RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI
Şâir, felsefeci ve devlet adamı. 1868 yılında eski Edirne ilinin bugün Bulgaristan’a kalan Cesirmustafapaşa kazâsında doğdu. Mülkiye memuru olan babası onu İstanbul’a getirip, Mûsevî okuluna verdi. Rıza Tevfik, kuvvetli hâfızası ile iki yılda İspanyolca ve Fransızca’yı öğrendi. Rüştiyeyi (Ortaokul) babasının kaymakam olduğu Gelibolu’da bitirdi. 1890’da girdiği Tıbbiyede taşkın mizacı yüzünden barınamadı, hapse atıldı. Orada mahkûmları isyana teşvik etti. Birkaç defâ hapse girip çıktı. Ancak 1899’da okulu bitirip doktor olabildi.
1907’de İttihat ve Terakki Cemiyetine giren şâir, güçlü hatipliğiyle şöhret kazandı. Bir yıl sonra İttihatçıların Edirne mebusu oldu. İsyancı mizâcıyla çok geçmeden ittihatçılardan ayrılarak onların karşısına geçti. Balkan Harbinin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor ve hele Birinci Dünyâ Harbine girilmesini hiç istemiyordu. Bu sebepten İttihatçılara muhalefeti bir kin hâline geldi. Onlarla mücâdele için Hürriyet ve İtilaf Partisine katıldı. Bu sırada vaktiyle çok hakâret ve iftira ettiği Sultan Abdülhamîd Handan özür dileyen şiirler yazdı. Şûra-yı Devlet (Danıştay) reisliği, Darülfünun müderrisliği ve son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırlığı (Eğitim Bakanlığı) yaptı.
Osmanlı delegesi olarak Sevr Antlaşmasını (1920) imzâlayanlar arasında bulundu. Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı çıktığı için yüzellilikler listesine alındı. Bu sebeple 1922’de vatanından ayrılmak zorunda kaldı. 21 yıllık ömrünü vatan hasretinin sızlanışları içinde Mekke ve Amman gibi yerlerde geçirdi. Af Kânunu’ndan istifâde ederek, 1943’te kendi ifâdesiyle, “Hesaplaşmak için değil vedâlaşmak için” yurda döndü. 31 Aralık 1949’da vefat etti. Kabri Zincirlikuyu Asrî Mezarlığındadır.
Rıza Tevfik, düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi sâhibidir. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Lâtince, İspanyolca, Arapça ve Farsça gibi sekiz lisanı okur, yazar ve konuşurdu. Târih bilgisi, hâfızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi bütün tanıyanlarca övülür. Bundan başka hatip, şâir, pehlivan, doktor, sahne sanatçısı... kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdı.
Rıza Tevfik, okul hayâtından beri isyancı, ferdiyetçi, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhâlif mizâcı ile tanınır. Felsefî nesir, edebî inceleme, tenkit ve şiir türlerinde eser vermiştir.
Eserleri:
Felsefî sahada: Felsefe Dersleri, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe (c harfine kadar), Abdülhak Hâmid’in Mülahazat-ı Felsefiyesi.
Tenkit ve incelemeleri: Ömer Hayyam, Tevfik Fikret.
Bir kısım hatıralarını Biraz da Ben Konuşayım adıyla kaleme almış, şiirlerini Serâb-ı Ömrüm adıyla toplayıp bastırmıştır. Birçok mizahlı ve taşlamalı şiirlerini bu kitaba almamıştır.
Şiirlerinde Yunus Emre’den Dertli’ye kadar, Halk ve Tekke şâirlerinin kullandığı canlı dili ve hece veznini örnek almıştır. Bu yüzden halk ve gençler üzerinde etkisi büyük olmuş, 1914’ten sonra yetişen Beş Hececiler de az çok onu tâkip etmişlerdir.
Çocukluğundan beri başına gelenler ve bilhassa gurbette geçen acı yılların tortusu çoğu şiirlerine bezginlik hüzün ve kötümserlik hâlinde sinmiştir. Her zaman içli ve ilhamcı şiire meylettiği için bilgiçliğe sapmamış, didaktik (öğretici) şiiri benimsememiştir. En çok koşma nazım şeklini kullanmıştır.
Hece veznini ısrarla savunduğu halde, aruz ve heceyi birlikte kullanmıştır. Mecaz dünyâsı zengin ve tâzedir. Şiirinde konu ve temalar çok geniştir. Gurbet üzüntüsüyle karışık vatan ve gençlik özleyişlerini sanki gözyaşı damlaları hâlinde şiirleştirmesi bakımından Rıza Tevfik edebiyatımızda benzersizdir.
KOCA HASAN DAYI
Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bu şiiri, otuz kıtalık bir manzum hikâyedir. Şâir, Rumeli’de bir köyde dolaşırken, ihtiyar bir çınara yaslanmış asırlık bir köylüye rastlar. Şâirin İstanbullu olduğunu öğrenince ihtiyar konuşmaya başlar:
Sultan Mahmûd sağ mı? dedi, sonra birden coşarak:
Tam beş yıl askerlik ettim, ekmeğini yedimdi.
Hey devletli koca sultan, hey celâlli arslan hey!
Bir kır ata biner gelir, gelen şâhin sanırdım.
Bin yiğidin arasında bir görüşte tanırdım.
Ak sakallıvezirleri karşısında titrerdi,
Ardı sıra deryâ gibi kullar yürür giderdi.
Fermânına yedi kral baş eğermiş derlerdi.
Evliyâ kuvveti vardı, ona “ermiş” derlerdi.
Biz ne mutlu günler gördük, de hey deli devrân hey!
Delikanlıydım o zaman kapısında çavuştum.
Beş sene hizmetten sonra geldim köye kavuştum.
Bir daha çıkmadım artık, tarla takım edindim,
Elli sene şu toprakla güreş ettim, didindim.
Çocuklar askere gitti, biri geri gelmedi.
Hiçbirinin bugüne dek bir haberi gelmedi.
Hürriyet ve adâlet nutukları ile idâreyi ele geçirdikten sonra ülkeyi ne hâle koyduklarını bir de ihtiyarın ağzından dinleyen şâir, büyük bir üzüntü içinde onu İstanbul’a götürmek isterse de şu cevabı alır:
Dedi: Oğlum, bu dünyâda artık nedir umudum!
Allah senden râzı olsun, ben köyümden hoşnudum.
Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür,
Hepsi yalan, geldi geçti; fâni dünyâ bir düştür.
Arslan gibi üç oğlumu fedâ ettim uğrunda,
Çifti sattım, evi barkı vîrân ettim uğrunda,
Altmış sene oldu belki, ben bu köyden çıkmadım,
Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım.
Oğul arzum budur benim, burda ölmek isterim,
Yâdellerde neylerim?
(Serâb-ı Ömrüm, 1915)
Sultan Abdülhamîd Hanın Ruhâniyetinden İstimdad:
Nerdesin, şevketli Sultan Hamîd Han,
Feryâdım varır mı bârgâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına!
Târihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek, hey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftirâ atan
Asrın en siyâsî pâdişâhına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sâde deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir sürü türedi, girdi meydâna.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına.
Allahü teâlâ tarafından canlılara, beslenmeleri, barınmaları ve yaşayabilmeleri için gönderilen, verilen her şey. Buna göre yenilecek, içilecek şeyler, giyilecekler, ev, ev eşyâsı hep rızıktır.
Bütün canlıların rızkını Allahü teâlâ gönderir, verir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Yeryüzündeki her canlının rızkını Allahü teâlâ elbette gönderir.” (Hûd sûresi: 6) buyrulmaktadır. Allahü teâlâ rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Râzı olduğu, beğendiği kullarının rızıklarını ummadıkları yerden gönderir. Veheb ibni Verd; “Rızık için üzülürsem, kendimi Müslüman bilmem.” buyurmaktadır. Rızık, maaşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. İnsanın rızkı ezelde takdir ve tâyin edilmiştir. Malı mülkü çok da olsa kimse takdir edilenden fazlasını yiyemez. Nice zenginler vardır ki, rahatsızlıkları sebebiyle yalnız belli şeyleri yiyip kullanabilmektedirler. Şeker hastasının şeker ve benzer şeyleri yiyememesi böyledir. Bunun için rızık değişmez, azalmaz, çoğalmaz ve zamânından geri kalmaz. İnsan rızkını aradığı gibi, rızık da sâhibini arar. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Bütün bunlara rağmen Allahü teâlâ emrettiği için çalışmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın işleri, sebepler altında tecellî eder, meydana gelir. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyesi, ilâhî kânunu böyledir. Fakat sebeplere yapışıldığında, rızık elde edilmeyebilir. Allahü teâlâ rızkı sebepler olmadan da gönderebilir.
Ehl-i sünnete göre haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlânın harama rızâsı olmadığından haram yiyen mesûl olur. Bir kimse Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde taktir edilen belli rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur. Bu çalışmaları için sevap kazanır. Rızkı verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek O’na şükretmek her Müslümanın vazîfesidir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allahü teâlânın size verdiği helal, temiz rızıklardan yiyin. Allahü teâlânın nîmetlerine şükredin.” (Nahl sûresi: 114) ve; “Bana tâatle (beğendiğim işleri yapmakla) şükredin, günâh işleyerek bana nankörlük etmeyin.” (Bakara sûresi: 152)
Eğer rızkını haramdan, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerden ararsa, yine ezelde ayrılmış olan belli rızkına kavuşur, fakat bu rızık ona hayırsız, bereketsiz olur. Haramdan olan rızkına kavuşmak için kazandığı günahlar hem dünyâda hem de âhirette onun felâketine sebep olur.
(Bkz. Fâiz)
İslam devletlerinin kara ve deniz sınırlarındaki, önemli noktalarda bulunan sınır karakolu niteliğinde müstahkem yapılar. Arapça olan ribat; “bağlamak, sağlamlaştırmak, sağlam yürekli olmak, sabretmek, işe azimle devâm etmek, kuvvet vermek” mânâlarına gelir. Ribatlar, daha doğuşta Müslümanlıktaki cihâd, yâni İslâmiyeti yayma, Müslümanları düşman şerrinden himâye müessesesi oldu. Mevkilerinin ehemmiyetine göre çeşitli büyüklükte yapıldılar. Ribatlar, bir müdâfaa duvarı ile çevrilmiş, odalar, ambarlar, ahırlar, gözetleme ve işâret kuleleri, mescit, hamam ve diğer lüzumlu teşkilatlardan meydana gelen müstahkem binâlardı.
İlk ribat, hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında Ukbe bin Nâfî tarafından kuruldu. Zamanla Semerkant’tan Kurtuba’ya, Yemen’den Kırım’a uzandı. Buralardaki Ribatlarda oturan evliyâ zâtlar, mücâhit gâzilere ilim ve edep öğretip, cihâd rûhunu ayakta tuttular. Ribatlarda günlük hayat; askerî tâlimler, ilim, ibâdet, sohbet, Kur’ân-ı kerîm okumak ve cihâdla geçerdi.
Ribatlar, devletin ve malını cihâd uğruna tahsis ve fedâ edenMüslüman zenginlerin büyük vakıflarıyla beslendi. Zamanla İslâm devletlerinin sınırları genişleyince, ribatların askerî mâhiyetleri de değişti. Vakıfları ve eski teşkilâtlarıyla yolculara mahsus bir hângâh ve kervansaray hâlini aldılar ve ribatlarda oturan murâbıtların (gönüllü mücâhit gâzilerin) yerini; gâzi, derviş, sûfî ve velîler aldılar. Buralar, kendi talebeleriyle birlikte yaşayan bir velînin oturduğu yerler, yâni zâviye ve tekke oldu. Türkiye Selçuklularında da görülen ribatlar, Osmanlı Devletinde yerlerini geçitlerde derbendlere, şehirlerde ve yol güzergahlarında hanlar ve kervansaraylara bıraktı.
Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle netîcelenen Osmanlı-Memlûk meydan muhârebesi. 22 Ocak 1517 târihinde Kâhire yakınlarındaki Ridâniye mevkiinde Osmanlı Sultânı Birinci Selim Han ile Mısır Memlûk Sultanı Tomanbay arasında meydana geldi. Netîcesi îtibâriyle İslâm ve Osmanlı târihi bakımından önemli hâdise ve değişikliklere sebep oldu.
Sultan Selim Han, Osmanlı Devleti aleyhine başka devletlerle ittifak içine giren Memlûk Devletine karşı, 1516 yılında Mısır Seferine çıktı. 24 Ağustos 1516 târihinde Mercidâbık’ta Mısırlıları mağlup ederek, Sûriye veFilistin’i zaptetti. İleri harekâta devamla ağırlıklarıyla berâber Sinâ Çölünü beş günde geçerek, Sâlihiye’ye geldi. Sinâ Çölünü geçerken yağmur yağınca, her birine dörder ve altışar çekim hayvanının koşulduğu ağır arabalardaki yüzlerce top, kumların katılaşması sâyesinde kolayca geçirildi. Ordu ve hayvanlar su sıkıntısı çekmedi. Sultan Selim Hanın Ridâniye’ye giderken, ordunun ağırlıklarıyla bir günde elli kilometre yürümesi, harp târihinde rekordur.
Osmanlı ordusu, 21 Ocakta Kâhire’ye çok yakın Birket-ül-Hac mevkiinde konakladı. Mısır Seferi esnâsında, çölde ve Kâhire yakınında Bedevî eşkıyâların ve Memlûklerin tecâvüzkâr saldırılarına karşı tedbir alınıp, taarruzları önlendi. Tomanbay kumandasındaki Mısır-Memlûk ordusu, Âdiliye’deydi. Kâhire’nin kuzeyindeki Ridâniye Köyü Ovası önündeki cephesi, kuzeydoğuya dönük bir mevzi hazırlayıp, doğuda El-Mukattam Dağına; batı kanadı da Nil Nehrine dayatılmıştı. Bu mevziin önü açıktı. İleri arâziye hâkim olup, Sinâ Çölünden gelen yolu kapayan ve kontrol altında bulunduran bir vaziyetteydi. Mevzi kazılan derin bir hendekle çıkan toprağın bu hendeğin önüne atılmasıyla hazırlanan bir siper ve gerisine gömülen iki yüz top vardı. Toplar Avrupa’dan getirilmiş olup, topçular yabancıydı. Tomanbay, ordusunun piyâde kısmını bu mevziye yerleştirip, süvâri birlikleri ve ihtiyatı geride bulunduruyordu. Tomanbay’ın taktik plânı; Osmanlıların taarruzunu önce topçu ateşiyle kırdıktan sonra süvârîlerin ve hassa ordusu cündîlerin karşı taarruzu ile Osmanlı ordusunu yok etmekti. Memlûk ordusunun mevcûdu elli bin civârında bulunuyordu. Osmanlı ordusunun mevcûdu altmış bin olup, üç yüz de top vardı. Topların bir kısmı yivli olup, bâzıları arka arkaya beş, on gülle atabiliyordu.
Sultan Selim Han, esirlerden ve keşif netîcesinde Memlûk muhârebe usûlünü tespit ettirdi. Vakit geçirmeden düşmana son darbeyi vurmak için çok dâhiyâne ve cüretli bir kararla harekete geçildi. Ridâniye mevziine, cepheden taarruz vazîfesi yapacak ihtiyâtî kuvvetleri bıraktıktan sonra, asıl kuvvetlerle 21/22 Ocak 1517 gecesi Kâhire’nin doğusundaki El-Mukattam Dağını dolaşarak sarktı. Osmanlı toplarını sür’at ve mahâretle uygun yerlere yerleştirdi. Böylece Sultan Selim Han, Memlûklerin beklemediği bir istikâmetten taarruz etmekle, Mısırlıları baskına uğratıp, taktik plânlarını bozarak, uzun zamandan beri büyük emeklerle hazırladıkları mevzi ve topları muhârebe dışı bırakacaktı. 22 Ocak sabahı harp başlamadan önce iki tarafın muhârebe düzeni bu hâldeydi.
Muhârebe, 22 Ocak 1517 sabahı erken saatlerde başladı. Mısır ordusunun önündeki Osmanlı alayı hücûma geçince, Tomanbay önceden mevzîlerde hazır beklettiği topların ateşe başlamalarını emretti. Bu arada gerilerine sarkmış bulunan asıl Osmanlı kuvvetlerinin “Allah, Allah!” nidâları ile kendilerine hücûm ettiğini görünce, şaşkına döndü. Topları mevzilerinde kalıp işe yaramadı. Memlûk kuvvetleri bir anda iki ateş arasında kaldı. Fakat Memlûk süvârileri büyük bir cesâretle ileri atıldılar. Merkezdeki saflar birbirine girip, iki taraf da kıyasıya muhârebeye tutuştu. Yakın muhârebe ve boğuşma kayıpları arttırdı. Osmanlı topu ve tüfekçisinin ateşi altında mücâdele edip, pervâsızca direnmeleri Memlûk kayıplarını daha da arttırdı. Memlûklerin Osmanlı merkezine karşı ileri atılmaları üzerine, Vezîriâzam Hadım Sinan Paşa kumandasındaki sağ kanat ve Vezir Yûnus Paşa emrindeki sol kanat kuvvetleri taarruza geçerek Mısırlıların yan ve gerilerini kuşattı. Bu arada savaşı kaybetmek üzere olduğunu anlayan Tomanbay yanına aldığı iki yüz seçme askerle pâdişâhın otağına saldırdı. Pâdişâhı öldürebilirse Osmanlı ordusunun dağılabileceğini hesaplamıştı. Ancak onlar Yavuz zannettikleri Sinân Paşanın kuvvetlerini yararak etrâfını çevirdiler. Sinân Paşa büyük bir azîm ve kahramanlıkla mücâdele ettiyse de şehit düştü. Yavuz Sultan Selim, bu kısma derhâl Bâli Ağa kumandasında yardımcı birlikler gönderip durumu lehine çevirdi. Muhârebe akşama doğru Osmanlı ordusunun zaferiyle netîcelendi.
Yirmi beş bin kayıp veren Memlûk ordusunun geride kalanları Kâhire’ye ve oradan da Sait istikâmetine çekildi. Sultan Tomanbay da Kurtbay ve bir avuç adamıyla selâmeti kaçmakta buldu. Vezir Yûnus Paşa, Memlûklere karşı zaferin kazanıldığını ve Tomanbay’ın kaçtığını Sultan Selim Hana bildirdiğinde;
“Lala Lala! Mısır’ı aldık ama Sinân’ı kaybettik. Sinân’ı Mısır’a değişmezdim. Sinân’sız Mısır’da ne güzellik olur?” sözleriyle Sinân Paşanın yanındaki kıymetini belirtti. Ertesi gün vezîriâzam Sinân Paşa ve diğer şehitler defnedildi. 24 Ocak 1517 târihinde Kâhire’ye girilip Mısır’ın fethi tamamlandı.
Osmanlı zaferiyle netîcelenen Ridâniye Meydan Muhârebesi; Osmanlı Devletine ve dünyâ târihine pekçok maddî ve mânevî faydalar sağladı. Mısır, Arabistan Yarımadası, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Kızıldeniz’e ve Hind Okyanusuna inilip, Kuzey Afrika hâkimiyet yolu açılarak, Osmanlı hudûdu Atlas Okyanusuna dayandırıldı. Hicaz ve Orta Doğudaki mübârek makamlar Osmanlı hizmetine açıldı. Buralar nâdide eserlerle süslendi. Yeni eserler ve ilâveler yapılarak, istifâdeye sunuldu. Halîfelik, Sultan Selim Hana geçerek Osmanlı pâdişâhları saltanata ilâveten hilâfet makâmına da sâhip olmalarıyla, İslâm âleminin de lideri oldu. Ridâniye Muhârebesi ve Mısır’ın fethinde, askerî sâhada ilk defâ Osmanlılar 1517 yılında yivli top kullandılar. Avrupa’da 1868’de ilk defâ Almanların kullandığı yivli topların, Osmanlılarda on altıncı yüzyıl başlarında mevcut olması, îmâl edilerek muhârebelerde kullanılmaları, teknikteki üstünlüklerini göstermesi bakımından önemlidir. Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır Seferi harekât kâbiliyeti, sevk ve idâre, muhârebede tatbik edilen taktik ve strateji bakımından harp târihinin eşsiz nümûneleri arasına girer.
Modern Alman şâirlerin inen meşhurlarından. Esas ismi Rene Karl Wilhelm Josef Maria Rilke’dir. Prag’da 4 aralık 1875’te doğdu. 29 Aralık 1926’da İsviçre Valmont’da akut lösemiden öldü. Alman asıllı ve Almanca konuşan bir âilenin tek yaşayan çocuğudur. Dokuz yaşındayken anne ve babası ayrılmıştı. Yalnız ve kötü şartlarda büyüyen Rilke, Avusturya Subay Eğitim Birliğinden sonra, Münih ve Berlin üniversitelerine devâm etti. İki defâ Rusya’ya gitti.
Rusya’dayken ve daha sonra Paris’e gittiğinde üç bölüm hâlinde The Book Of Hours (Zamânın Kitabı) isimli eseri yazdı ve 1905’te basıldı. İlk şiirleri olan Düşler Kitabı’ndaki (1902) şiirleri, romantik ve sembolik yönü ağır basan şiirlerdir. Bu devrede kelime oyunlarına önem veren Rilke’nin şiirlerinin muhtevâsı önemsizdir.
Malte Lauridis Brigge’nin Not Defteri adlı otobiyografik romanına 1904’te Roma’da başlamış ve esas olarak Pâris’te devâm etmiştir. Eser 1910’da basılmıştır. Bu kitapta, küçüklüğünde ve Paris’de yaşadığı zihnî ve rûhî korkuları, varoluşun karanlık yönleri dile getirilmiştir. Bundan sonra en zor ve anlamlı şiirlerini yazdı. Bunlar Duino Elegies (1922), Sonnet’ten Orpheus’a (1923) ve ölümünden sonra Son Şiirler (1934) kitaplarında toplanmıştır.
Rilke, bir süre Birinci Dünyâ Savaşına katıldı. 1919’da İsviçre’ye yerleşti. Arasıra Venis ve Paris’e gidip gelmekle berâber bir daha Almanya ve Avusturya’ya dönmedi.
Rilke’nin hayâttayken kavuştuğu milletlerarası ünü öldükten sonra da artarak devâm etti. Hakkında sayısız hâtıra, monografi ve biyografiler neşredildi. Onun, ciltleri dolduracak yazışmaları hem edebî hem de psikolojik yönden çok ilgi çekicidir. Kuvvetli bir kişilik gösterdiği şiirleri, kâinâtın yaratılış sırları ve ölümle ilgili olmuştur. Tolstoy ve Rodm’den etkilenmiştir.
RİNGA BALIĞI (Clupea harengus)
Alm. Hering (m), Fr. Hareng (m), İng. Herring. Familyası: Hamsigiller (Clupeidae). Yaşadığı yerler: Kuzey denizlerinde. Özellikleri: 30 cm boyunda, vücûdu yandan basık. Sırtı mavi-yeşil, karnı gümüşî renklidir. Büyük sürüler hâlinde dolaşır. Planktonlarla beslenir. Ömrü: 18 sene. Çeşitleri: İki türü vardır. Bir çeşidi denizlerden ayrılmaz, diğeri üreme zamanı nehir ağızlarına gelir.
Hamsigiller âilesinden, boyu 30 cm kadar olan bir balık türü. Vücûdu yandan basık ve mavimtrak renklidir. Karın tarafı gümüşîdir. Kuzey denizlerinde büyük sürüler hâlinde yaşar. Planktonlarla (mikroskobik canlılar) beslenirler. Planktonların yer değiştirmesine bağlı olarak uzun mesâfeler katederler. Eskiden göç ettikleri sanılırdı. Kuyruk yüzgeçleri derin çatallıdır. Dokununca pulları kolayca dökülür. Eti çok beğenilir. Üreme zamanları, milyonlarca bireyden oluşan sürüler meydana getirirler.
Kuzey Atlantik, Manş Denizi ve Kuzey Denizinde ağlarla her yıl yüzlerce ton avlanır. Tâze ve konserve olarak tüketilir. İngiltere, Hollanda, İrlanda, Almanya ve Norveç ülkeleri ringa avcılığını sanat hâline getirmişlerdir.
Her dişi, dibe yakın kıyılarda 30 bin kadar yumurta döker. Taş ve yosunlara yapışan yumurtalar, bâzı yerlerde bir cm kalınlığında tabakalar ortaya çıkarır. Yumurtadan çıkan yavru deniz anaları ve diğer hayvanlar tarafından avlanır. Bu sebepten çok azı büyüyebildiği halde yine de büyük sürüler meydana getirirler. Ringa balıkları, deniz hayvanları ve insanlar için önemli bir besin kaynağıdır.
Kötü huylardan biri. Kalbin mânevî hastalıklarından biri de riyâdır. Riyâ, Arapça bir kelime olup rü’yetten (görmekten) türemiştir. Lügatta, bir şeyi olduğunun tersine göstermek mânâsınadır. Kısaca, gösteriş demektir. Riyâ, iyi görünmekle insanların kalbinde yer almak istemektir. Yalnız ibâdetle insanların gönlünde yer almayı istemek demek, Allah’a yaptığı ibâdetle kulları kastetmektir. İbâdet ederek, başka insanların gönlünde yer almayı isteyen kimseye “Müraî veya Riyâkâr” denir.
Riyâ, kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlılığından hâsıl olan kötü bir huydur. Bu işi Allah için değil dünyâ menfaatlerine kavuşmak, şan, şöhret, makam, mevki kazanmak düşüncesiyle yapmaktır. Âhiret işlerini yaparak, âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzularına kavuşmak demektir. Kısaca riyâ, dünyâ kazancına dînî âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır.
Dinde, ibâdetleri riyâ ile yapmak yasak edilmiştir. Ölümle veya bir uzvunu yok etmekle tehdit edilen, zorlanan kimsenin riyâ yapmasına izin verilmiştir. Riyânın zıttı, aksi ihlâs’tır. İhlâs, dünyâ faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de O, seni görmektedir.” buyruldu. (Bkz. İhlâs)
İslâm dîninin, kötü huy saydığı ve böyle hareket edenlere acı azâb verileceğini bildirdiği riyâ, birçok işlerde ve ibâdetlerde olabilir:
Başkalarının sevgisine ve övgüsüne kavuşmak için dünyâ işleriyle onlara iyilik yapmak riyâ olur. İbâdetle olan riyâ bundan daha fenâdır. Allah rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ hepsinden daha fenâdır.
İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvik etmek niyetiyle olursa riyâ olmaz ve çok sevap olur. Ramazan orucunu tutmakta riyâ olmaz. Allah rızâsı için farza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farz ibâdetler sahîh, yâni geçerli olur. Fakat ibâdet borcu ödenmiş olur ise de sevâbı olmaz.
Riyâdan korkarak ibâdet terk edilmez! Allah rızâsı için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünyâ işlerini düşünürse, namazı olur. Bu, riyâ olmaz.
Allahü teâlâ, Mâûn sûresi 3, 4 ve 5’inci âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Şiddetli azâb olsun (riyâ sûretiyle) namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gâfildirler. Namazlarını insanlar yanında riyâ ile kılıp, yalnızken terk ederler.” ve Kehf sûresi 110’uncu âyetinde meâlen; “Rabbine kavuşmayı isteyen sâlih (iyi, yararlı) amel işlesin ve Rabbine yatığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin!” buyuruyor. Resûlullah’a, kurtuluş nededir? diye suâl edildiği zaman, cevâbında; “Kulun, Allahü teâlâya olan ameli (iş ve ibâdeti) ile insanları murâd etmemesindedir.” buyurdu. Bir başka hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ meleklerine, bu kimse ameliyle beni murâd etmedi. Onu siccînde (Cehennemde) tutun buyurur.” buyruldu.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” buyurunca, küçük şirk nedir, yâ Resûlallah? dediler. Reshulullah; “Cübb-il hüzn’den Allahü teâlâya sığınınız.” buyurdu. O nedir, yâ Resûlallah? dediler. “Cehennemde bir vâdidir. Riyâ ileKur’ân-ı kerîm okuyanlara hazırlanmıştır.” buyurdu.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkir etmiş olur.
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir.
Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevaplarını onlardan iste, denir.
Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâsla yapınız! Allahü teâlâ, ihlâsla yapılan işleri kabul eder.