RUTHERFORD, Ernest

Radyoaktivite alanındaki çalışmaları ile meşhur bir İngiliz fizikçisi. 1908 senesinde Nobel Kimyâ Mükâfatını aldı. Rutherford 1871’de Yeni Zelanda’da doğdu. 1937’de Cambridge’de öldü. Yeni Zelanda’da Canterburgy Kollejini bitirdi. 1894’te Cambridge Üniversitesinin bursunu kazanarak İngiltere’ye gitti. Burada fizikçi Thomson’un yanında çalıştı. Önceleri “gazların elektrik iletimi” konusunda araştırmalar yaptı. Bu çalışması sırasında radyoaktivite alanına alâka duydu. Bu sıralar Alman fizik âlimi Röntgen, X ışınlarını keşfettiğini açıklıyordu. Bu hâdiseyle birlikte fizikte, Kuantum Teorisi, Radyoaktivite ve İzâfiyet konularını içine alan yeni bir çığır açılmıştı.

1898’de Kanada’nın Montreal şehrinde Mc Gill Üniversitesinde çalışmaya başladı. Rutherford burada İngiliz kimyâcısı Soddy ile birlikte radyoaktivite alanındaki çalışmalara 10 sene boyunca devâm etti. Alfa ve beta ışımalarını fark ederek onlara alfa, beta isimlerini verdi. Bunlardan faydalanarak elementlerin radyoaktif dönüşümlerini inceledi. 1907’de fizik profesörü olarak İngiltere’ye döndü.

Rutherford’un en önemli deneyi, ince altın levhalara alfa tânecikleri fırlatarak, atomun yapısını açığa kavuşturmasıdır. Bu araştırmasının sonucunda, atomun küçük pozitif yüklü bir çekirdekle bunun etrâfında dönen elektronlardan ibâret olduğunu belirtti. Bu modeli temel alarak, 1913’te Niels Bohr meşhur atom modelini ortaya attı.

1914’te sir ünvânını alan Rutherford, 1917’de bir elementi diğerine dönüştüren ilk insan oldu. Azotu alfa tânecikleriyle bombardıman ederek onu oksijene dönüştürdü.

1922’de Royal Society’nin en büyük mükâfatı olan Copley Madalyasıyla taltif edildi. 1925’te bu kurumun başkanlığına seçildi. 1931’de kendisine “baron” ünvanı verildi. 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle Nazizmden kaçan bin dolayındaki bilim adamına yardımcı olmak üzere Londra’da kurulan Akademik Yardım Konseyinin başkanlığını üstlendi.

20. yüzyılın en önemli bilim adamlarından biri olan Rutherford, yapıcı ve yönlendirici çalışmalarıyla, yönettiği laboratuvarları, özellikle Cavendish laboratuvarını nükleer fizikte en önemli buluşların gerçekleştirildiği öncü araştırma merkezi durumuna getirdi. Çevresinde meydana getirdiği verimli ortamda birçok büyük fizikçi yetişti. Önemli buluşlar gerçekleştirildi.

RÜÇHAN HAKKI

Alm. Vorzugsrecht, Fr. Privilège, İng. Preference. Çıkarılan hisse senetlerini öncelikli olarak alma hakkına sâhip olunması. Rüçhan hakkı, sermâye arttırımlarında yeni sermâyeden eldeki hisseler oranında yeni hisse alma hakkını sağlar. Bu hak, yalnızca eski hisse senedi sâhiplerine tanınmış bir haktır ve kullanılması, ancak eski hisse senetlerinin şirkete ibrazı ve bu hakkın kullanıldığını gösteren kaşenin hisse senetlerine basılmasıyla mümkündür.

Böylelikle rüçhan hakkının birden çok sayıda kullanılmasının önüne geçilmiş olunur. Bu hak, senedin temsil ettiği mülkiyet haklarından ayrı olarak alınıp satılabilir.

Bâzı şirketlerde bu amaçla hisse senetlerine rüçhan hakkı kuponları eklenir. Rüçhan hakkının atlanmaması için gazetelerin çok iyi tâkip edilmesi gerekir. Ayrıca şirketin faaliyetlerinin iyi gözlenmesi veya daha emin olmak için komisyon karşılığında bir banka yâhut aracı kurumun takas ve saklama hizmetinden faydalanılması önerilebilir. Borsa üyesi bu durumda, yatırımcının alması gereken bedelli ve bedelsiz hisselerle temettüleri otomatik olarak tahsil eder.

RÜSTEM PAŞA (Dâmâd)

Osmanlı devlet adamı. Boşnak asıllı olup, 1500 yıllarında Bosna’nın doğusunda bir köyde doğduğu tahmin edilmektedir. Babası, Hacı Ali oğlu Mustafa Paşadır. Yeniçeri ocağına alınıp normal acemilikten sonra Osmanlıların en önemli okulu olan Enderûn’a girdi. Mohaç Seferine Kânûnî Sultan Süleymân’ın silahtârı olarak katıldı. Sefer dönüşü önce Diyarbakır ve ardından Anadolu Beylerbeyi oldu. 1539’da vezirliğe tâyin edilen Rüstem Paşa, aynı yıl Sultan Süleymân’ın kızı Mihrimah Sultanla evlendi. 1541’de ikinci vezir, 1544’te vezîriâzam oldu. Velîahd Mustafa Çelebi’nin ölümünden sonra bir müddet sadâretten ayrıldı ise de 1555’te ikinci defâ vezîriâzam oldu. İkinci defâ getirildiği bu makamda 1561’de ölünceye kadar kaldı. Şehzâde Câmii bahçesindeki türbesine gömüldü.

Ciddiyeti, gülmeyen yüzü ile tanınan Rüstem Paşa, iyi bir asker, harp sanatı inceliklerine vâkıf bir vezirdi. Ordu ve donanmanın hazırlanmasında ve onların başarılarında büyük payı oldu. Avusturya ile Papalık, Fransa ve Venedik’in de katıldığı bir antlaşma imzâlamış ve Avusturya’yı yılda otuz bin duka altın ödemeye mecbur etmişti. Aldığı bâzı tedbirlerle de hazînenin gelirlerinin artmasını sağlamıştı.

Rüstem Paşa, kendi adıyla anılan zarif câmiden başka, Anadolu ve Rumeli’de câmi, medrese, imâret, su yolu, köprü, kütüphâne gibi hayır eserleri; bunların bakımları için han, kervansaray gibi gelir kaynakları yaptırmıştır. Bunların yanında bıraktığı Tevârih-i Âli Osman veya Târih-i Rüstem Paşa adlı eseri önemlidir. Osmanlıların kuruluşundan kendisinin ölümüne kadar olan zamânı anlatan bu eserin en değerli bölümü Kânûnî Sultan Süleymân devridir.

RÜŞDÎ PAŞA (Mütercim)

On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Osmanlı devlet adamlarından. 1811 yılında Sinop’un Ayandon köyünde doğdu. Hasan adında bir kayıkçının oğludur. Çocukluğunda âilesiyle İstanbul’a yerleştiğinden tahsiline burada başlayıp, devam etti. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra Tophâne’de açılan Asâkir-i Muntazam taburuna girerek bir müddet sonra teğmen oldu. Bu arada özel öğretmenlerden ders alarak Arapça, Farsça ve Fransızcayı öğrendi. Fransızcayı bilmesinden dolayı Seraskerlik Dâiresinde Nâmık Paşanın yanına verildiğinden “mütercim” lâkabı ile anılmaya başladı.

Yüzbaşılığı sırasında Trakya, Anadolu ve Suriye’de görevlerde bulunduktan sonra binbaşı, alay emini, kaymakam ve 1839’da miralay (albay) oldu. Redif kuvvetlerinin kuruluşu ile görevlendirildiği zaman ferik (tümgeneral) rütbesindeydi.

Yükselmesine devam eden Rüşdî Paşa, 1851’de seraskerliğe, çeşitli zamanlarda beş defâ seraskerlik, beş defâ sadrâzamlık makamına getirildi. Sultan Abdülazîz Hanın şehit edilmesi sırasında sadrâzam olarak bulunuyordu. Hayâtı boyunca zor ve sorumluluk isteyen görevlerden devamlı kaçması, hal olayında zorla bulunduğu düşüncesini akla getirmektedir. Sultan Murâd Han ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın ilk yıllarında sadârette kaldıktan sonra 1876’da görevinden istifâ ederek ayrıldı. Ali Suâvi olayından sonra istifâ eden Sâdık Paşanın yerine beşinci defâ sadârete getirildi. Fakat kabine kurarken bâzı şüpheli şahısların durumlarında ısrar etmesi ve Ali Suâvi taraftarlarını affettirmek için uğraşması sonucunda bir hafta sonra görevden alındı.

Manisa’da yerleşen Rüşdî Paşa, Sultan Abdülazîz’in şehit edilmesiyle ilgili olarak İzmir’e götürülerek sorguya çekildi. Manisa’ya tekrar dönüp 1882 yılında öldü. Hâtuniye Câmii bahçesine defnedildi.

Çalışkan, tedbirli, dürüst olduğu bildirilen Rüşdî Paşa, zor görevden kaçması, tehlikeli gelişmelerde hemen istifâ etmesiyle tanınır. Bu sebepten kısa sürelerle görevde kaldığı sadâret makâmında devlet ve millet yararına faydalı işler yapamadı.

RÜŞVET

Alm. Bestechungsgeld (n), Fr. Pot-devin (m), İng. Bribe, bribery. Haksız bir menfaat sağlamak için yetkili kişilere çıkar sağlamak. İş gördürmek gâyesiyle kânunen yetkili bir kimseye gayrimeşru olarak verilen para, mal vesâir menfaat ve fayda. Rüşvetle, ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmekte veya başkasının hakkına tecâvüz edilmektedir. Rüşvet, devlete karşı işlenen suçlardan biridir. Yüzkızartıcı bir fiildir. Memurun veya görevlinin devletin verdiği vazîfeyi kötüye kullanmasıdır. Rüşvetle elde edilen kazanç, insanların yüz karasıdır. Rüşveti almak da, vermek de suçtur. Alan da, veren de cezâlandırılır.

Rüşvet, haksız kazanç yollarından biridir. Bütün dinlerde günah sayılmış ve devletlerin cezâ kânunlarında devlet idâresine karşı işlenen bir amme (kamu) suçu kabul edilmiştir. Rüşvet almak da, vermek de dînimizde suçtur, günahtır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde; “Rüşvet alan da ve rüşvet veren de Cehennemdedir.” buyurdu. Devletin, kamu hizmeti görmeleri ve kendisinin himâyesine sığınmış vatandaşlarına yardımcı olmaları için tâyin ettiği ve bir takım kânûnî yetkiler verdiği memurların ve diğer idârecilerin rüşvet almaları, vatandaşların devlete olan güvenini sarsmakta ve adâlet mercii olan mahkemelerde verilen kararlara şüpheyle bakılmasına sebep olmaktadır.

Rüşvet, ictimâî (sosyal) bir hastalıktır. Toplumda rüşvetin yayılması, devleti zaafa düşürmekte ve vatandaşların kendisine olan îtimâdını yok etmektedir. Bu ise, devlet otoritesinin yıkılmasına idârede başıboşluğun alıp yürümesine, anarşinin baş göstermesine sebep olmaktadır. Rüşvet, devletin, vatandaşları üzerindeki hükümranlık hakkını zedelemekte, âdil kararların verilmemesine yol açmaktadır. Rüşvet sebebiyle, zulmün, haksızlıkların çoğalması ve böylece insanlar arasındaki karşılıklı sevgi ve saygının ortadan kalkması da, devletteki birlik ve berâberliğin dağılmasını ve nihâyet devletin yıkılmasını hazırlayan âmillerdendir. Rüşvet alan memur, devletine ihânet etmekte ve nâmus, haysiyet sâhibi vatandaşlara zulüm yapmaktadır. Zulüm ise, büyük suçtur ve günahtır. Rüşvet teklifi dahi suç sayılmıştır.

Türk Cezâ Kânunu’nda rüşvet, devlet idâresi aleyhinde işlenmiş suçlar arasında sayılmıştır. T.C.K.’nın 211. maddesine göre, hükûmet etme yetkisini elinde tutan başbakan ve bakanların; il, ilçe, köy ve belediye idâresinde görevli memurların; hâkim, savcı, avukat ve noter gibi adâlet işlerini yürüten görevlilerin, kânun ve nizamlara göre yapmaya mecbur olduğu bir şeyi yapmak veya yapmamak için aldıkları veya başkalarına aldırdıkları para ve hediye adı ile aldıkları eşyâ ve her ne sûretle olursa olsun temin ettikleri diğer menfaatler rüşvet olup, bu suça verilecek cezâlar T.C.K.’nın 212-227’nci maddelerince düzenlenmiştir.

Rüşvet de dâhil haksız kazancın her çeşidi dînimizde yasaklanmıştır. Rüşvetle kazanç temin etmek, alana da verene de hattâ aracılık yapana da haram edilmiştir. Gasp edilmiş malı ve zulüm, hırsızlıkla alınan ve rüşvet, fâiz, kumar ücretleri ve diğer hiyânet yollarından birisiyle ele geçen kazancın yenilmesini ve başkalarına yedirilmesini yasak etmiştir. Allahü teâlâ, Bakara sûresi 188. âyetinde meâlen; “İnsanların mallarından bir kısmını bile bile, günah işleyerek ele geçirmek için, iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin!” buyurmuştur. Mahkemelerde, rüşvet verilerek haksız hükümlerin çıkarılmasına sebep olanı, Peygamberimiz lânetlemiş bedduâ etmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Hüküm vermede, rüşvet verene ve alana, Allah lânet etsin!” buyruldu.

Bir memurun hak sâhibinin bir hakkını araştırması ve bir işini yapması karşılığında hediye, ücret alması, dînimizde de yasaktır. Çünkü bu bir rüşvettir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât toplamak için gönderdiği bir memurun, dönüşünde; “Bu beytülmâlindir (hazînenindir), şu da bana verilen hediyedir.” demesine karşılık, Resûlullah efendimiz; “Eğer doğru söylüyorsan, git, anne-babanın evinde otur ve bu hediyeler sana gelsin, görelim!” buyurdu ve böylece memura ancak rüşvet düşüncesiyle hediye verilebileceğini anlatmak istedi.

RÜTBE

Alm. (Rang-) Stufe, Stellung (f). (Dienst-), Grad (m), Fr. Degre. grade, rang (m), İng. Degree, grade, rank. Sıra, derece, mertebe; devlet memurlarıyla halktan bâzılarına verilen paye, ünvan. Askerlikte emir ve komuta zincirini çalıştırmak ve disiplini koruyabilmek için rütbe ihdas edilmiştir. Ayrıca hükümet emirlerinin yerine getirilmesi için amirle, memurluğun derecelerini tâyin eden bir silsileye de ihtiyaç duyulduğundan, son asırlarda, sivil teşkilâtta da rütbe meselesi ortaya çıkmıştır. Fakat zamanla hükümet şekilleri değişip âmir ve memurun vazifeleri tâyin edildiğinden rütbe kullanılmaz olmuş, yerine makam ve vazifeyle ilgili mülkî isimler konmuştur.

İslâmiyetten önce Türklerde Yabgu, şad, tigin, alp gibi ünvan ve rütbeler kullanılıyordu. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında ise sâhip (vezir), atabek, naip, pervâne, emirü’l-ümerâ ve melikü’l-ümerâ gibi rütbeler vardı. Diğer İslâm ülkelerinde de devlette alınan görevlere göre önceleri alt üst sıralamasına göre bir takım pâyeler verildi. Zamanla bu pâyeler rütbe niteliğine dönüştü.

Osmanlılarda Yeniçeri teşkilâtının kurulmasıyla (1362) rütbe kullanılmaya başlandı.Sonra mülkiye sınıfına ve Kânûnî Sultan Süleyman Han zamanında ulemâya rütbe verilmesi esası getirildi. Mülkiye rütbeleri önceleri, “hocalık”, “kapıcıbaşılık”, “mîr-i mîranlık” ve “vezirlik” olmak üzere çok azdır. Devlet ricâli ekseriyâ hocalık ve bâzan kapıcıbaşılık rütbelerini taşıyanlardan seçilirdi.

Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında mülkiyede yapılan bâzı değişikliklerden sonra (1832-1833) senesinde silsile hâlinde rütbeler kullanılmaya başlandı. Evvelâ memuriyete mahsus olmak üzere ûlâ, sâniye, sâlise, râbia rütbeleri ihdas olundu. Kethüdâlık, defterdârlık, reis-ül-küttaplık, mukataat nazırlığı ûlâ; çavuşbaşılık, tersâne ve tophâne eminliği gibi mansıplar saniye; beylikçilik, mektupçuluk, âmedcilik gibi Bâb-ı Âli ricaliyle Bâb-ı Âlînin dışındaki mühim memuriyetler sâlise; zecriyye, cizye muhassıllıklariyle tütün gümrükçülüğü gibi mansıplar râbia îtibar edildi. Daha sonra dîvân-ı hümâyûn hâcegânından ve kalemlerin mûteber halîfelerinden kalem mansıpları gibi hizmetlere tâyin olunanlar için hâmise rütbesi ihdas olunmuştur. 1835 senesinde kethüdâ, beyliğe, Mülkiye nezâreti, reis-ül-küttaplığa, Hâriciye nezâreti mukataat nezâretine, Mensure defterdarlığı ve hazine-i Âmire defterdarlığına Darphâne emâneti ünvanları verildi.

Bahriyelilerin de Tanzimattan evvel rütbeleri vardı. Bahriye rütbeleri şunlardı:

Kaptan-ı derya, kapudane, patrona, riyale, kalyon kaptanı, reis.

Bunlardan kalyon kaptanları: Üç ambarlı kalyon kaptanı. Kapak kalyon kaptanı. Firkateyn kaptanı, Korvet kaptanı, Birlik ve şalope kaptanı gibi rütbelere ayrılmıştı.

Reisler de: Birinci, İkinci, Üçüncü ve Dördüncü reis namlarıyla derecelere ayrılmışlardı.

Tanzimattan sonra yapılan teşkilâtta Kara ve deniz askerlerine mahsus rütbeler birleştirilmiştir. Ast-üst sıralamasına göre askerî rütbeler şöyle düzenlendi:

Mülâzım-ı sânilik, Mülâzım-ı evvellik, Tabur kâtipliği, yüzbaşılık, Sol kol ağalık, Sağ kol ağalık, Alay eminliği, Binbaşılık, Kaymakamlık, Miralaylık, Mirlivalık, Feriklik, Birinci feriklik, Müşirlik.

Yine ast-üst sıralamasına göre mülkiye rütbeleri şöyleydi:

Hâmise, Hâcegânlık, Râbia, Sâlise, Sâniye, Sâniye sınıf-ı mütemâyizi, Ûlâ sanisi, Ûlâ evveli, Bâlâ, Vezir.

Osmanlılarda ilmiye sınıfının en üst vazifelisi olan şeyhülislamdan sonra alta doğru rütbeler şöyle sıralanıyordu:

Rumeli kazaskeri, Anadolu kazaskeri, İstanbul kâdılığı, Haremeyn mevleviyyeti (Mekke ve Medîne mevleviyyetleri), Bilâd-ı hamse mevleviyyeti (Edirne, Bursa, Şam, Mısır, Filibe mevleviyyetleri), Mahreç mevleviyyeti (Kudüs, Halep, Eyüp, Selânik, Yenişehir, Fener, Galata, İzmir, Sofya, Trabzon, Girit mevleviyyetleri), Kibar-ı müderrisîn, Müderrislik.

Bir de devriye mevleviyyetleri vardı ki onlar da şunlardı: Bağdat, Antep, Bosna, Erzurum, Maraş, Trablus-u Garb, Beyrut, Kürdistan, Rusçuk, Sivas, Adana, Çankırı mevleviyyetleri.

Müderrislerin rütbeleriyse, aşağıdan yukarı doğru şöyle sıralanırdı:

İbtidâ-yi hâriç, Hareket-i hâriç, İbtidâ-yi dâhil, Hareket-i dâhil, Musile-i sahn, Sahn-ı seman, İbtidâ-yi altmışlı, Hareket-i altmışlı, Musile-i Süleymaniyye, Havamis-i Süleymaniyye, Süleymaniyye, Dar-ül-hadîs.

Bunlardan birinci ve ikinci ilk tahsil, üçüncü ve dördüncü orta tahsil, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu yüksek tahsil derecesinde olup on ikincisi ve en yüksek mertebesi olan Dar-ül-hadîs müderrisi diğer müderrislerin üzerinde ve reisleri yerindeydi. Cumhûriyetten sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinde rütbeler şu şekilde düzenlenmiştir:

Erbaş rütbeleri: Onbaşı, çavuş.

Astsubay rütbeleri: Astsubay çavuş, astsubay kıdemli çavuş, astsubay üstçavuş, astsubay kıdemli üst çavuş, astsubay başçavuş, astsubay kıdemli başçavuş.

Subay rütbeleri: Asteğmen, teğmen, üstteğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, tuğgeneral (tuğamiral), tümgeneral (tümamiral), korgeneral (koramiral), orgeneral (oramiral).

Mareşal ve büyük amirallik rütbeleri, yararlıklar gösteren hayattaki veya ölmüş orgeneral ve oramirallere verilir.

RÜYÂ

Uyku, istiğrak (mânevî coşma ile kendinden geçme) ve bayılma gibi hâllerde görme veya bu hâllerde görülen şeyler. Rüyâ, Arapça bir kelimedir. Rüyet ile aynı kökten gelmelerine rağmen aralarında fark vardır. Rüyâ, uyku ve benzeri hâllerde mânevî yolla görmek, rüyet ise uyanıklık hâlinde gözle görmek ve müşahade etmektir.

Rüyânın çeşitli şekilleri olmakla berâber, asıl rüyâ, Levh-i mahfûzda olanların kalp aynasında görünmesidir. Allahü teâlânın yarattığı ve yaratacağı her şey yine kendi yarattığı Levh-i mahfûzdadır. Olmuş ve olacak şeylerin hepsi orada mevcuttur. Orada yazılıdır. Fakat Levh-i mahfûz bizim bildiğimiz levha ve kitaplar gibi değildir. Olmuş ve olacak şeylerin Levh-i mahfûzda yazılması, Kur’ân-ı kerîmin hâfızın zihninde yazılmasına benzer. Kur’ân-ı kerîm, insanın dimâğında yazılıdır. Hattâ hâfız sanki ona bakarak okur. Hâlbuki beyin parça parça edilse, bir harf bile görülemez. Levh-i mahfûzun kendisi bir ayna gibidir. Bütün sûretler oraya nakşedilmiştir. Bir aynanın karşısına başka bir ayna konursa, o aynadaki sûretler, oraya akseder. Fakat arada perde olursa, o zaman görüntü olmaz. Kalp karşıki aynada olanları kabul eden bir ayna, levh de bütün varlıkların kendisinde bulunduğu bir aynadır. Kalbin, şehvetler ve şehvet duyguları ile uğraşması, melekût âleminden Levh-i mahfûzdaki şeyleri görmesine mâni olur. Şâyet bir rüzgâr eser, mânevî ihsâna kavuşulur da perde kaldırılırsa, melekût, mânâ âleminin esrârından, gizliliklerinden bâzı şeyler kalpte parlar, görünür. Bu bâzan, devâm ederse de, bâzan şimşek gibi gelip geçer. İnsan uyanık bulunduğu müddetçe dünyâ işleriyle meşgul olur. Bunlar, kalple melekût âlemi arasında perdedir.

İşte, uyku ve benzeri hallerle, beş duyu organımızın faaliyeti ve kalbimizin dünyâ işleriyle meşgûliyeti durur. Bu sırada kalp saf ve berrak olur. Dünyâ işleri ve beş duyu organı, Allahü teâlânın sevdiği bâzı kullarının kalplerini uyanıkken de meşgul etmez. İki ayna arasında perde kalktığı vakit, birinde bulunan şeyler, ötekine aksettiği gibi, Levh-i mahfûzda olan şeylerin bâzısı da kalbe akseder. Ancak uyku ve benzerleri, beş duyu organının çalışmasına mâni olursa da, bâtınî duygulardan muhayyilenin (hayâl kuvvetinin) çalışmasına mâni olmaz. Bu sebeple muhayyile Levh-i mahfûzdan kalbe aksedenleri ona uygun bir sûret hâlinde muhâfaza eder. Uykudan uyanınca, hayâlde olan bu sûretler hatırlanır.

Bunlar rüyânın garip hallerindendir. Onun bu hâlleri bitmez. Çünkü, uyku ölümün benzeridir. Ölüm ise, daha gariptir. Uyku, gayb âleminin perdesini kaldırmakta, ölüme benzediği için, insana bu sâyede ilerde olacak şeyler gösterilmektedir. Bunun içindir ki, tamâmen perdeyi yırtan ölümde pekçok hakîkat ortaya çıkar. İnsan, ölür ömez, ya çeşitli azaplarla kuşatılmış olduğunu, yâhut kendisinin sonsuz nîmetler içerisinde bulunduğunu görür.

Rüyâ çeşitleri: İslâm âlimleri, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini inceleyerek, rüyânın üç çeşit olduğunu bildirmişlerdir:

1. Uyanıkken görülen şeylerin uyku ve diğer hallerde görülmesidir. Buna “hadîs-ün-nefs” denir. Meselâ, bir iş veya sanat sâhibinin kendisini bu işle uğraşırken görmesi; yâhut, insandaki hayâl kuvvetinin, aslı olmadığı hâlde kendiliğinden uydurduğu, ortaya attığı şeyleri görmek böyle rüyâlardandır.

2. Şeytanın, insanı korkutmak, üzmek ve onunla oynamak için hayâline getirdiği, gösterdiği şeylerdir. Şeytana bunları yapma kâbiliyeti verilmiştir. O kadar ki şeytan, kan gibi insanın damarlarında bile dolaşır. Bu çeşit rüyâya kötü rüyâ, hulm yâni, şeytanın gösterdiği karışık şeyler ismi verilir. Guslü îcâb ettiren ihtilâm, rüyâ görme hâli de şeytanın insanla oynamasındandır.

Bu iki çeşit rüyâ, bâtıl rüyâlardan olup, asılları yoktur. Bunlara edgâş-ı ahlâm, karışık rüyâlar denir. Tâbir edilmezler.

3. Allahü teâlânın gâipten, insanlara gizli olan şeylerden bildirdiği rüyâlardır. Bunlara rüyâ-yı sâlihâ, rüyâ-yı sâdıka, yâni iyi ve doğru rüyâlar ismi verilir. Bu rüyâlar, görenler için, Allahü teâlâ tarafından bir müjde olup tâbir olunurlar.

Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gördükleri rüyâlar bu kısma dâhildir. Onlar, rüyâlarına hayâl ve şeytanın karışmasından, korunmuşlardır. Gözleri uyuduğu hâlde, kalpleri uyanıktır. Hayâlin uydurdukları ile ilhâm olan şeyleri birbirinden ayırabilmektedirler. Hatâ îcâb ettiren durumlar meydana gelmediği için Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) rüyâları kat’î olarak vahiydir (Bkz. Vahiy). Peygamber efendimizin peygamberlikleri sâdık rüyâ ile başlamıştı. Gördükleri rüyâlar, sabah aydınlığı gibi açık olurdu. Rüyâsında gördükleri aynen çıkardı. Bu hâl altı ay devâm etti. Ondan sonra vahiyler daha çok Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla ve vâsıtasız, doğrudan geldi.

Sâlihlerin; yâni nefisleri kötülüklerden temizlenmiş, günâhlardan uzak kalmış evliyânın rüyâları da çok zaman sâdıka(sâlihâ, iyi, doğru)dır. Nâdiren sâdıka olmayabilir. Buna, haram ve helâl olduğu belli olan; şüpheli bir şey; ihtiyâçtan fazla yemek; yâhut küçük günâh işlemek gibi şeyler sebep olur. Bunun netîcesinde, kalpte zulmet ve mânevî bir bulanıklık görülür. Evliyâ, peygamberler (aleyhimüsselâm) gibi mâsum, günâhlardan korunmuş olmadıklarından, onlarda böyle şeyler görülebilir. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ile evliyânın rüyâları ikisi de sâdık rüyâ oldukları hâlde, aralarında fark vardır. Peygamberlerinki vahiydir, evliyânınki böyle değildir.

Sâlihlerin dışındaki Müslümanların rüyâları ise ekseriyetle bozuk ve yalan olur. Çünkü bunlar, daha çok gaflet içerisinde bulunurlar; nefsleri, hayâlleri, kalp aynaları, evliyânınki gibi saf ve berrak değildir. Günâh kirleriyle lekelenmiştir. Bununla berâber bâzan doğru, iyi rüyâ (rüyâ-yı sâdıka) gördükleri de olur.

Rüyâ görüldüğünde yapılacak şeyler:

Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte buyurur ki:

İyi rüyâ (sâlih rüyâ) Allahü teâlâdandır (Allahü teâlâdan hayırla müjdedir). Hulm (karışık, asılsız şeyler) şeytandandır. Sizden biriniz sevdiği bir şeyi (rüyâda) görürse, onu sevdiğinden başkasına anlatmasın. Hoşlanmadığı, beğenmediği bir şeyi (rüyâda) görürse, onun ve şeytanın şerrinden Allahü teâlâya sığınsın. Rüyâsını hiç kimseye söylemesin. O zaman o rüyâ ona zarar vermez.

Ebû Seleme radıyallahü anh dedi ki: “Dağdan daha ağır rüyâlar görürdüm. Bu (yukarıdaki) hadîs-i şerîfi işitince, böyle rüyâlara önem vermedim.” Bir rivâyette ise; “Öyle rüyâlar gördüm ki, derdimden hastalanırdım. Sonra Resûlullah’ın bu hadîs-i şerîfini duyunca, böyle rüyâlara aldırmadım.”

Muhammed ibni Sîrîn rahmetullahi aleyh de: “Uyanıkken Allahü teâlâdan kork, rüyâda gördüklerine aldırma. Sana zarar vermez.” buyurmuştur.

Peygamber efendimizin bu husustaki diğer hadîs-i şerîfleri şunlardır:

Sizden biriniz, hoşuna giden bir rüyâ görürse, isterse onu anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir şey görürse, onu kimseye anlatmasın. Kalksın, namaz kılsın.

Rüyâyı, görüş sâhibi ve sâlih Müslümana anlat.

Görülüyor ki, iyi rüyâ, yalnız sağlam görüşlü ve sâlih Müslümana anlatılır. Bunlardan başkasına anlatılırsa, hased edip, kötülük düşünebilirler. Kötü rüyânın şerrinden, kötülüğünden üç defâ Allahü teâlâya sığınılır; “Eûzübillâhimineşşeytânirracîm” denir. Eûzü çekmekle şeytanın vesvesesi gider. Allahü teâlâya sığınmak belâyı giderir. Sonra, şeytanın gösterdiği karışık hayâllerin gitmesi için, yattığı taraftan, diğer yanına dönülür. Sonra iki rekat namaz kılıp, rüyâ kimseye anlatılmaz. Anlatırsa, rüyânın tâbiri belki onu üzebilir. Kötü rüyânın anlatılmamasının sebeplerinden biri de düşmanın duyup, şamata yapmaması, sevinmemesi içindir. Yoksa dinde günâh sayıldığından değildir. Sonra kötü rüyânın zararından kaçınmak için, sadaka verilir ve duâ edilir. Çünkü, insanın hakkında taktir edilen şeylerin bâzısı, duâ ve sadaka vermekle değişir. Bu da kaderdendir. Hadîs-i şerîfte; “Kabul olan duâ, o belâ gelirken korur.” buyruldu.

Bâzı vakitlerde görülen rüyâ daha doğrudur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “En doğru görülen rüyâ, seher vakitlerinde görülen rüyâdır.” Seher vakti, sabahtan biraz önceki vakittir. Başka bir hadîs-i şerîfte de; “En sâdık (doğru) rüyâ göreniniz, sözü en doğru olanınızdır.” buyrulmuştur. Çünkü yalan konuşanın hâli rüyâsına karışır. Hayâlinde uygunsuz şeyler meydana getirir ve rüyâ yalan olur.

Rüyânın tâbiri (yorumlanması): Rüyânın doğru olarak tâbiri iki şekildedir. Birincisi; Allahü teâlânın kalbe ilhâmı, bildirmesiyle olur. Bunun için, tâbir edenin sâlih ve ilhâma lâyık olması lâzımdır. İkincisi; yine Allahü teâlânın ihsânı olan sağlam görüş, hâdiselerdeki ince ve derin mânâları anlama, kavrama kâbiliyetiyle, firâsetle tâbir olunur.

Bu sebeple rüyâyı herkes tâbir edemez. Rüyâyı tâbir edecek kimsenin âlim, sâlih, sağlam görüşlü olması lâzımdır. Böyle yapmak sünnettir. “Rüyâ tâbir edildiği gibi çıkar.” hadîs-i şerîfinde böyle kimselerin tâbirleri anlatılmaktadır. Rüyâ, câhil kimselerin tâbirine göre çıkmaz. Bu sebeple rüyâ, câhil kimseye anlatılmaz. Onlar tâbir etseler bile bir kıymet ifâde etmez. Başka bir hadîs-i şerîfte de: “Rüyâ anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağına bağlı olarak bulunur. Tâbir edilince düşer.” Yâni müminin rüyâsı, Allahü teâlânın kazâ ve kaderi üzerine kuruludur. Kimseye anlatmadığı müddetçe hakkında takdir olunan şeyi bilemez. Ehil kimseler tarafından tâbir edildiğinde Allahü teâlânın kendi hakkındaki takdirinin ne olduğu belli olur, ortaya çıkar.

Rüyâyı tâbir eden kötü de olsa, rüyâyı en güzel şekilde tâbir etmelidir. İyi ise, “Hayrını göresin!”; kötü ise, “Şerrinden sakınasın!” demelidir. Yâni, “Allahü teâlâ seni onun şerrinden muhâfaza etsin.” demekdir.

Peygamber efendimizi, bilinen sıfatları ile rüyâsında gören, doğru görmüştür. Bir hadîs-i şerîfte; “Rüyâda beni gören, elbette beni görmüş olur. Çünkü şeytan, benim ve Kâbe’nin şekline giremez.” buyruldu.

Rüyâda bâzan acı ve sıkıntılı şeyler görülebilir. Bu, rüyâyı görenin, hak ettiği azâbın görüntüleridir. Gafletten uyandırmak için, kendini düzeltmesi için, ona gösterilir.

Yine bâzı kimseler, uykuda, rüyâda kendilerini büyük makam ve mevkilerde görür. Böyle rüyâlar boş ve asılsız değildir. Böyle gören kimselerde o mevkilere gelmek kâbiliyeti var demekdir. Böyle hâller, uyanıklık hâlinde nasîb olursa, kıymetlidir. Yoksa, hiç kıymeti yoktur. İlim ve kâbiliyetten mahrum olan çok kimse rüyâda kendilerini hâkim, paşa görür. Hâlbuki uyanıkken ellerine bir şey geçmez. Rüyâları üzülmekten, pişmanlıktan başka bir şeye yaramaz. O hâlde rüyâlara güvenmemeli, uyanıkken ele geçene sevinmelidir. Bunun içindir ki, din büyükleri, rüyâlara ehemmiyet vermemiş, talebenin rüyâsını tâbir etmeğe lüzum görmemişler, uyanıkken ele geçene kıymet vermişlerdir.

Psikolojide rüyâ; uyku sırasında insanın zihninde meydana gelen ve yalnız bir kısmı hâfızada muhâfaza edilebilen rûhî olay, diye anlatılır. Buna sebep olarak da insanın günlük meşgâleleri, bilhassa kavuşamadığı, ulaşamadığı arzu ve isteklerin uykuda ortaya çıkması şeklinde dar mânâda îzâh edilir. Bu îzâh, İslâmiyetteki rüyâ îzâhının çok altında kalmaktadır.

RÜZGÂRALTI ADALARI

Karayiplerde bir grup küçük adanın ismi. Küçük Antiller’in kuzeybatısındaki adalardan meydana gelir. İsmi adalar üzerinden esen rüzgârların yönünden ileri gelir.

Rüzgâraltı Adaları Amerikan Virgin adalarını; İngiliz Virgin adalarını; İngiliz sömürgesi St. Kitts, Nevis, Anguilla, Antigua, Barbuda, Redonda, Montserrat, Dominika adalarını; Fransız sömürgesi Guadeloupe Adası ve Hollanda Antilleri’nin bir kısmını içine alır.

Sıcaklık ortalaması kışın 24°C, yazın 29°C civârındadır. Sonbaharda şiddetli tayfunlar meydana gelir. Halkın en büyük geçim kaynağı turizmdir. En fazla nüfûsa sâhip Antigua Adasında büyük bir havaalanı vardır.

RÜZGÂRLAR

Alm. Winde (pl.), Fr. Went, (m), İng. Winds. Dünyâ yüzeyine yakın ve atmosfer içerisinde havanın tabiî yatay hareketleri. Hava hareketlerinin temel prensibi, mevcut atmosfer basıncının bölgeler arasında değişmesidir. Rüzgâr, alçak basınçla yüksek basınç bölgesi arasında yer değiştiren hava akımıdır. Rüzgâr dâimâ yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru gider. İki bölge arasındaki basınç farkı ne kadar büyük olursa, hava akım hızı, o kadar fazla olur. Rüzgâr sâhip olduğu hıza göre fırtına, hortum gibi isimler alır.

Rüzgârın yönü rüzgâr gülü, hızı ise anemometre ile ölçülür. Anemometre; pervânenin dönüş hızından, rüzgâr hızını gösteren basit bir ölçü âletidir. Yükseklerdeki rüzgârlar, balonlar yardımı ile ölçülmektedir. Bunun için yükselme hızı bilinen balonlar, belli yüksekliğe gelince rüzgâr hızından yol almaya başlar. Balonun birim zamanda kat ettiği yoldan, trigonometrik hesaplarla hızı bulunur. Daha hassas ölçmeler için balon, ya radarla tâkip edilir veya balona bir telsiz vericisi monte edilir.

Okyanuslardaki akımların ve dalgaların meydana gelmesinde, rüzgârların büyük rolü vardır. Rüzgârlar, karaların şekillerinin değişmesine de sebep olur. Bilhassa çöllerde kimi tepeler, rüzgârlar sebebiyle devamlı değişir. Rüzgârların bitki sporlarını sağa sola taşıyarak, çiçeklerin döllenmesine sebep olması bitki neslinin devamı yönünden çok mühimdir. Rüzgâr gücünden yeldeğirmeni, yelkenli gemi işletmesinde istifâde edilir. Rüzgâr, orman yangınlarında menfi etki yapar.

Rüzgârın meydana geliş sebepleri: Rüzgârlar yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına akarken; 1) Dünyânın dönüşü, 2) Yüzey sürtünmeleri, 3) Yerel ısı yayılması, 4) Rüzgâr önünde başka atmosferik hâdiselerin oluşu, 5) Toprağın topografik yapısı sebebiyle şekillenir.

Rüzgâr, alçak (siklon) ve yüksek (antisiklon) alanlarda farklı özellikler taşır. Siklon içerisinde; 1) Basınç radyal olarak içe, 2) Doğru santrifüj kuvvetler dışa doğru, 3) Koriolis kuvvet dışa doğru etki eder, Antisiklon içerisinde ise; 1) Basınç değişmesi radyal olarak dışarıya doğru, 2) Santrifüj kuvvet dışarıya doğru, 3) Kariolus kuvvet içe doğru etki eder. Bütün bunların etkisi sonucunda rüzgâr eşit basınç noktalarında yoluna devam eder. Bu hatların bir harita üzerinde çizilmesiyle meteoroloji haritaları elde edilir. Yüzey sürtünmeleri rüzgârın yönünü alçak basınç yönüne doğru çevirir. Denizlerde bu açı 20°, karalarda ise 30° ile 45° arasında değişir.

Atmosferin alt tabakalarında meydana gelen rüzgârlar, yerin ısı ve mekanik özelliklerinden dolayı türbülans meydana getirir. Türbülans meydana getirmeden, basınç alanları arasında dolaşan rüzgârlara, meyilli rüzgârlar denir. Eğer rüzgâr hafif meyilli karadan denize doğru eserse logaritmik olarak alçalan bir spiral hat çizerek ilerler. Kuzey yarım kürede bu spiralin dönüş yönü saat ibresinin dönüş yönüdür. Atmosferin üst tabakalarında rüzgâr hızı saatte 400 km’ye kadar çıkabilir.

Rüzgâr cinsleri: Rüzgârlar dünyâ üzerinde bulundukları bölgelere göre ve meydana geliş sebeplerine göre isimler alır. Atmosferin genel devri dâimine bağlı olarak meydana gelen devamlı rüzgârlar. 1) Kutuplara doğru esen Kutup Rüzgârları, 2) 40° ve 60° enlemleri arasında kuvvetli esen Batı Rüzgârları, 3) Kuzey yarımkürede kuzeydoğu yönünde, güney yarımkürede güneydoğu yönünde devamlı ve kuru esen Alize Rüzgârlarıdır.

Yaz ve kış atmosfer basıncında ters yönde değişiklik olması ve bölgede basınç alanları arasında büyük fark olmasından meydana gelen rüzgârlara ise muson rüzgârları denir. Muson rüzgârları yazın karalara, kışın denize doğru eser. Kış musonları soğuk kuru, yaz musonları oldukça nemlidir.

Rüzgârlar bulundukları bölgelere göre de özellikler taşırlar: 1) Meltemler; karalarla denizler arasında eser. Öğlen vakitleri karalar ısınıp, alçak basınç sahası meydana getirince denizden karaya doğru eser. Gece bunun tesiri çok daha yavaş olur. Bu hava akımları vâdilerle dağlar arasında da meydana gelir. 2) Soğuk mahallî (yerel) rüzgârlar, zaman zaman meydana gelen basınç farkından olur. Adriyatik Denizi ile Fransa’nın Akdeniz sâhillerinde eser. Bora ismini de alır. 3) Sıcak yerel rüzgârlar, İsviçre Alpleri kuzey yamaçlarını etkileyen kuru sıcak rüzgârlardır. Bu rüzgârlara fön de denir.

Yüksek süratli rüzgârlar, ayrıca fırtınalara sebep olurlar. Bu fırtınalardan Hint Okyanusunda esenlere tropik siklon; Meksika ile Kalifornia körfezlerinde esene hurricane; batı Pasifikte esene tayfun, Batı Afrika’da esene tronado denir. Fırtına bâzan 300-400 km çapında bir sahayı etkisi altına alır ve saatteki hızı 250 km’yi bulabilir. Bölgelere göre isim alan daha birçok rüzgâr cinsi vardır. Meltem, mevsim rüzgârları cinsinden olup, mayıs ile eylül aylarında Akdeniz bölgesinde kara ile deniz arasında eser.

Türkiye’deki rüzgâr cinsleri: Rüzgârlar estikleri yönlere göre isim alırlar. Kuzeyden esen rüzgâra kuzey rüzgârları, güneyden esene kıble, doğudan esene gündoğusu, batıdan esene günbatısı, kuzeydoğudan esene poyraz, kuzeybatıdan esene karayel, güneydoğudan esene keşişleme, güneybatıdan esene ise lodos denir.

Türkiye’de Marmara, Trakya, Akdeniz, Karadeniz kıyılarında genellikle kuzey ve kuzeydoğuda “poyraz” rüzgârları hâkimdir. Bu rüzgârlar bahar aylarında bölgelere bol miktarda yağış getirir. İç bölgelerde kuzey ve güneyden gelen rüzgârlar hâkimdir. Güney batıdan esen “lodos” rüzgârları sıcak ve bunaltıcıdır. İzmir’de esen “meltem” rüzgârına “imbat” rüzgârı denir.

RÜZGÂRÜSTÜ ADALARI

Küçük Antillerin güney bölümünü teşkil eden, Atlantik Okyanusu ve Karayip Denizi arasında bulunan ada topluluğu. Adalar 12°-15°40’ kuzey paralelleriyle 60°48’-61°48’ batı meridyenleri arasında kalır. Toplam arâzi 3500 km2yi geçmez. En büyük adalar Dominica, Martinique, Greneda Grenadines, St. Lucia, St. Vincent’tir.

Rüzgârüstü Adalarının en büyüklerinden olan Dominica, 1493’te Christopher Columbus tarafından keşfedilmiş, bundan sonraki on sene içerisinde adaların tamâmına Avrupalılar girmiştir. Çeşitli târihlerde İspanyol, İngiliz, Hollanda veFransız hâkimiyetinde kalan bölge 1783 Versailles Antlaşması ile İngiltere’ye verilmiştir. Adalar’ın 358.000 kişilik toplam nüfûsu Afrikalı, Yerli, Fransız, Portekizli, İngiliz ırklarının melezi olan bir ırktan meydana gelir. Halkın çoğu tarım sektöründe çalışır. Rüzgârüstü Adalarının tamâmı Karayib ikliminin tesiri altındadır.