önce demirci, yâni saffâr olduğundan kurduğu emirliğe de bu ad verilmiştir.

Yâkûb bin Leys mesleğini icrâ ederken, Tâhirî Hânedânının adâletsiz hükümlerine karşı gelerek, Sistan’a kaçtı. Burada Tâhirîlere karşı mücâdele veren Salih bin Nasr’a katıldı. Daha sonra Sistan hükümdârı olan Dihram bin Nasr tarafından ordu komutanlığına getirildi. Bir müddet sonra Dihram’ı ortadan kaldıran Yâkûb-es-Saffâr, Herat, Belh ve Toharistan’ı ele geçirerek emirliğini kurdu (867). Afganistan’dan geçerek o devirde, Hindistan hudûdunda putperest bir bölge olan Kâbil’e kadar hâkimiyetini genişletti. Bölgedeki mahallî hükümdârları ortadan kaldırdı. Horasan’a hâkim olan Tâhirîlere hücûm edip, topraklarını ele geçirdi. Tâhirîlerin başşehri Nişâpur’u 873’te zaptetti. Yâkûb, 879’da ölünce yerine kardeşi Amr geçti.

Amr, Tâhirîlerin zayıflamasıyla Abbâsî halîfeliğince Sistan, Horasan ve Fars vâlisi tâyin edildi. Mâverâünnehr’e sefer tertip ettilerse de, Sâmânîlerce durduruldular. Amr, Sâmânî emîri İsmâil bin Ahmed tarafından 900’de mağlûp ve esir edildi. 901’de Bağdât’ta öldü.

Saffârî ülkesi, Samânîlerin hâkimiyetine geçtiyse de, sülâle Sistan’da 15. yüzyılın sonuna kadar devâm etti. Ancak bu târihten îtibâren hânedân üyeleri Gazneliler, Büyük Selçuklular, Gurlular, Harezmşahlar, Moğollar, Tîmûrlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlulara bağlı kaldılar. Bölgede uzun zaman kalmalarının sebebi, Sistan halkının millî menfaatlarını ve arzularını temsil etmeleridir.

SAFİR (Gökyakut)

Alm. Saphir (m), Saphirblau (n), Fr. Saphir (n), İng. Sapphire. Korindonun kırmızı renkli olanları hâriç bütün diğer cevher çeşitlerine verilen ad. Tek olarak safir kelimesi mavi cevher taşlarına verilen addır. Diğer renklerdeki cevherler de sarı safir, pembe safir diye adlandırılırlar. Renksiz safirlere ise beyaz safirler denir. Konvex biçiminde kesildiklerinde yıldıza benzer biçimler çıkaran taşlara, yıldız safirleri adı verilir. Esası A12O3 bileşiğidir. Bâzı renklerin sebebi bilinmiyor. Fakat bâzı renkler, metal oksitlerden meydana gelmektedir. Meselâ koyu mavi renk, demir ve titan oksitlerden ileri gelmektedir. Cr2O3 ise, yakut rengine sebep olmaktadır. Sertliği yaklaşık 9, yoğunluğu 4’tür. Ufleçte erimez, erime noktası 2050°C civârındadır.

Mavi renkli olmayan diğer safirler, başka mücevher adlarıyla adlandırılırlar.

Kaynaklar: En iyi safirler, Keşmir’den gelir ve bunların renklerine de “Keşmir mavisi” denir. Bunların değişik renkleri kömür ocaklarında yer alır. Diğer önemli üretim bölgeleri, Tayland, Burma, Seylan, Afganistan ve Avustralya’dır. En iyi yıldız safirleri Seylan’da bulunur. Safirlerin çoğu nehir yataklarından elde edilir.

Sun’î safirler: 1902 yılında bir Fransız ilim adamı olan Auguste Verneuil, sentetik safir cevherini yapmayı başardı. Bunun ana maddesi tozlu korindon (A12O3) idi. Bundan başka az miktarda demir; titanyum ve % 5 oranında krom oksit (Cr2O3) kullanılmıştı.

Yıldız safirleri ilk olarak 1947’de % 1 oranında titan dioksit katılarak elde edilmiştir.

Kullanılışı: Safirler en çok mücevher olarak bilinirler. Aynı zamanda sertlikleri dolayısıyla endüstriyel alanlarda ve küçükleri, tükenmez uçlarında kullanılır. Elektrikî özellikleri dolayısıyla elektrik âletlerinde, şeffaflığı ve sıcaklığa karşı olan dayanıklılığıyla da yüksek ısılı yerlerde pencere olarak kullanılır. Aynı zamanda optik âletler de kullanılma yeridir.

SAFİYE SULTAN

Sultan Üçüncü Murâd Hanın hanımı, Sultan Üçüncü Mehmed Hanın annesi.

Venedik asıllı olup, küçük yaşta İstanbul’a getirildi. Osmanlı Sarayında Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Zekâsı, terbiyesi ve güzelliğiyle Şehzâde Murâd’a (Üçüncü Murâd Hana) uygun görülerek evlendirildi. Oğlu Üçüncü Mehmed Hanın tahta çıkması üzerine (1595) Vâlide Sultan ünvânı ile anıldı. 1605 yılında vefât etti. Ayasofya Câmii haziresinde Sultan Üçüncü Murâd Han türbesine defnedildi.

Safiye Sultan, Türk mîmârîsinin en güzel eserlerinden Eminönü’ndeki Yeni Câminin inşaatını 1597 yılında başlattı ise de tamamlamaya ömrü yetmedi. Ayrıca Üsküdar’ın Karamanlı köyünde bir câmi ve çeşme yaptırmış bunlara vakıflarda bulunmuştur.

SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) halalarından. Abdülmuttalib’in kızıdır. Safiyye ile Peygamber efendimizin babası anne baba bir kardeştirler. Annesi Hâle ile Peygamber efendimizin annesi Âmine Hâtun kardeştiler. Câhiliye devrinde Hâris bin Harb ile evlenmişti. Hâris öldükten sonra, Avvam bin Hüveylid ile evlendi. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bunlar, Zübeyr, Saib ve Abdül-Ka’be’dir.

Safiyye binti Abdülmuttalib radıyallahü anhâ, oğlu Zübeyr radıyallahü anh ile birlikte Müslüman olup, berâber Medîne’ye hicret etti. Müslüman olmadan önce Peygamber efendimize çok yardımcı oldu. Bir defâsında Peygamber efendimize karşı çıkan amcası Ebû Leheb’e:

“Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O’nun dînini, yardımsız, hor, hakîr bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte o peygamber budur.” diyerek Peygamber efendimizi desteklemişti.

Gâyet cesur ve kahraman bir kadın olan Safiye binti Abdülmuttalib, gazâlar (Peygamberimizin savaşları)ın çoğuna iştirak etti. Uhut Savaşında büyük kahramanlıklar gösterdi. Cesâret ve şecâati nesillere örnek olan Safiyye radıyallahü anhâ, gâyet fasih ve beliğ mersiyeler yazardı. Babası, Abdülmuttalib’in vefâtında, hazret-i Hamza’nın şehit edildiğinde ve Resûl-i ekrem efendimizin vefât ettiğinde yazdığı mersiyeler meşhurdur.

Hazret-i Safiyye, hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında 73 yaşındayken, 640 (H.20) senesinde Medîne’de vefât etti. Cennet-ül-Bakî Kabristanına defnedildi.

Peygamber efendimiz için yazdığı mersiye:

Yâ Resûlallah! Sen bizim ümidimizdin;

Sen bize hep iyilik edenimizdin.

 

Sen değildin hiç haksızlık edenlerden;

Sen şefkat sâhibi ve yol gösterenlerden.

 

Ve dahi anlatılmayan ilim deryâsı;

Bugün ağlayanların senin için feryâdı.

 

Senin yoluna hep ecdâdım fedâ olsun;

Malım, canım, bütün varlığım fedâ olsun.

 

Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız;

Ne kadar mesrûr olurduk kalsaydınız.

 

Hak teâlânın hükmü bu, yâ sabır diyoruz;

Bilmem ki ne yapsak hep figân ediyoruz.

 

Allah’ın selâmı sana olsun yâ Resûlallah;

Adn Cennetine girip kalasın yâ Resûlallah.

SAFİYYE BİNTİ HUYEY

Peygamber efendimizin hanımlarından. Safiyye binti Huyey, İsrâiloğullarından olup, hazret-i Hârûn bin İmrân aleyhisselâm neslindendir.

Babası Huyey bin Ahtab, Hayber Yahûdîlerinin başı sayılırdı. Annesi Berre’nin babası Samuel, Arabistan’da şecâat ve cesâretiyle şöhretliydi. Hayber’de 611 senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. Medîne’de 670 (H.50) senesinde altmış yaşında vefât etti.

Safiyye radıyallahü anhâ; neslinin üstünlüğü, güzelliği, iyi ahlâk ve nâmusluluğu ile herkesçe beğenilirdi. Hayber’de ilk önce, meşhur bir şâir ve kumandan olan Yahûdî Sellâm bin Mişkem el-Kuraşî ile nişanlandı. Bundan ayrılarak, Hayber’in en meşhur kalesi Şemmus Kalesinin kumandanı ve çok zengin bir kimse olan Kinâne bin Hakîk ile evlendi. Kinâne ile evliyken rüyâsında, ayın, odasına düştüğünü gördü. Rüyâsını kocasına anlatınca, Kinâne: “Sen ancak Hicaz’ın melîki Muhammed’i istiyorsun.” deyip, yüzüne bir tokat attı. Gözü morardı.

Müslümanlar Hayber’i 629 (H.7) senesinde fethetti. Safiyye’nin babası ve kocası öldürülüp, kendisi de esir edildi. Esirler bölüşülünce, Safiyye, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem hissesine düştü. Resûlullah efendimiz, Safiyye’yi âzâd etti. Îmân edince, Resûlullah’ın nikâhıyla şereflendi. Ümmülmü’minîn, yâni Müslümanların annesi oldu. Gözünün morarmasına Resûlullah efendimiz; “Nedir bu iz?” buyurunca, rüyâsını ve kocası Kinâne’nin vurduğu tokadı anlattı.

Hazret-i Safiyye akıllı, halîme, selîme ve ağır başlıydı. İslâmiyetle şereflenince samîmî bir Müslüman oldu. Vaktini, ibâdet ve zikirle geçirdi. Zînet eşyâsı fazla olduğundan, bunu Peygamber efendimiz hanımları arasında paylaştırdı. Çok yardımsever olup, dâimâ fedâkârlıklarda bulunurdu. Peygamberimize karşı çok büyük muhabbeti vardı. Peygamber efendimizin hastalığında bütün hanımları görmeye gelirlerdi. Hazret-iSafiyye de geldiğinde; “Yâ Nebiyyallah! Keşke sizin bütün ağrılarınızı, acılarınızı ben çekseydim” derdi.

Hazret-i Safiyye, başkalarının yardımına koşar, çok fedâkârlık yapardı. 655 (H.35) senesinde fitne çıkıp, Osman’ın (radıyallahü anh) evi sarılmıştı. Hazret-i Osman dışarı çıkamıyordu. Hazret-i Safiyye durumuna çok üzülüp, ziyâretine gitmek istedi. Hazret-i Osman’ın evine gelirken, bindiği katıra Eşter Nehâî saldırınca geri döndü ve hazret-i Hasan’ı gönderdi.

Hazret-i Safiyye, âdetâ ilim hazînesiydi. Kendisine gelip-giden pekçok kimse meselelerini ona danışırlardı. Hac mevsiminde taşralı kadınlar gelip, kendisine dînî meselelerini sorar, öğrenirlerdi. İmâm-ı Zeynel’âbidîn, İshak bin Abdullah, Müslim bin Safvan, Kinâne ve Yezîd bin Mûteb ve başkaları hazret-i Safiyye’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.