S
Türk alfabesinin yirmi ikinci, Osmanlı elifbâsının beşinci, on beşinci ve on yedinci harfleri. Osmanlı Türkçesinde, “S” sesini belirtmek için peltek olan “se”, “sin” ve “sad” olmak üzere üç ayrı işâret kullanılmıştır. Katı sızmalı ve titreşimsiz bir diş sessizidir.
Eski Türk (Yenisey ve Orhun) kitâbelerinde kalın ve ince sesliler için iki ayrı s işâreti kullanılmıştır. Uygurcada s ve ş için özel bir işâret vardır.
S sesi Ana Türkçeden beri bütünTürk lehçelerinde kelime başında, ortasında ve sonunda kullanılan bir sestir. Su, sol, semiz, söğüt; eski, yastık, kısrak; kes, es, kıs gibi.
Alm. Glück, Wohlergehen (n), Fr. Bonheur (n), Prospérité (n), İng. Happiness, prosperity. Mesut olmak, bahtiyarlık, mutluluk, gönül rahatı ve kalp huzûru. Allahü teâlânın rızâsına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak. Saâdet, insanın devamlı olan huzur ve sevinç hâlidir. İnsanın saâdeti kalp huzûruna, gönül rahatlığına bağlıdır. Bu rahatlığa, mutlaka para, mevki, rütbe, şan ve şöhretle kavuşulamaz. Nice mal, mevki sâhiplerinin huzûra eremedikleri, saâdete kavuşamadıkları herkes tarafından bilinmektedir. Halbuki malı, parası az olduğu, makam, şan ve şöhret sâhibi olmadıkları halde huzur içinde yaşayanlar çoktur. Saâdet lügatta “mutluluk, bahtiyarlık, mesut olmak” mânâlarındadır.
Saâdet, gerek günlük konuşma lisânımızda ve edebiyâtımızda, gerekse insanların fert ve sosyal hayâtını konu edinen ilimlerin hepsinde en çok kullanılan bir kelimedir. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, hukuk, iktisat, siyâset vs. ilimlerin başında gelir. Mesut bir hayat sürmek, sonsuz bir saâdete kavuşmak bütün insanların arzusudur. İnsanı konu alan bütün dinler, ilimler, ideolojiler, hep insanların saâdete, mutluluğa kavuşma yollarını göstermeye çalışmışlardır. İnsanlık târihinin başlangıcından bugüne kadar, insanlara saâdet vâdeden birçok fikirler ve inançlar ortaya konmuştur. Bunların içinde ve en başında, insanı yaratan, onun bütün ihtiyaçlarını en iyi bilen Allahü teâlânın peygamberler vâsıtası ile gönderdiği ilâhî dinler gelmektedir. Zâten dînin genel anlamdaki târifi de, insanları sonsuz saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Bunun yanında din ismi altında insanların kendilerinin uydurduğu bir takım eğri, bozuk yollar da ortaya çıkmıştır. Ayrıca insan topluluklarını çeşitli yönlere sevk edebilecek kudreti ve kâbiliyeti kendinde gören felsefecilerin, siyâsetçilerin veya menfaat gruplarının ortaya koyduğu birçok felsefî veya siyâsî cereyan da, insanlara saâdet, mutluluk yollarını târif etmeye çalışmıştır. Bütün tabipler tıp ilminde ortaya çıkardıkları teşhis ve tedâvileri, insanların saâdeti için kullanmışlardır. Günümüzde de durum aynıdır.
Saâdet, kolay ele geçen ve hemen kavuşulabilen bir hâl değildir. İnsanların asırlar boyunca süren fert ve toplum hâlindeki mücâdeleleri, hep saâdeti ele geçirmek, mutlu bir hayat yaşamak için olmuştur. İnsanın bir anlık düşüncesiyle istikbâle yönelik fikirleri ve çalışmaları hep mesut ve bahtiyar olmayı istemek, devamlı olan bir huzûru, saâdeti temin etmek şeklindedir. İnsan kavuştuğu saâdetin, mutluluğun hiç bitmemesini ister.
Bir insanın anasından-babasından, kardeşlerinden, arkadaşlarından ve en yakın dostlarından beklediği şeylerin başında, saâdete kavuşmasında kendisine yardımcı olmaları gelmektedir. Hakîkî dost, insanın felâketine değil, saâdetine sebep ve yardımcı olandır. Çünkü dost, dostun zararını istemez. İnsanın hakîki dostları, kara günde belli olur.
En iyi bir makinanın, bir âletin düzenli ve verimli çalışması için, onu yapan tarafından bir târifnâmesi de yazılması şarttır. İnsanı yaratan, onun bedenî ve rûhî ihtiyaçlarını en iyi bilen Allahü teâlâdır. İnsanın rahat ve huzûrunu temin edecek, onu hem dünyâda ve hem de âhirette sonsuz saâdete kavuşturacak inanışları bizzat kendisi açıklamıştır. Saâdetin anahtarını göstermiş ve bir bilen vâsıtası ile insanlara tebliğ etmiştir. Bu târiflerin neler olduğunu ve nasıl kullanılacağını dinler ve peygamberler göndererek ortaya koymuştur.
Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için her insanın, her âilenin, her cemiyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda ve âhirette rahat etmeleri ve sonsuz saâdete kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, son ilâhi kitap olan Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. İnsanın saâdetine sebep olan bu bilgileri, hakîki İslâm âlimleri, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O’nun Eshâbından öğrendiler ve binlerce kitap yazarak, herkesin anlayacağı şekilde açıkladılar, dünyânın her yerine yaydılar. İnsanların rahata, huzûra, saâdete kavuşması, bu ilâhî emirlere sarılmasına bağlandı. İnsanlığa, ebedî saâdet yollarını açıklayan, son Peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ, bütün insanların, dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça sonsuz saâdete kavuşamayacaklarını bildirdi.
Peygamberimiz ve bugüne kadar gelen hakîki din âlimleri, insanın hem dünyâda ve hem de âhirette, nasıl saâdete kavuşabileceğini şöyle açıklamaktadırlar:
1. İnsanların, dünyâda ve âhirette, rahat ve mesut olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgiliPeygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği son din olan İslâmiyette toplanmıştır. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. En güzel ahlâk kurallarınıO bildirmekte, dünyâ ve âhiret saâdetini O temin etmektedir. Her iyilik O’ndadır. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. Dışında da hiçbir menfaat yoktur. Başka dinler böyle değildir, bozulmuştur. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresi 85. âyetinde meâlen:
“Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Din-i İslâma arka çeviren âhirette ziyân edecek. Cehenneme girecektir.” buyuruyor. Ayrıca, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 14. âyetinde de meâlen:
“Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed (aleyhisselâm)in emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâp vardır.” buyurdu.
2. İnsanların sonsuz saâdete kavuşabilmeleri, Müslüman olmalarına bağlıdır. Müslüman olmak için hiçbir formaliteye, müftüye, imama gitmeye lüzum yoktur. Kalple îmân etmekle ve İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmekle ve yapmakla olur. Îmân etmek için “Kelime-i şehâdet” söylemek ve bunun mânâsını bilmek lâzımdır.
3. Îmân, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdı üzere olmalıdır. Yâni Peygamberimizin, Eshâbının ve onlara tâbi olan hakîki İslâm âlimlerinin bildirdiği şeyleri öğrenip bilmeli ve bunlara inanmalıdır.
4. Dindeki ibâdet bilgilerini, dört hak mezhepten birinin fıkıh kitabını okuyarak doğru öğrenip buna uygun ibâdet yapmalı ve haramlardan sakınmalıdır. Dünyâda saâdete, iyiliklere, huzûra kavuşmak ve âhirette azaplardan kurtulmak için iki şey yapmak lâzımdır: Birisi, Allahü teâlânın emirlerini yapmak; ikincisi O’nun yasak ettiklerinden sakınmaktır. Haram işleyerek saâdete kavuşulmaz.
5. Çalışıp para kazanmalıdır. Tenbeli kimse sevmez. Çalışkan, Allahü teâlânın sevgilisidir. Kimseye muhtaç olmamaya çalışmalıdır. Dîne uygun kazanmalıdır. Fakir kimse, dînini, nâmusunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak, İslâmiyete ve insanlara hizmet edebilmek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan faydalanmak da lâzımdır. Helâl kazanmak, insanlara veİslâmiyete hizmet etmek, büyük ibâdettir. Namaza mâni olmayan ve haram işlemeye sebep olmayan her kazanç yolu hayırlıdır, mübârektir. Dînimiz ticâreti ve sanat sâhibi olmayı emretmektedir. Hadîs-i şerîflerde; “Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir.” ve “En helâl şey, sanat sâhibinin kazandığıdır.” buyrulmaktadır. Bunun için sanat ve meslek sâhibi olmaya çalışmalıdır.
6. Bedenen ve rûhen temiz olmalıdır. Ruh ve beden sağlığı yanında temizliğe de çok dikkat etmelidir. İnsanın ibâdet etmesi, kendisine ve insanlara iyilik edebilmesi sağlıklı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde çeşitli âyetlerde meâlen; “Temiz olanları severim.” buyuruyor.
Evler ve elbiseler temiz olmalı, elleri ve vücutları devamlı yıkamalıdır. Mikroplardan ve hastalıklardan korunmalıdır. Sıhhati korumaya dikkat etmelidir. Peygamberimiz tıp bilgisini çeşitli şekillerde övmektedir. Meselâ; “İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi.” Yâni ilimler içinde en lüzumlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat, sağlık bilgisidir diyerek, her şeyden önce rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu.
İslâmiyet beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Kânûnî Sultan Süleymân Han, “Olmaya cihanda devlet, bir nefes sıhhat gibi” sözü ile sağlığın ne kadar kıymetli olduğunu anlatmaktadır.
Ruh sağlığı için de ahlâk ve fazîlet sâhibi olmalıdır. Peygamberimiz; “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.” ve “Îmânı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır.” buyurdu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmektedir. Yalan söyleyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmeyen, büyüklük taslayan, yalnız kendi çıkarını düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, olgun Müslüman sayılmaz. Kâmil, olgun Müslüman, her şeyden önce tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir.” Müslüman son derece alçak gönüllüdür. Kendisine baş vuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Vakur ve kibardır. Âilesini ve vatanını sever. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Vatan sevgisi îmândandır.” buyurmuştur.
7. İnsanların dünyâda ve âhirette sonsuz olarak rahat, huzur, saâdet içinde yaşayabilmeleri hakîki Müslüman olmalarına bağlıdır. Âhirette Cennetin sayısız nîmetleri, hakîki Müslümanlar için hazırlanmıştır. Müslüman olan ve emirlerini yerine getiren, dünyâda ve âhirette muhakkak saâdete ulaşır. Çünkü Allahü teâlâ insanlara bunu vâd etmektedir. Aklı olan herkes dünyâda rahat ve huzur içinde yaşamak, âhirette de azâplardan kurtulup, sonsuz nîmetlere kavuşmak ister.
Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur’ân-ı kerîmin Furkân sûresi 63-68. âyetlerinde meâlen şöyle bildirilmektedir:
Rahmânın (yâni kullarına acıması çok olan Allah’ın) kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile ve yumuşak yumuşak yürürler. Bilgisizler kendilerine sataştığı zaman onlara, selâmetle deyip geçerler. Onlar, yatışlarında ve kalkışlarında hep Allah’ı anar. O’na hamd ederler. Onlar Rabbim, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azâbı sürekli ve acıdır, orası şüphesiz kötü bir yer, kötü bir duraktır, diye Allah’a yalvarırlar. Onlar bir şey sarf ettikleri zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allah’a eş koşmazlar. Allah’ın dokunulmasını haram ettiği cana kıyıp kimseyi öldürmezler. Ancak suçluları cezâlandırırlar. Zinâ etmezler.
Ve 72-74. âyetlerinde meâlen:
“Yalan yere şehâdet etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakarla uzaklaşırlar. Kendilerine Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, Rabbim, bize eş ve çocuk olarak gözümüzü aydınlatacak kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar.” buyrulmaktadır.
Bundan başka, Sâf sûresinin 2. âyetinde meâlen; “Ey İnsanlar! Yapmadığınız bir şeyi niçin yaptığınızı söylersiniz? Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur.” buyrulmaktadır ki, bu da, bir insanın yapamayacağı bir şeyi adamasının veya yapamayacağı bir şeyi vâd etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
Onlar (inanmışlar), kalpleri Allah’ı anmakla huzûra kavuşmuştur. Dikkat ediniz, Allah’ı anmak kalpleri huzûra kavuşturur. (Ra’d sûresi: 28)
Îmân edip güzel iş ve amellerde bulunanlar ne mutludurlar, sonunda dönülüp gidilecek olan güzel yurt da onlarındır. (Ra’d sûresi: 29).
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
Müslüman, eliyle ve diliyle kimseyi incitmeyen kimsedir.
Seni sevene sen de sevgini açıkla! Çünkü sevene, sevginin ortaya konuşu, aradaki sevginin derinleşmesine ve daha devamlı olmasına yol açar.
En mükemmel mümin, ahlâkı en güzel mümindir. Hayırlınız hanımlarına karşı da hayırlı olanınızdır.
Müslüman olan, yeteri kadar rızkı bulunan ve bir de Allah’ın verdiğine kanâat eden, artık kurtulmuş demektir.
İyi huylu, dünyâda ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır.
Saâdet, insanın dünyâ ve âhiret hayâtında rahat ve huzur içinde bulunmasıdır. Bütün insanların kavuşmak istediği arzuların başında, sonsuz saâdet gelmektedir. Bu arzuyu ona veren, yaratıcısı Allahü teâlâdır. Şerefli olarak yaratılan insanı bu arzularına kavuşturacak olan da, yine Allahü teâlâdır. İnsan, sonsuz saâdet için iki şeyi hep ister: Birisi, her arzu ettiği şeye zahmet, sıkıntı çekmeden kavuşmak; ikincisi de, hiç ölmemektir. İnsanın bu iki arzusuna kavuşması, fâni (geçici) olarak yaratılan bu dünyâda mümkün değildir. Cennet, insanların bu iki arzusunun gerçekleşeceği yerdir. Cennet hayâtı sonsuzdur. Oradaki hayat, hiç bitmeyecektir. Orada ölüm yoktur. Hiçbir dert, sıkıntı, zahmet, kötülük olmayacaktır. İnsan, arzu ettiği bütün nîmetlere zahmetsiz olarak Cennet’te hemen kavuşturulacaktır.
Alm. Uhr (f), Wecker (m), Fr. Horloge (m), pendule, montre (h), réveil (m), İng. Clock, watch, alarm-clock. Zaman gösteren mekanik veya elektronik cihaz. Bu cihazın çalışmasını muntazam aralıklarla sayma yapan bir mekanizma sağlar. Mekanik, elektromekanik veya elektronik olsun bütün saatlerin çalışması, prensip olarak sayı sayan bu mekanizma ile olur.
Mekanik bir saat; seri halde dişli çarklar, pinyon dişliler, zemberek veya ağırlık, eşapman, sarkaç veya denge ağırlığı, kadran, akrep, yelkovan gibi parçalardan meydana gelir. Elektrikli saatlerde zembereğin görevini bobin veya motor yüklenir. Elektronik saatlerde hareketli hiçbir parça olmayıp, zaman, ekranda görülür Otomatik kol saatlerinde ise saat içine yerleştirilen eksantrik bir rotor ağırlık, kolun hareket etmesiyle ileri geri dönerken saat dişlilerini çeviren yayı kendiliğinden kurar.
Saatler, çalışma prensiplerine ve yapılarına göre çeşitlidir: Genel olarak kurma mekanizması ağırlıklı, sarkaçlı ve zemberekli mekanik saatler; elektrikli saatler; elektronik saatler olarak üç sınıftır.
Târihi: Yapılan araştırmalara göre saatin ilk ortaya çıktığı yer, M.Ö. 4000 senelerinde Mısır’dır. İlk saat güneşin dik duran bir cisimde meydana getirdiği gölgenin boyu esas alınarak yapılmıştır. Londra’daki müzede Kleopatra’nın bu şekilde bir saati sergilenmektedir. Güneş saati, gece iş görmediği için bunun yanında su veya kum saatleri de yapılmıştır. Kum saati, iki hazneli olup, iki hazneyi birleştiren ince delikten kum akış hızı prensip alınmıştır.
Zaman birimi güneşin ve ayın hareketlerine göre seçilmiştir. Zamanın hassas birimlerle ifâdesi, günün belli zamanlarında yapılan ibâdetler sebebiyle zaman zaman geliştirilmiştir. İslâmiyetin yayılmasıyla astronomide çok ileri giden İslâm âlimleri, bugünkü zaman birimlerinin temelini atmışlar ve çok çeşitli hassas saatler yapmışlardır. Beşinci Abbâsi halîfesi Hârünü Reşid’in Fransa Kralı I. Şarl’a gönderdiği duvar saati o günkü İslâm Devletinin medeniyet seviyesini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Avrupalılar saatin, kendi kendine işlediğini görünce içinde şeytan var, diyerek hayretlerini gizleyememişlerdi.
On altıncı yüzyıllarda Çin, İran, bilhassa Osmanlılarda çarklı mâdenî saat yapımı çok ilerledi. Osmanlı sanatkârlarının yaptığı saatlerden bir kısmı hâlâ Avrupa müzelerinde saklanmaktadır.
Duvar saati olarak yapılmaya başlanan zaman göstergesi daha sonra masa ve cepte, kolda taşınabilir saatler şeklinde de yapılmıştır. Çark ve yay gibi mekanik yapıya sâhip klasik saatler elektronik sanâyiinin ilerlemesiyle yerini elektrikli, elektronik devreli saatlere bırakmaya başlamıştır. Bilgisayarların, elektromanyetik kod yayınlı muhâbere sistemleri ve daha birçok elektronik cihazlar, frekansları sisteme göre değişen saatlerle çalışır.
Mekanik saat: Mekanik saatte, dişlileri çeviren kuvvet, bir ağırlık veya yaydan, zemberekten temin edilir. Zemberek büyük dişli çarkı, bu da pinyon dişliyi çevirir. Pinyon dişlinin şaftı ikinci dişli çarka bağlıdır. İkinci çark yine bir pinyon dişliyi çevirir. Bu şekilde seri halde dişli çark-pinyon düzeni eşapman (kaçırma) çatalına kadar ulaşır. Eşapman çatalı dişlilerin dâimâ ileri dönüşünü ve sarkaç veya balans ağırlığına darbeler hâlinde hareket vererek eşit aralıklarla salınımını sağlar. Saatin sayma düzeni, eşapman çatalı ve buna bağlı sarkaçtır. Dişlilerin dönüş hızı eşapman çatalının müsâadesine bağlıdır. Eşapman çatalının salınım süresini ise sarkaç boyu veya balans ağırlık yayının boyu etkiler. Sürtünme kayıplarını azaltmak için, çark şaftlarının iki ucu elmas taşlarla yataklanır. Çarklardan bir kısmının görevi de ses çıkarma düzenini çalıştırmaktır.
Elektrikli saatler: İlk elektrikli saat 1840 senesinde İngiliz saatçı Barwise ve Skoç A. Bain tarafından yapılmıştır. Pille çalışan saatler, İkinci Dünyâ Savaşı esnâsında Almanlar tarafından geliştirildi. İlk elektrikli saatler mekanik yapıya sâhipti. Ağırlık veya sarkaçın görevini elektrik akımının doğurduğu manyetik alan yapmaktaydı. 1950 senesinde İsveç’te, sâniyede 300 defâ titreşen manyetik bobinli çatalın, balans tekerinin yerini alması ile sürtünme kayıpları bir miktar ortadan kaldırıldığı için hassasiyet artmıştır. Çatal titreşimini sâbit tutmak için transistör devresiyle kontrol edilen bir bobin devresi vardır. Bobine elektrik akımı transistör devresiyle açılıp kapandığı için zaman kaybı yoktur. Bobin enerjilendikçe çatalı titreştirir. Çatalın her titreşimi indeks dişlisinin dönmesine sebep olur. İndeks dişlisi 300 diş ihtivâ ettiği için, sâniyede bir tur atar. Bu tip saatler uydularda ve uzay araçlarında kullanılır.
Elektronik kuartz saatler: Mikro elektronikteki ilerlemeler, kuartz saatin yapılmasına imkân sağlamıştır. İki türlü kuartz saat vardır. Birinci türde, kuartz asilatör, alternatif akım üretir. Bu akım bir motoru tahrik eder. İkinci türde ise, hareketli hiçbir kısım yoktur. Bu türde kuartz yine asilatör olarak çalışır. Fakat bu asilatör frekansı yüksek olup, elektronik devreleri sürer. Saat sıvı kristal veya ışık veren diyod (LED) göstergeden okunur. Kuartz saatler, çok az enerjiyle çalışırlar. Titreşim, kristal ile kontrol edildiğinden hassasiyet binler mertebesinde artmıştır. Güneş enerjisini depo ederek çalışan kuartz saatler yapılmıştır. Bu saatlerde hata, senede bir dakikayı geçmez.
Alm. Pflug (m), Fr. Charrue (f), İng. Plow. Toprağı altüst etmek, tarlayı tohum ekilebilir hâle getirmek ve çift sürmek için hayvanın koşulduğu, ucu sivri demirli zirâat âleti. Sabanın bulunuş ve kullanılış târihi çok eskidir. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâm zamânında sabana benzer âletler kullanılarak toprağın sürüldüğü, tohumların ekildiği ve elde edilen ürünlerden ekmek yapılıp pişirildiği, din kitaplarında yazılıdır. Çünkü Âdem aleyhisselâm ve ona inananlar şehirlerde yaşarlar ve okuma yazma bilirlerdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik yapmak gibi sanatları da vardı. Zamanla insanların çoğalması, ihtiyaçlarının artması, onları toprağı işlemeye daha çok yönelterek, kullandıkları âletlerde yenilik yapmaya sevk etti.
M.Ö. 5 ve 6. yüzyıllara uzanıldığında sabanın en eski çeşitlerine Mezopotamya’da rastlarız. İlk sabanlar taş veya ağaçtan yapılmış olup, itmek veya çekmekle insanlar tarafından kullanılırdı. Eski Mısırlılar bu durumu biraz daha geliştirdiler. Esirleri, sabana benzer âletlerin önüne geçirerek çektirirler ve toprağı sürdürürlerdi. Daha sonraki yıllarda hayvanlara bağlanarak çekilen sabanlar yapıldı. Bu ilerleme ve gelişme içerisinde Eski Romalılar da toprağı süren kısmı, bıçağı demirden olan saban yapmayı başardılar. Daha önceki asırlarda, Asya’da istifâde edilen sabanların, târihi kaynaklarda, 6 ve 7. yüzyıllarda Orta Avrupa’da kullanılmaya başlanıldığı yazılmaktadır.
Târih çağları içinde saban, değişik şekiller aldı. Toprağı daha derin sürmek ve altını üstüne iyice çevirebilmek için değişik usuller kullanıldı. Sürülen ve altı üstüne getirilen toprağın daha verimli olduğu görülünce büyük ve gövdesi geniş, uç kısmı ince sabanlar yapılmaya başlandı. Son yüzyıllarda bütün aksamı demir olan ve pulluk ismi verilen âlet yapıldı.
Pulluk; bir demir okun etrafında sağa sola rahatlıkla dönebilen uçları keskin iki kanattan meydana gelmektedir. İlk önceleri hayvanlar yardımıyla kullanılan bu âlet, günümüzde traktörlerle çekilmeye başlanmıştır. Pulluklar toprağın derinliğine ve genişliğine göre ayarlanabilen modern sabanlardır.
Halk arasında kara saban olarak bilinen zirâat âleti çok basittir. Toprağın altına istenilen seviyede inemediği gibi, altı üste çevirme işi de gereği gibi olmaz.
Saban şu kısımlardan meydana gelir:
Saban burnu; sabanın uç kısmında bulunan demirin keskin ucudur. Saban kayışı; sabanı boyunduruğa bağlayan kayıştır. Saban oku; kayışla boyunduruğa bağlanan uzun ve üzerinde de delikler bulunan kısımdır. Saban demiri; toprağa giren sabanın uç kısmında bulunan üçgen şeklindeki demirdir. Saban kulağı; toprağı alt üst eden kısımdır. Saban zıvanası (halkası); boyunduruğun saban okuna bağlanmasını sağlayan halkadır. Saban ökçesi; saban demirinin hemen arkasında bulunan ve toprağın iki yana açılmasını sağlayan kısımdır. Saban tarağı; Saban kütüğüyle okunun birbirine bağlanmasını sağlayan ağaç parçasıdır.
Beş ve altıncı yüzyıllarda Batı Sibirya ile Kafkasların kuzeyinde mühim rol oynayan bir Türk boyu. Asıl yurtları, muhtemelen Tanrı Dağlarının batısı ile İli Nehri arasıdır.
Önceleri Büyük Hun İmparatorluğuna bağlıydılar. 461-465 yılları arasındaki büyük kımıldama ve geniş ölçüdeki göç hâdiseleri münâsebetiyle batıya yönelerek Tobol ve İşim nehirleri arasına yerleştiler. Hunlardan etkilenen Sabar kültürünün, bölgenin yerlilerine yüzyıllarca devâm eden derin tesirleri oldu. Tobolsk civârlarında Obi, Tura ve İrtiş ırmakları boylarında Saber, Soper, Savrî, Sabrei, Sıbır gibi yer ve kale; Ay-Sabar, Kün-Sabar gibi Sabarlara âit şahıs adları yaygındır. Bölge halkının masal ve kahramanlık hikâyelerinde de yer alırlar.
503 yılında Ural Dağlarını aştılar. Doğu Avrupa’ya girerek, Bulgar gruplarını kendi federasyonlarına aldılar. 515’te İtil-Don nehirleri arasında Sâsânîlerle anlaşıp, Bizans’a karşı savaştılar.
516’da Doğu Anadolu’dan girip, Kayseri, Ankara, Konya civârlarına kadar ilerlediler. Bu akınlarda Bizanslılar, Sabarların üstün muhârebe gücü, harp ve malzeme tekniğine hayran kaldılar. Anadolu harekâtında Sabarları, hükümdârları Balak idâre etti. Balak’tan sonra yerine dul hâtunu Bogarık geçti. Bogarık, yüz bin kişilik Sabar ordusuna kumanda ediyordu. Sabar Devletini başarıyla idâre eden Balak’ın dul eşi, kumandanlığı, idâreciliği ve güzelliğiyle meşhurdu. Bizans İmparatoru Birinci Justinianos (532-565), Bogarık ile mücâdele edemeyeceğini anlayınca, hediyeler karşılığı 528’de anlaştı. Bizanslılar, Sâsânîlerle mücâdelede Sabarlar ile anlaşma yolunu tercih ettiler.
Sabarlar, Altıncı yüzyılın ortalarından îtibâren Sâsânîlerin taarruzları netîcesinde zayıfladılar. 557’de Avarlardan da ağır bir darbe yediler. Sabar ülkesi 568’de Göktürk hâkimiyet sâhasına girdi.Sabarların kuzey Kafkasya’daki hâkimiyetleri de Bizanslılar tarafından yıkıldıktan sonra, bir kısmı Kür Nehri boyuna yerleştirildi. Yedinci yüzyılın ortalarına kadar dağınık hâlde yaşadılar. Daha sonra bölgede büyük bir devlet kuran Hazarların asıl topluluklarını meydana getirdiler.
(Bkz. Dönmeler)
Alm. Guduld, Ausdaur (f), Fr. Patience (f), İng. Patience, persevarance. İnsanın, beklenmedik olaylar veya içine düştüğü zorluklar, güçlükler sebebiyle istemediği şeylerin başına gelmesi hâlinde, bunlardan tedirgin olmaması, paniğe kapılmaması ve tahammül etmesi. Nefsin, sonu pişmanlık olan kötü isteklerini yapmamak da sabırdır.
Sabır acı, meyvesi tatlıdır. Sıkıntılara, acılara, dert ve belâlara sabır gösteren, sonunda huzur ve saâdete kavuşur. Sabrın sonu kurtuluştur. Bütün ibâdetleri ve iyilikleri yapabilmek sabırla ele geçer. İnsanın îmân etmesi ve son nefese kadar îmânını koruyabilmesi sabır ile olur.
Hadîs-i şerîfte; “Sabır, îmânın yarısıdır.” buyruldu. Sabrın fazîletini, üstünlüğünü, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde yetmiş yerde ve Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde bildirmektedir. Rabbimiz, sabredenlerle berâber olduğuna söz veriyor. Bakara sûresi 153. âyetinde meâlen; “Elbette, sabredenlerle berâberim.” buyruldu. Zümer sûresi 10. âyetinde de meâlen; “Sabır edenlerin âhiretteki ecirleri, mükâfatları sayısızdır.” buyrulmaktadır.
Sabretmek çok kıymetli bir haslettir. Bu nîmet çok az kimseye ihsân edilmiştir. Nitekim, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Size verilen en az şey, yakîn ve sabırdır. Bu ikisinin kendisine verildiği kimse, çok nâfile namaz kılmasa da, oruç tutmasa da korkmasın. Bugünkü hâlinizle, bir kimsenin, bütün insanların iyi amellerini yapmasından daha çok severim. Sabreden tam sevap alır.” ve yine buyurdular ki:
Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir.
Eğer sabır, insan olsaydı çok kerim ve cömert olurdu.
Allahü teâlâ sabredenleri sever.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma buyurdu ki: “Ahlâkta bana uy! Benim ahlâkımdan biri, çok sabredici olmamdır.”
Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “İstemediğine sabır etmeyince, istediğine kavuşamazsın!” Hazret-i Ali buyurdu ki; “Sabrın îmândaki yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başı olmayanın bedeni de olmaz. Sabrı olmayanın da îmânı olmaz.”
Sabır, insana mahsus bir sıfattır. Hayvanlarda sabır yoktur. Çünkü çok noksandırlar. Meleklerin ise sabra ihtiyaçları yoktur. Çünkü yeme içme, evlenmek gibi arzular taşımazlar. Sabretmesi gerekecek bir hâlle karşılaşmazlar. Hep ibâdet edicidirler. Hiç günah işlemezler. İnsanlar, haramlardan sakınıp nefsinin kötü arzularını, isteklerini yapmazlarsa ve böylece sonu pişmanlık olan geçici lezzetlerden yüz çevirirlerse sabretmek nîmetini ele geçirmiş olurlar. Bu nîmet, onların dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olur.
Sabır üçe ayrılır: Biri, günah işlememek için sabretmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevaptır. Günahların, büyüğünden ve küçüğünden çok sakınmalıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir zerrecik (yâni çok az) bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir.”
İkincisi; dertlerin, belâların acılarına bağırıp, çağırmayıp sabretmektir. Çok kimse, sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yâni sabrın ikisi de farzdır. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın, dostların incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ sevgili Peygamberine emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Peygamberlerden ülülazm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azap verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!”
İbrâhim sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yaptıkları işkencelere sabrederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir.” buyruluyor.
Müminler, çoğu zaman sırf inandıkları için, başka din mensuplarının kötülüklerine hedef olurlar. Çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu gibi durumlarda sabır, müminlerin güç kaynağı, îmânının koruyucusudur. Hazret-i Mûsâ’ya inananlara, Firavun eziyet etmek isteyince, onlar; “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür!” diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz ve ilk Müslümanların, yapılan kötülüklere nasıl sabır ve tahammül gösterdiklerini herkes bilmektedir.
Üçüncüsü ibâdetleri ve iyi işleri yapmakta da sabra ihtiyaç vardır. İlim öğrenmek ve ibâdet yapmakta bir takım sıkıntılar bulunur. Çünkü ibâdetlerin bir kısmı tembellikten dolayı zor gelir. Namaz kılmamak böyledir. Bâzısı da cimrilikten zor gelir. Zekât vermemek böyledir. Her iyi işin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyaç vardır. İbâdetlerin sıkıntısına katlanıp, sabır göstermek, insanı hüsrandan ve sonsuz felâketten kurtarır. Cehennem’den korur. Kur’ân-ı kerîmde Asr sûresinde meâlen; “İkindi vaktine yemin olsun ki, bütün insanlar hüsrandadır. Ancak îmân edenler, iyi amelleri (işleri) yapanlar, hakkı ve sabrı tavsiye edenler ve bunları tutanlar kurtuldu.” buyrulmaktadır.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Doğrusu kim Allahü teâlâdan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse, muhakkak ki Allahü teâlâ, iyilik edenlerin mükâfâtını boşa çıkarmaz. (Yûsuf sûresi: 90)
Eğer size bir eziyet verirlerse, karşılığında onun kadar yapınız. Sabrederseniz daha iyidir. (Nahl sûresi: 126)
Müşriklerin yalanlamalarına ve ezâlarına sabret! Onları güzel bir şekilde terk edip onların cezâlarını, Allahü teâlâya bırak! (Müzemmil sûresi: 10)
Ey müminler! Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman (sabredip) sebat gösterin ve Allah’ı çok anın ki, kurtulabilesiniz. (Enfal sûresi: 45)
Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
Sabır ve tahammül gösteren kimseyi, Cenâb-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nîmet, hiçbir kimseye verilmemiştir.
Hoşlanmadığın şeye sabretmekte, büyük fayda vardır.
Peygamber efendimizin hatîbi olmakla şereflenen zât. Ensâr-ı kirâmdandır. Bütün gazâlarda bulundu. Hazret-i Ebû Bekr zamânında Yemâme Cenginde şehit düştü. Nesebi; Sâbit bin Kays bin Şemmas bin Züheyr bin Mâlik bin İmrüülkays bin Mâlik bin Sa’lebe bin Ka’b bin Hazrec’dir. Künyesi, Ebû Muhammed veya Ebû Abdurrahmân olup; lakabı, Hatîb-i Resûlullah veya Hatîb-ul-Ensâr’dır. Hicretten evvel îmân etti. Hazret-i Sâbit bin Kays, fesâhat ve belâgatla çok güzel konuşur, dinliyenleri hayrân bırakırdı. Bu hasleti, sevgili Peygamberimiz tarafından sevilir ve taktir edilirdi.
630 (H.9) senesinde Benî Temîm’den 80-90 kişilik bir heyet, Peygamber efendimizin yüksek huzûrlarına gelerek; “İzin verirseniz, sizinle övünme yarışı yapmak istiyoruz.” dediler. Peygamber efendimiz de; “Hatîbinize izin verdim. Konuşsun.” buyurdular.
Utarid ismindeki hatîb ayağa kalktı. Zengin olduklarını, paralarıyla iyi işler yaptıklarını, doğu halkının en güçlüsü olduklarını, sayıca çok ve savaşa çabuk hazırlandıklarını, halkın reîsleri ve en fazîletlileri olduklarını sayıp döktü. Sonunda da; “Bizim gibi fazîletlere sâhip olabileniniz varsa çıksın da görelim!” deyip oturdu.
Peygamber efendimiz, hazret-i Sâbit bin Kays’a cevap vermesini emir buyurdular. Sâbit bin Kays ona, veciz sözlerle Peygamber efendimizi medh ederek cevap verdi.
Temîm heyetinin şâiri Zibrikan bin Bedr ayağa kalkıp söz aldı ve şiirini okudu. Sevgili Peygamberimiz, bu şiire hazret-i Hassân bin Sâbit’in cevap vermesini emir buyurdular. Hazret-i Hassân bin Sâbit aynı vezin ve kâfiyede söylediği uzun bir şiirle Zibrikan bin Bedr’e cevap verdi.
İslâm hatip ve şâirinin, Benî Temîm’in hatip ve şâirini bastıracak şekilde hutbe ve şiir okumaları, Peygamber efendimizi ve diğer Müslümanları çok sevindirdi. Benî Temîm’in reislerinden Akra bin Habis, Peygamber efendimiz için:
“Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi, O’nun hatîbinin hitâbeti ve O’nun şâirinin şiiri bizimkinden daha güzel, ses ve sedâları da bizimkinden daha gür ve daha tatlıdır. Bu zât, Allahü teâlâ tarafından korunuyor, destekleniyor.” diyerek, Peygamber efendimize yaklaştı ve Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.Sevgili Peygamberimiz; “Bundan önceki hâlin sana zarar vermez.” buyurdu. Daha sonra, Benî Temîm heyetinin diğer fertleri de Müslüman oldular. Peygamber efendimiz, onları çeşitli hediyelerle sevindirdi.
Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında meydana çıkan ve peygamber olduğunu iddiâ eden Tuleyhâ ve Müseylemet-ül-Kezzâb’a karşı Hâlid bin Velîd kumandasındaki İslâm ordusunda kumandan olarak bulunan Sâbit bin Kays, Müseyleme ve taraftarlarıyla olan savaşta şehit oldu.
Hazret-i Sâbit bin Kays, çok cömertti. Bir günde, beş yüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmadı. Bunun üzerine, En’âm sûresi 141. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ekini hasad ettiğiniz zaman, fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf edenleri elbette sevmez.” buyruldu.
Hazret-i Sâbit bin Kays, Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme karşı çok hürmetliydi. Peygamber efendimiz de onu sever, bu sevgisini zaman zaman bildirirlerdi. Hazret-i Sâbit bin Kays, birgün hastalandı. Resûl-i ekrem onu ziyâret ederek; “Ey Allah’ım! Sâbit bin Kays bin Şemmas’ın hastalığına şifâ ver!” diye duâ buyurdular.
İslâm âleminin yetiştirdiği 9. yüzyıl astronomi ve fen âlimi. İsmi, Sâbit bin Kurre bin İrfan-el-Harrânî olup, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Harran bölgesinde doğmuştur. Doğum târihi belli değildir.
Önceleri Sâbiî inancındayken hidâyete kavuşup Müslüman oldu. Benî Mûsâ Kardeşlerle berâber Bağdat’ta çalıştı. Arapçanın yanında Yunan, Süryânî ve İbrânî dillerini de biliyordu. Batlemyüs’ün (Potelemy) meşhur eseri Almagest’i Arapçaya tercüme etti. Harran Üniversitesinin kurucularından ve mütercimlerindendi. Eski devirlerden gününe ulaşan birçok eseri Arapçaya tercüme etti. Tercümeleri, matematik, mantık, astronomi ve tıp ilimleriyle ilgiliydi. Aynı zamanda iyi bir Arap dili âlimiydi. Abbâsî halîfesi El-Mu’tedid zamânında şöhrete kavuştu. Halîfenin yakınları arasında yer aldı. Altmış yedi yaşlarındayken 901 senesinde Bağdat civârında vefât etti.
Sâbit bin Kurre taklitçi bir âlim değildi. Yunanca ve İbrâniceden Arapçaya yaptığı tercümeler ustaca yapılmış olup, gerekli gördüğü yerlerde kendi ilmî tahlil ve tenkitlerini, yorum ve îzâhlarını ortaya koymuştur. İlk defâ diferansiyel ve integral hesaplarını o kullanmıştır. Bu sâhadaki çalışmalarını yine İslâm âleminde yetişen meşhûr âlim Ebü’l-Vefâ Buzcânî geliştirmiştir. Sâbit bin Kurre’nin önemli bir çalışması da cebiri geometriye uygulamasıdır. Böylece o analitik geometrinin babası kabul edilmektedir. Ayrıca Pisagor teoremi üzerinde de derinlemesine çalışarak genelleştirmeye çalışmıştır. İrrasyonel sayılar üzerinde çok çalışmış ve yeni postulatlar geliştirmiştir. Üçüncü dereceden denklem çözümünde geometrik metod denen bir metod bulmuştur.
Matematiğin bir kolu olan calculusu keşfeden Sâbit bin Kurre böylelikle çoğu buluşlara yol açmış oldu. Eğer calculus olmasaydı, birçok karışık problemlerin içinden çıkılamayacak, kânunların bir kısmından faydalanmak mümkün olmayacaktı.
Sâbit bin Kurre, astronomi ve tıp alanında da çalışmalar yapmıştır. Astronomi sâhasındaki çalışma ve başarılarını tetkik eden Francis Cormody The Astronomical Works of Shabit bin Quarra adlı eserinde Sâbit bin Kurre’nin güneş ve ayın faaliyetleri üzerindeki derin tetkiklerini ve vardığı dakik hesaplamaları değerlendirerek, bunların sırf mantıkî veya nazarî çalışmalar olmayıp gözlem ve deneye dayanan, tecrübî metodlarla elde edilen bilgiler olduğunu ifâde etmektedir. Ayrıca güneşin dünyâya uzaklığını hesaplamış ve bir güneş yılı uzunluğunu bulmuştur.
İlim târihçisi S. B. Boyer; History of Mathematics adlı eserinde Sâbit bin Kurre hakkında; “Eğer onun çalışmaları olmasaydı, eski Yunandan intikâl eden matematik bilgileri uzun asırlar boyunca hiç gelişmeden kapalı kalacaktı.” demektedir.
Sâbit bin Kurre, matematik, tıp, astronomi ve felsefe alanında birçok eser yazmış ve tercümeler yapmıştır:
1) Kitâb-ül-Amel bil-Kurre, 2) Kitâbu Tercemeti ve İhtisâr-il-Macisti lil-Batlemyüs, 3) Kitâbu Tercemeti Coğrafiyat-il-Ma’mûre li-Arşimet, 4) Kitâbu Şerh-il-Mu’tiyyati Oklidis, 5) Kitâbun fî Kat’il-Ustuvâne, 6) Kitâbun fil-Mahrût-il-Mukâfî, 7) Kitâbun fî Meşâhat-il-Eşkâl, 8) Kitâbun fil-Mesâil-il-Hendesiyyeti, 9) Risâletun fil-Murabba’i ve Kutrihî, 10) Kitâbun fî İbtâ-il-Hareketi fil-Felek-il-Bürûc, 11) Kitâb-ı Hisâb-il-Hey’eti, 12) Kitâb-ul-Muhtasar fil-Hendese, 13) Risâletun fî Hareket-il-Felek, 14) Kitâb-ul-Medhal alel-Mantık, 15) Kitâbun fin-Nabz, 16) Risâle fil-Cebr, 17) Kitâbun fî Sebebi Kevn-il-Cibâl eserlerinden bâzılarıdır.
Sayısı yüzü bulan eserlerinin çoğu kayıptır. Onun eserleri İslâm ve Avrupa ilim âleminde birçok âlime doğrudan veya dolaylı olarak tesir etmiştir. Galileo, Gamass, Nevton, Euler, Faraday ve daha birçok batılı matematikçinin başarılarının temelinde muhakkak sûrette Sâbit binKurre’nin direkt veya dolaylı yoldan tesiri mevcuttur. İslâm âleminde ise İbn-i Heysem ve El-Kindî onun çalışmalarından etkilenmişler ve nazariyelerini genişleterek umûmileştirmişlerdir. Matematiği bütün fen ilimlerinde temel kabul eden Sâbit bin Kurre, ortaçağlardan günümüze ışık tutan bir matematik üstâdı ve dehâsıdır. Asrımızda yeni ulaşılabilen bu keskin görüş, bu büyük âlimin ilmî dehâsını hâlâ yansıtmaktadır.
Alm. Sabotage (f), Fr. Sabotage (m), İng. Sabotage. Bir hizmetin, bir iş kurumunun normal işleyişine mâni olmaya veya bir tesisâtı, bir makinayı, tesisi kullanılmaz hâle getirmeye yönelmiş kasıtlı hareket ve davranış.
Askerî mânâda sabotaj: Tahrip etmek, korku meydana getirmek, zayıflatmak, alıkoymak gibi netîceler elde etmek maksadıyla; özellikle idâre, istihsal ve ulaştırmanın çeşitli kilit noktalarına yönelmiş hareket ve teşebbüslerin bütünüdür.
Hukûkî mânâda sabotaj: Cezâ Kânunu’na sabotaj eylemleri 3038 sayılı kânunla girmiştir. Sabotaj suçları savaşta ve barışta işlenebilir. Sabotaj suçunun fâili Türk vatandaşı veya yabancı tabiiyetli olabilir. Sabotaj fiillerinin mağduru Türk Devletidir. Bu suçun işlendiği yerler fabrikalar, yollar, köprüler, depolar, hava alanları vb. askerî ve sınaî tesisler olabilir. Bunlardan herhangi birisinin tahribi veya kullanılmaz hâle getirilmesi suçun maddî unsurunu meydana getirir. Sabotaj suçunu işleyenlere sekiz yıldan az olmamak kaydıyla hapis cezâsı verilir. Sabotajı, Harp Hukûku kurallarına göre muharip kabul edilme şartlarını taşımadan, düşman hatları gerisinde veya civârında düşmanca maksatlarla yapan şahıslar harp esiri muâmelesi görmezler ve yargılanıp, îdam veya hapis cezâlarına mahkûm edilebilirler.
Sabote etmek: Baltalamak. Bir hizmetin, bir iş kurumunun normal faaliyetine mâni olmak. Bir tesisâtı, makineyi veya tesisi tahrip etmek, kullanılmaz hâle getirmek.
Sabote, Fransızca “sabot”tan gelir. Sabot, Fransız çiftçilerinin giydiği tahtadan oyulma pabuçlara verilen isimdir. Bu fiilin Alman İşgali veya Sanâyi Devrimi esnâsında işçilerin sabotlarla makinaları tahrip etmesinden çıktığı söylenmektedir.
Sabotajcı: Bir sabotajı yapan, sabotajın fâili olan kişi. Bir işi baltalayan kimse.
Araştırmacı, şâir. 1862 senesinde Kalkandelen’de doğdu. Babası Mustafa Rûhî Efendi, Kalkandelen’de Nakşibendi şeyhlerindendi. İlk tahsilini babasından aldı. On iki yaşlarındayken babasıyla birlikte Sırp ve Rus harplerine katıldı. 1883’te Pâdişâhın, Mustafa Rûhî Efendiyi saraya dâvet etmesi üzerine Sabri de berâber gelerek şehzâdegan mektebinde üç yıl okudu. Bu okulu bitirince Yıldız Kütüphânesine memur tâyin edildi. Kitapçıbaşı Hasbi Efendinin yanında çalıştı. Meşrûtiyetin îlânından sonra kütüphâneye müdür oldu.
Kütüphâne, Dârülfünûna devredilince, İslâm Eserleri Bölümünde vazîfe gördü. 1935 senesinden sonra bir komisyonla birlikte İstanbul Üniversitesi Kütüphânesindeki dîvânlarla diğer eserlerin açıklamalı birer kataloğunu hazırladı. Emekliye ayrıldıktan sonra tasnif heyetinin başına getirildi. 1943 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Yıldız Kütüphânesinin yağmalanmasını önleyerek çok büyük bir hizmet veren Sabri Kalkandelen’in bir divançe teşkil edecek kadar divan edebiyatı türünde şiirleri vardır.