REŞÎD PAŞA
Osmanlı sadrâzamlarından Tanzimat hareketinin mîmârı. Koca, Büyük Reşîd Paşa diye meşhur olmuştur. 1800’de İstanbul’da doğdu. Babası, İkinci Bâyezîd evkafı rûznâmecisi Mustafa Efendidir. İlk okuma yazmayı babasından öğrendi. Sonra medrese tahsiline başladı. Babasının 1810 yılında vefât etmesi üzerine tahsilini tamamlayamadığı gibi, devrin ilim dili olan Arapça ve Farsçayı da tam olarak öğrenemedi. Eniştesi Ispartalı Seyyid Ali Paşanın himâyesinde büyüdü ve bir müddet sonra onun mühürdârlığına tâyin edilerek, ilk memuriyetine başladı. 1821 Ekim ayında Rum isyânını bastırmak için, Mora seraskerliğine tâyin edilen eniştesiyle birlikte, sefere gitti. Seyyid Ali Paşa Mora seraskerliğinden azledilince, İstanbul’a geldi. Bu sırada Mısır’ın dîvân efendisi İbrâhim Efendinin kızı Emine Şerîfe Hanımla evlendi ve kayınpederinin konağına yerleşti. Bu evliliğinden ilk oğlu Mehmed Cemil doğdu. Bir-iki yıl sonra eniştesi ölünce, Emine Şerîfe Hanımı boşayarak, zenginliğine kapıldığı eniştesinin câriyelerinden olan Âdile Hanımla evlendi ve onun Kabataş’daki konağında yaşamaya başladı. İkinci evliliğinden Ali Gâlib, Ahmed Celâl, Mazhar ve Sâlih adında dört oğlu dünyâya geldi.
1826’da Bâbıâlî mektûbî kalemine memur oldu. 1827’de Osmanlı-Rus Harbi esnâsında, sefere memur edilen Sadrâzam Selim Mehmed Paşa, onu ordu kâtipliğine getirerek, berâberinde götürdü. Sefer dönüşü Pertev Efendinin tavsiyesiyle, Sultan İkinci Mahmûd Hanın iltifâtına kavuştu ve Fransızca öğrenmesi tavsiye olundu. Maaşı 1500 kuruşa çıkarıldığı gibi, amedî odası hulefâlığına tâyin edildi. 1829’da Girid Adası iânesine teşvik memuriyetiyle Mısır Vâlisi, Kavalalı Mehmed Ali Paşaya gönderilen Pertev Paşayla birlikte Mısır’a gitti. Mısır dönüşünü müteâkip, 1831’de amedî vekîli, 1832’de asâleten amedî tâyin olundu ve yabancı sefirlerle irtibâtını artırdı. 1832’de Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın isyânı sonunda, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar ilerlemesi üzerine, Mart 1833’te Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşayla görüşmek üzere gönderildi.
Varılan antlaşma neticesinde, Reşîd Beyin, Şam ve Haleb eyâletlerinden başka Fransız maslâhatgüzârının tesirinde kalarak, Adana muhassıllığını da İbrâhim Paşaya vermesi Sultan İkinci Mahmûd Hanın hiddetine sebep oldu. Fakat bâzı dostlarının teşebbüsleri netîcesinde affedildi.
Reşîd Bey dâimî sefâretlerin kurulmasından sonra 1834 senesi Temmuz ayında fevkalâde orta elçilikle Paris’e gönderildi. Reşîd Bey, iyi bir tahsil görmediği, İslâm bilgilerinden ve millî meziyetlerden mahrum olduğu için kısa zamanda Avrupaî fikirlerin tesirinde kaldı. 1835 yılı Mart ayı sonlarında elçilik tercümanı Ruheddîn Efendiyi Paris’te maslâhatgüzâr bırakarak, İstanbul’a döndü.
İstanbul’a gelişinden üç ay kadar sonra, büyükelçilikle tekrar Paris’e, sonra Eylül 1836’da, Londra büyükelçiliğine nakledildi ve hâriciye müsteşarlığı pâyesi verildi. Londra’da sefirliği sırasında Lord Stratfort Redklif Rading ile dostluk kurup, mason locasına girdi.
Mustafa Reşîd Bey, 1837’de müşîr rütbesi verilerek hâriciye nazırlığına tâyin edildi. Hâriciye nâzırlığı sırasında, Sultan İkinci Mahmûd Hana, Avrupaî tarzda ıslâhâtlar yapılması teklifinde bulundu. Batılıların, Osmanlı Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebea arasında eşitlik gözetilmediği için düşman olduğunu, müslim ve gayri müslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarla ilgili yapılacak ıslâhâtı, bir hatt-ı hümâyûnla îlân etmesini teklif etti. Hazırladığı lâyihada bu ıslâhâtın esaslarını pâdişâha arzetti. Ancak Reşîd Beyin anlattıklarının İngiliz isteklerinin aynısı olduğunu bilen İkinci Mahmûd Han, bunu reddetti.
Mustafa Reşîd Paşa, hâriciye nâzırlığını bilfiil idâre ettiği bu dönemde, İngilizlerle, Osmanlı Devletini iktisâdî bakımdan çökertecek Baltalimanı Antlaşmasını imzâladı (1838). Baltalimanı Antlaşmasının imzâlanmasıyla, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında anlaşmazlığa yol açan hususlar, İngiltere’nin lehine çözülmüş oldu. Antlaşma yürürlüğe girdikten sonra; ötedenberi Osmanlı Devletinde uygulanmakta olan tekeller kaldırılınca, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum edildi. Ayrıca iç ticâret Osmanlı vatandaşlarına münhasır olmaktan çıkarılarak istisnâsız bir şekilde İngiliz tüccarlarına verildi. Bir de bu antlaşmaya, antlaşma şartlarını isteyen bütün devletlere de istisnâsız uygulanacağı hükmü eklendi. Avusturya başbakanının; “İşte Osmanlı şimdi bitti.” diye ifâde ettiği Baltalimanı Antlaşması, esnaf ve tüccarlarımızı uşaklığa; devletimizi de borç bataklığına sürükledi (Bkz. BaltalimanıAntlaşması).
Mustafa Reşîd Paşa, 1838 Ağustos’unda hâriciye nâzırlığı uhdesinde kalmak üzere Londra büyükelçiliğine tâyin olunarak, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Reşîd Paşa; “...Türkiye için en büyük iş, reâyâ meselesidir. Eğer reâyâya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir Müslüman gözüyle bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reâyânın hür ve mesûd olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devletinde), Hıristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reâyâ, haraç yüzünden isyân etmekte ve düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi Hıristiyanlar için yerleşirse, Müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun yenileşmesi için ilk mesâfe alınmış olacaktır...” (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turque, Documents et Memoires, volume-44) diyerek batılı devletleri Osmanlı Devletine müdâhaleye çağırıyordu.
Reşîd Paşa ayrıca kendinin ve reformlarının, Osmanlı Devletindeki başarısının Mehmed Ali Paşanın başarısızlığı nispetinde olacağını biliyordu. Zîrâ Mehmed Ali Paşa, Mısır’da başarılı reformlar yapmış, batıya yanaşmadan da güçlü bir idârenin kurulabileceğini göstermişti. Reşîd Paşa ise, imparatorluktaki batılılaşmanın sembolü durumundaydı. Mehmed Ali Paşa mağlup edilmediği takdirde, Sûriye’ye de hâkim olacak, devlet içindeki tesir ve nüfûzu artacaktı. Bu durumun ise kendi siyâsî hayâtının sonunu getireceğini düşünen Reşîd Paşa, büyük tâvizler verme pahasına da olsa Mısır meselesine Avrupa devletlerinin müdâhalesini istedi. Onun bu tutumu, Sultan İkinci Mahmûd Hanın onu İstanbul’a çağırtmasına ve îdâmına irâde çıkarmasına sebep oldu. Fakat İstanbul’daki dostları vâsıtasıyla, Paris’e geldiğinde îdâmı haberini öğrenip gelmekten vazgeçti. Sultan İkinci Mahmûd Hanın vefâtı üzerine tahta çıkan yeni pâdişâh Abdülmecîd Hanın cülûsunu tebrik etmek üzere Ağustos 1839 başında İstanbul’a geldi. Osmanlı Devleti o sırada en buhranlı dönemlerinden birini yaşıyordu.
Bu durumu fırsat bilen Reşîd Paşa İngiltere’de esaslarını tespit ettiği reformları avrupalıların ve bilhassa ingilizlerin yardımını sağlamak gibi bir bahâneyle 16 yaşındaki genç pâdişâh Sultan Abdülmecîd’e kabul ettirerek Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adıyla meşhur olan Tanzîmât Fermânını yayınlattı. (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu)
Gülhâne meydanında Reşîd Paşanın îlân ettiği bu ferman, yozlaşma ve mânevî değerlerden uzaklaşmaya yol açtı. Böylece Koca Osmanlı Devletinin içerden yıkılması, parçalanması plânlarının birinci ve en tesirli adımı atıldı.
Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak için anlaşanların oyununun ikinci perdesi açıldı. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Purusya arasında Londra Antlaşması imzâ edildi. Buna göre Mehmed Ali Paşa, Girid, Adana, Sûriye, Hicaz ve Lübnan bölgesini derhâl boşaltacak, ordusunu ve donanmasını dağıtacak ve yalnız Mısır Vâliliğiyle iktifâ edecekti. Şâyet on gün içerisinde bu şartları kabul etmezse, adı geçen devletler müdâhalede bulunacaktı. Reşîd Paşa, Londra Antlaşmasının ültimatomlarını tebliğ etmek üzere müsteşarı Sâdık Beyi, Kâhire’ye yolladı. Mehmed Ali Paşa ise, Sâdık Beye; pâdişâhın herhangi bir fermânına karşı boynunun kıldan ince olduğunu söyleyerek, yabancı devletlerin bu gibi tehditlerinin Osmanlı Devletinin işlerine müdâhale olacağını, kendisinin bizzat pâdişâhla görüşmeye hazır olduğunu belirtip ültimatomları reddetti. Reşîd Paşa, Mehmed Ali Paşanın antlaşma tekliflerini dikkate bile almadan dört devletten Londra Antlaşmasının hükümlerine uymalarını istedi. Nitekim harekete geçen müttefik kuvvetler, 13 Kasımda Haleb’e ve 29 Aralıkta Şam’a girdiler. Mısır kuvvetleri bozularak geri çekildi. Bu andan îtibâren târihî İngiliz siyâseti bir defâ daha tekerrür etti. Londra Antlaşmasına göre, Mısır ve Sûriye’nin de Osmanlılara bırakılması îcâb ederken, bu bölgede güçsüz ve merkezden uzak bir yönetimin bulunması İngiliz menfaatine daha uygun görüldü ve bu eyâletler Mehmed Ali Paşaya verildi. Ciddî bir ordu ve donanmadan mahrum bulunan Osmanlı Devleti, bu emr-i vâkîyi kabul etmek zorunda kaldı ve 24 Mayıs 1841’de Mısır’ın statüsüyle ilgili ferman yayınlandı.
Bu arada Mustafa Reşîd Paşa ile Mehmed Ali Paşa arasında yeni ihtilafların ortaya çıkması üzerine tekrar yabancı devletlerin müdâhalesine meydan vermek istemeyen pâdişâh, Reşîd Paşayı hâriciye nâzırlığından azletti ve Temmuz 1841’de Paris elçiliğine gönderdi.
Paris’te bulunduğu sırada sağlık durumunun iyi olmadığından şikâyet eden Mustafa Reşîd Paşa, İstanbul’a dönmek istedi fakat bu isteği kabul edilmedi. Aşırı ısrârı üzerine İstanbul’a dönmesine müsâade edildi. Paris’ten İstanbul’a döndüğü sırada, Edirne vâliliğine tâyin edildiyse de gitmedi. İki yıl kadar memuriyetten uzak kaldı. Nihâyet 1843 yılı sonlarında tekrar Paris elçiliğine gönderildi. 1844 senesi sonlarında ikinci defâ hâriciye nâzırlığına getirildi.
Bir müddet bu görevde kalan Reşîd Paşa, bilhassa İngilizlerin yoğun baskı ve faâliyeti sonucu 28 Eylül 1846’da sadrâzamlığa getirildi. İş başına gelir gelmez İskoç mason teşkilâtı üyesi Lord Rading ile büyük vilâyetlerde mason locaları açtırmaya devam etti. Böylece, Osmanlı Devletinin parçalanması, yıkılması için açılan câsusluk ve hıyânet ocakları çalışmaya başladı.
Bu senelerde Avrupa’da fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda ise, bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ Mustafa Reşîd Paşa, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini, büsbütün kaldırdı. “Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir.” diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmesini engelledi. Mustafa Reşîd Paşa bir yıl yedi ay devâm eden bu vazîfeden, 27 Nisan 1848’de Sultan Abdülmecîd Han tarafından azledildi. Fakat üç buçuk ay sonra tekrar sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren bu sadâreti sırasında Fransız akademisi örnek alınarak kurulan Encümen-i Dâniş açıldı. Bu sadâretten de 26 Ocak 1852’de azledilerek Meclis-i vâlâ reisliğine getirildi. Mustafa Reşîd Paşa, sadâretten uzaklaştırılmasının üzerinden kırk gün geçtikten sonra üçüncü defâ sadrâzamlığa getirildi. Beş ay kadar süren bu sadâretten de Dâmâd Fethi Paşa ile aralarında meydana gelen ihtilâf üzerine azledildi. Yerine Âlî Paşa getirildi.
Reşîd Paşa ile Âlî Paşa şahsî hırslar yüzünden birbirleriyle çekişirken, bu durumdan faydalanan İngiltere, Hindistan’daki büyük İslâm devleti Gürgâniye’yi parçalamak ve Asya’daki Müslümanları başsız bırakmak istiyordu. Bu arada kendisine engel olacağından çekindiği Osmanlı Devletini başka meselelerle meşgul etmek için Rusya’yı, devamlı tahrik ederek bir Osmanlı-Rus Harbi çıkarmaya çalışıyordu. Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşayı kandıran İngilizler, onun Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını sağladılar. Netîcede İngiltere’nin tahrikleri sonucu Rusya, Eflâk ve Boğdan’ı işgâl etti. 4 Ekim 1853’te Rusya’ya harp îlân edildi. 23 Ekim 1853’de Kırım Savaşı olarak bilinen harp fiilen başlamış oldu.
Yaklaşık üç yıl devâm eden ve 30 Mart 1856’da Paris Antlaşmasıyla sona eren Kırım Savaşı, Osmanlı Devletinin toprak kaybına sebep olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet iktisâden çöktü. Osmanlı Devletini Rusya ile meşgul eden İngiltere, az bir kuvvetle Osmanlı Devleti yanında savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devletini yıktı. Topraklarını işgâl ederek, Hindistan hazînelerine sâhip oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca Osmanlıyı kullanarak Rusların sıcak denizlere inmesini de önledi.
Öte yandan sıkıntı içerisine düşen Osmanlı Devleti, yine Mustafa Reşîd Paşanın dördüncü sadâreti zamânında ilk defâ borçlandı.
Mustafa Reşîd Paşa, 4 Mayıs 1855’te sadrâzamlıktan azledilerek yerine, tekrar Âlî Paşa getirildi. Âlî Paşanın yaptığı her icraatı şiddetle tenkit etmeye başladı. Sâdece iktidâr hırsı sebebiyle Âlî Paşanın hazırladığı Hıristiyanlara daha fazla imtiyazlar tanıyan Islâhât Fermânına şiddetle karşı çıktı.
Sultan Abdülmecîd Han, kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) yüzünden, İngiliz elçisinin de tavassut ve teşvîkiyle 1 Kasım 1856’da Mustafa Reşîd Paşayı beşinci defâ sadrâzamlığa getirdi. Âlî Paşanın sadâretten ayrılmasını hazedemeyen Fransa hükümeti, Boğdan seçimlerine fesad karıştırıldığını iddiâ ederek, iptâlini istedi. Osmanlı Devletiyle siyâsî münâsebetlerini kesmeye kalkıştı. Fransa ve İngiltere hâriciyelerinin birbirleriyle temas ederek seçimin feshini kararlaştırmaları üzerine, Sultan Abdülmecîd Han sadrâzamı azlederek işin önünü almak istedi. Beşinci sadâretten 6 Ağustos 1857’de azledilen Mustafa Reşîd Paşa, Meclis-i tanzîmât reisliğine naklolunduysa da bir ay içinde oradan da alındı. 22 Ekim 1857’de altıncı ve son defâ sadârete getirildi ise de iki ay kadar sonra hastalandı. Bir müddet Bâbıâlî’ye gidemedi. 7 Ocak 1858 Perşembe günü hamamda geçirdiği kalp krizinden öldü. Bâyezîd’de Okçular Caddesindeki türbeye defnedildi.
Hepsi Sultan Abdülmecîd Han zamânında, aralıklarla toplam altı sene sekiz ay on dokuz gün sadrâzam olan Reşîd Paşa, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnunu hazırlayıp îlân ettirmekle; Osmanlı Devletinin temeline dinamit koydu ve kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) devrinin açılmasına, Osmanlı Devletinin boynuna “Hasta adam” yaftasının takılmasına sebep oldu.
Netîce îtibâriyle, Reşîd Paşa, iyi bir eğitim görmemiş, millî ve mânevî değerlerden yoksun yetişmiştir. Osmanlı Devletinin idârecilerinin en önemli özelliklerinden biri, önce devlete sadâkat vasfıdır. Reşîd Paşa bu vasıftan mahrumdu. Masonlukta yüksek derece sâhibi olması, bu mahrûmiyetine eklenince, devlet için zarârı telâfi edilemiyecek sonuçlar meydana getirdi. Nitekim Reşîd Paşadan sonra, onun yetiştirmeleri ve ardından da İttihat ve Terakkî mensupları, devletin kısa zamanda yıkılmasını sağladılar. Bugünkü sosyal hastalıkların çoğunda, onun açtığı yıkım hareketinin payı büyüktür.
Batılıların Reşîd Paşa hakkında düşünceleri şu şekildeydi. Fransız elçisi Pontois, Paşayı; “Reşîd Paşada kendini gösterme ve yükselme merâkı aşırıdır. Bu yönü biraz övülür ve pohpohlanırsa, büyük tâviz elde etmek için küçük şeyler üzerine tâvizler verilirse, ondan her şey elde edilebilir.” diye târif etmektedir. Avusturyalı Goizot ise; “Mustafa Reşîd Paşada ülkesinde yapmak istediği işlerin başarısı için, çok lüzumlu olan vasıflardan biri eksiktir. Türkiye’de güçlü bir ıslâhatçı olmak için Türklük vasfı lâzımdır. Onda ise bu vasıf çok azdı. Gençliğinden îtibâren, Türkiye’nin Avrupa ile münâsebetleri konusuyla ilgilenmiştir. O daha çok Avrupalı bir diplomata benziyordu.” diye vasıflandırıyordu.
Türk dil bilgini, 1900 yılında, Kazan şehrinde doğan Reşid Rahmeti, eski Uygur dili sahasındaki çalışmalarıyla tanınır. Savaş sebebiyle ara verdiği lise tahsilini 1921’de tamamladı. Bu arada dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Üniversite tahsilini Almanya’da bitirdikten sonra, Doğu Dilleri Okulunda Tatarca öğretmenliği yaptı. 1933’te doçent oldu. Aynı yıl İstanbul Edebiyat Fakültesinde Türk dili profesörlüğüne tâyin edildi. İslâm Ansiklopedisi yazı kurulunda görev aldı. 1964 yılında İstanbul’da öldü.
En büyük eseri Kutadgu Bilig baskısıdır. Yusuf Has Hacib’in bu eserinin 1947’de metnini, 1959’da da tercümesini yayınladı. Bundan başka, Edip Ahmed Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakâyık adlı eserini yayınladı. Bâbur Şahın Vekâyi adlı eserini de dilimize çevirdi. Eski Türk Şiiri (1965) adlı eseri Türk edebiyatı sahasında büyük bir kazançtır.
Mısırlı bir din adamı. Adı Muhammed Reşîd Rızâ’dır. 1865’te Lübnan’da Kalemun kasabasında doğdu. 1935’te Kahire’de ödü.
Reşîd Rızâ okumayı ve yazmayı Kalemun kasabasında öğrendikten sonra Trablus’ta Türkçe öğretim yapan bir ilkokula başladı. Bir yıl sonra bu okuldan ayrılıp, Hüseyin el-Cisrî’nin kurduğu Millî İslâmî Okula girdi. Talebeliği sırasında El-Urvet-ül-Vüskâ adlı gazeteyi ve El-Muktetaf adlı dergiyi tanıyıp okumaya başladı. Bu gazeteyi ve dergiyi Cemâleddîn Efgânî idâre edip, siyâsetine yön veriyordu. Cemâleddîn Efgânî’den sonra yerine geçen Abduh’un da makâleler yazdığı bu yayınlar Reşîd Rızâ üzerinde çok tesirli olmuş, bunları okudukça fikirleri tamâmen değişmiştir (Bkz. Cemâleddîn Efgânî ve Abduh). Bu yayınlarda görülen açık vasıf, Cemâleddîn Efgânî’nin ve Abduh’un kendi görüşlerine uyarak dinde asırlardan beri devâm eden ve temel bir kâide olan nakle uymayı, bırakmalarıdır.
Reşîd Rızâ, Hüseyin el-Cisrî’nin açtığı okulu bitirince, baştan beri tasarladığı gâyesini gerçekleştirmek düşüncesiyle Mısır’a gitti. Maksadı Abduh ile tanışmaktı. Nihâyet Kahire’de Abduh ile tanışıp onun yakınları arasına katıldı. Abduh ile birlikte El-Menar adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Bu dergi, o devrin Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde çirkin neşriyat yapıyordu. Asr-ı saâdetten beri hiç değişmemiş, aslı bozulmamış din bilgilerinde, kendi düşüncelerine uygun değişiklikler yazıp yayıyordu. Bu derginin yazar kadrosu, dînî ilimlere tam vâkıf olmayan kimselerden meydana geliyordu.
İslâm ülkelerine yaymak çabasında olduğu bu faaliyetleri, bilhassa Mısır’da Abduh’un idâresi zamânında oldukça yayıldı. Nihâyet Abduh’un fikirleri Câmi-ül-Ezher medresesine de girdi. Böylece Mısır’da, Reşîd Rızâ, Ezher Medresesi Rektörü Mustafa Merâgî, Kahire Müftüsü Abdülmecîd Selim, Mahmûd Şeltüt, Tentâvî Cevherî, Abdürrâzık Paşa, Zeki Mübârek, Ferid Vecdî, Abbas Akkâd, Ahmed Emîn, Doktor Tâhâ Hüseyin Paşa, Kâsım Emin ve Hasan Bennâ gibi dinde değişiklikler yapan bir ekol gelişti. Bir yandan da, üstatları Abduh’a yapıldığı gibi, bunlara da, bir sürü methiyeler yazıldı. 1912 yılında İstanbul’da “Dâvet ve İrşat Cemiyeti”ni ve aynı ismi taşıyan akademiyi kurdu. Kendisinin de öğretimine katıldığı bu akademi dört yıl sonra kapandı. Ancak, o ve taraftarları bozuk fikirlerini daha başka usûllerle yaymaya devâm ettiler.
Reşîd Rızâ hakîki İslâm âlimlerinin bildirdiği doğru yoldan ayrılarak, kendi başına bir yol tutmuş ve asrın ihtiyaçlarını karşılamayı, dinde hurâfeler yapmakta arayacak kadar ileri gitmiştir. Bu hâli, yazdığı makâlelerde ve kitaplarda açıkça görülmekte hattâ kendisi bu vasfından öğünerek bahsetmektedir. Eserleri incelendiğinde bozuk mûtezile fırkasının fikirlerinin hâkim olduğu görülür. Reşîd Rızâ’nın yazdığı eserlerde, yaymaya çalıştığı düşüncelerinden bir kısmı şunlardır:
1. Mûcizeleri kendi düşüncesine göre tevil etmekte ve birçoğunu inkâr etmektedir.
2. Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın peygamberliklerine dil uzatmaktadır. Îsâ aleyhisselâmın diri olarak göğe kaldırıldığı Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği ve Ehl-i sünnet âlimleri bunu açıklayıp îzâh ettikleri halde, o; “Îsâ aleyhisselâm öldü.” demektedir.
3. Cinlerin varlığını kabul etmeyip, onları bir takım zararlı mikroplar olarak göstermektedir. (Tefsîr-i Menâr: c.3, s.95, 96) Halbuki cinlerin varlığı ve ateşten yaratıldığı Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir.
4. Ehl-i sünnetin dört hak mezhebini kabûl etmeyip, teyemmüm, vasiyet, talâk, gibi daha birçok meselede doğru yoldan ayrılmıştır.
Reşîd Rızâ’nın yazdığı kitaplar, okuyanları ve uyanları felâkete sürüklemiştir.
Bu eserlerinden biri Muhâverât kitabıdır. Bu kitabında, üstâdı Abduh gibi, dört mezhebi tenkit etmiş, mezhepleri şahsî münâkaşalar şeklinde göstererek, “İslâm birliğini bozmuşlardır.” diyecek kadar ileri gitmiştir. Dört mezhepten birine uyan ve bin seneden beri gelmiş milyonlarca hâlis Müslümanla âdetâ alay etmiştir.
Muhâverât kitabında, dört mezhebe çatılmakta, İslâm bilgilerinin dört kaynağından biri olan “İcmâ-ı Ümmet” inkâr edilmekte, herkes; kitaptan, sünnetten kendi anladığına göre amel etmeli denilmektedir. Böylece, İslâm bilgilerini kökünden yıkmaktadır. Bu kitabında, güyâ bir dinde reformcu ile, medrese tahsili görmüş bir vâizin konuşmalarını bildirmekte, bunların ağzından, kendi bozuk fikirlerini yazmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimleri, böyle kimselerin yanlış fikirlerine ve bozuk yazılarına cevaplar vererek çürütmüşler ve bu hususta birçok kıymetli kitap yazmışlardır. Bunlardan bâzıları; Arapça olarak yazılan Hulâsat-üt-Tahkîk fî Beyân-ı Hükm-it-Taklîd ve’t-Telfîk, Hüccetüllahi alel Âlemîn. Seyf-ül-Ebrar ve Türkçe Fâideli Bilgiler kitabıdır. Bu kitaplar İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanmıştır.
On altıncı asır divan şâirlerinden. Edirne’de doğdu. Asıl ismi İlyas Şücâ Çelebi’dir. İyi bir tahsil gördü. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar oldu. Surre Emînliği, Ayasofya Câmii Evkaf Mütevelliliğinde bulundu. Bursa’da Kaplıcalar Mütevellisiyken 1524 senesinde öldü. İstanbul’da Kırkçeşme civârında kendi adına yaptırdığı mescidin bahçesine defnedildi.
Şiirlerindeki canlılık, samimiyet, ifâde rahatlığı bakımından Revânî asrının önemli şâirlerindendir.
Revânî’nin tevhid, münâcât, naat, kasîde ve gazelleri bulunan bir Dîvân’ı vardır. Dîvân’ın en güzel şiirleri gazelleridir. Ayrıca, ilk Sâkînâme yazarıdır.
(Bkz. Edebî Türler)
(Bkz. Fesleğen)
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) muhterem hanımlarından. Medîne’de bulunan Yahûdîlerin Benî Kureyzâ kabîlesindendir. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemden önce 631 (H.10)de Medîne’de vefât etti.
Peygamber efendimiz Hendek Savaşından sonra 626 (H.5) senesinde Medîne’nin dışında bulunan ve bir kaleye sığınan Benî Kureyzâ Yahûdîlerinin üzerine yürüdü. Çünkü bunlar orada devamlı huzursuzluk kaynağı oluyorlardı. Benî Kureyzâ Yahûdîlerinin bulunduğu kale, muhâsara ve kuşatmadan sonra Müslümanların eline geçti. İçinde bulunan Yahûdîler malları, mülkleri, çocukları ve kadınları ile birlikte ganîmet olarak alındılar.
Benî Kureyzâ’dan alınan savaş ganîmetleri ve esirleri Müslümanlar arasında İslâm dînine uygun bir şekilde taksim edildi. Reyhâne radıyallahü anhâ da savaş esirleri arasında bulunuyordu. Ganîmetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhâne radıyallahü anhâ da Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. O zaman Yahûdîlik dînine inanan Reyhâne’yi (radıyallahü anhâ) dilerse Müslüman olmak husûsunda serbest bırakmışlardı. O da; “Ben kendi dînimde kalmak istiyorum.” diye Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) arz etmişti. Peygamberimiz, bu hareket ve davranışıyla, İslâm dînine girmek için zorlamak yoktur, hükmünü bizzat kendileri tatbik etmişlerdir.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, daha sonra Reyhâne radıyallahü anhâya şöyle buyurdular: “Sen Allahü teâlânın ve O’nun Resûlünün yolunu tutmak ister misin? Ben böyle münâsip (uygun) görüyorum.” Reyhâne radıyallahü anhâ da: “Evet.” deyince Peygamber efendimiz bu davranışından sonra onu âzâd (hür, serbest) ettiler. Mehirlerini vererek, nikâhına aldılar. Ayrı bir ev açarak hanımları arasına koydular.
Peygamber efendimizin ilk hanımı hazret-i Hatice’dir. Diğer evlenmelerinin hepsini hazret-i Âişe’yi nikâhladıktan sonra yaptı. Bunların hepsi dînî, siyâsî veya merhamet ve ihsân ederek yapılan evlenmelerdir (Bkz. Muhammed Aleyhisselâm). Nitekim Reyhâne radıyallahü anhâ ile olan evlenme de böyledir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrâil’in (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan getirdiği izinle olmuştur.”
Reyhâne radıyallahü anhâ; sâkin, temiz karaktere sâhip, yumuşak huylu bir hanımefendiydi. Peygamber efendimizden önce vefât ettiği için naklettiği hadîs-i şerîf yoktur.
Alm. Gemeiner, Fenchel (m), Fr. Fenouil (m) commun, İng. Common Fennel. Familyası: Maydanozgiller (Umbelliferae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege ve Akdeniz bölgesi.
Haziran-ağustos ayları arasında sarı renkli çiçekler açan bir buçuk-iki metre boylarında iki yıllık kokulu otsu bitkiler. Yaprakları saplı ve tüysüzdür. Bitkinin gövdeleri dik, içleri boş silindir şeklinde ve tüysüzdür. Çiçekler uzun saplı ve bileşik şemsiye durumundadırlar. Meyveleri silindir şeklinde tüysüz ve yeşilimsi esmer renktedir. Tohumları protein ve yağ bakımından zengin bir besi dokuya sâhiptir. Birçok çeşidi vardır. Daha çok kayalık ve kurak yerlerde yetişir. Raziyane ismiyle de bilinir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları meyve, kök ve yapraklardır. Rezene meyveleri müsilaj, şeker, nişasta, tanen, sâbit ve uçucu yağlar taşır. Midedeki gazı giderici, süt çoğaltıcı ve yatıştırıcı (müsekkin) olarak çay veya toz hâlinde kullanılır. Yaprakları yara iyi edici, kökü ise idrar arttırıcıdır.
Alm. Rezonanz (f), Fr. Résonance (f), İng. Resonance. Belirli bir frekansta titreşen bir sistemin, aynı frekanstaki dış titreşimin tesirinde kalarak yüksek genlikle titreşmesi olayı. Fizikî sistemlerde dıştaki uyarıcının tesiriyle titreşen cisimler, uyarıcı etkisini kaldırdığı taktirde genliğini yavaş yavaş küçülterek sıfıra indirir. Bu olaya sönümlenme denir. Titreşen cismin birim zamandaki (1 sn) titreşim veya salınım sayısına frekans, bir salınım süresine de peryot adı verilir. Denge hâliyle en uzaktaki konum arasındaki mesâfeye genlik (amplitüd) denir. Titreşen cisimlerin normal frekanslarına tabiî frekans da denebilir.
Titreşen cisimlerin tabiî frekansları ile dışardan etki eden kuvvetlerin zorlayıcı frekansları çakışırsa, yâni birbirine eşit olursa, bu durumda cismin genliği her titreşimde artar ve nihâyet maksimum bir değere ulaşır. Bu durum rezonans hâlidir. Salıncakta kendi kendine sallanan bir kimsenin tabiî bir frekansı vardır. Dışardan bir kimse salıncağa, her salınımda eşit ve salınım yönünde itme kuvveti uygularsa, salıncağın genliği, yâni açılması gittikçe artar ve bir maksimuma ulaşır. Bu, salıncağın rezonansa uğraması demektir. Elektrik, mekanik ve akustik (ses) olaylarda rezonans hâdisesi vukû bulabilir.
Mekanik rezonans: Mekanik rezonansa en güzel örnek daha önce bahsi geçen salıncaktır. Başka bir örnek tramplenden atlama olayıdır. Atlet irtifâ (yükseklik) kazanmak için tramplende yaylanır. Tramplenin tabiî frekansı ile atletin frekansı eşit olunca maksimum atlama yüksekliğine erişilir. Atletin yaylanması ile tramplen rezonans hâle geçer.
Rezonans sırasında uygulanan kuvvet sürekli olursa bu hal titreşen sistem için tehlikeli olabilir. Bu bir köprü ise yıkılabilir. Târihte rezonans sonucu yıkılan köprü örnekleri mevcuttur. Bunlardan biri; Fransa’da Sen Nehri üzerinde bulunan bir asma köprüden uygun adımlarla geçen askerler, köprüyü titreştirmeye başlamış ve köprü titreşim frekansı ile askerin adımları vuruş kuvveti uygun düşünce köprü yıkılmış, asker suya dökülmüştür. Bu târihten çok önceki yıllarda Osmanlı askerinin köprülerden geçerken serbest (âdi) adımlarla geçtiği literatürlere geçmiş bir gerçektir.
İkinci olay Amerika’da Washington’daki Tacoma Narrows Köprüsünün titreşim frekansının rüzgârın frekansına eşit olunca, rezonansa geçerek yıkılma hâdisesidir. Çağdaş teknoloji, asma köprülerin rezonans sonunda yıkılmaması için frekans değiştirici geçer kütleleri asma köprülere ilâve etmeyi ihmal etmemiştir.
Akustik rezonans: İçerisinde belli miktar sıvı, geriye kalanı hava dolu olan ağzı açık silindirik kapların ağız kısmına titreşen bir diyapazon yaklaştırılırsa, kap içindeki havanın titreşim frekansı diyapazonunkine eşit olunca rezonans hâdisesi vuku bularak, diyapazonun sesinden daha şiddetli bir ses duyulur. İşte bu akustik (ses) rezonanstır.
Akustik rezonansın sebebi, hava ortamında duraklı dalgaların teşekkül etmesidir. Ortamın uygunluğu titreşimin dalga boyuna ayarlanırsa uç kısımlarda ses dalgalarını periyodik olarak yansıtacak yükseltici bir rezonans etkisi temin edilir.
Elektrikli rezonans: Bir alternatif akım devresinde bobin (self, L), kondansatör (C) ve rezistans (direnç, R) bulunursa devreden geçen maksimum akım şiddeti maksimum potansiyelin Z impedansa (zâhiri direnç) oranıdır.
FORMÜL VARRRR!!-1
Akımın en büyük değere ulaşması olayına rezonans denir ki, bu da impedansın en küçük değerde olması ile mümkündür. Z impedansın en küçük değeri R dirence eşit olması hâlidir ki, bu durumda w L= 1 / w.C olur. Bu eşitliği sağlayan rezonans frekansı ise:
FORMÜL VARRR!!!-2
dir. Şu halde alternatif akım devresinin frekansı bu değerde olursa devre rezonansa girer ve devrede dolaşan akım şiddeti en yüksek değerine ulaşır.
Bunların dışında nükleer manyetik rezonans da günümüzün önemli konularından biridir. Titreşen atom ve moleküllerin uygun zorlanmış fekansla etkilenmesi prensibine dayanır. Bunlarla komplike (karışık) moleküllerin yapısıyla ilgili özellikleri tespit edilebilir. İncelenen malzemenin atomik özellikleri açısından da detaylı bilgi elde edilebilir.
Alm. Rezorsinal, Fr. Résorcine, İng. Resorcin.
m-dihidroksi benzen olarak da bilinen, reçine, boya, ilaç ve çeşitli maddelerin îmâlinde kullanılan bir bileşik. Benzenin sülfürik asitle sülfolanmasından elde edilen benzendisülfonik asidin sodyum hidroksitle reaksiyona sokulmasından elde edilir. Formaldehitle verdiği reçineler reyon, naylon ve bâzı yapıştırıcıların îmâlinde kullanılır. Rezorsinol, bâzı sanâyi ürünleri için bir ara maddedir. Ayrıca kozmetikte ve fotoğraf geliştirme banyolarında da kullanılır.
1940 yılında Landsteiner ve Wiener tarafından bulunan ve alyuvarların üzerinde yer alan bir antijen. Rhesus maymununun kanı kullanılarak tavşan ve hintdomuzunun kan serumlarında antikorlar meydana getirilmiştir. Bu antiserum insan kanları ile karşılaştırıldığında % 80 insanın kanındaki alyuvarları kümeleştirdiği gözlenmiştir. Kümeleşen alyuvarların sâhiplerinin Rh pozitif, yâni bu antijeni bulunduran şahıslar olduğu söylenmiştir. Kümeleşmeyen kanlarda ise, Rh antijeninin bulunmadığı, yâni bunların Rh negatif olduğu anlaşılmıştır.
Rh faktörü, kan nakillerinde ve yeni doğan bebeklerde kan uyuşmazlığından dolayı ortaya çıkan kan hastalığında önemlidir. Kan nakillerinde, kan verenle alıcının kanlarının uyuşmaması çok tehlikeli neticelere yol açar. Kanı Rh negatif olan kişide, Rh faktörüne karşı antikorlar yoktur. Yanlışlıkla bu kişiye Rh pozitif kan verilirse buna karşı antikorlar meydana gelir. İkinci bir defâ bu kişi Rh pozitif kan ile karşılaşırsa nakledilen kanın alyuvarları bu antikorlar tarafından harap edilir. Kişide ağır bir tablo ortaya çıkar.
Anne ile çocuk arasında ortaya çıkan Rh uyuşmazlığı ise şöyledir: Anne Rh negatif, çocuk Rh pozitif olursa ilk doğumda genellikle bir problem ortaya çıkmaz. Ancak anneye daha evvelden Rh pozitif kan nakli yapılmışsa o zaman çocukta hastalık ortaya çıkar. Esas problem, ikinci çocuğun da Rh pozitif olması durumunda olur. Çünkü ilk doğum sırasında anne kanı bebeğin kanı ile karşılaşmış ve Rh faktörüne karşı antikorlar ortaya çıkmıştır. Bu antikorlar plasentadan (çocuğun rahimdeki “eş”inden) geçme özelliğindedir. Çocuğa geçen bu antikorlar çocuğun alyuvarlarını harap etmeye başlarlar. Çocukta iyileşmeyen sarılık, genel ödem durumları ortaya çıkar. Bu tehlikeli sonuçlara engel olmak için, rahim içinde iken çocuğun kanının değiştirilmesi veya anne kanında antikor hasıl olmasına engel olunmasına çalışılır.
Kan uyuşmazlığının derecesine göre ve antikorların etki şiddetine göre çocuk ya doğduktan kısa bir süre sonra ölür veya çeşitli derecelerde sarılıklı olarak doğar. Böyle çocukların sakat kalmasını önlemek için hemen çocuğun kanı tamâmıyla değiştirilir, ışık tedâvisi ve ilâç tedâvisine geçilir.
Anne Rh (–), babaRh (+) ise, kan uyuşmazlığı tehlikesine mâruz olan doğacak çocukları korumak için ilk doğumdan sonra 48 saat içerisinde anneye antikor meydana gelmesini önleyici Rhogam adlı ilâç uygulanır.
RICHELIEU, Armand-Jean du Plesis (Kardinal)
Fransa’nın tanınmış başbakanlarından. Paris’te 9 Eylül 1585’te doğdu. İlk önce askerliği seçmişse de genç yaşta silahı bırakarak kilise eğitimine katıldı. Bu eğitimi tamamladıktan sonra IV. Henry tarafından Lucon piskoposluğuna getirildi. Daha sonra Roma’ya giderek 1607’de kardinaller topluluğuna seçildi. 1622 yılına kadar çeşitli dînî görevlerde bulunduktan sonra kardinal oldu. 1624’te krallık meclisine girdi. Yurttaki isyanları, Madrid ve Viyana Habsburglarının Fransa’ya olan baskılarını bastıracak kuvvetli bir başbakan arayan XIII. Louis tarafından başbakanlığa getirilen Richelieu, bencil olmayan işleri ve ağır askerî hizmetleriyle bunları başardı.
Richelieu, memleketi kraliyete bağlamak, kişilerin kendi başına buyruk olmalarını önlemek ve düşmana karşı stratejik plânlar uygulamak için çalıştı. Bir yandan kendi imparatorluğunu İspanya ve İskoçyalılara karşı korurken, öte yandan ülkesinin askerî gücünü arttırdı. 1630-1642 târihleri arasında Fransa tamâmen Richelieu’nun hâkimiyetinde bulundu.
1635-1636’da istemeyerek katıldığı 30 yıllık savaştan Fransa olarak kârlı çıktı. 1640’ın sonlarında Richelieu, Portekizli isyancılara yardım ederek Madrid hükûmetini yıkmaya çalıştı.
Fransa’yı gerçek bir diktatör gibi yıllarca yöneten Richelieu, her yerde önemli görevlere kendi akrabâlarını getirdi. Kardeşini Lyon’da başpiskoposluğa, amcasını Deniz Kuvvetleri Komutanlığına, diğerlerini de nice önemli yerlere yerleştirdi. Protestan düşmanlığı ile tanınan çok kurnaz ve zâlim olan Richelieu, 1642 yılında Paris’te öldü.
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturan ve tarîkat adı verilen tasavvuf yollarından birinin adı. Bu tasavvufî yol; büyük İslâm âlimi ve evliyânın önde gelenlerinden Seyyid Ahmed Rıfâî’nin, müminlerin îmânlarının kemâle (olgunluğa) ermesi için gösterdiği usûllerin tamâmıdır. Kendisine tamâmen bağlı olan, yolunu bozmayan, yâni her işinde, her sözünde dînimizin emir ve yasaklarına tâbi olanlara da Rıfâî denilmiştir.
Seyyid Ahmed Rıfhaî, on iki imâmın yedincisi olan İmâm-ı Mûsâ Kâzım’ın torunlarından olup, soyu Peygamber efendimize ulaşır. Şâfiî mezhebinin fıkıh bilgilerinde çok yüksek bir âlimdir (Bkz. Ahmed Rıfâî). Rıfâiyye yolunun esâsı, Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasaklarına tam uymaktır. Zamanla diğer tarîkatlerde olduğu gibi, Rıfâiyye tarîkatında da gâye ve âdâb bakımından aslından uzaklaşma olmuştur.
Alm. Kai (m), Uferstrape (f), Fr. Dock, Bassin (m), İng. Dock. Akarsu ve deniz kıyılarına yolcu indirme bindirme veya eşya yükleme boşaltma maksadı ile sonradan yapılan yer. Rıhtım, taşların beton ile suyun önünde set teşkil edecek şekilde inşâ edilmesiyle yapılır. Çimento bulunmadan önce rıhtım inşâası için suların çekilmesi beklenirdi. Çimentonun bulunması rıhtım yapımını kolaylaştırmıştır. Dışarda betondan dökülen 70-80 ton ağırlığındaki bloklar su içine indirilerek üst üste yerleştirilir. Suların yükselmesi de dikkate alınarak su seviyesinden belli bir yüksekliğe gelinince üzeri maksada uygun tesislerle donatılır. Suyun yatay yönde yapacağı basınçla rıhtımın yıkılmaması için arkası doldurulur. Arkadan sağlam olmayan arâzi yapılarında kazık çakmak sûretiyle su yüzeyine yakın bir düzlemde kazıklar üzerine beton blokları yerleştirilir. Sığ sulara gemilerin yanaşabilmesi için kıyıya paralel ve belli bir derinlik kazanılacak mesâfede rıhtım inşâ edilir. Kıyıya da bağlantısı olan bu tür rıhtımlara mendirek (warf) denir. Bir de denize veya akarsuyun kıyısına dik olarak kazıklar üzerinde yerleştirilen platform biçimi rıhtımlar vardır ki, bunlara da iskele (pier) denir. Kuzey memleketlerinde, okyanus su baskınlarını önlemek için kilometrelerce rıhtım inşa edilmiştir.
Modern rıhtımlarda malların çabuk yüklenip boşaltılabilmesi için vinçler bulunur. Üzerine demiryolu uzanan rıhtımlar da vardır. Yanaşan gemiyi elektrik, su, buhar ve diğer ihtiyaçları yönünden destekliyecek her türlü imkânı sağlaması, modern rıhtımların en mühim özelliğidir.
Türk Kurtuluş Hareketine katılmış ve bu hareket içerisinde aktif ve siyâsî rol almış yazar ve şâir. 30 Ağustos 1879 yılında Sinop’ta doğdu. Mülkiye Rüştiyesinden sonra, İstanbul Askerî Rüştiyesinden mezun oldu. Bir süre de Kuleli Harbiye İdâdisinde okudu. Askerî Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezun oldu ve 1902’de stajını yaptı. 1905’te de doçentlik imtihânını kazandı. 1907’de Gülhâne’ye Cerrahî Öğretmen olarak tâyin edildi. 1908 yılında da Sinop milletvekili seçildi. 1910 yılında askerlikten ayrıldı. Buna rağmen Balkan Savaşına katıldı. Daha önceleri berâber çalıştıkları İttihatçılara muhalefetten yurtdışına sürüldü. Millî Mücâdeleye aktif olarak katıldı. Birinci Millet Meclisine tekrar Sinop milletvekili olarak girdi. Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıklarında bulundu. Lozan Antlaşmasını imzâlayan Türk delegasyonu içinde ikinci adam olarak bulundu. Onun Lozan Antlaşması ile ilgili olarak söylediği şu sözleri çok mânidârdır:
“Lozan Türk zaferinin bedeli değildir. Eksiktir, noksandır, kusurludur. Oluk gibi akan Türk kanı ve zafere bağlanan Türk ümidinin karşılığı olmamıştır.”
Siyâsî şahsiyetlerle arasının açılması sebebiyle öldürüleceğinden korkarak vatanı terk etti. Paris ile İskenderiye’de uzun yıllar sürgün hayâtı yaşadı. 1938’de yurda dönünce Tanrıdağı dergisini çıkardı. 1942 yılında da İstanbul’da öldü.
Şâirliğinden ziyâde yazarlığı ile tanınır. O, Türklüğe ve Türkçülüğe hayran bir şâir ve yazardır. Zaten; “En büyük iftihârım Türk yaratıldığımdır. Bu kadar târih okudum, Türk kadar kahraman, mert, iyi yürekli, zeki, akıllı, selim sâhibi insan, Türk kadar büyük ve yüksek bir târihe mâlik millet görmedim. Bu kadar millet tanıdım, bugünkü medeniyet âleminde en yüksek mevkiye çıkmak lâzım olan kâbiliyetten kendinde ve yurdunda bugünkü kadar toplamış olanını görmedim.” derdi. Buna rağmen, İngiliz medeniyetine de hayrandı. İlerlemeyi İngiliz medeniyetini almakta görür. Ancak, milliyetçiliğinden de tâviz vermezdi.
Çok zeki yaratılışa sâhip olan Rıza Nur, aynı zamanda açık yüreklidir. Düşünce ve fikirlerini çekinmeden ortaya atar. Kendi özel hayâtını dahi, olduğu gibi, çekinmeden kaleme almayı göze almıştır.
Yazar târihe ve târihçiliğe merakı ile tanınır. 12 ciltlik Türk Târihi eseri mevcuttur. Bu eserde Türklüğü başlangıcından Cumhûriyete kadar incelemeye çalışmıştır. Dili sâdedir. Üslûbu pek akıcı değildir. Şiirleri genellikle Türklük ve Türkçülük üzerine yazılmış şiirlerdir. Destanımsı bir hava taşımaktadır.
Bütün kitaplarını ve servetini bir vakıf kurmak sûretiyle SinopKütüphânesinde Sinoplulara hâtıra olarak bırakmıştır. Yetmişten fazla eserinden bâzıları şunlardır:
Türk Târihi (12 cilt); Türkbirlik Revüsü (8 cilt); Oğuz Kağan (6000 mısralık destan denemesi); Türklük mü, Frenklik mi?; Hayat ve Hatıralarım (4 cilt).
Bu eserlerinin hâricinde ayrıca kendisine yapılan hücumlara cevap olarak yazdığı Hücumlara Cevaplar (1941) isimli bir eseri de mevcuttur.