RUH

Alm. Seele (f), Fr. Ame (f), İng. Soul, Spirit. İnsanda, aklın erdiği bilgileri anlayan, his (duygu) organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan ve kendisi parçalanmayan bir cevher, varlık. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalp ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi olan toprak maddeleri, su, hava ve ateş (harâret) ile yine insanda var olan nefis ve kalp kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, ruhtur. Kalbi (yürek başkadır), insânî rûhu ve nefsi olmadığından hayvanlar, içgüdü (sevk-i tabiî) ile hareket ederler (Bkz. İçgüdü). İnsanlarda olduğu gibi nebâtların (bitkilerin) ve hayvanların da kendilerine göre ruhları vardır. Bu bakımdan ruh, üçe ayrılır:

1. Bitkisel ruh: Her canlıda vardır. Doğma, büyüme beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini “bitkisel ruh” yapar. Bu işler, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde de olmaktadır. İşlerin nasıl yapıldığı tabiat bilgisi (biyoloji) derslerinde öğretilmektedir. Büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Belli bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme, ölünceye kadar devam eder. Çünkü gıda alınmadan yaşanamaz.

2. Hayvânî ruh: Buna “cân” da deni. Hayvanlarda ve insanlarda, bitkisel ruh bulunduğu gibi hayvânî ruh da vardır. Bunun yeri yürektir.

İstekli hareketleri yaptıran bu ruhtur. Hayvânî ruh, latif bir madde olup, menbaı (kaynağı) cismânî kalbin (yüreğin) boşluğudur, içidir. Atardamarlarla bütün bedene yayılır. Damarlar içinde bedende dolaşır; nurlarını ulaştırır. Nurların, parlaklığı ev içinde dolaşan bir kandile benzetilerek açıklanabilir. Latif bir buhardır. Kalbin hararetinden, kaynamasından çıkar. Buna âit bilgiler, insan vücûdunu konu eden tıp ilminin, mütehassıs doktorların işidir. Bu rûhun bedenden ayrılması, bedenin ölümüdür.

3. İnsânî ruh: İnsanlarda ayrıca bir ruh daha vardır ki, “ruh” deyince yalnız bu anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu ruhtur. Ruh, insanda olan bilici ve idrak edici bir latifedir. Bu, insanın hakîkatıdır, kendisidir. İnsanı bilen, tanıyan odur. Ahirette, Allahü teâlâya muhâtab olacak odur.

İnsanın rûhu, kendi hülâsasıdır, özüdür. Allahü teâlâ insanın ruhunu, bilinemez olarak yarattı. Bu ruh, madde değildir, mekânsızdır. Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikte, her yerde vardırlar, denir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Bunun gibi, öleni varlıkta durduran Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni, ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyiz, önce rûha gelir. Ruhtan bedene yayılır.

İnsanda, ruh ve nefis ayrıdır (Bkz. Nefis). Dinde ruh adı verilen varlığa, eski Yunan filozofları ve onların taklitçileri “nefs-i nâtıka” veya kısaca “nefis” de demişlerdir. Halbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı İmâm-ı Rabbânî, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve “nefs-i nâtıka”, nefsin ismi olduğunu bildirmektedir. İsrâ sûresi 85’inci âyetinde meâlen; “Sana ruhtan soruyorlar. Ruh, Rabbinin yarattığı varlıklardan biridir, diye cevap ver!” buyruldu. Rûhun ne olduğunu anlatmak ve anlamak zordur, hatta imkânsızdır. Fakat hassalarını, özelliklerini anlatmak mümkündür. Bunun için İslâm âlimlerinin çoğu soranlara, rûhun cisim olmadığını, bir cevher-i basit, yâni parçalanmayan, ayrılmayan varlık olduğunu söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep odur. İhlâs Holding A.Ş.’nin yayınladığı Müjdeci Mektuplar ve Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye kitaplarında ruh hakkında geniş bilgi vardır.

Rûhun varlığı meydanda olup, ispat etmeye bile lüzum yoktur. Şöyle ki, insana en belli olan şey, kendi kendini tanımasını, bir şeyle ispat etmeye lüzum yoktur. Fakat, ruh madde midir? Madde değil midir. Kendi kendine var mıdır? Başka şeyle mi bulunur? gibi ve daha başka özellikleri ispat edilebilir. Zâten bu özelliklerin çoğu meydandadır. Bu bakımdan denilir ki:

1. Ruh cevherdir. Yâni kendisi vardır. Rûha, Farsçada “can” denir. Hayvan ölünce, canı çıktı, denir. Rûhu bedenden ayrıldı, demektir. Her mahluk (yaratılan varlık), ya cevherdir, yâhut araz (özellik, sıfat)dır. Varlıkta kalabilmesi için, başka bir varlığa muhtaç değilse, kendi kendine var ise buna “cevher” denir. Varlıkta kendi kendine durmayıp, başka bir şeye muhtaç ise “araz” veya “sıfat” denir. Madde ve cisim, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özelliktir. Renk cisimle vardır. Cisim olmazsa, renk olmaz.

Cevher iki türlüdür: Biri mücerred, yâni maddî olmayan varlıktır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına tesiri yoktur. İkincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his (duygu) organları ile duyulmaz. Parçalanmaz. Akıl ve ruh böyledir. Madde ise, his olunur, parçalanabilir. Cisim, maddenin şekil almış hâlidir. Ruhun cevher olduğu birçok yoldan ispat edilmiştir. En kısası şöyledir ki, araz (özellik, sıfat), bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımaktadır. His olunan, düşünülen herşeyi ruh almakta, taşımaktadır. Bunun için ruh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir. Meselâ, sür’at, yâni hız, harekette bulunur diyerek, bu ispatı kabul etmeyenler de vardır.

2. Ruh, basittir. “Basit” demek, parçalanamaz, ayrılamaz demektir. Bunun karşılığı, bileşik, yâni “mürekkeb” olmaktır. Rûhun basit olduğu şöyle anlaşılır ki, basit olduğu bilinen şeyi, ruh kavramaktadır. Ruh, bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basit olan birşey bunda yerleşmezdi. Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basit şey de parçalanmak lâzım gelir. Basit olan şey ise parçalanamaz.

3. Ruh, cisim değildir. Eni, boyu, yüksekliği olan cevhere, yâni şekil almış maddeye cisim denir. Cisimde yerleşen şeylere “cismânî” denir. Araz, yâni özellikler, cisimlerde bulundukları için cismânîdirler.

4. Ruh, anlayıcıdır ve idâre edicidir. Ruh evvelâ kendini bilir. Kendini bildiğini de bilir. Göz vâsıtasıyle renkleri, kulakla sesleri kavrar. Sinirleri çalıştırır. Kasları hareket ettirir. Böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyârî yâni istekli işler denir.

5. Ruh, his organları ile duyulmaz. Cisim ve cismânî olan şeyler his olunur. Ruh, cisim ve cismanî olmadığı için his olunmaz.

Ruh ölümsüzdür: İnsan ölünce, ceset çürüyünce ruh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması, demektir. Ruh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Hiç yok olmaz. Bütün dinler, felsefeciler ve müteassıb olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Yalnız tabiatçılardan (materyalistlerden) pek az kısmı bu söz birliğinden ayrılmış ve yanlış bir yola sapmışlardır. Bunlar, Allahü teâlânın yeryüzünde, en şerefli varlık olarak yarattığı insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu, ebedî kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için “Haşâşî”ler, yâni “Otçular” adıyla anıldılar. Felsefeciler ve bütün din adamları bu otçuların bozuk düşüncelerini çeşitli delillerle çürüttüler.

Allahü teâlâ, bugün bilinen 104 elementi yaratmış, bunlardan herbirine başka başka özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmıştır. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların yığılmasından molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik bileşikleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların herbirinde, akılları şaşırtan, incelikler, kânunlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve düzenden biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük, bilici, yapıcı olan Allahü teâlâ, bu sayısız düzenleri yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina, hiçbir motor süresiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir genel kânundur. Vücut makinası da, bu kânuna uyarak, yıpranıyor, çürüğe ayrılıyor. İnsan mezarda çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar tesiriyle parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimyâ olaylarıdır. Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.

İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri, bu üç kaynaktan hâsıl olmaktadır. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılıyor.

Ruh da, melekler de, terakki etmez; yükselmez. Yaratıldığı şekilde kalır. Ruh, bu bedenle birleşince, terakki etmek, yükselebilmek özelliğini kazanıyor. Bedene gelen rûh, yaratıldığı gibi kalmıyor. Yâni kıymetleniyor, yükseliyor. Yâhut inkâr etmek ve günah işlemek sebepleriyle, alçaklaşıyor, harap oluyor.

Bu dünyâda her cisim belirli özellikleriyle tanınmaktadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin yapısı bozularak, özellikleri yok olmakta, başka özellikte, başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup, başka cisim hâsıl olmaktadır. Eskiden maddeye “heyûlâ”, cisme, yâni maddenin şekil almasına “sûret” diyorlardı.

Rûh parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği, yâni mücerred olduğu için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Halbuki, fizik olaylarında cisimlerin şekli ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca buhar oluyor. Sıvı haldeyken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimyâ tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimyâ değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor.

Rûh, bir sanat sâhibi kimseye benzer. Beden, bu kimsenin elindeki sanat âletleri gibidir. Rûh, bir süvâri, binici kimseye de benzer. Beden, bunun atı gibidir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanat adamının âletlerinin yok olmasına, binicinin hayvanının elinden gitmesine benzer.

Rûhun kuvvetleri: Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.

A) Hayvânî rûhun müdrike ve hareket kuvvetleri vardır.

1. Müdrike kuvveti: İdrak edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlama iki yolla olur. Görünen ve görülmeyen (iç) organların anlamasıdır. Görünen duygu organları beştir. Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deridir. Görünmeyen duygu organları da beştir. Bunlar da müşterek his, hayâl, vâhime, hâfıza ve mutasarrıfadır.

Müşterek his, duygu organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış etkilerin hepsi, beynin önünde toplanarak meydana gelir.

Hayâl, müşterek his olarak toplanıp anlaşılan duygular, beynin birinci boşluğunun önünde saklanır ve bir cisme bakınca bu cisim müşterek histe duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince müşterek histe duygu kalmaz. Fakat hayâle gelen duygu uzun zaman kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirlerini unutur, kimse kimseyi tanımazdı.

Vâhime, görünen his organları ile duyulmayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, hissedilir. Bu kimselerden dostluğu, düşmanlığı anlayan iç kuvvete vâhime denir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı.

Hâfıza, vâhimenin anladığı mânâları saklar.

Mutasarrıfa da, anlaşılan duyguları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde eder. Meselâ, zümrüdden bir dağ ve gümüşten bir ağaç düşünür. Şâirlerde bu kuvvet çok gelişmiştir.

2. Hareket kuvveti: İki türlüdür. Birincisi “Şehevî” kuvvettir. İnsan ve hayvanlar şehvet kuvvetleriyle, kendilerine tatlı gelen ve muhtaç oldukları şeyleri isterler. Bunlara “Behîmî” (hayvânî” kuvvet de denir. İkincisi, “Gazabî” kuvvettir. Bu kuvvetle, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def ederler, kovarlar. Bunlara “canavar” kuvvetler de denir.

Hareket kuvvetleri, müdrike kuvvetlerine muhtaçtır. Çünkü önce duygu organları ile, iyi veya kötü olduğu anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veya atılsın. Bütün bu duyguların ve hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmaktadır.

B) İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bilici ve yapıcı bu kuvvetlerle hayvandan ayrılır. Bu iki kuvvet şunlardır:

1. Bilici kuvvet (kuvve-i âlime): Buna “Nutuk” veya “Akıl” da denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır. Biri, tecrübî ilimleri, yâni fen bilgilerini elde etmeye yarayan kuvvettir. İkincisi, ahlâk ilimlerine âlim olan, bilen kuvvettir. Fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakîkatını anlamayı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve faydalı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.

2. Yapıcı kuvvet (kuvve-i âmile): Faydalı, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetlerle elde edinilen bilgilere göre iş yapar. Hayvan rûhundaki hareket kuvvetleri, vâhime kuvvetlerinin iyi bulduklarını çekerdi, çirkin bulduklarını iterdi. İnsan rûhunun yapıcı kuvveti, akla dayanır. Bir işte iyilik, fayda olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz veya def eder. Hayvânî rûhun, şehevî ve gazabî kuvvetlerini de idâre eder.

Çok kimse vardır ki, çok işlerini nefsin veya hayvânî rûhun kuvvetlerine tâbi olarak yapar. Yâni vehim ve hayâlle yaparlar.

İmâm-ı Muhammed Gazâlî ve tasavvuf büyüklerinden bir kısmı buyurdu ki:

“Rûhun bu kuvvetleri, meleklerdir. Allahü teâlâ, lutuf ve merhâmet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de, bunu göstermekdedir” İnsanın kemâle gelmesi, yükselmesi, saadete kavuşması, rûhun iki kuvvetiyle olur.

Ruhların hazır olması: Rûhta, bedenden ayrıldıktan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin hallerini ve bilhassa dünyâdayken tanımış oldukları kimselerin hallerini anlamak kuvveti hâsıl olmaktadır. Bundan dolayı velîlerin kabirlerini ziyâret etmek ve onların mübârek ruhlarından yardım dilemek (istigâse etmek) ile, iyiliklere kavuşulmakta ve zararlardan kurtulmak mümkün olmaktadır.

Rûhun, bedenden ayrıldıktan sonra, bedenle ve bedenin bulunduğu toprakla alâkası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu toprağı ziyâret eder ve velînin rûhuna teveccüh ederse, ikisinin rûhları buluşurlar ve birbirlerinden faydalanırlar.

İnsanın rûhu; bedenden ayrılıp, dünyâ ile alâkası kesilince, melekler âlemine gider. O âleme mahsus kuvvetler kendinde hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilir. İnsan, hocasını rüyâda görüp, bilmediklerini sorup öğrenebilir. Rûhu olgun, nefsi pâk ve tesiri kuvvetli bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o topraktaki velî düşünülür ise, rûhu o toprağa bağlanır. Gelen insanın rûhu ile velînin rûhu buluşmuş olur. Bu iki ruh, karşılıklı iki ayna gibidir. Her birinde olan mânevî haller, olgunluklar ötekine akseder, yansır. İkisi de çok faydalanır. Evliyânın kabirlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı miktarca fayda hâsıl olur. Onların kabirlerinden, çok fayda elde edilir. Fakat, rûhlarına bağlanmak, daha faydalıdır. Çünkü uzak ve yakın olmanın bunda bir tesiri yoktur.

Tenâsüh (reenkarnasyon) yoktur: Rûhun bağlı olduğu bir bedenden ayrılıp canlılık ve hareket meydana getirmek üzere başka bir bedene geçmesine tenâsüh denir. Tenâsühün aslı yoktur. Çünkü her beden için bir ruh vardır. Ölen bir insanın rûhu, yeni doğan başka bir çocuğa geçmez. Eski felsefecilerin ve şimdiki spritizmacıların, medyumların iddiâsı olan tenâsühü İslâmiyet reddetmektedir. Tenâsühe inanmak, ölenin kabirde azap veya mükâfat görmesini ve kıyâmetin kopup bedenlerin ruhları ile birlikte haşr ve neşr olmasını, Cennet ve Cehenneme götürülmesini inkâr etmek olur. Bu ise, İslâmiyete inanmamak demektir.

RÛHÎ

(Bkz. Bağdatlı Rûhî)

RUKAYYE (radıyallahü anhâ)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin kızı. Peygamber efendimiz otuz üç yaşındayken, hazret-i Zeyneb’den sonra ikinci kızı olarak hazret-i Hadîce vâlidemizden dünyâya gelmiştir. Çok güzel idi. Vahy ile hazret-i Osman’a nikâh edildi. Onunla birlikte iki kere Habeşistan’a hicret ettiler. Yirmi iki yaşındayken Bedr Gazâsında hasta oldu. Hazret-iOsman’a, Bedr’e gelmeyip zevcesine hizmet etmesi emrolundu. Bedr Zaferinin müjdesi Medîne’ye geldiği gün vefât etti ve orada defnolundu.

Resûlullah efendimize, peygamberliği bildirilmeden önce hazret-i Rukayye, Ebû Leheb’in oğlu Utbe’ye, Ümmü Gülsüm de Uteybe’ye nikâh edilmiş, fakat evlilik gerçekleşmemişti. Fahr-i âlem efendimize, peygamberliği bildirilip, insanlar, İslâm’a dâvet edilmeye başlanınca, Ebû Leheb ve oğulları düşman kesildiler. Cehennemlik oldukları Tebbet sûresinde bildirilen Ebû Leheb ve karısı ile Kureyş’in ileri gelen müşrikleri, Utbe ve Uteybe’ye; “O’nun kızlarını alıp yükünü hafiflettiniz. Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün! Size Kureyş’ten istediğiniz kızı alalım!” diye teklif ettiler. Onlar da; “Peki, boşadık!” dediler. Uteybe denilen alçak, daha da ileri giderek, Peygamber efendimizin huzûr-i şerîfine gelip; “Ey Muhammed! Ben, seni ve dînini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni, ne de ben seni seveyim! Ne sen bana, ne de ben sana geleyim!..” diye hakâret etti. Sonra sevgili Peygamberimize saldırıp, mübârek yakasına yapıştı. Gömleğini yırttı. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini musallat et!” buyurdular. Çok kısa bir zaman sonra Uteybe bedbahtını arslan parçaladı.

Bu hâdiseden sonra, Peygamber efendimize vahy gelerek, hazret-i Rukayye’nin hazret-iOsman ile nikâhlanması emredildi ve evlendiler.

Nübüvvetin beşinci senesinde, Müslümanlara, müşriklerin işkenceleri pek şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, Eshâbının dayanılmaz işkencelere uğramasına, ayaklarından iplerle develere bağlanıp, aksi istikâmetlere doğru çekilerek parçalatılmasına çok üzülüyordu. Bu işkenceler her geçen gün daha da şiddetleniyor, merhâmet dolu kalbi, bunlara tahammül edemiyordu. Peygamber efendimizin emriyle Habeşistan’a hicret eden yirmiye yakın sahâbiyle birlikte hazret-i Osman ve hanımı Rukayye de hicret ettiler.

Peygamber efendimiz; “Şüphesiz ki, Osman, Lût peygamberden sonra zevcesiyle birlikte hicret eden ilk kimsedir.” buyurdu.

Hazret-i Rukayye’nin burada Abdullah isminde bir oğlu oldu. Bu sebeple hazret-i Osman’a Ebû Abdullah künyesini verdiler. Hazret-i Abdullah altı yaşındayken vefât etti.

Peygamber efendimizin Medîne-i münevvereye hicretinin ikinci yılında, hazret-i Osman ve hanımı Medîne’ye geldiler.

Hazret-i Rukayye, Medîne’de hastalandı. O sırada Bedr Gazâsı için hazırlık yapılmış, hazret-i Osman’ın hanımıyla meşgûl olması emredilmişti. Peygamber efendimiz ve şanlı Eshâbı müşriklerle çarpışmak üzere Bedr’e gittiler. Onlardan zafer müjdesi geldiği gün, hazret-i Rukayye Hakk’ın rahmetine kavuştu.

RUKYE

Bâzı sıkıntı ve hastalıkları tedâvi etmek ve nazara karşı korunmak için, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde bildirilen âyetleri, duâları okumak, yazılı hâlde taşımak. Kur’ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki duâlar yazılıp muska şeklinde de taşınabilir. Muska, Arapça bir kelime olup, aslı “mıska”dır. Doğru şekli “Nüsha”dır. Nüsha, lügatta yazılı şey mânâsındadır. Muska, âyet ve duâların bir kâğıda veya beze yazılıp, üçgen şeklinde katlanarak, muşambaya veya buna benzer bir şeye sarılıp ve boyuna veya elbisenin uygun bir yerine asılır.

Peygamberimiz hastalıklardan tedâvi için, doktora gider, ilâç kullanırdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Hastalığınızı tedâvi ediniz! ÇünküAllahü teâlâ, ölümden başka her hastalık için devâ, ilâç yaratmıştır.” Peygamberimiz üç türlü ilâç kullanırdı. Kur’ân-ı kerîm veya duâ okurdu. Fen ile bulunan ilâçları kullanırdı. Her ikisini karışık kullanırdı. “Kur’ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasip olmaz.” buyururdu. Fâtiha sûresini okumanın, hastalıklara şifâ olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, tefsir kitaplarında yazılıdır. Âyet-i kerîme ve duâ okumanın şifâ vermesi için şartlar vardır. Bu şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır. Hastanın, zararlı olan gıdâlardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, sıcaktan veya soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, haramdan, zulümden sakınması lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz” buyuruldu. Resûlullah efendimiz hasta olunca, Kur’ân-ı kerîmdeki Kuleûzüleri okuyup kendi üzerine üflerdi.

İslâm dîninde âyet-i kerîmeleri ve Resûlullah’tan gelen duâları yazıp muska yapmaya, taşımaya izin verilmiştir. İnanan, güvenen kimseye fayda verdiği tecrübe ile sâbittir. Hattâ böyle âyet ve duâların yazıldığı muskayı muşamba, naylon gibi su geçirmez şeylere sarılı olarak her zaman taşınmasına izin verilmiştir. Mânâsı bilinmeyen veya dinden ayrılmaya sebep olan rukyeyi (yazılı muskayı) okumaya “Efsun” denir. Bunu ve nazarlık denilen şeyleri kendi üzerinde taşımaya “Temime” denir. Muhabbet (sevgi) hâsıl etmek için yapılan rukyelere “Tivele” denir. Bir hadîs-i şerîfte, “Temime ve Tivele şirktir (Allah’a ortak koşmaktır).” buyruldu.

Hakîki Müslüman bâtıl inançlara inanmaz. Sihir, uğursuzluk, fal, efsun, Kur’ândan başka şeyler yazılı muska, mavi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezarlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyene ehemmiyet vermez. Bunların çoğu esâsen başka dinlerden bize aktarılmıştır. Bazı din adamlarından “kerâmet” bekleyenlere büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî şöyle demektedir: “İnsanlar din adamlarından kerâmet beklerler. Bunların bâzılarının kerâmeti yoktur, ama diğerlerinden daha ziyâde Allah’a yakındır. Asıl kerâmet, İslâmiyeti iyi öğrenmek ve ona uygun yaşayabilmektir.”

Kur’ân-ı kerîmin hastalıklara şifâ olduğu İsrâ sûresi 82’nci âyetinde meâlen; “Biz Kur’ândan öyle âyetler indiriyoruz ki, müminler için bir şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise (küfür ve yalanları sebebiyle) ancak hasarını, zarar-ziyanını arttırır.” buyurularak bildirilmiştir.

Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:

Ey Allah’ın kulları! İlâç kullanın!

İlâçların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir.

Allahü teâlanın bir nîmet vermesini ve bunun devamlı olmasını isteyen «Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhı» çok okusun!”

RULET

Alm. Roulett (n), Fr. Roulette (f), İng. Roulette. Çıkış yeri İtalya olarak bilinen Fransa’da gelişen ve bütün dünyâya yayılan eski bir kumar oyunu. Ciltçilikte kullanılan disk biçimindeki yaldızlara demirleriyle; grafik sanatıyla uğraşan foto-gravürcülerin provalar sırasında bâzı küçük düzeltme ve tesviyeler yapmak için kullandıkları çarklara; oymacılık sanatıyla uğraşanların tahtayı oymak için kullandıkları küçük dişli çelik disklere; terzilerin, postacıların vb. kimselerin kullandıkları çark şeklindeki dişli âletlerin hepsine “rulet” ismi verilmektedir.

Kumar ve şans oyunlarından biri olan rulet, on sekizinci yüzyılda İtalya’da ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılda ise Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika’daki bütün kumarhânelerde oynanmaya başlandı.

Diğer kumar ve şans oyunları gibi ruletin de kendine has bir oyun şekli mevcuttur. Ayrıca Rusya’da revolvera(toplu tabanca) ile yapılan düello (yâhut bahis) şeklidir. Tabanca topuna sâdece iki merminin rasgele sürülmesi temeline dayanır. Buna Rus ruleti denir. Avrupa ve Amerika’da oynanan ruletler kendilerine has özellikler taşımaktadır.

RULMAN

Alm. Kugellager, Rollenlager (n), Fr. Roulement (m), İng. Bearing. Mekanik ve elektrikli âletlerde, kayma sürtünmesi yerine bir yuvarlanma sürtünmesi sağlayarak enerji kayıplarını azaltmak için yataklar ile muylular arasına yerleştirilen makina parçaları. Rulman, semente edilerek su verilmiş ve iyice perdahlanmış çok sert çelik malzemeden yapılmış küçük silindir olup, bunlara bilyalı yatak da denir.

İki cismin birbiri üzerinde yuvarlanmasından meydana gelen enerji kayıpları, her iki cismin birbiri üzerinde kaymasından doğacak enerji kayıplarından çok daha azdır. Bu yüzden mekanik îmâlâtta rulman denilen ve muylulara takılarak kayma sürtünmesini büyük ölçüde azaltıp, dönme sırasında muylular için hem destek, hem de kılavuz vazifesi gören âletler kullanılır.

Bir rulman başlıca şu parçalardan meydana gelir:

1) Yuvarlanan parçalar (bilyalar, iğneler, makaralar). 2) Çalışma sırasında biri dönerken (iç bilezik), öbürü sâbit kalan (dış bilezik) ve yuvarlanma yüzeylerini (veya yollarını) meydana getiren bilezikler. 3) Yuvarlanan parçaları eşit uzaklıkta tutarak birbirlerine değmelerini ve aşınmalarını önleyen ana kafes.

Bilyalar, makaralar ve bilezikler, yüzey sertliği çok fazla, süperfinisyon veya elektrolizle perdahlamaya elverişli sert karbon çeliğinden veya alaşımlı çelikten (genellikle kromlu) yapılır. Bâzan plâstikten yapılmış bilyalar da kullanılır. Kafesler, genellikle çelikten, pirinçten ve plâstikten yapılır. Rulmanın taşıyacağı yük yatak eksenine dikse, bu tip rulmanlara radyal denir. Eğer yük eksene paralelse eksenel tâbiri kullanılır.

Çok değişik tipleri olan rulmanların boyutları normlaştırılmıştır.

Rulman çeşitleri:

Bilyalı rulmanlar: Başlangıcı 1870 yıllarına kadar uzanan bu rulmanlar bir veya iki sıralı olarak yapılır.

Makaralı rulmanlar: Bu rulmanlar ağır yükleri taşıyabilir. Çünkü makaraların yuvarlanma yüzeyine teması bilyalardaki gibi noktasal değil çizgiseldir. Bu rulmanların yüksek hızlarda ısınma eğilimleri daha fazla olup konik olarak yapılanları da vardır.

İğneli rulmanlar: İlk patentini Almanlar almıştır. Bu rulmanlar 3-4 mm çapında ve yaklaşık olarak 20-35 mm uzunluğunda ince iğne şeklindeki makaralardan meydana gelir. Bu rulmanlarda devir sayısı 10.000 dev/dak’ya ulaşır.

Rulmanların kullanılışı: Rulmanlar, yerleştirilmesi ve kullanılması bakımından büyük tedbirler isteyen, fakat bakım servisi minimuma indirilmiş hassas âletlerdir. Sık sık yağlanmaları gerekmez. Dakikada 6.000 devir yapanlar için kıvamlı yağlar kullanılır. Çok büyük dönme hızlarında (10.000 dev/dak ve daha yukarı) akışkan yağlar tercih edilir.

RUMELİ EYÂLETİ

Osmanlı Devletinin Avrupa topraklarındaki en büyük idârî birimi. Osmanlılar Rumeli’de ilk fetihlerini yaparken (1353-1359), Süleyman Paşa, bu kuvvetlerin başkumandanı sıfatı ile beylerbeyi durumunda idi. Daha sonra Sultan Birinci Murâd Han döneminde, Edirne merkez olmak üzere, Rumeli eyâleti kuruldu. Lala Şâhin Paşa da beylerbeyi tâyin edildi. Bu beylerbeyliğin vazîfesi, idârî olmaktan ziyâde, fetih harekâtını devâm ettirmek, yâni İslâm dînini yaymaktı. Bu yüzden beylerbeyiliğin sınır bölgelerine en seçkin komutanlar tâyin edildi.

Avrupa’daki Osmanlı toprakları genişledikçe, Rumeli Beylerbeyliğinin devlet içindeki nüfûzu da arttı. Bu eyâlet, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde devletin en mühim idârî birimi olurken, Rumeli Beylerbeyine de akranları arasında en üst rütbe verildi. Vezir pâyesiyle, paşalık ünvânı ve divan toplantılarına katılma hakkı tanındı. Bâzı Rumeli Beylerbeyleri, aynı zamanda, veziriâzamlık da yaptılar.

Beylerbeyiler, ilk zaptedilen yerleri Paşa Sancağı hâlinde bizzât idâre ettikleri gibi, stratejik ehemmiyeti ön plânda olan ve idârî bir merkez olmaya elverişli bulunan kale ve şehirleri de, ehliyet ve kâbiliyet sâhibi beyler vâsıtasıyla hâkimiyetleri altında tutuyorlardı. On altıncı asır ortalarına kadar bölgedeki fethedilen bütün yerler, stratejik ehemmiyetlerine göre sancak hâline getirilerek, Rumeli Beylerbeyliğine bağlandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinin sonlarında, Macaristan’da yeni eyâletler teşkil edildi.

Osmanlı fethinden önce bölge halkı, zâlim kral ve imparatorların zulümlerinden kaçıp, Rumeli’yi boşaltmaya başlamıştı. Bu yüzden kayda değer büyüklükte bir şehre tesâdüf edilmeyen Rumeli bölgesinde ufak-tefek bâzı yerleşim birimleri vardı. Fetihten sonra Aksaray tarafındaki yörükler, topluca Rumeli’nin boş arâzisine yerleştirildi. Fethedilen yerlerde kimse aç ve açıkta bırakılmadı. Her taraf kısa zamanda îmâr edildi. Elde edilen vergi gelirinin iki-üç misli harcama yapılarak Rumeli âdetâ yeniden inşâ edildi. Câmisi, medresesi, imâreti, hamamı, köprüsü mektebi, çeşmesi, kışlası, insanların ihtiyâcı olan her şeyiyle Rumeli şenlendi. Temizlik ve güzellik, adâlet ve güzel ahlâk her tarafta yayıldı. Bâzı Hıristiyan köylerinden Rumeli Ağası nezâretinde devşirilen çocuklar, Müslüman köylülerin yanlarına verilip bilâhare acemi ocağına alınarak yetiştirildiler.

Beylerbeyilik merkezlerine (paşa sancağı), sancak merkezlerine ve kazâlara kâdılar tâyin edildi. Nâhiyelere nâibler vazîfelendirildi. Köy ve mahallelerde ise imamlara mesûliyet verildi. Kazâ ve nâhiyelerde sübaşılar âsâyişi temin ettiler. Tımar sâhipleri iyi muâmeleleriyle toprakları şenlendirdiler.

Aynî Ali Risâlesi’nde verilen rakamlara göre 16. asrın sonlarına doğru Rumeli toprakları 9274 kılıç olarak dirlik sâhiplerine dağıtıldı. Rumeli eyâletinden cebelüleriyle birlikte 33.000 kişi sipâhî ordusuna katılırdı. Ayrıca Rumeli’den on binin üzerinde yörük ve müsellem eşkinciyle bir o kadar da akıncı çıkardı. Rumeli Beylerbeyinin emrinde yaklaşık 60.000 kişilik bir ordu teşekkül ederdi.

Rumeli eyâleti, Kânûnî devrinde; Paşa livası (sırasıyla; Edirne, Sofya, Manastır), Gelibolu, Silistre, Niğbolu, Vize, Sofya, Köstendil, Midilli, Semendire, İskenderiye (İşkodra), Avlonya, İlbasan, Ağrıboz, Tırhala, Prizen, Alacahisar, Vidin, Florina, Mora, Vilçitrin, Yanya, Karlıili, İzvornik, Hersek, Bosna, Selânik, Kızılca Müsellem, Voynuk, Çingâne, Karadağ, Kefe veOhri sancakları olarak teşkilâtlandırılmıştı.

On yedinci asırda Mora ve çevresindeki sancaklar, Rumeli’den ayrıldılar. On dokuzuncu asırda ise; Üsküp, Bosna, Selânik ve Yanya, Rumeli eyâletlerinden ayrılarak ayrı birer vilâyet hâline getirildi. Rumeli de, Ohri, Kesriye ve İşkodra’dan ibâret bir eyâlet hâline geldi. 1864’te vilâyet sistemine geçilince de; Varna, Niş, Sofya, Tırnova, Rusçuk, Tolçu ve Vidin mutasarrıflıklarından meydana gelen Tuna vilâyeti kuruldu. İşkodra ve Edirne 1878’de ayrı birer vilâyet hâline getirilince, Rumeli eyâleti tamâmen ortadan kalktı ve Rumeli coğrafî bir tâbirden ibâret kaldı.

RUMELİ HİSARI

Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul Boğazının Avrupa yakasında yaptırdığı hisar. İstanbul’u almaya karar veren genç Osmanlı Sultanı, kuşatmadan önce bâzı tedbirler aldı. İstanbulBoğazına hâkim olup, geçen gemiler kontrol altına alınmadıkça fetih çok güçtü. Bunun için Boğaz’ı kontrol altına alacak bir kale yaptırmak îcâb ediyordu. 1451 yazı sonunda Karaman Seferinden dönen Sultan MehmedHan, Anadolu Hisarı bölgesinden karşıya geçerken, Boğaziçi’nin durumunu çok dikkatli incelemişti. O zamanki topların tesirli oldukları mesâfelerin ve atılan güllelerin kifâyetsizliği sebebiyle, daha önce yapılmış olan Anadolu Hisarı, Karadeniz’den gelen gemileri kontrol altına almaya yetmiyordu. Bu sebepten, İstanbul fethine hazırlanmak ve Boğaz’a hâkim olmak düşüncesiyle plânları bizzat SultanMehmed Han tarafından yapılan kalenin inşâatına Mart 1452’de başlandı.Kale yapımına mâni olmak isteyen Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes’in elçilerine Sultan Mehmed Han şu cevâbı vermiştir:

“...Kendi arâzim üzerinde gönlüm istediği şeyi yapmama karşı gelmeniz için, elinizde ne hak ve ne de kudret vardır. İki kıyı benimdir. Anadolu kıyısı benimdir. Çünkü halkı, Osmanlılardan meydana gelmektedir. Rumeli kıyısı da benimdir. Çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Pâdişâhı, evvelkilere benzemez!”

Hisarın projesi, yapılacak surların, burçların, kapıların yerlerini, aralık ve mesâfelerini, bizzat Sultan Mehmed Hanın tespit ettiği hususlar dikkate alınarak Mîmâr Muslihiddîn Ağa tarafından çizilmişti. 15 Nisan 1452 günü temel atılarak büyük hızla kalenin inşâsına başlandı. Bizzat Sultanın, vezirlerin, paşaların, amele gibi çalıştığı inşâat, çok güzel bir plânlama ve sorumluluk dağıtımı ile devâm ediyordu. İş bölümü ve çalışanların vazîfeleri bizzat Sultan Mehmed Han tarafından tâyin ediliyordu. Boğazkesen Hisarının kuzeyindeki burcu yetmiş yaşlarındaki Sarıca Paşa, en güneydeki burcu Zağanos Paşa, kıyıdaki burcu da Halil Paşa yaptırıyor, Sultan da geri kalan ve deniz tarafındaki işlerle uğraşıyordu.

İntizam, iş bölümü, çalışma gayretinin bütünüyle ortaya döküldüğü kale yapımında beş ilâ altı bin işçi ve usta çalışmıştı. Adâlet işlerini ön plâna aldıran Sultan Mehmed Han, işçi gruplarını bulundukları muhitin kâdıları ile birlikte getirtmişti. Ağır suç işleyenlere ölüm cezâsı verileceği herkese duyurulmuş, işini en iyi ve çabuk bitirene büyük mükâfatlar verileceği bildirilmişti. İnşâat gayretli çalışmaların sonunda Ağustos ayı içinde bitirildi. Çeşitli kaynaklara göre üç veya dört ay içinde bitirilen kale 250x125= 31.250 m2lik alanı kaplıyordu. En dar yeri batı-doğu yönü üzerinde 125 metredir. Kalede, kuzeyde, güneyde tepeler üzerinde ve biri de doğuda deniz kenarında olmak üzere, üç büyük burç ile çeşitli büyüklükte on üç burç vardır. Kalenin hendeği yoktur ve burçlar, herbiri başlıbaşına savunmayı başaracak şekilde yapılmıştır. Surların kalınlığı taarruza elverişli olan batı tarafından hemen hemen her yerde beş metre, güneyde ise üç metredir. Bâzı yerler dört metredir. Surlar boyunca dışarıya karşı iki metre yükseklikte, seksen santimetre genişlikte mazgalla korunan bir devriye yolu vardır.

Sarıca Paşa Burcu, 28 m yükseklikte, dış çapı 23.80 ve duvar kalınlığı 7 metredir. Kıyıdaki Halil Paşa Burcu 22 m yükseklikte olup, dış çapı 23.30, duvar kalınlığı 6,5 metredir. Zağanos Paşa Burcu ise 21 m yüksekliğinde, dış çapı 26.70 metredir. Sarıca ve Zağanos burçları yuvarlak. Halil Paşa Burcu ise, 12 köşeli olarak yapılmış, üstleri kurşun ile örtülmüştü.

Kalenin içinde evler, câmi, sarnıç, yiyecek cephâne ve malzeme depoları yapılmış, ağır toplar, Hisar-ı Beççe’nin mazgallarına yerleştirilmişti. Kalenin ilk komutanı Firuz Ağanın emrine dört yüz asker verilmişti. Bundan sonra Boğaz’dan geçecek bütün gemiler muayyen bir vergi ödeyeceklerdi. Emre itâat etmeyenler derhâl batırılacak, Boğaz’ın en dar yerinde (660 m) karşılıklı iki kaleden açılacak atışla izinsiz hiçbir şey geçemeyecekti. İlk defâ aynı sene Kasım ayı içinde Karadeniz’den gelen iki Venedik gemisi, izinsiz geçmek istedi. Derhâl ateş açıldı. Arkasından Antonio Rizo’nun kaptanı olduğu gemi batırıldı. Böylece dünyânın en stratejik boğazının iki yanına hâkim olan Osmanlılar, İstanbul fethinin ilk adımını atmış oldular.

1509’daki İstanbul zelzelesinden büyük zarar gören hisar, çok kısa zamanda tâmir edildi. 1746’da yangın geçiren hisar, Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamânında son olarak tâmir edildi. Fâtih Kanunnâmesine göre yatsı namazından sonra, sabah namazından önce nevbet vurmak gerekliydi. Cumâ ve bayram günleri bayrak çekilmesi ve pâdişâhlar hisar önünden geçerken top atışı ile selâmlanması yine aynı kânunda belirtilmişti. On yedinci yüzyıldan îtibâren hisarın çevresine kurulan mahallelerle bir semt meydana geldi.

Hisarın deniz müzesi hâline getirilmesi için 1917’de bir proje hazırlandı ise de, Birinci Dünyâ Harbinin sonunda bundan vazgeçildi. 1953’te baştan sona tâmir edildi. Hisar’ın KaleiçiMahallesi istimlâk edilerek tamâmı müze hâline getirildi.

Hisar çeşitli adlarla anıldı. Fâtih Sultan Mehmed Hanın bizzat Boğazkesen adını verdiği Hisar’a, Yenihisar, Yenicehisar, Yenikale, Nikhisar (Güzelhisar), Başkesen adları da verildi. Fakat zamanla bulunduğu yerden dolayı Rumeli Hisarı adı diğerlerini unutturdu.

RUS-JAPON SAVAŞI

Yirminci yüzyılın ilk büyük savaşı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru büyük devletler arasına giren Japonya, 1894’te Çin ile yaptığı savaş sonucu Mançurya’da bir deniz üssü olan Port Arthur’u elde etmişti. Fakat çok geçmeden Rusya, Almanya veFransa ile anlaşarak Japonları Port Arthur’dan çıkardı. Ruslar burasını Uzakdoğuda buz tutmayan, her mevsimde istifâde edebileceği, savaş gemilerini barındırabileceği bir liman olarak kullanıyordu. Bu durumda Rus ve Japon menfaatlerinin çarpışması her geçen gün artıyordu. Nihâyet Japon donanması, 8 Şubat 1904 gecesinde Port Arthur’da bulunan Rus donanmasına âni bir baskınla büyük bir darbe vurdu. Ertesi gün de Rusya’ya harp îlân etti. Yapılan savaşlarda eğitimleri zayıf, sevk ve idâreleri kötü olan Rus birlikleri, Japonlara yenildiler. Rus donanması da Port Arthur’a 40 km uzaklıktaki Raund Adası yakınlarında Japon donanması tarafından saldırıya uğrayarak tamâmen imhâ edildi. Japonlar, 1 Ocak 1905’te Port Arthur’u aldılar. Rusların takviye olarak gönderdiği İkinci Pasifik Filosu, Cuşima Boğazından geçerken tamâmen imhâ edildi. Amerika cumhurbaşkanı Theodore Roosevelt’in iki tarafa da barış tavsiyesi üzerine görüşmelere başlandı. Sonunda Kore’de Japon hâkimiyetinin kabulü, Rusların Port Arthur’dan, Mançurya’dan çekilmesi şartıyla barış imzâlandı. Japonya, Amerika’nın barış görüşmeleri sırasındaki tutumu yüzünden tazminat istemekten vazgeçti.

RUSSEL, Bertrand Arthur Willam

İngiliz matematikçisi, filozofu ve sosyoloğu. 18 Mayıs 1872’de doğdu. 2 Şubat 1970’te Galler’deki evinde öldü. Küçük yaşında, Lord olan babası ölünce, ikinci defa başbakan olan büyükbabası Lord John Russel tarafından büyütüldü. Cambridge Üniversitesi matematik ve felsefe bölümünden birinci sınıf şeref derecesiyle mezun olduktan sonra, 1895’te “Teslis Cemiyeti”nin üyesi oldu. Kendi zamânında, bir düşünür ve yazar olarak hem 1949’da İngiliz Hükümetince verilen “Liyakat Şeref Derecesi-Onderof Merit” hem de 1950’de Norveç’te Nobel mükâfâtı almış birkaç kişiden birisidir.

1967’de neşredilen otobiyografisinde kendisi, hayâtına yön veren üç kuvvetli arzunun; sevmeyi istemek, bilgi araştırmak, insanlığın ızdırap çekmesine karşı dayanılmaz bir merhamet olduğunu söylemektedir. Hayâtının çoğunda sosyal ve sınâî meselelerle aktif olarak ilgilenmiştir. Gençliğinde sosyalistti. Birinci Dünyâ Savaşının çıkışında, 1914’te savaşa girmeyi reddeden konuşmalar yaptığı ve askere alınmaya karşı geldiği için tevkif edilmiş ve altı ay hapse mahkûm olmuştu.

Russel, bir müddet Paris ve Berlin’de bulundu. Rusya’ya ve Çin’e gitti. Rusya’yı İngiliz İşçi Partisinin bir delegesiyle ziyâret etmişti. Orada Lenin ile bir mülâkat yapma husûsunda mutâbık kalmışlardı. Bu mülâkattan sonra Russel, komünizm hakkında hayâl kırıklığına uğradı ve komünizm hakkında sert bir suçlama niteliğini taşıyan Bolşevizmin Teori ve Uygulaması adlı kitabını yazdı. 1920’de Çin’e gittiğinde birkaç ay kaldı ve Pekin Üniversitesinde ders verdi. Çinlilerin kültürünü, Ruslarınkine göre kendisine daha yakın buldu ve Çin hakkında Çin Problemi (1922) adlı kitabını yazdı.

Russel, Birinci Dünyâ Savaşı sırasında gösterdiği pasifizmden, İkinci Dünyâ Savaşı sırasında vazgeçti. Nazilerin ancak kuvvetten anlayacaklarına kanâat getirmişti. Savaştan sonra Rusya ileAmerika arasında silâhlanma yarışını endişeyle tâkip etti. İngiltere’de silâhsızlanma taraftarı ve hidrojen bombası deneme patlatmalarına karşı çıkan grubun içinde yer aldı. Bu yüzden yeniden hükümet aleyhtarı faaliyetten tevkif edildi ve hüküm giydi.

Vietnam savaşlarında şiddetli bir Amerikan aleyhtarıydı ve bu savaşın sorumluları olarak Amerikan liderlerini görüyordu.

Çocuklarının iki dünyâ savaşı arasında büyümeleri sebebiyle eğitim problemleriyle ilgilendi. İkinci karısı Dore ile kız ve erkek çocukları için okul açtılarsa da muvaffak olamadılar. Beş yıllık okul döneminde çocuklara anormal derecede serbestlik vermeyi denedi.

Din ve ahlâk konusundaki görüşleri o dönemde yadırganacak cinstendi. Dîni bir atmosfer içinde büyümesine rağmen, zamanla Hıristiyan akidelerinin modern ilimle uyuşmadığının farkına vardı. Hıristiyan akide ve ahlâk esaslarının rasyonel olmadığına kanaat getirdi ve bu hususta kendine göre elde ettiği sonuçları Niçin Hıristiyan Değilim? (1927) adlı kitabında açıkladı. Yine bu konuda Din ve İlim (1935) adlı bir kitap yazdı.

1938’de Amerika’ya geldi ve muhtelif üniversitelerde ders verdi, Evlilik ve Ahlâkî Değerler (1929) adlı kitabında, erkek-kadın münâsebetlerinde kişilerin kendilerinin sorumlu olduğunu ileri sürüp, devletin buna müdâhale etmemesi gerektiği görüşünü ileri sürdü. Bu durum kariyerini menfi yönde etkiledi. New York, City Kolejde öğrenci velileri Russel aleyhine, öğretim yaptırmaya uygun olmadığı iddiasıyla dâvâ açtılar. New York Anayasa Mahkemesi, öğrenci velilerinin lehine karar verdi. Russel, ders vermeyi bırakarak Filedelfiya yakınında bulunan Barnes Müessesesine yapılan tâyinini kabul etti ve orada Batı Felsefesinin Târihi (1945) adlı kitabını yazdı.

Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: Matematiğin İlkeleri (Principia Mathematica), Felsefenin Meseleleri, Dış Dünyâ Görüşümüz, Hürriyete Giden Yollar (Roads to Freedom), Mistisizm ve Mantık, Riyazî (Matematiksel) Felsefeye Giriş, Zihnin Analizi, Atomların ABC’si, İzafiyetin ABC’si, Eğitim ve Sosyal Düzen, İlimden Beklediğimiz, Bertrand Russel’in Otobiyografisi, Ahlâk ve Siyâset İçinde İnsan Toplumu, Silâhsız Zafer, İnsanın Geleceği Var Mı? vb.