SABUN

Alm. Seife (f), Fr. Savon (m), İng. Soap. Temizlemede kullanılan maddelerden bir kısmına verilen genel ad. Evlerde kullanılan sabunlar, tabiatta bulunan bitki ve hayvânî yağlardan elde edilen yağ asitlerinin tuzlarıdır. Serbest Halde bulunan karboksilli asitlerden de çeşitli sabunlar yapılabilir. Sentetik temizleme maddelerinin kullanıldığı 1930 senesinden îtibâren aynı mânâda kullanılan sabun ve deterjan kavramları birbirinden ayrılmıştır.

Sabunun târihi insanlık târihi kadar eskidir. Pompei’deki lav örtüsü altında kalan toprakta sabun kalıpları bulunmuştur. Modern anlamda sabun îmâli, 19. yüzyılda Fransız kimyâgeri, M. E. Chevecul’ün sabunun bir yağ asidi tuzu olduğunu göstermesinden sonra gelişmiştir.

Sabun; temizleme maksadı yanında; kozmetik, losyon, krem, sprey, ilâç yapımında kullanılır. Endüstride boya, plastik döküm, metal çekme işlerinde, sentetik kauçuk ve plastiklerin birçok türünün îmâlatında, su geçirmez tekstil üretiminde, metallerin paslanmasını önleyici yardımcı malzeme olarak birçok alanda kullanılır.

Özellikleri: Sabun yüzey aktif bir maddedir. Su veya organik maddelerde çözündüğü vakit bu sıvıların yüzey gerilmelerini azaltır ve sıvı içerisindeki maddeleri yüzer vaziyete getirir. Meselâ; sabunlu suyla eller yıkandığı vakit, kirler sabun molekülleri etkisiyle gevşer ve su içinde yüzmeye başlar, akan su ise bu kirleri elden uzaklaştırır. Magnezyum ve kalsiyum tuzları yönünden zengin olan sert sularla yapılan yıkanmalarda sabunun asit kökü bu iyonlarla çözünmeyen tuzlar meydana getirerek çöker. Sudaki sertliğe sebep olan iyonların hepsinin, bu şekilde çöktürülmesinden sonra köpük dolayısıyla temizleme işlemi başlamış olur.

Sabun kullanıldığı maksada göre îmâl edilir. Genel olarak suda çözünebilen ve çözünmeyen olmak üzere iki tip sabun cinsi vardır. Suda çözünebilen sabunlar, yağ asitlerinin sodyum veya potasyum tuzudurlar. Bunlar genel temizlik maksadıyla kullanılırlar. Suda çözünmeyen sabunlara sert sabun denir ki, bunlar alüminyum, kalsiyum, magnezyum, baryum, lityum, çinko, kurşun, kobalt ve bakır gibi katyonları ihtivâ eden yağ asidi tuzlarıdır. Suda çözünmediği halde, organik sıvıların içinde çözünebilirler. Sabun, yağlama, organik jelatin vâsıtası, organik reaksiyon katalizörü ve vinil plastiklerinin dengeye getirilmesinde kullanılır.

Sabunun bileşimi: Sabun yapımında kullanılan monokarboksilli asitlerden en önemlileri, tabiatta serbest olarak bulunan 12, 14, 16 veya 18 karbon atomu ihtivâ eden yağ asitleridir. Bu yağ asitleri, yağlarda gliserinleştirilmiş olarak bulunur. Sabun yapımında en çok kullanılan yağ cinsleri hayvanlardan elde edilen iç yağlar, pamuk yağı, hidrojenlenmiş bitki yağları, balık yağı vs.’dir. İç yağlar, hidrojenlenmiş yağlar ve balina yağından yapılan sabunlar katı ve suya dayanıklıdır. Hindistancevizi yağı ihtivâ eden yağlardan yapılan sabunlar suda kolay çözünür ve bol köpük yapar. Sodyum stearat oldukça sert sabun olup, küçük köpüklüdür. Köpükleri de oldukça kararlıdır. Traş sabunları bu türdendir. Köpüklerin küçük ve sık olması sakalları bir arada tutarak traşın kolay olmasını sağlar. Suda çözünebilirliğini arttırmak için, sodyum stearata potasyum stearat da ilâve edilir. Sert sodyum stearat sabunu, 60-100 derece arasında sıcak suda iyi temizleyicidir. Sodyum stearat kozmetik, krem, losyon ve buna benzer maksatlarla da kullanılır. Suda kolay çözünebilen ve düşük su sıcaklıklarında da temizleme gücü büyük olan ve mâyi sabun olarak bilinen yumuşak sabun yağ asitlerinin tuzudur.

Evde sabun imâli: Kaliteli banyo ve el sabununu evde yapmak mümkündür. Evde biriken yağ, iç yağ, kuyruk yağı veya bunların karışımı sabun yapılarak değerlendirilebilir. Bu maksatla evvela yağ kaynatılarak süzülür ve 40 dereceye kadar soğutulur. Kostik soda, su ile karıştırılıp kaynatılarak 25 dereceye kadar soğutulduktan sonra, bu iki sıvı ağır ağır birbirine karıştırılır. Karışım tahtadan kalıplara dökülerek sabun elde edilir. Bu sabunun bileşimi 0,4 kg kostik soda (NaOH), 1,2 litre su ve 2,7 kg yağdır.

SABUNOTU (Saponaria officinalis)

Alm. Seifenkraut (n), Fr. Saponaire (f), İng. Soapwort. Familyası: Karanfilgiller (Caryophyllaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: İç Anadolu, Karadeniz ve Marmara bölgesi.

Haziran, eylül ayları arasında pembemsi-beyaz renkli, kokulu çiçekler açan, sulak ve gölgeli yerlerde yetişen, 30-70 cm boylarında çok yıllık otsu bitkiler. Toprak altı kısmında kırmızımsı kökler bulunur. Yapraklar gövde üzerinde karşılıklı durumlarda, uçları sivri, uzunca ve oval şekillerdedir. Çiçekler beş parçalı, kısa saplı ve iki santimetre kadar uzunluktadır. Meyveleri esmer renkli, uzunca bir kapsüldür.

Kullanıldığı yerler: Kökleri % 5 kadar saponin ihtivâ eder. Ayrıca zamk, reçine, müsilaj ve yağlar taşır. Bitkinin kök ve yaprakları su ile çalkanırsa, taşıdığı saponinden dolayı sabun gibi köpürür. Çay hâlinde (% 1’lik) kan temizleyici, ter verici, balgam ve idrar söktürücü olarak kullanılır. Yüksek dozları tehlikelidir. Halk arasında kumaşların yağ lekelerini temizlemede kullanılır.

SAC

Alm. Blech, Eisenblech (n), Fr. Tôle (f), İng. Sheet iron. Levha hâline getirilmiş metal, özellikle demir malzeme. Kalın levhaların silindirler arasından geçirilmesiyle, yâni haddelemeyle elde edilir. Sıcak olarak yapılan ilk haddelemeden sonra, düzgün bir yüzey elde etmesi için, soğuk haddeleme yapılır. Değişik kalınlıklarda olan bu saclar, belirli standart ebatlar dâhilinde veya şeritler hâlinde kesilir.

Çeşitli tekerlekli vâsıtaların kapakları, gemi gövdeleri ve pekçok teknolojik uygulama sahası yanında sacların en önemli kullanılma alanlarından biri de elektrik araçlarıdır. Elektrik motorlarının rotor, stator sargılarının ve transformatör sargılarının çekirdeğini silisyumlu sac demetleri teşkil eder. Silisli sacların en önemli özelliği, taşıdığı silisyum sâyesinde manyetik kayıpları minimuma indirmesi ve neticede verimi arttırmasıdır. Ayrıca demire katılan bu silis, demirin manyetik özelliklerinde zamanla meydana gelebilecek değişiklikleri azaltarak, demiri daha kararlı hâle getirir. Haddeleme sırasında sac kristallerinin belirli bir doğrultuda yönelmesi sacın manyetik özellikler bakımından kalitesinin artmasına ve belirli bir manyetik devre için daha az saca ihtiyaç göstermesine sebep olur.

SÂCOĞULLARI

Âzerbaycan’daki Türk hânedanlarından. Abbâsî Hâlifeliği topraklarında kuruldu. Hânedânın kurucusu Ebü’s-Sâc Divdâd, Uşrusanalı bir Türk komutandı. Abbâsî Halîfesi El-Mütevekkil’in hizmetine giren Ebü’s-Sâc Divdâd kısa bir sürede önemli mevkilere geldi. Halep, Kınnesrin ve El-Ahvâz’da vâlilik görevlerinde bulundu. 868-870’te Âzerbaycan ve havâlisinin umûmî vâliliğine getirildi. 880’de ölümü üzerine yerine oğlu Muhammedü’l-Afşin Ebû Ubeydullah geçti.

Afşin, 885’te Musul ve el-Cezîre’yi Tolunlulardan alıp, kendi adına hutbe okuttu. Ancak Emîr İshâk karşısında tutunamayarak geri çekildi ve tekrar Âzerbaycan’a yerleşti. Meraga, Kars ve Divin’i zaptetti. 901’de ölümü üzerine yerine kardeşi Ebü’l-Kâsım Yûsuf geçti.

Ermeni krallığı üzerine sefere çıkan Yûsuf, Kral Sempad’ı yenip öldürerek büyük şöhret kazandı. Abbâsîlerden Kazvin, Zencan ve Ebher’i aldı. Üzerine gönderilen Abbâsî ordusunu bozguna uğrattı (918). Ancak iki yıl sonra Emir Munis’e karşı giriştiği mücâdeleyi kaybederek, esir düştü. İki yıl Bağdat’ta tutuklu bulunan Yûsuf, serbest bırakıldıktan sonra Karmatîlere karşı giriştiği mücâdelede öldürüldü (927). Yerine Afşin’in oğlu Ebü’l-Musâfirü’l-Feth geçti.

Feth, üç yıl hükümdarlık yaptı. Feth’ten sonra Abbâsîler, Sâcîlerin hâkimiyetine son verip, Âzerbaycan ve havâlisine tekrar hâkim oldular.

Sâcîler, İslâm devlet hudutları içinde kurulan, fakat iç ve dış siyâsetlerinde tamâmen müstakil hareket edebilen ilk Türk hânedânlarındandır. Bölgedeki Ermenilere ve Abbâsîlerin merkezine yakın sapık Karmâtîlere karşı, Halîfeliğe askerî bakımdan yardımcı oldular. Âzerbaycan’da Türk nüfûsunu bulundurma ve bölgenin Türkleşmesinde hizmetleri geçti. Sâcîlerin merkezi önceleri Meraga olduğu hâlde, sonradan Erdebil oldu. Âzerbaycan’ın iktisâdî hayâtını geliştirip, altın sikke bastırdılar.

SAÇ

Alm. Haar (n), Fr. Cheveu (m), İng. Hair. Başın üst ve arka kısmındaki kıllar. Vücûdun diğer kısımlarında çıkan kıllar belirli bir uzunlukta kalmasına rağmen, saçlar hiç kesilmediği takdirde 70 yaşlarında on metreyi geçebileceği hesaplanmaktadır. Kafatasını sıcağa-soğuğa karşı koruyan saçlar, yaklaşık yüz bin civârında kıldan meydana gelir. Deriden yatık olarak çıkarlar. Kök kısmında saçı heyecan, soğuk gibi durumlarda dikleştiren kaslar bulunur. Saçların kesitleri dâire biçimi veya yassı olabilir. Dâire kesitli saçlar düz ve uzun, yassı kesitlilerse kıvırcıktır. Sarışın saçlar, koyu saçlardan daha yumuşak ve incedir.

Saçların renk ve şekli ırklara ve yaşlara göre değişir. Deri, göz ve kıllarında doğuştan boya maddesi bulunmayan Albinoların (Akşınların) saçları beyazdır. Anglosakson ve İskandinav ırklarında kumral; güney ırklarında siyah; Galyalı Keltlerde ise esmerdir. Küçük yaşlarda kumral olan saçlar, yaş ilerledikçe koyulaşır.

Saçın, büyüme hızı ortalama günde 3 mm ile 4 mm’dir. İlk devrelerde saç kıllarının boyu 5 cm’ye yaklaşır. Sonra belirli bir duraklama devresinin akabinde tekrar büyümeye başlar. Her saç kılının büyüme ve duraklama devreleri birbirinden bağımsız olduğu için bir kıl büyürken diğer kıl dökülebilir. Yeni doğan bebeklerde bütün kıllar aynı devrede bulunur. Bu sebeple 2-3 haftalık bebeklerde âniden saç dökülmesi görülür. 6 aydan sonra saçlar yetişkinlerin saç düzenine uyar.

Erkeklerde saçların dökülmesi alnın iki yanında ve tepede olur. Kadınlarda ise dökülme, saçların seyrekleşmesi şeklinde kendini gösterir.

Yaş, ırk, irsî ve hormonların durumuna göre değişik saç şekilleri meydana gelir. Japon, Çin ve Kızılderili ırklarda fazla saç dökülmesi olmaz.

Saç ağarması, saça renk veren pigment boya maddesinin azalmasından ileri gelir. Üzüntülü bir halde saçların birden beyazlaşması renk değişiminden olmayıp, siyah kılların dökülmesi ve daha dayanıklı beyaz saçların kalmasından ileri gelir.

Saçların dökülmesine, doğrudan saçlarla ilgili mikrobik hastalıklar sebep olabildiği gibi vitaminsizlik, açlık, şeker hastalığı, akut, hormon bozukluğu gibi, bünyedeki herhangi bir rahatsızlık da sebep olabilir. Kellik, saçkıran, kepek, dazlaklık belli başlı saç hastalıklarıdır.

Kellik denen saç hastalığı, bir mantar enfeksiyonu olup, yeniden çıkmayacak şekilde saçları döker. Kanser ilâçları kullanımı da yeniden çıkmak üzere saçların dökülmesine sebep olabilir.

SAÇ DÖKÜLMESİ

Alm. Haarausfall (m), Fr. Alopécie (f), Chite (f) des Chereux, İng. Alopecia. Genel olarak saçın normal olan yenilenmesinin, dökülmesinin hissedilecek derecede hızlanması veya belirli bölgelerde olan dökülmeler sebebiyle, saçlı derinin çıplak, saçsız, seyrek saçlı bir görünüm kazanması. Saç dökülmeleri çoğunlukla iz bırakan ve bırakmayan dökülmeler diye iki gruba ayrılır.

Saç dökülmesinin, en sık rastlanılan şekli, erkeklerde görülen seboreik bünyelerin saç dökülmesidir. Seboreik bünyeye sâhip olanların derialtı yağ bezlerindeki bir bozukluk sebebiyle bebeklikte konak, ergenlikte sivilcelenme ve yetişkin çağda saç dökülmesi meydana gelir. Kepeklenen, kaşınan, yağlı saçlara sâhip olan bu erkeklerin saç dökülmesi yıllarca sürer. Başlangıçta dökülenlerin yerine yenileri gelir, fakat daha cansız ve incedirler. Zamanla tekrar dökülürler ve sonunda dâimî bir saç dökülmesi teşekkül eder. Önce alın köşeleri ve tepe ön bölgesinden başlayan dökülmeler, yanlarda da vukû bulur. Bu tip dökülmede kulak ardındaki saçlar çok sağlam olup, çekmekle dahi çıkmazlar. Bu çeşit saç dökülmesinin sâdece erkeklerde görülmesi bâzı ip uçları vermesine rağmen, kesin sebep ve mekanizma henüz tespit edilememiştir. Androjen hormonu, zihnî yorgunluk, irsî yatkınlık, etkili olan bâzı âmillerdir.

Arsenik ve cıva zehirlenmeleri, tifo, grip, yılancık, zâtürre gibi hastalıklardan, doğumdan ve ameliyatlardan sonra da saçların çoğu dökülebilir. Bu durumlarda dökülme 50-80 gün sonra başlar, 3-4 hafta sürer ve iyileşir. Kansızlık, şeker hastalığı, kan kanserleri, verem, guatr gibi hastalıkların seyrinde de saç dökülmesi olabilir.

Şuâ tedâvisi ve birtakım ilâçların da saç dökücü tesirleri vardır. Bilhassa kanser ilâçları, saçların tamâmını dökebilir. Bunlarda Cyclophosphamide adlı ilâç, bâzı memleketlerde koyunların yünlerini kırpmadan elde edebilmek için hayvanlara yedirilmektedir.

Bâzı sağlam kimselerde, kendileri birşey hissetmedikleri halde, etrafındakiler saçlarının döküldüğünü fark eder. Muayyen bir bölgeden olan bu dökülme zamanla genişleyip bir plak hâlini alır. Bâzen bu saçsız bölge bir çelenk gibi başı çepeçevre sarabilir. Bu hastalığa “Pelade” denilir ve sakal, kaş, kirpik, koltuk altı bölgelerinde de olabilir. Hem kadın, hem erkeklerde görülebilir. Sebebi bilinmemektedir.

Trikotillomani denilen bir halde de saçlar dökülmüş gibi görünür. Bu durum çoğunlukla çocuklarda görülür ve sebebi saçlarını kendilerinin yolmalarıdır. Genellikle kaşlarda da yolunma bulunur.

İz bırakan, nedbeli saç dökülmelerinde dökülen saç geri gelmez. Çeşitli mantar hastalıkları, frengi, iltihaplanmalar ve daha birçok hastalık bu şekilde belirli bir bölgede nedbeli saç dökülmesine yol açabilir.

Tedâvi: Saç dökülmelerinin çok etkili belirli bir tedâvi şekli yoktur. Herhangi bir hastalıkla berâberse o hastalığın tedâvisi kâfi gelir. Kendiliğinden olan saç dökülmelerinde ise saçları kuvvetlendirici tedâvi metodları faydalı olabilir.

Yağlı cilde sâhip olanlar, başlarını esmer potas sabunuyla yıkamaktan istifâde ederler. Saç diplerini kuvvetlendirmek için başa menekşe yağı sürülerek yıkamak, sinameki yaprağını kaynatıp içmek, hatmi çiçeğini kaynatıp suyuyla saçı yıkamak, mersin yaprağı yağı, sakız yağı, lâdün ağacı yağı sürmek iyi gelir. İvadne, baldırıkara, gül, biberiye, sakızağacı yaprakları kaynatılıp, bol su ile, kıl biten yerleri yıkamalıdır. Kaysum, yâni koma pelin (Aurone) ve kamışkökü, labada, asaron yâni çoban düdüğü, arı ve kirpi külü sürmek veya yıkamak saç dökülmesini önlemektedir. Menekşe yağının kolay yapılışı; yüz gram yağ içine iki gram menekşe esansının konulup, çalkalanmasıdır. Yağın tabiî zeytinyağı olması tercih edilir.

Banyodaki, kükürtlü esmer sabun veya selsun, zetion gibi selenium ihtivâ eden şampuanların kullanılması da hem kepeklenmeyi, hem de saçların dökülmesini azaltır.

Son yıllarda saç çıkmayan yerlere saçlı deri nakli, saç ekimi ve saç çıkartan ilâçlar da revaç bulmaya başlamıştır.

SAÇKIRAN

(Bkz. Kellik)

SAÇAKLIZÂDE

Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. İsmi, Muhammed ibni Ebî Bekir Maraşî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1698 (H. 1145) senesinde Maraş’ta vefât etti.

İlk tahsilini, memleketi Maraş’ta bulunan âlimlerden yaptıktan sonra Tibyân Tefsîri müellifi, Muhammed Efendiden ve Dârendeli Hamzâ Efendiden ders alıp, bir kısım ilimleri de onlardan öğrendi. Daha sonra Şam’a gidip, Abdülganî Nablüsî’den hadis, tefsir, tasavvuf gibi yüksek ilimleri öğrendi ve icâzet (diploma) aldı. Böylece tahsilini tamamlayıp, Maraş’a döndü.

Memleketine döndükten sonra talebe yetiştirmek ve kitap yazmakla meşgul oldu. Tefsir, kelâm mantık, ferâiz, meânî ve münâzara ilimlerine dâir yazdığı kıymetli eserlerinden bir kısmı şunlardır:

Risâle fî Âyât-il-Müteşâbihât, Teshîlül-Ferâiz, Risâle fî Tecdîd-i Îmân, Risâle fil Fetevâ, Câmiul-Künûz, Risâle fî Îmânı Vâlid-i Resûlullah, Hâşiye alâ Şerh-i Dibâce-i Tarîkât-ı Muhammediyye, Hâşiye alâ Şerh-i Risâlet-il-Âdâb li-Taşköprüzâde, Takrîr-ül-Kavânîn min-el-Mantık vel-Münâzara.

SA’D BİN EBÎ VAKKÂS

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Dünyâda iken Cennetle müjdelenen on sahâbîden biridir. İlk Müslüman olanların yedincisidir. İsmi Sa’d, künyesi Ebû İshâk’tır. Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkas’tır. Nesebi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) birleşir. Babası Mâlik bin Üheyb bin Abdi Menaf bin Zühre bin Kilâb-i Kureyşî’dir. Annesi, Zühreoğullarından Hamne binti Ebû Süfyân’dır. Hicret’ten 30 yıl önce Mekke’de doğdu. 675 (H.55) senesinde Medîne’ye yakın Akik denilen yerde vefât etti.

On yedi yaşındayken hazret-i Ebû Bekr’in vâsıtasıyla Müslüman oldu. Müslüman oluş hâdisesi şöyle rivâyet edilir:

Müslüman olmadan önce bir rüyâ görür. Rüyâsında, zifiri bir karanlığın içindeyken, birdenbire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğar. Ayın aydınlattığı yolu tâkip ederken, aynı yolda, Zeyd bin Hârise, hazret-i Ali ve hazret-i Ebû Bekr’in önünden ilerlediğini görür. Kendilerine; “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorar. Onlar da; “Şimdi.” diye cevap verirler. Gördüğü bu rüyâdan üç gün sonra hazret-i Ebû Bekr’in kendisine İslâmiyeti anlatması üzerine, kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi hâsıl oldu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr, onu, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) götürdü. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda îmân edip, Müslüman oldu.

Annesi, oğlunun Müslüman olduğunu duyunca çok sinirlenip, onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara başvurdu. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için; “Allah’ın, sana hısım ve akrabâ ile ilgilenmeyi, anne-babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?” dedi.

Hazret-i Sa’d da; “Evet!” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:

“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden, anne kâtili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”

O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi, annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi:

“Ey Anne! Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme!”

Annesi hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebâtını görünce şaşırdı, çâresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriyle annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ, evlâdın anne ve babaya hangi hâllerde tâbi olacağını, hangi hâllerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi sekizinci âyet-i kerîmesini göndererek; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla berâber, hakkında bilgi sâhibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itâat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size haber vereceğim.” buyurdu.

İslâmiyetin, ilk yıllarında Müslümanlar müşriklerden çok ezâ ve cefâ görüyorlardı. Hazret-i Sa’d da çok eziyet çekmişti. Eshâb-ı kirâm ibâdetlerini serbestçe yapamıyorlardı. Hazret-i Sa’d, ilk Müslüman olan sâhabîlerden birkaçıyla berâber, Mekke’de, Ebû Düb denilen bir vâdide namaz kılmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân, birkaç müşrikle birlikte yanlarına gelerek onların namazlarıyla alay etmeye ve kötülemeye başladı. Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Bunun üzerine birbirlerine girdiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğiyle bir müşriğin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler korkuya kapılıp kaçtılar. Böylece hazret-i Sa’d, Allah yolunda ilk kâfir kanı döken sahâbî oldu.

Sa’d bin Ebî Vakkas, Eshâb-ı kirâm arasında en cesur ve kahraman olanlardandır. Eshâb-ı kirâm arasında şecâatta (cesârette), düşmana karşı şiddette en ileri hazret-i Ömer, hazret-i Ali, hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriydi.

Hazret-i Sa’d, bütün gazâlarda ve birçok seriyye (küçük süvâri müfrezesi)lerde bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıkları görüldü. Mekkeli Müslümanların üç bayrağı bulunuyordu. Bunlardan biri kendisine verilmiş, Müslümanların bayraktarlığını yapmıştır. Bedir Harbinde, büyük kahramanlık göstermiş, düşman tarafında bulunan, müşriklerin en başta gelen kumandanı ve en azılı din düşmanlarından olan Sa’d bin El-Âs’ı öldürmüştür.

Uhut Harbinde de, Müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metânetle çarpışmış, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok mahâretliydi. Her attığı ok isâbet ediyordu. İslâmiyette Allah yolunda ilk ok atan sahâbî olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhut Harbinde, 1000’den fazla ok attı.Peygamberimiz tarafından büyük iltifatlara ve duâlara mazhar oldu. Peygamberimiz ona, ok atarken; “At yâ Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun.” diye buyurmuş, her ok atışında; “İlâhî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allah’ım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabul eyle.” diye duâ etmiştir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, hayâtında “Anam, babam sana fedâ olsun.” diye sâdece hazret-i Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmediğini hazret-i Ali bildirmiştir.

Hazret-i Âişe radıyallahü anhâ anlatır: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, gazvelerin birinde, geceleyin Medîne’ye dönüp geldiğinde; “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumayı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas.” dedi. Peygamberimiz; “Seni buraya hangi şey getirdi?” yâni, buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d; “İçimden bir ses, Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları O’na bir sıkıntı ve eziyet verirler.” dedi. Bunun için O’nu korumaya ve hizmetine geldim. Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu.”

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, birçok birliklere de kumandanlık etmiştir. Peygamberimiz zamânında Hicaz’da El-Harrar mevkiine gönderilen seriyyeye kumandanlık yapmıştır. Medîne şehrinin emniyetinin sağlanmasında önemli görevlerde bulunmuş, Resûlullah efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) Buvat Seferine katılmış, bu seferde Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sancağını taşımıştır. Hudeybiye Antlaşmasında bulunmuş, şâhid olarak anlaşmaya imzâ atmıştır. Hazret-i Ebû Bekir, halîfe seçilince, ilk bîat edenler arasında olmuştur.

Hazret-i Ömer zamânında, Hevâzin bölgesine zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki olaylar büyüyünce, hem bu olayları önlemek, hem de düşmana ders vermek için bir İslâm ordusu hazırlandı. Bu ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği, yapılan şûrâda görüşüldü. Bâzıları bizzat bu ordunun başına kumandan olarak Halîfe hazret-i Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da bunun çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerinin Hevâzin’den mektubu geldi. Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (radıyallahü anh) ismini duyan Eshâb-ı kirâmın hepsi ittifakla hazret-i Ömer’e; “İşte aradığın kimseyi buldun!” dediler.

Bunun üzerine hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’ı Medîne’ye çağırarak, onu İslâm ordularına başkumandan tâyin etti. Meşhûr Kadisiye Meydan Muhârebesini kazandı.

Daha sonra, hazret-i Ömer’in emriyle Sâsânî Devletinin başşehri ve İran Kisrâsı’nın bulunduğu Medâyin şehrine hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e hareket ettiğini İran Kisrâsı Yezd-i Cürd duyunca, korkudan şehri terk etti. İslâm ordusu Medâyin şehrine kolayca girerek fethetti.

Kadisiye Harbi ve Medâyin’in fethinde büyük ganîmet elde edilmiş, Kisrâ’nın sarayları ve hazîneleri Müslümanların eline geçmişti.

Medâyin şehrinin, havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini anlayan hazret-i Sa’d, hazret-i Ömer’e durumu bildirdi. Bunun üzerine hazret-i Ömer, yeni bir şehir tesis edilmesini emretti. Sa’d da, Kûfe şehrini kurdu ve şehrin ilk vâlisi tâyin edildi. Hazret-i Ömer, şehit olmadan önce, kendisinden sonra yerine geçecek halîfeyi seçmek için, altı kişilik bir şûrâ teşkil edilmesi vasiyetinde bulundu. Bildirmiş olduğu altı kişiden biri de Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriydi. Eğer Sa’d, halîfe seçilmezse ona bir vezirlik verilmesini de vasiyet etmişti. Hazret-i Osman halîfe seçilince, hazret-i Ömer’in tavsiyesine uyarak, hazret-i Sa’d’ı tekrar Kûfe vâliliğine tâyin etti.

Hayâtının sonlarına doğru, Medîne’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 (H.55) yılında vefât etti. Mübârek cesedi Medîne-i münevvereye götürüldü. Namazını Medîne vâlisi Mervân kıldırdı. Vasiyetine uyularak Bedr Harbinde giymiş olduğu elbisesiyle defnedildi.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbîden, Aşere-i mübeşşereden en son vefât edendir.

Hazret-i Sa’d; heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zâttı. Çok cömertti. Sâdeliği severdi. Hazret-i Sa’d, Vedâ Haccından sonra hastalandığında, Peygamber efendimiz kendisini ziyârete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize; “Yâ Resûlallah! Siz Medîne’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi. Peygamber efendimiz de; “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalır da sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecen artar, merteben yükselir. Umarım ki, sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyle ki, senden birtakım kavimler faydalanacak, birtakımları da mahrum kalacak.” dedi ve; “Yâ Rab! Eshâbımın Mekke’den Medîne’ye dönüşünü tamamla.” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medîne’ye döndü.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona; “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin.” diyerek iltifatlarda bulunurdu.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yine bir hadîs-i şerîflerinde; “Ebû Bekr Cennettedir, Talhâ Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahmân ibni Avf Cennettedir, Sa’d ibni Ebî Vakkas Cennettedir, Saîd ibni Zeyd Cennettedir, Ebû Ubeyde ibni Cerrâh Cennettedir.” buyurdu.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri 270 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, her namazın ardından muhakkak şöyle duâ ederdi: “Allah’ım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayâta düşmekten, dünyânın ve kabrin imtihanından sana sığınıyorum.”

Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir bedevî gelerek, benim söyleyebileceğim bir kelime öğret, dedi. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allah birdir, O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur ve O’nun ortağı da yoktur. Allah her şeyden yücedir. Bütün hamdların hepsi Allah’a mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir. Günahtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret ancak aziz ve hakîm olan Allah’ın yardımı iledir de.” Bedevî; “Bunlar Rabbim içindir. Ya kendim için ne söyleyeyim?” dedi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem; “Allah’ım beni bağışla ve koru. Bana hidâyet ver ve rızıklandır, de.” buyurdu.

Kim müezzinin okuduğu ezânı dinler de tek ve ortağı olmayan Allah’tan başka hiçbir ilâhın bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim, Rab olarak Allah’ı, Peygamber olarak Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) ve din olarak İslâmiyeti seçip, râzı oldum, derse günâhları bağışlanır.

Kur’ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız ağlamaya çalışın.

Kişinin âile fertlerine harcadığı sadakadır. Kişiye âilesine yedirdiği lokmadan muhakkak sevap verilir.”

Duâsının kabul edilmesi için duâ istendiğinde Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Duâ kabul olmak için helâl lokma yiyin.” buyurdu. Sa’d bin Ebî Vakkas radıyallahü anh, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) duâsını aldığından her duâsı kabul olurdu. Bunun için, Müslümanlar onun duâsını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isâbet ettiğinden, ondan çok korkarlardı.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: “Hayâtımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefât ettiği zaman; ikincisi hazret-i Osman’ın şehit edildiği zaman; üçüncüsü de Hakk’a sığınırken ağladım.”

Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.”

SA’D BİN MUÂZ

Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. İsmi Sa’d bin Muâz’dır. babası Muâz bin Nûman, annesi Kebşe binti Râfî’dir. Künyesi Ebû Amr, lakâbı Seyid-ül-Evs’tir. Müslüman olmadan önce Medîne’deki Evs kabîlesinin ve Abdül-Eşheloğulları kabîlesinin reisiydi. Evs kabîlesi içinde Abdül-Eşheloğulları çok zengin ve îtibârlı olup, Sa’d bin Muaz’ın sözlerini tereddütsüz kabûl ederlerdi. Yaklaşık olarak 590 senesinde Medîne’de doğdu. 627 (H.5) senesinde Hendek Savaşında şehit oldu. Peygamberliğin onuncu yılında Sa’d bin Muâz’ın Müslüman olması başlı başına mühim bir hâdisedir. Çünkü o Müslüman olunca, ona bağlı olan kabîlesi de onun bir teklifiyle Müslüman oldu. Böylece Medîne’de İslâmiyet süratle yayıldı.

Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılı başlarında Medîne’den gelen 12 kişi Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) görüşüp, Müslüman oldular. Birinci Akabe Bîatı denilen bu görüşmeden sonra, Medînelilerin kendilerine Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretecek bir öğretmen istemeleri üzerine, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mus’ab bin Umeyr’i bu iş için Mekke’den Medîne’ye gönderdi. Mus’ab bin Umeyr, Medîne’de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Muâz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin evinde yerleşmişti. Sa’d bin Muâz, o zaman Araplar arasında akrabâya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için teyzesinin evine gidip bu işe mâni olma teşebbüsünde bulunamadı. Kendisi bir kabîle reisi olarak bu işe el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr’a:

“Sen git, şu bizim hânemize gelen kişiyi gör, ne yapacaksan yap. Es’ad benim teyzemin oğlu olmasaydı bu işi sana bırakmazdım.” dedi.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti. Ancak, oraya vardığı zaman, onun tatlı konuşmasını, insanın kalbine işleyen sözlerini ve hoş sesiyle okuduğu Kur’ân-ı kerîm âyetlerini dinleyince, kendinden geçip:

“Bu ne güzel şey! Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?” dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu halde Mus’ab bin Umeyr’e dönerek:

“Arkamda bir âlim var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa Medîne’de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz” diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa’d bin Muâz’ın yanına vardı. Sa’d bin Muâz onu görünce:

“Yemin ederim ki Üseyd buradan gittiği yüzle gelmiyor!” dedi. Sonra da “Ne yaptın yâ Üseyd!?” diye sordu. Üseyd bin Hudayr, Sa’d bin Muâz’ın Müslüman olmasını çok arzu ettiği için:

“O kişiyle (Mus’ab bin Umeyr ile) konuştum. Onların bir fenâlığını görmedim. Yalnız duydum ki, Benî Hâriseoğulları teyze oğlun Es’ad’ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından şüphelenerek teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.” dedi. Bu sözler Sa’d bin Muâz’a çok dokundu. Çünkü birkaç sene önce yapılan bir savaşta, Benî Hâriseoğullarını yenip, Hayber’e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa’d bin Muâz’ı çok kızdırmıştı. Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr, böyle bir hîleye mürâcaat ederek Sa’d bin Muâz’ın teyzesine ve teyzesinin oğlu Es’ad bin Zürâre’ye dolayısıyla Mus’ab bin Umeyr’e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihâyet Müslüman olmasını temin etmek gayretindeydi.

Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr’ın bu sözleri üzerine hemen yerinden fırlayıp, Es’ad bin Zürâre’nin bulunduğu yere gitti. Oraya varınca baktı ki hazret-i Es’ad ile Mus’ab bin Ümeyr son derece huzur ve sükûn içerisinde oturuyorlar. Üseyd bin Hudayr’ın maksadını anlayıp teyzesinin oğlunun karşısına dikilerek onlara hitâben:

“Ey Es’ad! Aramızda akrabâlık olmasaydı sen bunları yapmazdın.” dedi. Bu sözlere hazret-i Mus’ab bin Umeyr cevap vererek:

“Ey Sa’d, hele biraz dur oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen biz bunu sana tekliften vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin.” dedi. Sa’d bin Muâz bu yumuşak ve tatlı sözler karşısında sâkinleşip bir kenara oturarak onları dinlemeye başladı.

Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muâz’a önce İslâmiyeti anlattı. Esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa’d bin Muaz’ın yüzü ve hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur’ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı karşısında büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp; “Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr hemen ona kelime-i şehâdeti öğretti. O da:

“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.” diyerek Müslüman oldu.

Sa’d bin Muaz Müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Hemen evine gidip öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra da Üseyd bin Hudayr’ı yanına alıp, kavminin toplandığı yere gitti. Benî Eşheloğullarına hitâben; “Ey Abdül Eşheloğulları. Siz beni nasıl tanırsınız?” dedi. Onlar da hep bir ağızdan; “Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.” dediler. Sa’d bin Muâz, onların bu sözleri üzerine:

“O halde hepinize haber veriyorum. Ben Müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim.” dedi.

Abdül Eşheloğulları, reisleri Sa’d bin Muâz’ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâma dâvet ettiğini duyar duymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar Medîne semâlarını kelime-i şehâdet ve tekbir sedâlarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medîne halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabul edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nûruyla aydınlandı. (Bkz. Mus’ab bin Umeyr)

Bu durum sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli Müslümanlar sevince garkoldular. Bu sebeple o seneye (M. 621) “sevinç yılı” denildi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne’ye hicret ettikten sonra bu hâdiseye işâret ederek: “Ensar hânedânından en hayırlısı Neccaroğullarının hânedânıdır. Sonra Abdül Eşhel hânedânıdır.” buyurdu.

Sa’d bin Muâz, İkinci Akabe Bîatında bulunup, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat etti. Bu bîatte bulunanlar Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) canları gibi koruyacaklarına ve gerekirse bu hususta mallarını ve canlarını fedâ edeceklerine söz verdiler.

Hicretten sonra beş sene daha yaşayan Sa’d bin Muâz, Medîne’nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke’ye gidip Kâ’beyi tavâf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Sa’d bin Muâz Bedir Savaşına katılarak Bedir eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı başlamadan önce, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp, Medîne’ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca bir meşveret meclisi kurup, Eshâb-ı kirâm ile istişâre yaptı. Bu istişâre sırasında Sa’d bin Muâz da söz alıp, şöyle konuştu:

“Yâ Resûlallah, biz sana inandık. Bize getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna şehâdet ettik. Sen nasıl arzu edersen öyle yap. Sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız. Ensar’dan (Medîneli Müslümanlardan) tek kişi dahi geri dönmez. Biz sözümüzde duracağız.” dedi. Bu sözler Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) çok memnun etti. Bundan sonra da Sa’d bin Ubeyde aynı şekilde konuşunca, Bedir Savaşı hazırlığı başladı. Sa’d bin Muâz bu savaşta Evs kabîlesinin başında bulundu.

Bedir Savaşından sonra, Uhut Savaşına da katılan Sa’d bin Muâz gösterdiği cesâret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr bin Sa’d şehit oldu.

Sa’d bin Muâz, müşriklerle yapılan Hendek Savaşına da katılıp, bu savaşta aldığı yara sebebiyle şehit oldu. Savaş sırasında İbn-i Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isâbet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hazret-i Sa’d yaralı bir halde etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve şöyle duâ etti:

“Yâ Rabbî, Kureyş harbe devâm edecekse bana ömür ihsân eyle. Çünkü senin Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet eden, O’nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehitlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyzâ’nın âkıbetini görmeden rûhumu kabzetme.”

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem mescidde bir çadır kurdurarak Sa’d bin Muâz’ı oraya yatırttı. Benî Eshem kabîlesinden Refîde’yi de onun tedâvisine memur etti. Orada yattığı sırada Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem sık sık yanına gelip, hâlini sorardı. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Hendek Savaşı sona erince, derhal Benî Kureyzâ Yahûdîleri üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyzâ Yahûdîleri Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) anlaşma yaptıkları halde Hendek Savaşının en kritik ânında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı. Bu sebeple Benî Kureyzâ bir ay süren muhâsara altına alındı. Haklarında verilecek hüküm için Sa’d bin Muâz’ı hakem olarak istediler. Peygamberimiz Sa’d bin Muâz’ı yattığı çadırından getirtti. O bu hususta, Benî Kureyzâ Yahûdîlerinin de kabul etmesi üzerine, Tevrat’a göre hüküm verdi ve haklarında verilen hüküm uygulandı.

Sa’d bin Muâz, böylece Benî Kureyzâ’nın âkibetini gördü. Sonra onu çadırına götürdüler. Yarası açılıp, tekrar kan akmaya başladı. Nihâyet hicretin beşinci yılında (M. 627) şehit oldu.

Onun vefâtı, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem cenâzesini taşıdı. Cenâzesi kabre indirilirken kabri başında oturup, sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Cenâzesinde yetmiş bin meleğin bulunduğu nakledilmişti. Hadîs-i şerîfte; “Sa’d ibni Muâz’ın ölümünden dolayı arş titredi.” buyruldu.

Sa’d bin Muâz, genç yaşta vefât ettiği için, pek az hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Buyurdu ki:

“Müslüman olduğum günden beri namaz kılarken hatırıma hiçbir şey getirmedim. Resûl-i ekremin her söylediğinin hak olduğuna inandım, kabul ettim.”

“Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri, başladığım hiçbir namazda, bir an önce bitirsem, diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi bir cenâzeye yardıma çıktığımda cenâze defnedilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiçbir şey geçmezdi. Üçüncüsü Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) her buyurduğunu kabul ettim, bunda hiç terettüt etmedim.”