SA’D BİN UBÂDE
Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından. Ensârdan yâni, Medîneli Müslümanlardan olup, cömertlikte benzeri yoktu. Künyesi Ebû Sâbit ve Ebû Kays’tır. Lakabı Seyyid-ül-Hazrec’tir. Hazrec kabîlesinin Sâide kolundandır. Babası Ubâde, kabîlesinin reîsiydi. Annesi Ümre binti Mes’ûd, sahâbiyedir. Doğum târihi bilinmemektedir. 635 (H.14) senesinde Şam tarafında Harran’da vefât etti. Gûta kasabasında defnedildi.
Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, zamânının bütün ilimlerini tahsil etmiş ve Arap emîrleri gibi yetişmiştir. Zamânın harp vâsıtalarını kullanmakta, bilhassa ok atmakta son derece mâhirdi.
Arapçayı konuşma ve bütün inceliklerini bilme husûsunda şöhreti büyük olduğu için Sa’d bin Ubâde’ye Kâmil lakabı verilmiştir.
İkinci Akabe bîatında Müslüman olan Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi, Peygamberimize yardım edeceklerine söz veren sahâbîlerdendi. Bu bîatte seçilen 12 temsilciden biri de Sa’d bin Ubâde’dir (radıyallahü anh). Çok zengin ve cömertti. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne-i münevvereye hicret ettiğinde, hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde yedi ay misâfir olmuştu. Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, Peygamberimize bu misâfirliği sırasında her gün yemek gönderirdi. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk olan Ebvâ Gazvesinde Medîne’de Peygamber efendimize vekil olarak görevlendirildi.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr Savaşı yapılmadan önce müşâvere heyetini topladığında, Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh da bu heyette bulundu. Bedr ve Uhud savaşlarına katıldı. Uhud Savaşında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Hazrec kabîlesinin sancağını Sa’d bin Ubâde’ye (radıyallahü anh) verdi. Bu savaşta düşman karşısında büyük bir sebâtla savaştı. Müreysi Gazâsında Ensârın sancağını da o taşıdı. 627 (H.6) yılında vukû bulan Gared Gazvesinde orduya erzak olarak on deve yükü hurma verdi. Bu hizmeti üzerine Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allah’ım! Sa’d’a ve âilesine rahmet eyle.” diyerek duâ etti. Hendek Savaşı yapılmadan önce, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem istişâre için, Sa’d bin Mu’âz ve Sa’d bin Ubâde’yi çağırmıştı. Peygamber efendimizin emirlerine uymakta en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını fedâ etmeye hazır olduklarını belirttiler. Bu sırada gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma husûsundaki karârları karşısında Peygamberimiz çok memnûn oldu. Hendek Savaşına da katılan Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, bu savaşta Ensârın sancağını taşıdı.
Hendek Savaşından hemen sonra yapılan Benî Kureyzâ Gazâsında bütün orduya yiyecek verdi. Hudeybiye Antlaşmasında ve Bî’at-ı Rıdvânda bulunan Sa’d bin Ubâde, Hayber Gazvesinde ordunun kumandanlarından birisiydi. Mekke’nin fethinde de bulundu ve sancaklardan birini o taşıdı. Bundan sonra vukû bulan Huneyn Gazvesinde Hazrec kabîlesinin sancağını taşıdı.
Sa’d bin Ubâde dâimâ İslâmiyete hizmet etmiş, Medîneli Müslümanları dîn-i İslâm için fedâkârlık ve hizmet etmeye teşvik etmiştir. Peygamberimizin vefâtından sonra, Ensâr tarafından Sa’d bin Ubâde halîfe seçilmek istenmişti. Hazret-i Ebû Bekir’in ve hazret-i Ömer’in, Eshâb-ı kirâma karşı yaptıkları konuşmaları dinleyen Ensâr da, diğer sahâbîler gibi, hazret-i Ebû Bekr’e bîat edip onu halîfe seçtiler. Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında Medîne’de ikâmet etti. Sonra Şam tarafında Harran’a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı.
Sa’d bin Ubâde radıyallahü anh, Peygamberimizden (sallallahü aleyih ve sellem) bizzât işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiş ve hadîs-i şerîf öğrenmekle meşgûl olmuştur. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri, kendisinden oğulları, Kays bin Sa’d, İshak bin Sa’d, Sa’îd bin Sa’d, kardeşinin oğlu (yeğeni) Şurahbil bin Sa’îd, Abdullah bin Abbâs, Sa’îd bin Müseyyeb, Emâme bin Sehl ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyetleri, meşhur hadis kitaplarından dört Sünen’de yer almıştır.
Sultan Üçüncü Ahmed zamânında, îmâr edilen, İstanbul’da Kâğıthâne Deresindeki bir mesîre yeri. İstanbul’un en çok sevilen mesîre yerlerinden olan Kâğıthâne semtinde, daha önceki asırlarda at ve okçuluk sporları da yapılırdı. On sekizinci yüzyılda, Sultan Üçüncü Ahmed (1703-1730) ve Sadrazam Dâmâd İbrâhim Paşa, Kâğıthane’yi çok güzel bir plân dâhilinde îmâr ettiler. Otuz sütun üzerine Sâdâbâd Kasrı adı verilen köşk yaptırıldı. Bunun çevresinde yüz kadar köşk ve kasır inşâ edilerek, Kâğıthâne Deresinin akış yönü değiştirildi. Sâdâbâd Kasrının önündeki büyük bir havuz, koruluğa uzanan su kanalları, kanallar arasında meydana getirilen küçük göller, yer yer akan şelâler bu semte ayrı bir güzellik veriyordu. Çevresinin çeşme, sebil, havuz ve câmiyle süslenmesi bilhassa şâirlere ilham verip, methiyelerine sebep oluyordu.
Osmanlı, târih ve edebiyatında îmâr, güzellik ve mesîre yeri olarak ün yapan Sâdâbâd (Sa’dâbâd), 1730 Patrona Halil İsyanıyla harâbeye çevrildi. Yakıp yıkmaktan, yenilikleri ortadan kaldırmaktan, şahsî hırs ve heveslerinden başka birşey düşünmeyen Patrona ve avânesi, Sâdâbâd’ın çevresindeki bütün köşkleri ateşe vermek istediyse de Birinci Mahmûd Han (1730-1754), sâdece yıktırılmasına izin verdi. Böylece bunların ilerideki yıllarda onarılması imkânı sağlandı. Gerekli tâmiratlar yapıldıktan sonra bilhassa Üçüncü Selim Han (1789-1807), Dördüncü Mustafa Han (1807-1808) ve İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamanlarında pâdişâhların yabancı elçileri kabul ve ziyâret yerleri oldu. Sultan İkinci Mahmûd Han, Kasr-ı Neşat yerinde Çadır Köşkünü, Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) zamânında da Sâdâbât Sarayı yerinde Çağlayan Kasrı ile İmrahor Kasrı inşâ edildi.
Son zamanlara kadar Sâdâbâd, İstanbul’un önemli mesire yerlerinden biriydi. Bunlar 1940-1941 yıllarında târihî değerine ve güzelliğine bakılmaksızın İmrahor Kasrı ile birlikte yıkılıp ortadan kaldırıldı. Sâdâbâd’dan zamânımıza saray ve köşklerden ikisinin resim ve plânlarından başka hiçbir şey ulaşamamıştır.
Alm. Almosen (n), Fr. Aumône (m), İng. Alms. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı niyet ederek ve kendilerinden bir karşılık beklemeksizin muhtaç olanlara, fakirlere verilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsanda bulunma. Sevap kazanmak için fakire hibe olunan, bağışlanan mala sadaka denir. Zengine sadaka diyerek verilen hediye olur.
Sadaka; iyilik, ihsan, ikram demektir. Fakir olan kimsenin de sadaka vermesi kıymetlidir. Zenginin ise, sadaka vermesi Allahü teâlânın kesin emridir. Zengine, malının zekâtını emredilenlere vermesi farz; sadaka-ı fıtrını, yâni fitresini vermesi de vâciptir (Bkz. Zekât, Fıtra). Kur’ân-ı kerîmde zekât karşılığı olarak “sadaka” kelimesi de kullanılmaktadır. Farz ve vâcip olanlardan başka, sevap kazanmak niyetiyle kendiliğinden verilen ve sevâbı kıyâmete kadar devam eden sadakalara; sadaka-i câriye denir.
Bunlar (sadaka-i câriyeler); vakıf gibi devam eden sadaka demektir. Faydalı ilimden maksat faydalı bir kitap yazmaktır. İnsanlar bu faydalı kitaplardan istifâde ederek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşurlar. Sâlih evlâdın iyi amellerinin sevâbından babası da istifâde eder. Okul, câmi, çeşme vs. gibi hayır hizmetleri de böyledir.
Sadaka vermek nâfile bir ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek, birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır. Üzerinde zekât ve kul borcu bulunan kimselerin sadakalarına sevap verilmez. Dinde önce zekâtın verilmesi ve borcun ödenmesi emredilmiştir. Muhtaç olanlara ödünç vermek, sadaka vermekten daha faziletlidir, kıymetlidir. Fakirlere verilen sadaka, Allahü teâlâya ödünç vermektir. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlar sadaka olarak verdiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, karşılığında bin (veya iki bin) sevap alır.” buyruldu.
Îmânın kemâlâtı, olgunluğu, ahlâkın güzelliği ve insanlara iyilik yapmakla artar, çoğalır. Hadîs-i şerîfte; “Sizin îmân bakımından mükemmel olanınız, ahlâken güzel olup, insanlara iyilik yapanlardır.” ve “İnsanların en hayırlısı, iyisi, insanlara faydası olandır.” buyruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Bir kişi îmânın kemâlini isterse kendine insaf versin (yâni, tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakir olduğu halde sadaka versin! Bu iki huy, îmânı kâmil derecesine yükseltir” buyruldu.
Sadaka, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği bir ibâdet olup, O’nun rızâsını kazanmaya bir vesile, bahâne olur. Bunun için sadakanın az ve çok olması arasında bir fark yoktur. Fakat niyetin hâlis, temiz olması şarttır. Nitekim, “Allah’ın rızâsı baha ile değil, bahâne ile kazanılır.” denilmiştir. Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı azaltmaz, arttırır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Allah, bâzı kullarına dünyâda çok nîmet vermiştir. Bunları kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nîmetleri Allah’ın kullarına dağıtırlarsa, nîmetleri azalmaz. Bu nîmetleri Allah’ın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nîmetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir.
Din kardeşlerine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.
(Bkz. Fıtra)
Sadrâzamın İstanbul dışında olduğu zaman, yerine bakan kimse, sadrâzam vekili. Eğer sadrâzamla birlikte pâdişâh da İstanbul dışında ise, bu zat, Âsitâne Kaymakamı veya İstanbul Kaymakamı adıyla anılırdı. Pâdişâh İstanbul’da kalırsa, buna Rikâb Kaymakamı adı verilirdi. Eğer pâdişâh, İstanbul dışında uzun zaman kalmaya karar verirse, sadrâzam da, orduyla birlikte seferde ise, pâdişâhın bulunduğu yerde bir Rikâb Kaymakamı, İstanbul’da da bir İstanbul Kaymakamı bulunurdu. Sadrâzamların geri dönmesiyle, kaymakamların işi sona erer, kendilerine çoğunlukla kubbe vezirliği verilirdi.
Kaymakamlar, sadrâzamların sefer münâsebetiyle bulundukları bölge hâriç, bütün selâhiyetlerini taşırlardı. Ancak; vezirlik, beylerbeyilik, sancakbeyliği ve askerî meselelerle yabancı tüccarlara âit işlere karışmazlardı. Sadrâzamın mührü kendilerinde bulunur, dîvânlarında verilen hükümler, rikâb defterlerine kaydedilirdi.
Sadrâzamın yardımcısı. On sekizinci yüzyıldan îtibâren resmî sıfat kazandı. Tâyinleri, sadrâzamın teklifiyle yapılırdı. Zamanla, sadâret kethüdâlığından, sadrâzam tâyin edilenler oldu. Çoğu zaman da, sadrâzamlar azledilince, sadâret kethüdâları da azledilirlerdi.
Bütün devlet işleri, sadrâzamdan önce, sadâret kethüdâsının elinden geçer, Bâbıâlî’den çıkan emirler onun tavsiyesine göre tatbik olunurdu. Daha çok dâhilî işlerle meşgûl olan sadâret kethüdâlığı, 1835 yılında Mülkiye, 1837’de de Dâhiliye Nezâreti adını aldı.
Irak devlet başkanı. 28 Nisan 1937’de Tikrit’te doğdu. 1957’de Baas Partisine girdikten sonra Irak başbakanı General Abdülkerim Kâsım’a karşı düzenlenen ve başarısızlıkla sonuçlanan suikast girişimine katıldı. Yaralanınca; önce Suriye’ye, oradan da Mısır’a kaçtı. Kahire’de 1962’de başladığı hukuk öğrenimini Şubat 1963’te Baas Partisinin iktidârı ele geçirmesinden sonra Bağdat’ta sürdürdü. Aynı yıl Kasım ayında Mareşal Arif’in baasçılara karşı düzenlediği darbe sırasında tutuklandı ve iki yıl hapiste kaldı.
1966’da Baas Partisi Genel Sekreter Yardımcılığına seçildi. 1968’de Baas Partisinin iktidara gelmesiyle sonuçlanan darbede önemli rol oynadı. Devlet Başkanı Ahmed Hasan-el-Bekr’in en yakın adamı oldu. 1969’da Devrim Komuta Konseyi Başkan Yadımcılığına getirilmesinden sonra ülke yönetimindeki ağırlığını arttırdı. Parti içindeki gücüne dayanarak 1976’dan îtibâren El-Bekr’in birçok yetkisini kullanmaya başladı. 16 Temmuz 1979’da başkan Ahmed Hasan-el-Bekr’in istifası üzerine Devlet Başkanlığı, Baas Partisi Genel Sekreterliği ve Devrim Komuta Konseyi Başkanlığı görevlerini üstlendi. Halk arasında yoğun bir propaganda yürüterek, kendisini çok üstün meziyetleri olan bir lider olarak tanıtmaya çalıştı.
Hürmüz Boğazının denetimini eline geçirmek için, 22 Eylül 1980’de İran’a savaş açtı. Şii Devrimi sebebiyle generalleri öldürülmüş, silahlarının bir kısmı kullanılmaz hale gelmiş İran karşısında, Arap ülkelerinin kendini desteklemesine rağmen beklenen başarıyı gösteremedi. İki tarafın da büyük kayıplar verdiği savaş, 1988’de Irak’ın lehine sayılabilecek bir antlaşmayla sonuçlandı. Uzun süren savaşın sebep olduğu harcamalar ve Irak’ın petrol gelirlerinin önemli oranda düşmesi, devlet ekonomisini güç duruma soktu.
Ekonomik zorluklardan kurtulma çarelerini arayan Saddam Hüseyin, Ortadoğu’daki hakimiyetlerini güçlendirmek isteyen batılı devletlerin oyununa gelerek 2 Ağustos 1990’da Petrol zengini küçük komşusu Kuveyt’i işgal etti. Suudi Arabistan sınırına asker yığdı. İşgalin hemen akabinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak’ı Kuveyt’ten çıkmaya zorlayacak ekonomik ambargo uygulamaya karar verdi. BM’nin uyguladığı ambargoyu delmek isteyen Saddam Hüseyin, sekiz yıl savaştıktan sonra İran’dan alabildiği yerlerin tamâmını iâde etti.
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa vb. devletler bölgeye beş yüz binin üzerinde asker yığdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin Irak’a Kuveyt’ten çekilmek üzere tanıdığı sürenin 15 Ocak’ta dolması üzerine Amerikan-İngiliz-Fransız vb. kuvvetleri Irak’a karşı savaşı başlattılar. Irak, uzun süre binlerce uçakla havadan bombalanarak yerle bir edildi. Sanâyi tesisleri tamâmen tahrip edildikten ve kara harekatının başlamasından kısa bir süre sonra Saddam Hüseyin, Birleşmiş Milletlerin bütün kararlarına uyacağını bildirdi. Kuveyt’teki Irak birlikleri teslim oldular.
Müttefik Kuvvetlerin harekâtı durdurmalarından sonra yine batılı devletlerin teşvikleriyle iç savaş başladı. Saddam Hüseyin’e bağlı Cumhûriyet Muhâfızlarının kıyımından kaçan yüz binlerce Türkmen ve Kürt, Türkiye ve İran’a sığındılar. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Irak’ın kuzeyine kuvvet göndererek, Irak ordusunun Kerkük ve Musul gibi Türkmenlerin çoğunlukta olduğu şehirleri içine alan 36. paralelin üst kısmına girişini engelledi. Bölgede yerleşim kampları kurarak bağımsız bir kürt devletinin temellerini attı.
Bütün bunlara rağmen Saddam Hüseyin, hâlâ Körfez Krizinin sıcak harbe dönüşmesi, binlerce Iraklı askerin öldürülmesi, sanâyi tesislerinin yerle bir edilmesi, ekonominin tamâmen işlemez hâle gelmesinden hiç sorumluluğu yokmuş gibi zaferden, iyi direnmeden halkına rahatça bahsedebilmektedir. Bir hiç uğruna 8 yıl süren İran-Irak Harbi arkasından Kuveyt İşgâli neticesinde tamâmen memleketinin mahvına sebep olan Saddam Hüseyin hakkında herhalde târihçiler çok şeyler ortaya çıkaracaklardır.
Türk Dili ve Edebiyatı araştırmacısı. 25 Eylül 1913 târihinde Van’da doğdu. Anası Sultan Hanım, babası Posta ve Telgraf müdürü Yusuf Ziyâ Beydir. İlk ve orta okulu Malatya’da bitirdi (1926). 1930 yılında Sivas Lisesinden mezun oldu. 1931 yılında Almanya’ya gitti. Schulpforte (Saale)te bir süre kalarak Almanca öğrendi. 25 Nisan 1932 târihinde Breslau Üniversitesine kaydoldu ve 22 Şubat 1937’de doktor oldu. Berlin Etnografya ve Eski Eserler Müzeleriyle Breslau Üniversitesinin Arkeoloji Enstitüsü ve Müzesinde asistan olarak çalıştı. Doktora tezi olan “Untersuchungen über die altosmanische Chronik der Bibliothèque Nationale zu Paris. (Suppl. turc 1047, Anc. fonds turc 99)” (Breslau 1938, 57 s.) adlı çalışmasını yayınlayıp 1.7.1938 târihinde Dr. Phil. ünvânını aldı.
24.10.1938 târihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk Dili veEdebiyatı asistanı oldu. 30 Ocak 1945 târihinde doçent ve 5 Kasım 1955’te Yeni Türk Filolojisi kürsüsü profesörü oldu.
7.5.1953-30.10.1955 târihleri arasında İstanbul’da vatanî vazîfesini yaptı. Bu arada Fakültedeki derslerine haftada 4 saat devam etti.
Türkiye-Irak kültür anlaşması çerçevesinde kurulan Bağdat Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Kürsüsünde ders vermek üzere 10 Ocak 1957’de Bağdat’a gitti ve 31 Mayıs 1961 yılına kadar bu vazifede kaldı. Irak Türkçesi ağızlarına âit dil malzemesi topladı ve bunları çeşitli kongrelerde bildiriler hâlinde sundu. Eylül 1969-Haziran 1971 târihleri arasında tekrar BağdatÜniversitesinde Türk dili ve Edebiyatı dersleri okuttu.
1972 yılında bir süre İstanbul Üniversitesi Senatosunda Edebiyat Fakültesi Senatörü olarak görev yaptı. 1973 yılında Yeni Türk Dili Kürsüsü başkanlığına getirildi.
1 Ekim 1975-29 Şubat 1976 târihleri arasında Almanya’da Göttingen Üniversitesi Türkoloji ve AltaistikKürsüsünde Türkoloji dersleri verdi. 1976 yılında Finlandiya’da Fin-Ugor Cemiyeti (Suomalainen-Ugrilainen Seura) üyeliğine alındı. Türk Dil Kurumunun üyeliğini yaptı ve yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.
Sâdeddin Buluç’un en çok emek verdiği çalışma alanı, EskiAnadolu Türkçesi, Irak Türkçesi ve Anadolu ağızları idi.
Arapça, Almanca, Fransızca ve Farsçayı bilir, bilimin her türüne ilgi duyardı.
Ayrıca 1977-1983 yılları arasında Türkiyât Enstitüsü (Türkiyat Araştırma Merkezi) müdürlüğü yaptı. Bu görevi sırasında İstanbul’da toplanan Türkoloji Kongrelerine başkanlık etti. Bundan başka, İslâm Ansiklopedisi yazı kurulunda da görev aldı.
2547 sayılı Yükseköğretim Kânunu çıkınca yeni statüye göre 8.9.1982’de Yeni Türk Dili Ana Bilim Dalı başkanı oldu.
1 Ocak 1983 târihinde yaş haddinden emekli oldu ve 3 Nisan 1984 yılında öldü.
Bütün yayınları ellinin üzerinde olup hemen hepsi Türklük araştırmalarıyla ilgilidir. Eser ve makalelerinin belli başlıları şunlardır:
1. Untersuchungen über die Altosmanische Chronik der Bibliothèque Nationale zu Paris (Suppl. turc 1047, Anc. fond turc 99; 1938).
2. Die Altosmanische Anonyme Chonik im Revolutions Museum zu İstanbul.
3. Altay Türklerine Göre Dünyânın Yaratılışı ve Sonu(1941).
4. Şamanizm: Yedi bölümden meydana gelen bu çalışma en geniş şekliyle Şamanizmi anlatır (1942).
5. Diyalektoloji I (İstanbul 1943).
6. İki Yazma Anonim Tevârih-i Âl-i Osman Hakkında (Ankara 1948).
7. Eski Bir Türk Dili Yâdigârı: Behcetü’l-Hadâ’ik fi Mev’izeti’l Halâik.
8. Şeyyâd Hamza’nın Beş Manzumesi: Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (İstanbul 1956).
9. Dursun Fakih’in Gazavatnâmesi (Ankara 1964).
10. Bir Eserin İki Yazma Nüshası.
11. Eski Türklerin Dîni: Schmidt, P. Wilhelm’den tercüme: Türk Dili Edebiyatı Dergisi 13 (İstanbul 1964), 75-90.
Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Kaşgarlı olup, doğum târihi belli değildir. Nizâmeddîn-i Hâmûş’tan feyz aldı. Molla Câmî’nin üstâdıydı. 1456 senesinde Afganistan’daki Herat şehrinde vefât etti.
Sâdeddîn-i Kaşgârî, ilk önce babasının verdiği din terbiyesiyle büyütüldü ve etrâfına örnek olacak şekilde yetiştirildi. Babası, ticâret için gittiği uzak memleketlere onu da berâberinde götürür, çeşitli ülkeleri görüp, geniş bilgiler elde etmesini isterdi. Babası her fedâkârlığa katlanarak onu okutmaya başladı. Sâdeddîn, üstün zekâsıyla kısa zamanda, tefsir, hadis, fıkıh gibi naklî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi. Bu ilimlerde derin âlim oldu ve kitaplar yazdı. Bu arada nefsini terbiye etmek için uğraşıyor ve bir mürşide (yol göstericiye) talebe olmak ihtiyâcını hissediyordu. Alâeddîn-i Attâr’ın (rahmetullahi aleyh) talebelerinden Nizâmeddîn-i Hâmûş’un karanlık gönülleri aydınlattığını duydu. Vakit geçirmeden huzûruna gitti. Kendisini talebeliğe kabul etmesi için yalvardı. Talebeliğe kabul olununca çok sevindi ve şükür secdesine kapandı. Hocasının her emrini yapar, hizmetiyle şereflenmeye can atardı. Kısa zamanda Nizâmeddîn-i Hâmûş’un en önde gelen talebesi oldu. Hocasının sohbetiyle olgunlaşıp yetişti ve halîfesi olmakla şereflendi.
Sâdeddîn-i Kaşgârî hazretleri, Herat’ta, Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (Molla Câmî) isimli talebesini yetiştirerek, o zamânın meşhûr âlim ve velîler grubuna dâhil eyledi. Vefâtından sonra yerine halîfe, vekil olarak bıraktı. 1456 senesi Cemâzilâhir ayında, Çarşamba günü öğle vaktinde Herat’ta vefât etti.
Sâdeddîn-i Kaşgârî talebelerine nasîhat edip buyurdu ki:
“Ey dostlarım! Biliniz ki, Allahü teâlâ azâmet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamasanız da böylece îtikâd edip inanmalısınız. Tenhâda ve açıkta edebi gözetmek başlıca vazifenizdir. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahi, ayağınızı uzatmayınız. Her an Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi zâhir ve bâtının edebi ile süsleyiniz. Zâhirî edep; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istigfâr eylemek, az konuşmak, her işi ihlâsla yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardır. Bâtınî edep ise; bid’at sâhibi, fâsık gibi kimselerle düşüp kalkmak, dünyâya bağlanmak gibi Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten, yâni mâsivâdan uzaklaşmaktır.
Bir insanda bir kalp vardır. Oraya sâdeceAllahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak cenâb-ı Hakk’ı hatırladığı zamanlar bu hazîne kaybolmuş sayılmaz. Bu şuûr insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, cenâb-ı Hakk’a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, ilâhî feyz nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayât verir. Fakat penceresiz evler nasipsiz kalır:
İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeylerle uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmalıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması lâzımdır. Çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmek Allahü teâlânın âdeti değildir.”
Edebiyat târihçisi. 1901 senesinde Bursa’da doğdu. Babası Kolağası Ali Efendidir. İlk tahsiline Üsküdar İttihat ve Terakki Mektebinde başladı. Daha sonra Üsküdar Sultânisini ve İstanbul Dârülfünun Edebiyat Fakültesini bitirdi. 1921 senesinde Meşihat Dâiresince imtihan edilerek Hallaç Baba Sâdi Dergâhı Şeyhliğine tâyin edildi. Dergahlar kapanıncaya kadar bu göreve devam etti. Dergahlar kapatıldıktan sonra Ankara, Konya ve İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yaptı. 1943’te Bâyezîd Devlet Kütüphânesi Müdürlüğüne tâyin edildi. Bu vazîfedeyken 25 Nisan 1946’da vefât etti.
Sâdeddin Nüzhet, Edebiyat târihiyle ilgili çalışmalarıyla meşhur oldu. Halk edebiyatının tesirinde kalarak araştırmalarında bu alana ağırlık verdi. Edebiyat hayâtına şiir yazarak başlayan Sâdeddin Nüzhet’in eserlerinde büyük bir vesika zenginliği, araştırmalarda titizlik ve mukâyese dikkati çeker. Eserlerinin bir kısmını tamamlayamamıştır.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Konya Vilâyeti Halkiyât ve Harsiyâtı’ndan (1926), 2) karacaoğlan (1927), 3) Gevherî (1928), 4) Gedâî (1933), 5) Kuloğlu (1933), 6) Hengâmî (1933), 7) Silleli Sürûrî (1934), 8) Âşık (1934), 9) Âşık Ömer (1936), 10) Şeyh Gâlib (1932), 11) Neşâtî (1935), 12) Şeyh-ül-İslâm Bahâî (1933) 13) Sabûhî (1933), 14) Bâkî (1935), 15) Pir Sultan Abdal (1929), 16) Bektâşî Şiirleri ve Nefesleri (1944-46 2 cilt), 17) Hatâyî, 18) Türk Şâirleri: 4 cilt olup en önemli çalışmasıdır. Tamamlayamamıştır. 19) Türk Mûsikîsi Antolojisi (1942, 2 cilt).
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi,Mes’ûd bin Ömer’dir. 1322 (H. 722) senesinde Horasan’da Nesâ civârındaki Teftâzân kasabasında doğdu. 1839 (H. 792)de Semerkant’ta vefât etti.
İlmini Kutbüddîn Râzî ve Adûdüddîn-i Îcî’den öğrendi. Tefsir, hadis, fıkıh ve akâid bilgilerinde zamânının en büyük âlimiydi. Yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Tîmûr Hanın hizmetinde bulunmuş ve bu Cihangir tarafından pekçok hürmet ve tâzime nâil olmuştu. Tîmûr Han ile birlikte seferlerde bulunmuş, nihâyet Tîmûr Han tarafından Semerkand’a gönderilmişti.
Teftâzânî’den evvel, Moğolların İslâm beldelerine saldırıp, istilâ ederek her tarafı yakıp yıkmaları, binlerce Müslümanı ve İslâm âlimini şehit etmeleri netîcesinde ilimde de bir duraklama olmuştu. Böylece İslâm medeniyetine bir ara verilmiş veİslâm memleketlerinde ilim ve âlim hemen hemen kalmamış gibiydi. Teftâzânî ilme dâir çalışmalarıyla, yetiştirdiği talebeleriyle ve yazdığı kıymetli eserlerle İslâm bilgilerinin unutulmasını, yok olmasını önlemiş ve böylece yeniden canlandırmıştır.
Tefsir, hadis, fıkıh, akâid ve diğer ilim dallarında çok kıymetli eserler yazmıştır. İlim ehli tarafından onun bu eserleri devâmlı okunmuş, incelenmiştir. Kitapları şerh, hâşiye (açıklama) denilen îzâhlarla dünyânın her tarafına yayılmıştır. Böylece ilimde yeniden âlimler yetişmiş ve kitaplar yazılmıştır. Bu sebeple Teftezânî ile İslâm âlimleri devri iki kısma ayrılıp, kendisinden evvel gelmiş olanlara, “Mütekaddimîn”, sonra gelenlere“Müteahhirîn” adı verilmiştir.
Bir ara Anadolu’yu ziyâret etmiş, Osmanlı âlimleriyle görüşmüş, aralarında ilmî çalışmalar ve incelemeler olmuş, o târihten îtibâren kitapları Osmanlı ilim müesseselerinde de okunmaya, Osmanlı âlimleri tarafından eserlerine şerh, hâşiye (açıklama ve îzâh)ler yapılmağa başlanmış, eserleri üzerinde çalışılmıştır.
Eserleri: Edebî ilimleri içine alan Telhîs kitabı üzerine yazdığı Mutavvel ve Muhtasar isimli şerhleri, Akâid-i Nesefi Şerhi, Sadrüş-Şerîa’nın Tenkîh kitabına şerhi olan Telvîh kitabı, kelâm ilminde yazdığı Mekâsıd kitabı ve buna yaptığı şerhi çok kıymetlidir. Tefsirde Keşfü’l Esrâr ve Keşşâf Hâşiyesi, hadiste Hadîs-i Erbaîn Şerhi, Nahivde İrşâd-ül-Hâdî, ayrıca Tehzîb-ül-Mantık vel-Kelâm, Serhü’ş-Şemsiyye, Şerhü’l-İzzî, Fetâvel-Hanefiyye, Sekkânî’nin Miftâh Şerhi, Şerhi Hudbet-il Hidâye’si ve daha birçok eserleri vardır. Keşfü’l-Esrâr tefsiri Farsçadır.
Buyururdu ki; “Likülli şey’in mâniun ve lil ilmi mevâniu.” (Her şey için bir mâni, ilim için birçok mâni vardır.)
Alm. Kochbutter (f), Fr. Buerre (m) de cuisine, İng. Clarified butter. Su ve diğer elemanlarından hemen hemen ayrılarak, yağ nisbeti % 99’a çıkarılmış bir tereyağ çeşididir. Dayanıklılığın fazla olması, saklama ve taşıma güçlükleri olan yerlerde, bu arada Güneydoğu Anadolu’da çok kere tereyağların sadeyağ hâline sokulmasına yol açmıştır. Yapımı çok basittir. Eritilecek tereyağı bir kazana alınır, 50°C’ı geçmeyen bir sıcaklıkta yavaş yavaş eritilir. Üstte beliren köpükle dipte toplanan su ve tortudan ayrılır. İsteğe göre % 1 nispetinde tuzlanır ve tenekelere boşaltılarak soğukta muhâfaza edilir.
Osmanlı Devleti son devir yazarlarından. 1864 senesinde Safranbolu’da doğdu. Kastamonu Rüştiyesinde okudu. Rüştiyeyi bitiremeden ayrıldı. Kastamonu İstinaf Mahkemesine memur oldu. Zabıt katipliği, Vilâyet Mektubî Kalemi mümeyyizliği görevinde bulundu. 1894 senesinde Kastamonu Gazetesi baş muharriri oldu. Kosova Vilâyeti İdâre Meclisi başkâtipliğine tâyin edildi. 1923 senesinde Aydın Tasfiye Komisyon Üyeliğinden emekli oldu. Tasavvufa dâir tetkikleri ve yazıları ile tanındı. 1939 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Sâdık Vicdânî’nin, çeşitli konulara dâir yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Perişan, 2) Nagamât-ı Vicdâniye, 3) Berk-i Fezâ, 4) Fihrist-i Kur’ân-ı Kerîm, 5) Tefe’ülnâme-i İmâm Sühreverdi, 6) Neşide-i Cihâd-ı Ekber, 7) Gülbank-ı Cihâd-ı Ekber, 8) Cumâ Namazı, 9) Bayram Namazları, 10) Parasız, 11) Tomar-ı Turûk-ı Âliyye, 12) Hazret-i Muhammed Niçin Çok Evlendi?
İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerdendir. Asıl adı Müslihüddîn Şeyh Sâdî’dir. 1193 (H.589)te Şirâz’da doğdu. 1292 (H. 691) de orada vefât etti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin halîfesinin talebesidir. Onun derslerinde yetişerek kemâle geldi. Ömrü ilim öğrenmekle, talebe yetiştirmek ve insanlara doğru yolu göstermekle geçti. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılıp, cihad etti. Bir defâsında Haçlılara esir düştü. On dört defâ hacca gitti. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır.
Sâdî küçük yaşta yetim kaldı. İlk tahsilini Şiraz’da tamamladıktan sonra, Moğol istilâsı üzerine Bağdat’a gitti. Bağdat’ta Nizâmiyye Medresesinde tahsilini tamamladı. Sonra İslâm ülkelerini gezmeye başladı. Anadolu, Mısır, Suriye, Delhi, Azerbaycan ve Belh’e uğradı. Buralarda Şihâbeddîn Sühreverdî başta olmak üzere, birçok İslâm âlimiyle görüştü.
1257’de tekrar Şiraz’a döndü. Bu sırada, devlet başkanları Ebû Bekr, Moğollarla sulh yaptı. Memleketi rahata kavuştu. Bu hükümdar tarafından iyi bir kabul gören Sâdî, onun adına 1257’de Bostân adlı eserini ve bir yıl sonra aynı şekilde kendisine büyük saygı gösteren Veliaht İkinci Sa’d adına da Gülistan adlı eserini yazdı. Bu eserleri sâyesinde kısa zamanda şöhreti memleketinin dışına taştı. Birkaç sene sonra, hâmileri, koruyucuları olan Ebû Bekr bin Sa’d bin Zengî ve oğlu İkinci Sa’d vefât etti. Yerine çocuk yaşta bulunan ikinci Sa’d’ın oğlu Muhammed geçti. Bu hükümdarla birlikte Salgurlu Hânedanı çöktü. 1264’te de Moğol hâkimiyeti altına girdi. Bu karışıklıklar esnâsında Sâdî tekrar Şiraz’dan ayrıldı. Mekke’ye gitti. Hac yaptı. Ömrünün son yıllarını mezarının yanındaki dergahta ibâdet edip ilim öğretmekle geçirdi. 1292’de Şiraz’da vefât etti. Mezarı Şiraz’ın kuzeydoğusunda, şimdi kendi adıyla anılan hangahının bulunduğu yerdedir.
Şâirin manzum ve nesir olan eserleri, ölümünden sonra külliyât hâlinde bir araya toplanmıştır. Bu külliyât sonradan Bîsütûn diye şöhret bulan Übey bin Ahmed bin Ebî Bekr tarafından, biri 1325’te, diğeri de 1334’te olmak üzere iki defâ düzenlenmiştir. İlki, kasîde ve gazellerin ilk harfine göre ve ikinci tertip ise, son harfine göre yapılmıştır. Külliyât, 16 kitap ve 6 risâle olmak üzere 22 eseri ihtivâ etmektedir. Ancak külliyâtta mevcut isimlerin hepsinin bizzat müellif tarafından mı konulduğu kat’î olarak bilinmemektedir.
Gülistan, nesir kısımlar arasına birtakım manzûmeler ilâvesiyle meydana gelmiş bir önsöz ve 8 bölümden ibârettir. Birinci bölüm hükümdârların hal ve hareketleri; 2. bölüm dervişlerin ahlâkı; 3. bölüm kanâatin fazîleti; 4. bölüm susmanın faydası; 5. bölüm sevgi ve gençlik, 6. bölüm tâkatsizlik ve ihtiyarlık; 7. bölüm terbiyenin önemi ve 8. bölüm sohbet âdâbıyla ilgili hikâye ve menkîbeleri ihtivâ etmektedir. Bu hikâyelerin bir kısmı kendi müşâhedelerine, bir kısmı da İslâm âlimlerinin sohbetlerinde duyduklarına ve okuduklarına dayanmaktadır. Eser üslûp ve tertip bakımından mükemmeldir. Bütün bölümler sıralanırken birbirleriyle bağlantılıdır. Nesir ve manzûm kısımlar arasında bir nispet, ilgi sağlanmış ve fikirler kısa ve açık bir şekilde ifâde edilmiştir. Hemen hemen bütün dünyâ kütüphânelerinde Gülistan’ın yazma nüshaları vardır. Eser Avrupa’da ilk defâ Lâtince tercümesiyle birlikte, 1651’de Amsterdam’da neşredilmiştir. Türkçeye ve birçok doğu ve batı dillerine tercümesi yapılmıştır. Sâdî’nin bu eseri birçok kimse tarafından taklit edilmiştir.
Külliyâtta, Gülistan’dan sonra Sâdî’nin manzum eserleri gelmekte ve bunların başında Sâdînâme bulunmaktadır. Ancak bu eser, şarkta ve batıda daha çok Bostan adıyla tanınmaktadır. Adâlet, ihsan, ahlâk, mertlik, tevâzu, rızâ, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münâcât gibi konuları içine alan 10 bölümden ibârettir.
Bostan’da hikâye ve menkîbeler kısa, öz ve güzel olarak yazılmıştır. İfâdeler her bakımdan sağlamdır. Bostan da Gülistan gibi asırlarca İslâm âleminde büyük rağbet görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, birçok şerh ve tercümeleri yapılmıştır. Yakın zamana kadar Anadolu’da okunan Bostan, muhtelif kimseler tarafından şerh ve tercüme edilmiştir. Sâdî’nin külliyâtında Bostan’dan sonra yer alan Farsça ve Arapça kasîdeleri, bir hükümdarın veya devlet erkânının medhinden ziyâde, onları dâimâ insanlığa âdil olmaya dâvet eden bir nevî nasihatnâmedir. Kasîde mâhiyetinde gazelleri de vardır. Bostan ve Gülistan’da aynı beyitlerin tekrarına çok rastlanır.
Bîsûtûn’un tertibine göre, kasîdelerden sonra mülemmaât gelmektedir. Bunu müteakip, sırası ile 20 bendlik terciât ve hayatının gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık devrine göre tertip edilmiş tayyibât, bedâyî, havâtîm, gazelliyât-ı kadîm ile dört kısımdan ibâret ve dört dîvân teşkil eden gazeller gelmektedir. Sâdî, şiirde bilhassa gazelleriyle şöhret bulmuştur. Gazeli, bugünkü müstakil edebî şekil hâline getiren o olmuştur. Gazellerinde tasvirleri canlı ve duygularını rahatça ifâde etmiştir. Medresede elde ettiği bilgileri, seyâhâtleri sırasında uğradığı muhtelif merkezlerdeki âlimlerle sohbet, tecrübe ve görgüsünün mahsulü olan malzemeyi, eserlerinde kullanmıştır. Onun eserlerinde bu malzeme ve fikirler ölçülü-biçili ve insanı sıkmayacak tarzda edebî sanatlara müracaat edilmek sûretiyle işlenmiştir. Sâdî, İran’da gazeli müstakil bir edebî şekil hâline getirmesi yanında, yeni bir nesir üslûbunun da sâhibi sayılır. O, biri sâde sayılan, biri resmî haberleşmede kullanılan ve diğeri cümle sonları kafiyeli olan nesir tarzlarını da bulmuştu.
Eserleri:
Gülistan, Bostan, Takrîr-i Dibâce, Aklu Aşk, Nasihat-ül-Mülûk, Havâtîm gibi birçok eseri vardır.
Şiirlerinden bir beyit:
“Ey Sâdî! Safâ yolunda ilerlemek
Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla nasîb olur hep.”
Gülistan adlı eserindeki bir mesnevînin tercümesi şöyledir:
“Ey kardeş! Bu dünyâ kimseye kalmaz. Gönlünü, her şeyi yaratan Allahü teâlâya bağla. Sana bu kâfidir. Dünyâ mülküne güvenip bel bağlama. Çünkü bu dünyâda senin gibi birçokları yaşamış ve sonunda ölüp gitmiştir. Değil mi ki, en sonunda ölüm vardır ve bu can göç (ölüm) yolunu tutacaktır. O halde ister taht üzerinde can vermişsin ister toprak üzerinde, ne fark eder!”
Alm. Sadismus (m), Fr. Sadisme (m), İng. Sadism. Zevk maksadıyla eziyet, işkence etme. Kelime, Fransız devrimi sırasında yaşayan yazar Marquis de Sade’den gelmektedir. Bu yazar, kendi sadist faaliyetlerini yazıya dökmüş, tahrip ve zarar olmaksızın zevk almanın tabiî olduğunu savunmuştur.
Sadizmin yalnız ortaya çıkması nâdirdir. Genellikle diğer psikolojik bozukluklarla birliktedir. Bir teoriye göre insan sadistçe arzulara sâhip olarak doğar, ancak çevre ve yetişme sonucu bu duygular değişir. Bunalıma düşen şahıslarda, çocukluktan kalma arzular tekrar ortaya çıkabilir. Kişi tarafından bu arzuların fark edilerek sıkı tedâviye geçilmesi, tedâvideki başarıyı arttırır. Sadistik faaliyet ne kadar ilkelse, tedâvisi de o derece zordur.
Sadizm; zamanımızda, geniş mânâda kullanılmakta ve cinsî yönü olmasa da, başkalarına eziyet çektirme sapıklığına denmektedir. İslâmiyetin şartlarının yerine getirildiği cemiyetlerde, sadizm gibi kötü saplantılara rastlanmamaktadır.